deneme

29 Aralık 2002 Pazar

30 ARALIK 1922’DEN 30 ARALIK 1991’E SSCB


 
80 yıl önce Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği kuruldu. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği; ekonomik ve sosyal ilişkilerin radikal altüst edilmesi üzerinde şekillenmiş olan bu cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet olarak Kruşçev modern revizyonistlerinin XX. Parti kongresinde siyasi iktidarı gasp etmelerinden sonra yıkıldı. Ama aynı isim altında varlığını 1991’e kadar sürdürdü. 1991’de de tamamen dağıldı. Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan sosyalist devlet, tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı. Büyük Ekim Devriminin, dünyayı değiştiren düşüncelerin pratiği olarak kurulan bu sosyalist devlet, revizyonist şeflerin Alma-Ata’daki içki sofrasında dağıtıldı. Kuranlar ve dağıtanlar iki ayrı sınıfın temsilcileriydiler. Birbirine düşman, birbiriyle antagonist çelişki içinde olan iki ayrı sınıf.

O tarihsel döneme dönelim. Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti ve Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti SSCB’nin kurucu üyeleriydi. Devlet oluşumu, Lenin’in eşit haklara sahip cumhuriyetlerin birliği anlayışı temelinde gerçekleştirilmişti. 1924 Anayasasına (II. Birlik Kongresi, Mart 1924) göre devlet, eşit haklara sahip ulusların ortak devletiydi ve bu devletin örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Cumhuriyetler, Birlik’ten ayrılma hakkına sahiptiler. Büyük Ekim Devrimi, Çarlık Rusya'sının bütün uluslarına kendi kaderlerini tayin hakkını ve dolayısıyla ayrılarak bağımsız devlet kurma hakkını vermişti. Bu hak, devrimci bir tarzda kullanıldı ve böylece eşit haklara sahip çok uluslu sosyalist devlet kuruldu.
SSCB, burjuva ulustan sosyalist ulusa, kapitalist düzenden sosyalist düzene geçişin ifadesiydi. Bunun ötesinde Orta Asya’nın Kazak, Türkmen, Tacik,Özbek, Kırgız gibi halkları, kapitalizmden de geri koşullardan sosyalist ilişkilere geçme ve sosyalist uluslara dönüşme olanağını bulmuşlardı.
Sovyetler Birliği kavramında özgün olan, onun bir birlik olması değildi. Özgün olan, onun sovyetik olmasıydı. Sovyetik olmak, ulusal olmanın ötesinde bir kategoridir, sosyal, toplumsal içerikli bir kategoridir. İnsanlık tarihinde ilk defa bir devlet, kendini toplum düzeninin karakterine göre tanımlıyordu.
Sovyet, kelime anlamıyla şura demektir. Burjuvazinin de kullandığı bir tanımlama. Ama Rusya’da şura, devrimci tarzda doğmuştur. Devrimci mücadelenin bir ürünüdür. Sovyet, 1905-1907 devrimi sürecinde ayaklanmanın devrimci organı olarak doğmuştu. Sovyet kavramını bilinçli olarak geliştiren, şekillendiren, ona içerik veren de Bolşevik partiydi. 1917 Şubat devriminde sonra Sovyetler, Geçici Hükümetle siyasi iktidar mücadelesi içindeydi. Ekim Devrimi, „Bütün İktidarı“ Sovyetlerde topladı.
Lenin ve Stalin önderliğinde Bolşevik Parti, iktidar organları olarak Sovyetleri, burjuva kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, bütün iktidarın tek elde; Sovyetlerde toplanması ve temsilcilerinin de her zaman görevden alınır olması şeklinde düşünmekteydi. Öyle de yapıldı. Sovyet devleti, sosyalist devlet olarak adım adım geliştirildi. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm çetin iç mücadeleler sonucunda kuruldu.
1956’da Kruşçev modern revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp etmeleriyle (XX. Parti Kongresi) Sovyetler Birliği’nde iktidar değişimi gerçekleşmiş ve geriye dönüşün, kapitalizmin yeniden inşasının yolu açılmıştı. İşçi sınıfı iktidarının; proletarya diktatörlüğünün revizyonistlerin eline geçmesi, bu ülkede sosyalist yapının yıkılması, sosyalist değerlerin ayaklar altına alınması anlamına gelmekteydi. Tabii ki bu dönüşüm bugünden yarına olmamıştır, ama iktidarın el değiştirmesi dönüşümün yolunu açmış ve sosyalist Sovyetler Birliği, birkaç sene içinde proletarya diktatörlüğünün yıkımı üzerine kurulmuş bir devlete dönüştürülmüştür.

1956-1991 arasında Sovyet devletinin, Lenin ve Stalin’in anlayışları ile hiçbir ilişkisi yoktur. 1956 sonrasının Sovyet devleti, sosyalizmi yıkan, şovenizmi geliştiren, Sovyet Ülkesi uluslarını ve halklarını yeniden Rus şovenizmi altında ezen, sömürüyü yasallaştıran, başka ülkeleri işgal eden bir devlete dönüşmüştür.
Süreç içinde sosyal emperyalistleşen Sovyetler Birliği, sosyalizmi tabela olarak kullanmaktan da geri kalmamıştır. 1991’e gelindiğinde bu devlet, kendi çelişkilerinin sonucu olarak dağılmıştır.

Böylece 30 Aralık 1922’de toplanan Sovyetlerin I. Birlik Kongresinde kurulan proletarya diktatörlüğü, sosyalist devlet, 1956’da siyasi iktidarın sınıfsal yapısındaki niteliksel değişimden dolayı tam 69 yıl sonra 30 Aralık 1991’de bürokratik burjuva/revizyonist diktatörlük, sosyal emperyalist bir devlet olarak yıkıldı.

10 Aralık 2002 Salı

TARİH VERİRLER Mİ?

Türk burjuvazisi, hükümeti ve hükümet dışı başkanı, AB’den tarih almak için onursuzluk çalışmalarını yogun bir şekilde sürdürüyorlar. AB’de ise Türkiye’ye tarih verme konusunda ortak bir anlayış yok. AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri, AB’nin nasıl ve hangi koşullarda genişleyeceğine, hangi ülkelerin üyeliğe kabul edileceğine stratejik baktıklarından Türkiye’yi, üyeliğinin görüşülmesi için tarih verme konusunda taviz vermeye zorluyorlar. Siyasi “reform” konusunda taktir ettiklerini bazen açıklıyorlar, bazen de sonuçlarını görmeyliyiz diyorlar. Ekonomi konusunda, bazen umutsuzluklarını dile getiriyorlar, bazen de iyi gidiyorsunuz diyorlar. Ama her seferinde Türkiye’nin önüne aşamayacağına inandıkları bir engel çıkartıyorlar. Aday üyeliğe kabul için yıllarca Yunan vetosunun arkasına gizlenen AB, bugün başka nedenler öne sürüyor.

AB’nin yönlendirici olmayan ülkeleri, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini, Kopenhag’da bu işin hallinden yana olduklarını açıkladılar. Bu ülkelerin başında İngiltere ve İtalya geliyor.
Son günlere kadar Türkiye’nin üyeliğinin kabulünden yana hareket ettiği izlenimini veren Fransa da, Almanya ile ortak hareket ettiğini açıkladı.

Türk burjuvazisi, hükümet başkanı ve hükümet dışı başkanı, Türkiye’ye, görüşmeler için en geç 2003 yılı içinde tarih verilmesine razı olduklarını dile getirdiler.

AB-Türkiye ilişkilerinde sorun ne ki, üyelik üzerine bu denli tartışılıyor. Sorunun ekonomik ve siyasi olduğuna veya Kopenhag kriterlerinin yerine geterilmesi olduğuna inanmak, siyasi aptallık olur. AB, üye yapacağı 10 ülkenin bir kısmında ekonominin ve ileri sürdüğü siyasi taleplerinin AB kriterlerine uymadığını, bu ülkelerin bir kısmında Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmediğini çok iyi biliyor. Ama buna rağmen bu ülkeleri üye yapıyor. Peki Türkiye’yi neden üye yapmıyor?

Türkiye’nin dünya politikasındaki mevcut duruşu; ABD’ye bağımlılığı, büyüklüğü ve ekonomik potansiyeli, AB emperyalistlerini, özellikle de Alman emperyalizmini tedirgin ediyor. AB, AB’nin sözünden çıkmayan, ABD’ye tavır alan bir Türkiye istiyor.

Türkiye, AB ve ABD arasında rekabet konusudur. Onu önemli yapan jeostratejik konumudur. Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerine bu açıdan; jeopolitik ve jeostratejik açıdan bakmak gerekir.
AB, bir entegrasyon sürecidir, devlet değildir. AB, siyasal birliğini sağlayacak derecede gelişmemiş bir kurumdur. Bu nedenle AB’nin rekabet gücünde ve yöneliminde, yani stratejik anlayışında bu entegrasyon içinde sürükleyici rol oynayan Alman ve Fransız emperyalizminin çıkarları belirleyici olmaktadır. AB, “Avrupa Birleşik Devletleri” olmadığı için, her bir üyesinin bir bütün olarak sahipleneceği bir jeopolitik anlayışa sahip değildir ve olamaz da. AB içinde ancak Almanya ve Fransa, jeopolitika geliştirecek yetenekte olan ülkelerdir. Ve bu ülkeler de, AB üyesi olmalarına rağmen AB içinde ve dışında kıyasıya rekabet içindeler.

AB, bugünkü mevcut yapısından dolayı ancak stratejik hedefler testip etme yeteneğine sahip bir rekabet merkezi konumundadır.

AB’nin yayılma, genişleme stratejisinde Almanya ve Fransa’nın çıkarları belirleyici olmuştur. Almanya, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru, Fransa da Güney’e doğru genişlemesinde stratejik çıkarlar görmüşlerdir. Bu stratejide Türkiye’nin yeri yok. Bunun ötesinde AB, bu stratejisini tespit sürecinde Türkiye’nin bölgedeki önemini göremiyordu. Ancak bu durum, ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren değişmeye ve Türkiye de, onun stratejik anlayışında önemli olmaya başladı.

Dünya hegemonyası için mücadele eden emperyalist rekabet merkezleri nezdinde Türkiye’yi bu denli önemli yapanın ne olduğunu, günümüzde emperyalistlerarası çelişkilerin keskinleşmiş olduğu alanlar göstermektedir: Balkanlar, Ortadoğu-Doğu Akdeniz(Kıbrıs) ve Hazar Havzası. Bu bölgeler, bugün için jeopolitik ve stratejik açıdan emperyalist ülkeler, rekabet merkezleri, somutta da AB ve ABD için dünya hegemonyası mücadelesinde bağlayıcı derecede önemlidir. Türkiye bu bölgelerin; bu bölgelerin oluşturduğu üçgenin tam ortasında yer almaktadır.

Nasıl bir Türkiye isteniyor? Jeopitikacı Z. Brezenski’nin, Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin görevleri şöyle sıralanıyor. “Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı kökten dinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye, muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden sağlanmasına yol açar”.

“Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.

“Bu nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.

Siyasi ve ekonomik açıdan, en azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı, emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir Türkiye isteniyor.
Böyle bir Türkiye’yi, Amerika emperyalizminin yanı sıra, Türkiye’nin önemini yeniden keşfettikten sonra AB de istiyor.
Hem Amerikan emperyalizm ve hem de AB emperyalistleri, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’nin dışlanamayacağını görüyorlar.

Her iki rekabet merkezinin Türkiye ile bugünki ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor ve gerek AB, gerekse de ABD, bu gücü kendileri için kazanmaya çalışıyorlar. Ama onlar da biliyor ki Türkiye, derinliği, dinamiği olan, ekonomik olarak dünyanın en güçlü ülkerinden birisi. Türkiye, bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güçtür; emperyalistleşme hevesinde olan bir güçtür. Böyle bir patansiyel, AB içinde, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. AB’nin önde gelen ülkelerinin, özellikle de Almanya’nın korkusu budur.

Böyle özelliği olan Türkiye’nin, AB’ye tam üye olmaması, ama ilişkilerin, tam üyeliğe doğru gidiliyormuş gibi sürdürülmesi, böyle bir süreçte Türkiye’nin AB’nin çıkarlarına koşulması, AB’nin bugünkü Türkiye politikasıdır. Kopenhag zirvesi öncesinde Türkiye’nin üyeliği konusunda yapılan açıklamalar böyle bir politikanın sürdürülmek istendiğini çok açık olarak göstermektedir. Bu AB politikası karşısında Türk burjuvazisinin böyle bir süreci, aday üyelik döreminde yaşadığı gibi uzun bir dönem sürdürmeye niyeti yok. Türk burjuvazisi, bölgemizde rekabet eden güçlerin kendisine verdiği önemin nedenini bildiğinden dolayı AB ile, Helsinki öncesindekine benzer bir restleşmeyi göze alabilir. Arkasında “kale” gibi duran ABD var.

3 Aralık 2002 Salı

AB-KIBRIS-ORTADOĞU VE TÜRKİYE

Dünya politikası açısından önemli bir süreçten geçiyoruz. Bir taraftan NATO, Prag’daki zirvesinde “Doğu Genişlemesi”ni gerçekleştirdi ve önümüzdeki günlerde de AB, Kopenhag zirvesinde “Doğu Genişlemesi”ni onayacak. Her iki genişleme de yeni bir emperyalist savaşın; Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası savaşının gölgesinde gerçekleşiyor. Bunun ötesinde AB ile ABD arasında Kıbrıs üzerine rekabet, sonuç alınacak derecede keskinleşmiş durumda. Bütün bu gelişmelerin merkezinde Türkiye var veya Türkiye, bu gelişmelerden doğrudan ve çok yönlü etkilenen tek ülke konumunda.

Kopenhag zirvesi yaklaştıkça Türk burjuvazisinin AB’ci kesimi, hükümet ve hükümet dışı Türkiye temsilcisi T. Erdoğan, AB’de çalınmadık kapı bırakmadılar. Bir kısım AB üyesi ülke, Türkiye’nin üyeliğini desteklediğini açıklarken, bir kısmı da “tarih için tarih” vermekte kararlı olduğunu açıkladı. Bunların başında da Almanya geliyor. Almanya, AB üyesi bir Türkiye’nin Alman emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmeyeceği anlayışında. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı. Türkiye mevcut nüfusuyla AB kurumlarında bütün mevcut dengeleri alt üst edecektir. Türkiye’nin kararı çok şeyi değiştirebilecek. Amerikan emperyalizmine bağımlı bir Türkiye’nin AB içinde Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin hiçbir garantisi yok. Bunun ötesinde AB üyesi bir Türkiye, AB’nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa arasındaki rekabette Fransa yanında hareket edebilir ve böylece AB’nin geleceğinde Almanya’dan ziyade Fransa’nın daha ziyade söz sahibi olması gündeme gelebilir. Bütün bunları Alman emperyalizmi görüyor ve Türkiye’ye Kopenhag’da üyelik verilmemesi için uğraşıyor.

Kopenhag zirvesinde Kıbrıs’ın geleceği üzerine de karar verilecek. Anlaşılan o ki bu zirvede ada, hukuken de bölünmüş olacak. Böylece Kıbrıs’ta da emperyalist “barış”, aynen Balkanlarda ve Afganistan’da gerçekleştirildiği gibi gerçekleştirilecek. Bunun adı, adanın AB ve ABD tarafından paylaşılmasıdır.
BM’in taraflara sunduğu plan, aslında adanın bölünmesini tescil etmektedir. Türk tarafının yıllardan beri öne sürdüğü anlayış bir şekilde kabul edilmiş oluyor.

Kıbrıs adası, emperyalistler açısından jeostratejik konumundan dolayı oldukça önemlidir: Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının gerçekleşmesi durumunda, Hazar Havzası petrol ve doğalgaz boru hattının en güney kapısı Kıbrıs adasıdır. Bu adaya sahip olan, doğu Akdeniz’i kontrol eder. Kıbrıs’ı elde etmekle AB, sınırlarını Ortadoğu’ya kadar genişletmiş oyluyor ve dolayısıyla aynı bölge üzerinde kontrol olanağını artırıyor. Kıbrıs üzerinde rekabet, AB emperyalizminin ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Hazar Havzası doğal kaynakları üzerine rekabetinin doğrudan bir parçasıdır.

Amerikan emperyalizmi Irak’a saldırmak için hazırlıklarını tamamlamak üzere. Bu savaşta müttefiklerini yanında görmek istiyor. ABD, tehdit ve ikna ile müttefikleri üzerindeki baskısını arttırıyor. Prag zirvesinde amacına ulaştı. Ama elde ettiğiyle yetinmiyor. “Uluslar arası terörizme karşı savaş”ında önde gelen emperyalist ülkeleri ve bölge ülkelerini kendi patronluğunda savaşa katmak istiyor. Önümüzdeki günlerde, hala “mırın-kırın” eden Türkiye üzerinde baskıları yoğunlaştıracak. Türkiye’nin istek ve çekincelerinin dikkate alacağını açıklayarak kendi çıkarları için savaşacak asker ve kullanacak üs istiyor.

Bütün bu emperyalist hesapları alt üst etmek, bu emperyalist savaşı durdurmak, emperyalistlere gereken dersi vermek elimizde. Savaşa karşı dünya çapında görkemli eylemler gerçekleştiriliyor. Savaş karşıtı hareket giderek güçleniyor. Aktif kitlesel direniş, güçlü kitlesel barış hareketi, şu veya bu somut savaş hazırlıklarını akamete uğratabilir, somut bir emperyalist savaşın patlak vermesini engelleyebilir. Ama bu, kapitalizm/emperyalizm var olduğu müddetçe haksız savaşların nedenlerini ve yasallığını ortadan kaldırmaz. Önemli olan, savaşsız, talansız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için mücadeledir. Bu mücadele sosyalizm için mücadeledir, kapitalist sistemin ortadan kaldırılması mücadelesidir. Marksist Leninist Komünistler savaşa karşı mücadelenin bu esas yönünü sürekli ön plana çıkartmak zorundadırlar.