deneme

12 Kasım 2008 Çarşamba

EKONOMİK KRİZ TEORİLERİ (II)


MARKSİST KRİZ TEORİSİ

Marksizm,  birbirinden bağımsız bir dizi kriz tanımıyor. Marksizm, üretimin toplumsal karakteri ile ona özel/kapitalist el koyuş arasındaki temel çelişki üzerinde yükselen dönemsel (devrevi/periyodik) fazla üretim krizlerini; kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanan krizleri tanıyor. Para-kredi mali krizleri, spekülasyon krizleri, ticaret krizleri vb. ise fazla üretim krizlerini gölge gibi takip ederler. Bütün bu krizler, fazla üretim krizinin ne nedenini oluştururlar ne de kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanırlar.

1-Mali krizler
Para-kredi-borsa-spekülasyon krizleri:
Bu krizler, fazla üretim krizleri gibi, yeniden üretim sürecinde doğmazlar. Ve bundan dolayı da fazla üretim (ekonomik) krizlerinin nedeni olamazlar. Başka türlü ifade edecek olursak; bu krizler, kapitalist üretim biçiminin yasal görüngüleri değildir.

Her enflasyonist gelişme de mutlaka kriz değildir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalist ülkelerde görülen enflasyonist süreci göz önüne getirelim. Bu süreç, doğrudan kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu. Keza 1919-1923 Almanya’sında görülen enflasyon ve 1970’li yılların ikinci yarısından sonra hızla tırmanmaya başlayan Türkiye’deki enflasyon da fazla üretim krizinin nedeni değildi; dolayısıyla kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyordu.
Enflasyon; paranın değer kaybı, kâğıt paranın esas anlamını ve değerini kaybetmesi anlamına gelir.  “Üzerine 1 sterlin, 5 sterlin vs. gibi para ismi basılan kağıt parçaları devlet tarafından… dolaşım sürecine sokulurlar. Onlar, gerçekten aynı altın miktarına tekabül ederek dolaşımda oldukları müddetçe hareketlerinde sadece, paranın dolaşım yasalarını yansıtırlar. Kağıt paranın spesifik yasası sadece, kendinin altına olan temsil ilişkisinden kaynaklanır ve bu yasa şudur; kağıt para basımı, sembolik olarak temsil ettiği altının (veya gümüşün) dolaşmak zorunda olduğu miktarla sınırlandırılmalıdır” (Marks).

Enflasyonist gelişmede böyle bir durum söz konusu değildir. Dolaşımdaki para miktarı, dolaşımdaki meta değerine tekabül etmemektedir. Enflasyon, çoğalan kâğıt paranın, giderek daha az maddi değerleri ifade etmesi demektir; fiyatların artması esprisi!

Borsa krizi: Bu kriz de (spekülasyon) yeniden üretim sürecinden kaynaklanmaz. Ama diğer krizler gibi ekonomik (fazla üretim krizi) krizler üzerinde etkide bulunur.  Kapitalizmin tarihinde görülmüş olan en büyük borsa krizi, 29 Ekim 1929’da ABD’de patlak vermişti.“Tarihte görülmüş en büyük… borsa krizi 29 ekimde patlak verdi. 16 milyon hisse senedi New York borsasında, ayrıca 6 milyon hisse senedi de yan borsalarda… pazara sürüldü. Değer kaybı korkunçtu... Değer düşmesi; hisse senedinde ifadesini bulan toplamı fiktif (farazi) sermaye miktarını 50-60 milyon dolar kadar azalttı (E. Varga)    

29 Ekim 1929’da borsa krizi patlak verdiği için 1929-1932 fazla üretim krizi gündeme gelmemişti. Tam tersi söz konusuydu; borsa krizinin patlak vermesinin nedeni, çelişkileri olgunlaşmış olan ekonomik krizdi.“Borsa krizi, asla, ekonomik krizin nedeni değildir. Tersine borsa krizinin patlak verme nedeni, ekonomik krizin olgunlaşmasıdır”.

Kredi- para krizi:
“Kredi olgusu… üretici güçlerin maddi gelişmesini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır… Yeni üretim biçiminin maddi temellerini… belli bir yükseklik derecesine kadar oluşturmak kapitalist üretim biçiminin tarihi görevidir. Kredi aynı zamanda bu çelişkinin zora dayanan patlak vermesidir…”(Marks)
Yani, olgunlaşma sürecinde olan ekonomik kriz, kredi ile geciktirilebilir; kapitalistlerin hizmetine sunulan kredi ile üretimin devamı sağlanabilir. Şimdiki krizde iflasla karşı karşıya olan Ford, General Motors vb. üretim tekellerinin devletten kredi talebini düşünelim. Bu tekellerin kredi almaları krizi en fazlasıyla biraz geciktirebilir. Ama bu durumda kredi, zaten keskinleşen çelişkileri daha da keskinleştirir. Bu da ekonomik krizin patlak vermesinden, şiddetli olmasından başka bir anlam taşımaz.

Faizin yüksekliği, doğrudan talep ve arza göre değişir. Kriz döneminde nakit paraya olan ihtiyaç arttığından dolayı, faiz fiyatı da en yüksek seviyesine ulaşır.
Sonuç itibariyle bu türden krizler (spekülasyon, para, kredi, borsa) ekonomik krizlerin nedenleri değildir, olamaz da.   Ama bu krizler, ekonomik krizlerin refakatçi görünümleridir.

Borçlanma krizleri:
Borçlanma krizi de para-kredi krizi çerçevesinde görülmelidir. Bu kriz de doğrudan üretim sürecinde gündeme gelmez. Dolayısıyla borçlanma krizi, ekonomik krizin patlak vermesinin bir nedeni değildir, ama ekonomik krizi etkiler. Şayet borçlanma krizi ekonomik krizin bir nedeni olsaydı hiçbir emperyalist ülke ve hele hele bağımlı ülkeler, hiçbir zaman ekonomik krizden kurtulamazlardı. Çünkü emperyalist ülkeler de dâhil bütün ülkelerde borçlanma oldukça büyük boyutlara varmıştır.

2-Fazla üretim krizi/Ekonomik krizi

Fazla üretim krizlerinin olasılıkları üzerine:
Marks, kriz olasılıkları, konjonktüre etkide bulunan faktörler ve konjonktürün zorunluluğu ve krize neden olan faktörler arasında ayrım yapar. Bu ayrım yapılmaksızın, olasılıklar, etkide bulunan faktörler, zorunluluk ve nedenler arasındaki fark görülmeksizin fazla üretim krizi, dolayısıyla konjonktürel gelişme açıklanamaz. Bu ayrımı yapmamak, neden ile vesilenin,  olasılık ile zorunluluğun, etkileyici faktörlerle neden olan faktörlerin birbirine karıştırılmasını beraberinde getirir.  

Krizin olasılığı üzerine:
Krizin olası olabilmesi için meta üretiminin gelişmiş olması gerekir. “İnsanların kendileri için ürettikleri koşullarda gerçekten de krizler olmaz, ama kapitalist üretim de” (olmaz) (Marks; C. 26/2, s. 503). Demek oluyor ki, krizlerin olası olması için meta ekonomisinin belli derecede gelişmiş olması; para ekonomisi seviyesinde gelişmiş olması gerekir. Ancak metanın dönüşümüyle; metanın paraya dönüşüm zorunluluğuyla, yani alım ve satımın birbirinden ayrılmasıyla kriz doğabilir. Çünkü ancak meta mübadelesi, birbirinden bağımsızlaşan meta-para (M-P) ve para-meta (P-M) bölümlerine ayrıldığında mübadele olayı kesintiye uğramış olur. Ancak bu durumda satın alma, yani paranın metaya yeniden dönüşümünün ertelenmesi olası olur ve bu da krize neden olabilir. “Alım ve satım birbirinden ayrılmaksızın ve çelişkiye düşmeksizin veya ödeme aracı olarak parada var olan çelişkiler açığa çıkmaksızın kriz olamaz”(Agk., s. 512).

Krizin var olması için bu koşular ne denli kaçınılmaz olursa olsun, krizin zorunluluğunu açıklamaya yetmez.“Krizlerin genel olasılığı, bizzat sermayenin biçimsel dönüşümüdür, alım ve satımın zamansal ve mekânsal olarak birbirinden ayrılmasıdır. Ama bu, asla krizin nedeni değildir. Çünkü bu, krizin en genel biçiminden, yani bizzat krizin kendi en genel ifadesinden başka bir şey değildir. Ama krizin soyut biçiminin krizin nedeni olduğu söylenemez. Krizin nedeni sorulursa, soyut biçiminin; olasılık biçiminin neden olasılıktan gerçekliğe (aç. M.) dönüşeceği bilinmek istenir” (Agk., s. 515).

Bu, krizin başka soyut biçimleri için de geçerlidir. Burada şu kadarını belirtelim; ödeme aracı olarak paranın fonksiyonu, hesaplama parası ve gerçek para arasındaki çelişkinin açılıp serpilmesiyle para krizine neden olabilir. Karşılıklı ödeme yükümlülükleri zincirinin oluşmasıyla bu para krizi, meta üreticilerini etkisi altına alabilir.

Ayrıca, üretim ve dolaşım süreçlerinin birbirinden ayrılması, toplumsal yeniden üretim sürecinde aksamalara neden olabilir. Bu da ancak krizle ortadan kaldırılabilir.  “Krizin olasılığını açıklayan bu belirlemeler, onun gerçekliğini açıklamaktan henüz çok uzak, sürecin aşamalarının neden böylesi çatışmaya girdiklerini sadece, bir krizle, zora dayanan bir süreçle iç bütünselliğini gerekli kılabileceğini henüz açıklamaz. Bu ayrışma krizde açığa çıkar; bu onun elementar biçimidir. Krizi, onun bu elementar biçiminden hareketle açıklamak (aç. M.), krizin varlığını, onun varlığını en soyut biçiminde ifade ederek açıklamak, yani krizi krizle açıklamak anlamına gelir” (Agk., s. 502).
Burada söz konusu olan ekonomik koşullar, basit meta üretimine özgü olan ilişkilerdir.

Krizin zorunluluğu üzerine:
Periyodik krizler makineli üretim aşamasında olan kapitalizmin, sanayi kapitalizminin ürünüdür. Kapitalizm, makineli üretim aşamasına 19. yüzyılın ilk çeyreğinde geçti. Şüphesiz ki, daha önceleri de krizler vardı. Ama bunlar belli bir periyodu olmayan, özgün nedenlerden kaynaklanan krizlerdi (para, banka spekülatör krizleri vs.). Kapitalizmin makineli üretim aşaması öncesinde (basit kapitalist ve manüfaktür aşaması) kriz devreviliğinden bahsedilemezdi.

Makineli üretim aşamasındaki kapitalizmde krizin olasılığının gerçekliğe dönüşmesinin koşulları doğmuştu. Bu krizlerin nedenleri, kapitalist ekonominin genel çelişkilerinde aranmalıdır.
“Krizlerin genel koşulları, ... kapitalist üretimin genel koşullarından hareketle açıklanabilir” (Agk., s. 515/516).

Toplumsal üretici güçlerin açılıp serpilmesiyle kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi de gelişir. Bu, üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki çelişkidir. F. Engels’in dediği gibi, “yeni üretim biçimine kapitalist karakterini veren bu çelişkide günümüzün bütün çatışması embriyon halinde vardır.” (aç. E.).

Bu temel çelişki, kapitalist üretim biçiminin periyodik krizlerinin de nedenidir. Marksistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklamışlardır.
Şüphesiz ki bu çelişki; üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin son, nihai nedenidir. Bu çelişki, doğrudan krize neden olmaz. Ama bu çelişkinin açılıp serpilmesi, kapitalist üretim biçiminin krize neden olan çelişkilerinin olgunlaştığını gösterir. Bunların neler olduğunu belirterek geçiyoruz.
·          Üretim ile pazar arasındaki çelişki.
·          Çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki.
·          Ortalama kar oranı.
·          Kar oranının eğilimli düşüşü.
·          Kredi mekanizmasının gelişmesi.
·          Dünya pazarının durumu.
Bunlar, aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.

Fazla üretim krizi, belirttiğimiz bu çelişkilerin ve faktörlerin gelişmesinin bir sonucu olarak, zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini zorunlu kılacak derecede gelişmiş olmalarıdır.
Ancak kapitalizmin makineli üretim aşamasında bu gelişmenin, krizin zorunluluğunun veya kriz olasılığının gerçekliğe dönüşmesi zorunluluğunun maddi koşulları vardır.

Konjonktürü etkileyen faktörler çok çeşitli olabilir. Ama bunların başında ve öncelikle kast edilen, devletin ekonomiyle ilgili tedbirleridir. Aldığı tedbirlerle, örneğin kredi olanakları sunarak, teşvik ederek krizin patlak vermesini geciktirebilir, ama krizin gelişini engelleyemez.
Devletin/hükümetin tedbirleri, iradidir, nesnel gerçekliği, krizin yasallığını ancak etkileyebilir, ortadan kaldıramaz.

Sonuç itibariyle: Marks, kriz olasılığı ve krizin zorunluluğu arasında fark görüyor. Hangi koşullarda kriz olasılığının, kriz olasılığı olarak kalacağını, hangi koşullarda kriz olasılığının gerçekliğe, krizin zorunluluğuna dönüşeceğini açıklıyor. Bu açıklama, aynı zamanda, kapitalist üretim biçiminin aşamaları arasındaki farkı da gösterir. Kapitalizmin ilk iki aşamasında (basit kapitalist üretim ve manüfaktür) kriz olasılığı söz konusuyken, kapitalizmin üçüncü/sonuncu aşaması olan makineli üretimde kriz, bir zorunluluktur.
l        Marks, periyodik krizlerin olasılığını üretim sürecinin dolaşım aşaması özelliklerinden ve devletin faaliyetlerinden hareketle açıklamıştır. (Bkz.: METE; C. 26/2, s. 498-524).
l        Kriz üretim sürecinde oluşur ama “ancak dolaşım sürecinde (aç. M.) açığa çıkar” (Agk., s. 513).
l        Marks, konjonktür devreviliklerinin zorunluluğunu görece artı değer üretiminin özgül özelliklerinden hareketle açıklar (Bkz.: Agk., s. 529, 580 ve “Grundrisse...”, s. 653, 685).
l        Ne kapitalist üretimin kendisi ve ne de artı değer üretimi, kendiliğinden konjonktür devreviliği üretemezler.

Kısa açıklaması:
Burada söz konusu olan, ekonomik krizin dönemsel patlak vermesinin nedenidir. Sorun şu; fazla üretim krizleri neden belli aralıklarla patlak veriyorlar, dönemsellik nereden kaynaklanıyor? Ekonomik krizler, toplumsal görünümdür. Bundan dolayı krizlerin dönemselliği de toplumsal yasalarla açıklanmalıdır.

l        Marks, kriz devreviliğinin temelini sabit sermayenin dönüşümünde keşfetmiştir.
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer yandan da bu ömür, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayin temel dallarında bu yaşam süresinin ortalama on yıl olduğu var sayılabilir... Şu kadarı açıktır; bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, yükselme ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar” (Kapital, C. II, s. 198).

Sonuç itibariyle, kriz devreviliğinin zorunluluğunu veya ekonomik krizlerin devreselliğinin maddi temelini Marks, sabit sermayenin dolaşımında görmüştür.

l        Marks,  devrevilikler, bir çok çelişkiye göre değil,  bir temel çelişkiye göre açıklanabilirler diyor. (Bkz.: METE; C. 26/2, s. 529-535).
l        Troçkistler (Mandel) ise, kriz açıklaması için kapitalizmin bütün çelişkilerini neden olarak görüyorlar (Bkz.:E.Mandel, “Marxistische Wirtschaftstheorie”,C.I, s. 444, 1978.Frankfurt). Yani aslında kapitalizm=kriz oluyor. Fantastik bir değerlendirme!
l        Devreviliğe neden olan faktörler, devrevilikten devreviliğe hep aynı kalırlar.“Bunun ötesinde, her yeni ticaret krizine özgü olan farklı özellikler, bu farklı özellikler için ortak olan olguların üstünü örtmemelidir” (Marks; C. 12, s. 571).

Demek oluyor ki, krizlerin patlak verme meselesi, yansıyış biçimleri ne denli farklı olursa olsun, hepsinin ortak özelliği vardır. Kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan bu özellik, konjonktürü oluşturan özelliktir. Marks, bunu yukarıda da belirttiğimiz gibi, sabit sermayenin dönüşümünde arar. Yani krizden krize, krizi oluşturan faktör hep aynıdır.

l        Marks’a göre devletin mali ve parasal politikalarla müdahalesi, konjonktürün (krizin) somut seyrini değiştirebilir, ama devreviliğin periyodikliğine neden olamaz .(Bkz.: METE; C. 10, s. 603; METE; C. 12, s. ,548; METE; C. 25, s. 507; METE; C. 27, s. 174).

Burada şu kadarını belirtmekle yetiniyoruz. Marks, birçok defa, devletin mali, para politik müdahalelerinin konjonktürün somut seyrini etkileyebileceğini, değiştirebileceğini, ama devrevilik periyoduna neden olamayacağını açıklamıştır. Örneğin, “1844-45’te görüldüğü gibi, bilgisizlik içeren ve hatalı banka yasaları... para krizini zorlaştırabilir. Ama hiçbir banka yasası bu krizi önleyemez” (METE; C. 25, s. 507). “Son krizi ve krizleri, genel olarak çek banknot basımıyla açıklayan kaba anlayış, tamamen ve kesin hatalı olarak reddedilmelidir” (METE; C. 12, s. 548).

Görüyoruz ki, iradi olan, devletin ve hükümetin hiçbir tedbiri, ekonomide yasal olanı, nesnel olanı ortadan kaldıramıyor, nesnel yasallığa neden olamıyor, ama onun seyrini, konjonktürün somut gelişmesini etkileyebiliyor, değiştirebiliyor.

l        Marks, konjonktür (kriz) devreviliğini tek tek sermayeler arasındaki ilişkilere göre açıklamıyor. Toplam sermayenin hareketini esas alıyor.”Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir”(aç. M.)(METE; C. 25, s. 260. Agk., s. 839).
l        Uluslararası iktisadi iç içe geçmişlik, ulusal konjonktür seyrini artık sadece etkilemiyor, aynı zamanda klasik devrevilik modelini değiştiriyor da.(Dış güçlerden etkilenme).

Sanayi devreviliği kavramının yanı sıra Marks, şu kavramları da kullanmıştır: Dünya pazarı konjonktürleri (Agk., s. 839); ticaret devrevilikleri (Agy.); küçük devrevilikler (METE; C. 23, s. 661 ve C. 35, s. 156); sektörel pazar dalgalanmaları(METE; C. 23, s. 502); sezon dalgalanmaları (METE; C. 25, s. 502). Sanayi krizi kavramının yanı sıra kullandığı diğer kavramlar da şunlardı: Genel fazla üretim;  kısmi fazla üretim; aktif ve pasif fazla üretim; mutlak fazla üretim; görece fazla üretim.
Burada dikkatimizi çeken kavram, dünya pazarı konjonktürüdür. Dünya pazarı konjonktürü tanımlamasıyla Marks, ulusal, bir ülkeye özgü konjonktür devreviliğinin uluslararası bağımlılığını, ulusal olanın uluslararasına taşınmasını kast ediyor.  Bununla ilişkili olarak Kapital’de şöyle der: “İç çelişki, kendisini, üretimin dış alana doğru yayılmasıyla çözümlemeye çalışır” (Agk., s. 255) ve “ithalat ve ihracat ile ilgili olarak şu noktayı dikkate almak gerekir ki, birbiri ardına bütün ülkeler, krize sürüklenmiş olurlar” (Agk., s. 508).
Demek oluyor ki, bir ülkede ekonomik krizin patlak vermesinin nedenini dış pazarla ilişkilerde de; ithalat ve ihracatta da arayabiliriz.

3-Ara kriz sorunu üzerine    

Kriz tanımında dikkatimizi çeken bir nokta da ara kriz kavramıdır. Engels, “ara krizler tali karakterli” tanımlamasını yapıyor. Ara kriz, aynı zamanda, Marks’ın “küçük devrevilikler” tanımlamasının da bir içeriğidir. (METE; C. 21, s. 255).

Engels, Marks’a yazdığı 30 Kasım 1882 tarihli mektubunda Bebel’i kast ederek “Onun, yeni büyük bir kriz üzerine umutlarını erken buluyorum. 1842’deki gibi bir ara kriz gelebilir” (Marks-Engels; Mektuplar, C. IV, s. 687).

Marks’ın “küçük devrevilikler”  ve Engels’in de bizzat “ara kriz” kavramını kullanmaları, ara kriz olgusunun Marksist konjonktür teorisinde yerinin olduğunu göstermeye yeter. Bizi burada ilgilendiren, bundan ziyade, ara krizin neden “tali karakterli” olduğudur.

Devrevi kriz ile ara kriz arasındaki belirleyici fark,  ara krizin belli bir yasallığa tabi olmamasıdır, devrevi bir görünüm olmamasıdır. Çünkü ara kriz, önceden görülmeyen, ekonomi devreviliği dışı; ekonomi dışı faktörlerden dolayı patlak verebilir. Ara kriz, konjonktürün gelişme seyri içinde ortaya çıkan ve etkisi her zaman aynı şiddette olmayan özelliklerden dolayı da patlak verebilir.(Örneğin üretimin bir veya belli sektörlerde olağanüstü artması; fazla üretim). Dar anlamıyla bu fazla üretim olmazsa, ara kriz de olmaz;   kapitalizmde fazla üretim, yasal olarak fazla üretim krizine neden olur, ama fazla üretim, yasal olarak ara krizin patlak vermesinin bir nedeni olamaz.

Demek oluyor ki ara kriz, ekonominin şu veya bu sektöründe kapitalizmin çelişkilerinin gelişmesindeki düzensizlikten, önemli bir banka iflası, sonuçsuz kalan spekülasyon, ekonomi dışı nedenlerden (savaşlar, doğal afetler –deprem vs.) dolayı patlak veriyor. Engels, E. Bernstein’a yazdığı 25-31 Ocak 1882 tarihli mektupta “... Kısmen yerel, kısmen özgün karakterli ara krizler. Şimdi böyle sadece borsa sahtekârlığına dayanan bir ara kriz yaşıyoruz” der (C. 35, s. 268).

Türkiye ekonomisinde ara kriz olgusu 1999’da yaşanmıştır.  Ekonomi dışı faktör olarak depremin yaratmış olduğu tahribat, 1999 yılı itibariyle ekonomide yüzde 5 mutlak küçülmeye neden olmuştur. Bunun ötesinde Asya-Rusya krizi de dış ticaret vasıtasıyla üretimin gerilemesinin başka bir nedeni olmuştur. Bu iki olumsuzluk, şiddetli bir ara krizin patlak vermesini beraberinde getirmiştir.

Ara kriz, bu denli şiddetli olabilir mi? Olabilir de, olmayabilir de. Bu, krizin patlak vermesine yol açan nedenlere bağlıdır. Dolayısıyla, krizin şiddeti, ara kriz mi “normal” fazla üretim krizi mi değerlendirmesinde bir kıstas olmamalıdır. Şiddetli ara krizler olabileceği gibi (1999, Türkiye)  nispeten kısa süren ve daha az şiddetli fazla üretim krizleri de olabilir (1994 fazla üretim kriziyle 1999’daki ara krizi karşılaştırdığımızda her iki krizin de yaklaşık aynı şiddette olduğunu görürüz).
 
4-Yapısal kriz

Yapısal kriz, anlamından farklı olarak ve ‘her derde deva gibi’ olur olmaz yerde sürekli kullanılıyor.  Bu kriz ile ekonomik kriz (fazla üretim krizi) birbirine karıştırılmamalıdır.
Yapısal kriz, kapitalizmin, bilimsel teknik devrimin gelişmesine paralel olarak gündeme gelir, kapitalist üretimin gelişmesinin doğrudan bir ifadesidir. Her ülkede kapitalist gelişme farklı boyutlardadır ve dolayısıyla yapısal krizin somut nedeni veya nedenleri de farklıdır. Bu farklılığa rağmen yapısal krizlerin doğuş nedenlerini belli kategoriler altında toplayabiliriz.
Yapısal krizin doğmasında belirleyici olan iki moment vardır. Bu gözlenemezse, ancak, ne olduğu belli olmayan bir krizden bahsedilir.  

Yapısal kriz, enerji ve hammadde değişimi temelinde doğabilir (Birinci moment): Örneğin bir ülkede o zamana kadar esası oluşturan enerji kaynağı cinsinin değiştirilmesi, kömürün yerini petrolün alması veya gaz tüketiminin artışı veya elektrik enerjisinin belirleyici olması vs. Böylelikle ekonomide enerji veya hammadde değişimi temelinde bir gelişme olur. Bunun anlamı şudur; kömür sektörünü örnek alırsak; başka türden enerji tüketimi gündeme geldiği için veya daha ucuza kömür ithali mümkün olduğu için ülke içindeki kömür üretimi düşer. Bu, belli bir sektörün can çekişmesi, krize girmesi ve o sektörde çalışan binlerce işçinin sokağa atılması demektir. Zonguldak’taki durum Türkiye’de kömür enerjisi temelinde gündemde olan yapısal krizin açık bir ifadesidir.

Kömür sektöründeki bu kriz veya petrol ve yan ürünleri temelinde sanayinin yeniden yapılanması, yapısal kriz demektir. Bu yapısal krizin fazla üretim kriziyle ilgisi yoktur. Çünkü bu kriz, yeniden üretim sürecinden kaynaklanmıyor. Bundan dolayıdır ki, enerji ve hammadde değişimi temelinde doğan yapısal kriz, ekonomik krizle/fazla üretim kriziyle eş anlamlı değildir.

Yapısal kriz, bilimsel-teknik devrim; teknolojik gelişme ve modern teknolojiyi kullanma temelinde doğabilir(İkinci moment): Bilimsel teknik devrimin sonucu olarak baş döndürücü hızla gelişen teknolojinin üretim sürecine sokulmasıyla sanayide, bir bütün olarak ekonomide gündeme gelen yapısal kriz, çıplak gözle bile görülmektedir.  
Modern teknoloji temelinde otomasyon ve elektronik, yeniden üretim sürecini radikal/kökten değiştirmektedir. Modern teknolojiye dayanan yapısal kriz, kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş boyutlarda ve derinlikte ekonomiyi etkilemektedir. Örneğin bilimsel-teknik devrimin bir sonucu olarak yeni teknolojik buluşlar, doğrudan sermayenin yeniden üretim sürecine sokulur. Öyle ki; daha önce çok modern olan fabrika binaları, makineler, yeni buluşlardan dolayı “eski”miş olurlar. İşte bu “eskime”den dolayı, sermayenin yeniden üretim sürecinde yer alan bütün üretim araçları (fabrika binaları, makineler vs.) değiştirilir. Bu, muazzam boyutlara varan sabit sermaye kıyımı ve aynı zamanda keza muazzam boyutlara varan sabit sermaye yatırımı demektir. Burada dikkati bir noktaya çekelim; fazla üretim krizi olmadığı halde sabit sermaye kıyımı yapılıyor. Son 30-35 senelik kapitalist/emperyalist dünyada teknolojinin gelişmesinden dolayı yapılan sermaye kıyımı akıl almaz boyutlardadır. (Ekonomik kriz döneminde bu kıyım daha da kapsamlaşıyor). Bu kıyım, kapitalizmde yapısal krizin sonucudur. Kitlesel kronik işsizliğin nedeni de bu krizde aranmalıdır.

Bu türden yapısal krizle enerji ve hammadde temelinde doğan yapısal kriz birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar farklıdır; enerji ve hammadde temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini etkilemezken ve yan fenomen olarak kalırken, modern teknoloji temelinde doğan yapısal kriz, yeniden üretim sürecini doğrudan etkilemektedir.

Modern teknoloji temelinde yapısal kriz, mevcut üretim donatımının, çoğu kez tamamen yenilenmesi, değiştirilmesi anlamına gelir. Öyle ki fabrika binası yıkılmakta, aynı yere yenisi, yeni teknolojinin gerek kıldığı temelde inşa edilmektedir. Diğer bir ifadeyle; sabit sermayenin modern teknoloji temelinde yenilenmesinin fazla üretim kriziyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Yani bu temelde söz konusu olan sabit sermaye kıyımı -fabrikanın kapatılması- işçilerin sokağa atılması ekonomik krizin değil, yapısal krizin bir sonucudur.
Ama öyle durumlar olur ki; teknoloji temelinde doğan yapısal kriz, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizle iç içe geçebilir. Bu durumda modern teknolojiye dayanan yapısal kriz, aynı dönemde patlak veren ekonomik krizle eş anlamlı olur. Burada eş anlamlı olmanın nedeni, modern teknolojiye dayanan yapısal krizin yeniden üretim sürecine doğrudan nüfuz etmesidir.

Demek ki, yapısal krizle fazla üretim krizi her zaman eş anlamlı değildir. Sanayi ürünleri ihracına yönelmiş her ekonomi, dünya pazarında rekabet edebilmek için kendini yenilemek zorundadır. Kendini yenileme, rekabet gücünü artırır ve modern teknolojiyle donanma anlamına gelir. Dış pazar olgusu gündeme geldiğinden beri iddialı her ekonomi, kendini yenileme, teknolojik alanda modernleşme krizi içindedir. Yani yapısal kriz, daralan, çöken ekonominin değil, tam tersine büyüyen ekonominin krizidir. 

Birer cümleyle her iki krizin ortak ve ayrı özellikleri:
-Yapısal krizin birinci momenti devam ederken,  fazla üretim krizi patlak verebilir. Bu her iki kriz, çıkış nedenleri farklı olduğu için eş anlamlı olamazlar.
-Yapısal krizin ikinci momenti devam ederken fazla üretim krizi patlak verebilir. Bu durumda her iki krizin de çıkış nedeni doğrudan sermayenin yeniden üretim sürecinde olduğu için eş anlamlı olurlar.
-Demek oluyor ki, her iki kriz, çeşitli faktörlerden dolayı bazen aynı, bazen de ayrı anlamlıdır. Önemli olan, nerede aynı, nerede ayrı anlamlı olduğunu görebilmektir.
-Yapısal kriz ve fazla üretim krizi karşılıklı ilişki içindedirler ve dolayısıyla birbirlerini etkilerler.
-Her iki kriz de kapitalist sistemin doğasında vardır.
-Her iki krizin üretici güçler üzerindeki etkisi aynıdır; kitlesel işsizlik (kitlesel yoksulluk), muazzam boyutlarda toplumsal maddi zenginliğin-sabit sermayenin yok edilmesi.
-Gelişmiş teknoloji temelinde patlak veren yapısal kriz, nispeten uzun sürer. Ama teknolojinin bugün ulaşmış olduğu boyutlar, bu süreyi giderek kısaltıyor.
-Yapısal krizde devrevilik yoktur. Söz konusu enerji-hammadde veya teknoloji değişimi sağlanınca, bu süreç tamamlanınca bu kriz de sonuçlanmış olur.
-Fazla üretim krizleri, nispeten kısa sürelidirler.
-Fazla üretim krizlerinde devrevilik kaçınılmazdır. Zaten krizin kendisi ekonomik devreviliğin sadece bir aşamasıdır. Ekonominin/krizin devreviliği de kapitalizmin gelişmesine göre değişime uğramıştır.  

5-Tarımda fazla üretim krizi sorunu

Aynen sanayi krizleri gibi tarım krizleri de üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanırlar. Sanayide olduğu gibi tarımda da kar için, azami kar için üretim amaçtır.

Nasıl ki sanayide fazla üretim krizleri, sanayinin ancak ve ancak makineli üretim aşamasında oluşabiliyorlarsa, tarımda da fazla üretim krizleri, kapitalizmin tarıma nüfuz etmesine bağlı olarak oluşurlar. Kapitalist ilişkilerin belirleyici olmadığı bir tarımsal üretim ilişkilerinde kriz olabilir, ama fazla üretim krizi olamaz.

Tarım krizleri (ekonomik veya fazla üretim krizleri), kapitalizmin tarıma nüfuz etmesiyle doğan bütün çelişkileri açığa çıkartır. Ve tarımda kapitalizm ne denli gelişmişse kapitalizme özgü bu çelişkiler de kriz sürecinde o denli açığa çıkar.

Sanayi krizlerinde olduğu gibi tarım krizlerinde de esas çelişkiyi kapitalizmin temel çelişkisi –üretimin toplumsal karakteri ve ona özel mülkiyet temelinde el koyuş- oluştur. Sanayide olduğu gibi tarımda da krizin olasılığı meta üretiminde aranmalıdır.

Bu özelliklerinden dolayı bu krizler birbirlerinin nedeni olabilirler mi? Olamazlar. Çünkü:
-Sanayi krizlerinin devreviliği vardır.
-Tarım krizlerinde devrevilik yoktur.
-Tarım krizinin nedeni sanayi krizi değildir.
-Sanayi krizleri görece kısa sürer.
-Tarım krizleri uzun dönem devam eder.
-Her iki kriz birbirini etkiler.
-Tarım krizleri, sanayinin çevrim seyrini sadece etkileyebilir, sanayide konjonktürün normal gelişmesini olumsuz etkileyebilir. Tarım krizi, örneğin tarım makineleri, yapay gübre talebini geriletebilir, sanayide hammadde olarak kullanılan tarımsal ürünlerde yetersizlik gündeme gelebilir. Örnek olarak verdiğimiz bu olasılıklar, sanayide krizin derinleşmesine neden olabilir.
-Tarım krizleri, bazı sanayi sektörlerinde kısmi krizlere neden olabildiği gibi bunun tersi de geçerlidir; yani sanayide kriz bazı tarım sektörlerinde kısmi kriz neden olabilir. Örneğin sanayide kriz, (fazla üretim krizi), sanayi üretimi için hammadde üreten tarımın –pamuk, yün, keten ve benzeri bazı sektörlerinde krize neden olabilir. Aynı şekilde tarım krizi de, sanayin tarım aletleri, yapay gübre üreten sektörlerinde kısmi krize neden olabilir. Ama şimdiye kadar ne tarım krizlerinin sanayi krizlerine, ne de sanayi krizlerinin tarım krizlerine neden oldukları görülmüştür.

6-Sektörlere göre konjonktür (kriz) var mıdır?

Sermayenin uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyut, azami kar sermaye, mali kuruluşları ve ekonomideki rollerini ön plana çıkartmıştır. Bu gelişmeden dolayı, sermaye hareketinin devreviliğinde reel ekonominin yanı sıra mali sektörün, parasal “devreviliğin” belirleyici olduğu üzerine tezler ortaya atıldı. Kapitalizmin tarihinde kriz üzerine tartışmalarda şimdiye kadar reel ekonomik ölçekler ve kavramlar esas alınmıştı ve mali sektörün rolünden de bahsedilmişti.  Ama bugün reel üretim birikiminden bağımsızlaşan bir mali sermayenin varlığından ve birikiminden bahsedilmektedir. Aslında burada söz konusu olan, çok büyük oranda  “hissedilen” birikimdir.

Neoliberal düşüncenin zaferi, iktisat bilimi tartışmalarında yeni cephe oluşumuna neden olmuştur. Sermaye hareketinin devreviliğinde görülen düzensizliklere de dayanılarak artık, devreviliğin geçersiz olduğu, konjonktür devreviliği modelinde görülen değişmelerin artık sanayi sektörüne bağlı olmadığı savunulmaya başlanmıştır. Pazar dinamiği ve para politikası üzerinden etkinin konjonktürü biçimlendirdiği tezi ortaya atılmıştır.
Bu anlayışa göre  konjonktürün gelişmesi için belirleyici olan, artık reel sektördeki birikim süreci değildir; bunun yerini efektif talebin gelişmesi almıştır.  Sermaye hareketi özgün fiskal ve para politik bir oluşuma sahiptir ve bu durum devletin gelir ve giderleri politikasıyla, merkez bankasının para politikasıyla belirlenmektedir. Böylece konjonktür gelişmesinin yasallığı ortadan kaldırılmış oluyor.  Çokça duyduğumuz 'devletin bu yönlü politikaları iyi olursa, kriz de olmaz esprisi! Parasal ve siyasi etki ölçekleri, devreviliği modifize edebilirler, ama onun periyodikliğini ortadan kaldıramazlar deniyor. 
Söylenen oldukça açık: “Hissedilebilen” sermaye birikimi, “hissedilebilen” zenginlik, neoliberal teorisyenleri “zafer” sarhoşu yaptı ve bütün kapitalizm gerçekliğiyle bağları koptu. Öyle ki, kapitalizm gerçekliğini yaşamamaya başladılar. Bu gerçeklik onlar açısından en fazlasıyla “hissedilebilir” oldu. Şimdi işler tersine döndü: Kriz onları da kapitalizmin gerçekliğiyle karşı karşıya getirdi. “Hissedilebilen” sermayelerinden; o trilyonlarca dolardan geriye fazla bir şey kalmadı. Dolayısıyla mali sektörün konjonktürü belirleme tartışmasının da bir anlamı kalmadı.

Ama bir dizi küçük burjuva çevreyi büyülediğine göre fantastik bir teori olsa gerek!. Yalnız, sadece bir kusuru var: Yaşanan krizin de gösterdiği gibi kapitalizmin gerçekliğiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yok! 

Küçük burjuvazinin fantastik kriz teorileri karşısında  Marksist kriz teorisi ne yapabilir ki?!

Sürekli kriz teorisi nasıl savunuluyor?
Sürekli kriz teorisinde zaman süresinin göreceli olması veya olmaması sorunun özünde hiçbir şey değiştirmez.  Uluslararası veya ulusal çapta sürekli kriz teorisi savunuluyor. Bu krizi,  ne hikmetse  hep 1970’li yıllarla başlatılıyor.

Periyodik krizler neden kaçınılmazdır?  Ekonomik krizler neden devrevidir ve neden sürekli olamazlar? Kapitalizmde ekonomik krizlerin periyodik olmaları neden kaçınılmazdır? Kapitalizmde bütün ürünler; insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler, hatta hizmetler, meta formunu alırlar. Ürünlerin, ilişkilerin ve hizmetlerin kendilerine özgü pazarları vardır. Her şey bu pazarlarda üretilir. Ve orada satılır. Bütün ürünler pazarda meta formundan para formuna dönüşüm sürecinden geçerler. İşgücü de aynı süreçten geçer.

Kapitalist üretimde amaç, insanların ihtiyaçlarını karşılamak değildir, aksine sermayeyi değerlendirmek; artı değer, kâr ve daha fazla kâr elde etmektir. Belli ürünlere olan talep büyük olabilir, ama kâr elde edilemiyorsa kapitalist, o alana yatırım yapmaz.

Kapitalist üretim biçiminin, toplum yapısının sayısız iç çelişkileri vardır. Ama kapitalizmde, diğer bütün çelişkilerin de kaynaklandığı temel çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile ürüne özel el koyuş arasındaki çelişkidir. Kapitalizmde üretim, toplumsal karakter taşır, ama ürünler toplum için üretilmezler. Kapitalizmin bahsettiğimiz temel çelişkisi, periyodik fazla üretim krizlerinin (ekonomik krizlerin) çıkış noktasını ve esas nedenini oluşturur.

Söz konusu bu temel çelişki, tek tek krizlerin somut, doğrudan nedenini değil, sadece, krizlerin genel temel nedenini oluşturur. Marksizmin abc’sine göre üretimin toplumsal karakteriyle ona özel el koyuş arasındaki temel çelişki, süreklidir. Yani her koşul altında etkide bulunur. Şayet bu çelişki, krizlerin doğrudan, somut nedeni olsaydı, işte o zaman küçük burjuva çevreler gibi sürekli krizden bahsetmemiz gerekirdi. Ne var ki Marksizme göre ne sürekli kriz ne de göreceli sürekli kriz vardır. Bu çevreler,  göreceli de olsa sürekli krizi savunabilirler.“Kapitalist üretim, bütün sahalarında aynı zamanda ve aynı ölçüde gelişseydi, asla mümkün olmazdı” (Marks). 

Marks, krizlerin periyodik olduğunu tespit ediyor ve bu tespitini de sabit sermayenin dönüşümüyle açıklıyor. Sürekli kriz teorisini savunanlar ise Marksist kriz teorisini, ekonomik krizlerin periyodik karakterini reddedip, sürekli veya göreceli sürekli kriz teorisini savunurken hangi yüzeysellik içinde olduklarının farkında değiller:

Toplumsal üretimin ve bu üretimin her iki bölümünün, yani üretim araçları üretimi bölümünün (Bölüm I) ve tüketim araçları üretimi bölümünün (Bölüm II) 1970’lerden beri, yani 35-40 seneden beri kriz içinde olduğunu; yeni yatırımların yapılmadığını, ama aynı zamanda sabit sermaye kıyımının/yok ediminin devam ettiğini düşünebiliyor musunuz? Aklım almıyor, düşünemiyorum. Siz düşünebiliyor musunuz?  

Düşünemiyorum, çünkü bu çevreler, bu anlayışlarıyla sermaye birikimini, sermaye birikiminin itici gücü/dürtüsü olarak reddediyorlar. Bu reddin ne anlama geldiğini kısaca açıklayalım:

Kapitalistler, kapitalist sistemin iç yasallığını göz önünde tutmazlar. Pazarı yüzeysel olarak incelerler ve hangi malı, ucuza üretebilirsem çok satarım diyerek hareket ederler. Bu anlayıştan hareketle kapitalist, kriz döneminde para formunda birikmiş ve adeta “nadas”ta duran sermayesini verimli sermayeye dönüştürür. Yani yatırım yapar. Yatırım, sabit sermayenin yenilenmesinden ve genişletilmesinden başka bir şey değildir. Yatırım, aynı zamanda üretimde canlanma ve yükselişe doğru gidiştir. Buna göre, küçük burjuva çevrelerin reddetmelerine rağmen sermaye birikimi, ekonomik canlanmanın ve yükselişin itici gücü oluyor. 

Bir kapitalisti örnek alalım. (Bu Koç da olabilir, Siemens de olabilir) Kapitalist, kapitalist olarak var olmak istiyorsa, sermayesini verimli olarak yatırmaya devam etmek zorundadır; yani üretime yatırım. Böylelikle toplumsal üretimin birinci bölümünde -üretim araçları üretimi-sabit sermayenin yenilenmesi ve genişletilmesi yeni boyutlarda canlılık kazanır: Bu bölümdeki kapitalistler birbirlerine üretim araçları (makineler vs.) satarlar. Böylelikle birikim, somutta da üretim araçları üretiminin genişletilmesi, sadece, genel olarak alım gücünü (Bölüm I’deki) kapitalistler arasında büyütmez, aynı zamanda toplumun tüketim gücünü de büyütür. Yani çok sayıda işçi, yeniden çalışmaya başlar. Çalışan işçi sayısının artması, değişken sermayenin büyümesi demektir. Değişken sermaye büyüyünce işçilerin tüketim/alım gücü de büyür. Böylelikle tüketim araçları üreten bölümde de (Bölüm II) fevkalade bir canlılık başlamış olur. Bu, kriz döneminde sabit sermaye kıyımı yapan her iki bölümün, ekonomik devreviliğin bu (kriz) aşamasından çıkarak durgunluk, giderek de canlanma aşamalarına doğru geliştiğini gösteren süreçtir. Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir.

Bu gelişme, sürekli kriz savunucuları tarafından reddedilir ve böylece sermaye birikiminin çelişkili bir süreç olduğu da reddedilir. Birikim devam ettiği müddetçe; yeni, modern fabrikalar, yollar, başka üretim kapasiteleri yapıldığı, eski teknolojinin yerine yenilerinin alındığı müddetçe ekonomik devreviliğin canlanma/yükseliş aşaması devam eder. Ne var ki bu çevreler bu anlayışta değiller;  Onlara göre 1970’lerden beri veya sürekli krizi ne zaman başlatıyorlarsa o tarihten bu yana yeni fabrikaların yapılmaması, makinelerin değiştirilmemesi gerekiyor. 

Üretim süreci belli bir noktaya gelindikten sonra, üretim araçları üretiminde (Bölüm I’de) doyumluluk gündeme gelir. Hemen hemen her şey yenilenmiştir, büyütülmüştür. Yenilenmiş ve büyütülmüş üretim sürecinin belli bir aşamasına gelindiğinde Bölüm I’in ürünlerine duyulan talep düşer. Bu bölümdeki işçiler, yeniden sokağa atılırlar. Ama modern işletmelerle üretime devam edilir ve bir anda pazar, satılması gereken, ama alıcı bulamayan metalarla dolup taşar. Artık üretim fazlalığı gündemdedir. Toplumun tüketme gücünden fazla üretim yapılmıştır ve aynı zamanda toplumun alım/tüketim gücü düşmüştür.

Bu süreç, gelişmesinin belli bir aşamasında kesintiye uğrayacak ve ekonomik devrevilik yeniden kriz aşamasına girecektir.  Birikim devam ettiği sürece her şey yolunda gider; alım gücü genişler ve bu çerçevede toplumun tüketim gücü de artar. Ama gelişmenin belli bir noktasına gelindiğinde birikim, sağladığı bu gelişme süreciyle çelişkiye düşer. Bu, üretimin sınırsız genişletilmesiyle toplumun alım/tüketim gücünün sınırlı oluşu arasındaki çelişkidir.
Kapitalist üretimin bu nesnelliğinden dolayı sürekli kriz anlayışı, bir “deli saçması”dır.   

Sonuç: Ekonomik kriz, her zaman olmamıştır. Onun nedeni kapitalizmdir ve kapitalizmin yok olmasıyla da yok olacaktır. İlk fazla üretim krizi İngiltere’de patlak verdi. (1825), o günden bu güne kapitalist üretim belli aralıklarla; krizlerle kesintiye uğramıştır. Bu gelişmeyi Engels şöyle anlatır: “Gerçekten de, ilk genel krizin patlak verdiği 1825’ten bu yana bütün sanayi ve ticaret dünyası bütün nedeni halkların ve onların şu veya bu derecede barbar uyduları topluluğunun üretim ve mübadelesi. Yaklaşık her on yılda bir kez şirazeden çıkar. Ticaret durur, pazarlar dolup taşar. Ürünler, sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır. Nakit para, görünmez olur. Kredi ortadan çekilir. Fabrikalar kapanır, çalışan insanlar, fazla yaşam maddeleri üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar. İflaslar iflası,  zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana kadar, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır, tırısa döner. Sınai tırıs, dörtnal olur ve bu dörtnal da, sonunda en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon engelli yarışında dolu dizgine kadar yükselir. Ve hep aynı yinelenme. İşte 1825’ten bu yana...”.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi
Göreceli de olsa sürekli krizi savunmak, öznel niyet ne olursa olsun, nesnel olarak kapitalist sistemin, içine girdiği sürekli krizin sonucu olarak kendiliğinden çökeceğini otomatikman savunmak anlamına gelir.  Bu çevrelerin savundukları kriz anlayışının, mantıksal nihai sonucuna göre emperyalist ekonominin çoktan çökmüş olması gerekiyordu. Çökmediğine göre ortada bir sakatlık var. Bu sakatlık, kapitalist ekonominin işlerliğinde değil, bu çevrelerin konuyla ilgili antimarksist anlayışlarında aranmalıdır.

Modern revizyonistler, “sosyalist” SB’de “sosyalizm”in yükselişini ve bu yükseliş karşısında kapitalist dünyanın kriz içinde yoğrulduğunu kanıtlamak için kriz konusunda oldukça “şıpsevdi” olmuşlardı. Ve II. Dünya Savaşından sonra, daha doğrusu, iktidarı gasp ettikten sonra bolca “kriz” üretmişlerdi. Onlara göre ekonominin her konjonktürel hareketi/gerilemesi bir krizdi ve bu türden krizler de giderek çoğalıyordu. Yani “sosyalizm” dünya çapında gelişiyor, kapitalizm büyük bir istikrarsızlık içine giriyor ve bu istikrarsızlığın kanıtı da krizler oluyordu. Ekonominin/krizlerin devreviliği ise giderek sıklaşıyor, her birkaç yılda bir kriz patlak veriyordu.

İnansak da, inanmasak da burada söz konusu olan anlayış, son kertede sürekli krizlere ve dolayısıyla kapitalizmin otomatikman (kendiliğinden) çökeceği anlayışına (R. Luxsemburg) götürüyor.  

Kapitalizm, bu yüzyılın başından beri de emperyalizm aşamasında sayısız “badireler” atlatmıştır. Ama her seferinde ayakta kalmasının ve hâkimiyetini sürdürmesinin bir yolunu bulmuştur. Çünkü kapitalizmin ayakta kalmasının ve hâkimiyetini sürdürmesinin nesnel koşulları vardır. Bu koşullar var olduğu müddetçe de emperyalizm kendiliğinden çökmeyecektir ve emperyalizm var olduğu müddetçe de bu nesnel koşullar var olacaktır.

Kapitalizm, ne devrevi olarak gelen ekonomik krizlerinden dolayı ve ne de genel krizinden dolayı çöker. Bu krizler, ne denli ağır olurlarsa olsunlar, kendiliğinden çöküntü asla ve asla olmaz. Çünkü ne en ağır ekonomik kriz ne de genel kriz, sermaye birikimi yasasını; en daralmış haliyle dahi olsun sermaye hareketini yok etmiyor. Ve sermayenin birikim yasası işlediği müddetçe de kendiliğinden çöküş olmayacaktır.

Ayrıca emperyalizm, kendi sistemsel işlerliği içinde hiçbir zaman ve asla son sınırına varmaz. Emperyalist sistemin, kendini bağlayan sınırı yoktur. Bunun nedeni de sermayenin, hangi kapsam ve boyutlarda olursa olsun, kendini yenilemesi için nesnel koşulların sistem içinde devamlı var olmasıdır. Demek oluyor ki kapitalist sistem, kendi çelişkilerinden dolayı kendi kendine çökmez.

Sonuç itibariyle şunu diyebiliriz: Küçük burjuvazinin fantastik kriz teorileri karşısında  Marksist kriz teorisi ne yapabilir ki?!

“Bir o yana, bir bu yana”!
Kimileri kapitalizmi kendiliğinden çökerttirir, kimileri krizi süreklileştirir, kimileri de “dalga” teorisinde olduğu gibi işçi sınıfına “surfing” yaptırır. Bu işlerin uzmanı vardır. Düşünebiliyor musunuz, işçi sınıfı bu “dalga”cılara göre “uzun dalgalar”- kısa “dalgalar” üzerinde bir o yana bir bu yana “surfing” yapıyor; sınıfın mücadelesi “dalgalar”ın uzunluğuna ve kısalığına bağlanıyor. Marksizm'in bu konuda başka düşüncede olması, bu “Marksist”leri hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Marksist kriz/konjonktür teorisi, sadece burjuva kriz teorilerini değil, aynı zamanda küçük burjuva kriz teorilerini de can evinden vuruyor.

EMPERYALİZM VE ULUS-DEVLET ÜZERİNE “POTEMKİN KÖYÜ” TEORİLERİ (II)




Günümüzün en sıkı, en coşkulu devlet savunucuları neoliberallerdir. Mali krizin patlak vermesinden bu yana sıkı bir devlet yanlısı oldular ve böylece neoliberalizmin en kutsal ilkesini ayaklar altına aldılar. Serbest pazara, pazarın her şeye muktedir oluşu anlayışına güveni kaybettiler. Neoliberalizm savunucuları, aslında günümüzün en tutarlı Keynescileri oldular.

Tabii neoliberalizmin ideologlarının piyasaya sürdüğü teorilere inanarak bir anda devletin önemini yitirmeye başladığından, ulus-devlete ihtiyaç kalmadığından, uluslararası tekellerin ve emperyalist burjuvazinin birtakım kurumlarının etkilerinin arttığından bahsetmeye ve bunun teorisini yapmaya çalışan güya “sol”lar, daha mali krizin patlak vermesinden bu yana perişan haldeler. Anlayışlarının ve neoliberal destekli teorilerinin ömrünün bir konjonktür dönüşümü kadar -bir ekonomik krizden bir sonraki ekonomik krize kadar- olmadığını yaşam bizzat gösterdi. Neoliberal ideologların piyasaya sürdükleri teorilere dayanarak devleti mezara gömen avanak küçük burjuva kalemşorlar şimdi ne yapacak, orası pek bilinmez. 

Emperyalist küreselleşme ve ulus-devlet

Devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin bir ifadesidir. Devlet, hâkim sınıfın vazgeçilmez sınıf hâkimiyetinin belirleyici organıdır. Bu anlamda devlet, hâkim sınıfın, diğer sınıf ve toplumsal tabakaları baskı altında tutan aracıdır.

Toplumun ekonomik alt yapısıyla siyasi üst yapısı diyalektik bir birliği oluşturur. Burjuva devlet, ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselebilir. Sömürüye dayanmayan, sömürüyü, baskıyı örgütlemeyen ve ifade etmeyen bir burjuva devlet düşünülemez. Devlet, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin yoğunlaşmış ifadesidir. Devlet, sınıflar üstü olamaz ve ancak, sınıflar ortadan kalktığında, insanlık, komünist toplum düzenini kurduğunda yok olacaktır.

Genel anlamda devletin, özelde de burjuva devletin bu özelliği, burjuvazi tarafından sürekli reddedilir ve onun sınıflar üstü olduğu, bütün toplumun devleti olduğu, ısrarla vurgulanır. Burjuvazinin ötesinde, uluslararası protesto hareketinin (Dünya Sosyal Forumu, Avrupa Sosyal Forumu)  bileşenleri de buna inanırlar. Bunlar, devleti düzeltilmesi, hatalarından arındırılması gereken bir kurum olarak görürler ve bu anlayışları, onların mücadelelerinin esasını oluşturur.

Marks, devlet üzerine başlı başına bir çalışma yapmamıştır. Ama birçok çalışmasında bu konuya değinmiş ve bugün de Marksistlere yol gösteren anlayışları formüle etmiştir. Burjuvazi, Marks’ın tanımlamalarını çürütmek için sayısız kitap yazmış, ama her seferinde kendisi çürütülmüştür.

Devlet üzerine tartışmalar dönem dönem alevlenmiştir. Ekim Devrimi, proletarya diktatörlüğü sorunu, nihayetinde devlet sorunuydu. O dönem oportünizme karşı mücadelede Lenin, devlet üzerine “Devlet ve Devrim” yapıtında söyle diyordu:

“Emekçi yığınları, genelde burjuvazinin, özelde de emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtarma mücadelesi, ‘devlet’ ile ilgili oportünist ön yargılara karşı mücadele olmadan olanaksızdır...

Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve görüngüsüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin nesnel olarak uzlaşmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar..” (s. 395/396, 398-400).

Demek ki devleti yok eden, önemsizleştiren anlayış, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığı gerçeğini de yok ediyor veya önemsizleştiriyor.

Ulus-devlet, kapitalizme özgüdür: “Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorunlu olmasında yatar...

Modern kapitalizmin bu gereklerine en iyi uyan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin eğilimi olarak görülür. Temel ekonomik faktörler buna zorlar. Batı Avrupa’da –dahası, tüm uygar dünyada- kapitalist dönem için ulusal devlet, tipik olarak normal olarak görülür (“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine”).

Demek ki kapitalizmin, feodalizm üzerine zaferi, ulusun oluşması, ulus-devleti kaçınılmaz kılıyor ve kapitalizmde de normal olan, tipik olan, ulus-devlettir.

Üretimin uluslararasılaşması ile ulus-devlet örgütlenmesi; kapitalizm için “tipik, normal” görülen ulus-devlet örgütlenmesiyle sermayenin uluslararasılaşması arasında nasıl bir bağ vardır, karşılıklı etkilenme nasıldır?
Bu soruya cevap verebilmek için önce konuya ilişkin bir anlayış aktaralım: “Kapitalizm, gelişmesi seyrinde, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, ...İkincisi, uluslararasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.

Bu iki eğilim,  kapitalizmin evrensel yasasını oluşturur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir. İkinci eğilim, olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir”(“Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar”).

Burada birbiriyle çelişkili olan iki eğilim söz konusudur. İlki, kapitalizmin gelişme aşamasına tekabül ediyor ve ulusal birliğin, bütünleşmenin sağlanmasını içeriyor. İkincisi, kapitalizmin gelişmiş aşamasında gündeme geliyor ve ulusların birleşmesini içeriyor. Her iki eğilimi Lenin, “kapitalizmin evrensel yasası” olarak tanımlıyor.

Birinci eğilim, ulusal devleti sorgulamıyor, tersine kaçınılmazlığını ifade ediyor. Ama ikinci eğilim, ulusal devleti sorguluyor veya sermayenin uluslararasılaşması, ikinci eğilimin sorgulanmasını kaçınılmaz kılıyor.

“Emperyalizm, kapitalizmin gelişmesinin en yüksek aşamasıdır. Sermaye, ileri ülkelerde ulusal devletin sınırlarından taşmıştır,...sosyalizmin gerçekleşmesi için bütün nesnel koşulları yaratmıştır”(“Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”).

Lenin’in “kapitalizmin evrensel yasası” diye tanımladığı eğilimlerden ilki, “üretici güçlerin gelişmesini” teşvik ediyor, ama ikincisi “üretici güçlerin gelişmesini” engelliyor.

Demek oluyor ki, kapitalizmin gelişme aşamasında üretici güçlerin gelişmesini teşvik eden, ilerici olan ulus-devlet, kapitalizmin nihai aşamasında, emperyalizm aşamasında üretici güçlerin gelişmesi önünde engel teşkil ediyor ve engel teşkil ettiği için de gerici oluyor ve sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması ilerledikçe; bu süreç derinleştikçe ve kapsamlaştıkça ulus-devlet ile sermaye hareketi arasındaki çelişki de derinleşiyor. Uluslararasılaşan sermaye ve üretim, uluslararası tekeller, ulus-devlet yapısının engel olmaktan çıkarılmasını daha çok dile getiriyorlar. Peki bu anlamda ne istiyorlar veya engel olma olgusu kendini nasıl gösteriyor? Örneğin gümrükler, yasalar, vergiler, normların çeşitliliği, ulus-devlet yapısının sermayenin uluslararası hareketi önündeki engelleri olarak ortaya çıkıyorlar.

Emperyalist burjuvazi, çoktandır, bu çelişkinin farkında ve sürekli çözüm yolları aramaktadır. Emperyalist burjuvazi, bir taraftan ulus-devleti, varlığı elzem olan bir olgu olarak görüyor, ama diğer taraftan da onun varlığından kaynaklanan engellerden kurtulmak istiyor. Nasıl kurtulunması konusunda öneriler yapıyor. Önerilerden birisi de dünya toplumudur.

Küreselleşme savunucuları da bu çelişkiden yanlış sonuçlar çıkartıyorlar ve devletin tarihi misyonunu tamamladığını ve insanlığın, tarihsel gelişmenin “küreselleşme” denen bu yeni aşamasında uluslararası bir yönetime ihtiyacı olduğu anlayışını savunuyorlar.
Temel anlayış şu; sermaye, ulus-devlet sınırlarını aşmıştır, sermayenin devlete artık ihtiyacı kalmamıştır ve devlet, hükümranlık haklarını uluslararası tekellere devretmek zorundadır. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi, ulus-devlet sınırlarının aşılması anlamına gelir. Bu doğrudur. Ama bu, küreselleşme savunucularının düşüncelerinin nesnel olduğunu kanıtlamaz. Çünkü;   
-Uluslararası tekellerin, en emin liman olarak gördükleri ulus-devletten tamamen vazgeçtikleri, üretimi, yatırımları, araştırmayı vb. ulus-devleti göz önüne almadan örgütledikleri görülmemiştir. Ama sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, uluslararası tekellerin üretim, yatırım ve araştırmayı, çıkarlarına uygun düştüğü, rekabette avantaj sağladığı için ulusal sınırların ötesine taşıdıkları tartışma götürmez bir gerçektir. (“Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanılabildiği içindir”. Kapital, C. 3, s. 266, .
-Ulus-devletler, ekonomik gelişmeler ve uluslararası tekellerin faaliyetleri karşısında pasif kalmıyorlar. Tam tersine, adeta tekellerin hizmetinde olduklarını gösterircesine aktif davranıyorlar, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının önünü açıyorlar. Bunun örnekleri çoktur: '70’li yıllarda mali ve sanayi sektörünün önde gelenleriyle bir araya gelen Amerikan ve İngiliz devletleri, diğer devletlerin, mali pazarlarını sermaye hareketine açmaları için karar almışlardı. Amerikan ve İngiliz sermayesi, bu alanda güçlü olduğundan,  başka pazarların, rakiplerinin pazarlarının da açılmasıyla, rekabette belli bir avantajı yakalayacaklarının hesabını yapmışlardı. Yanılmadılar da. Nitekim sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki engeller; mali pazarların açılması özellikle ’80’li yıllarda başlayan bir süreç oldu: Bu gelişmenin ne anlama geldiğini biliyoruz: Bugün çokça sözü edilen düzensizleştirme, kuralsızlaştırma. Pazarlarını yabancı sermayeye açmakta diğer emperyalist ülkeler pek rahatsız olmadılar. Çünkü uluslararası planda rekabet edebilmek için mali pazarların düzensizleştirilmesi gerektiğini o ülke tekelleri de biliyorlardı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin ise, bu konuda söyleyecekleri bir şey yoktu. Onlar ancak IMF’nin dayatmalarını yerine getirebilirlerdi ve öyle de oldu. Neoliberalizmin İngiltere ve ABD’den başlayarak bütün dünyada geçerli olmasını bu gelişmeden, Amerikan ve İngiliz sermayesinin bu çabasından ayrı göremeyiz. Bu ülke sermayeleri, uluslararası tekelleri, sermayenin uluslararasılaşması önündeki engellerin kaldırılması gerektiği düşüncesinden hareket ederek neoliberalizmi savundular.
-Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası tekeller vasıtasıyla uluslararası örgütlenmesi, dünya pazarlarında, özellikle mali pazarlarda yaşanan düzensizleştirme, bir bütün olarak neoliberal dayatma ve düzenlemeler, bütün dünya ekonomisini olduğundan daha fazla istikrarsızlaştırmıştır. Dünya ekonomisinin istikrarsızlaşmasında uluslararası tekellerin faaliyetleri çok önemli bir rol oynamaktadır.  Ama sonra, herhangi bir ülkede değil, başka ekonomileri de etkileme potansiyeline sahip veya stratejik önemi olan, kaybedilmemesi gereken ülkelerde kriz baş gösterdiğinde o krizi bastırmak için ilk harekete geçenler uluslararası tekeller değil, devletler, somutta da o ülke ve bölgede hâkim konumda olan emperyalist devlet olmuştur.  Emperyalist devletler,  önemli tekellerinin ayakta kalması için onlara her türlü kolaylığı sağlıyorlar. Kriz dönemlerinde veya işlerin iyi gitmediği dönemlerde devletin, tekelleri koruması istisnai değildir. Böylece devlet, kimin hizmetinde olduğunu da göstermiş oluyor. Örnek vermek gerekirse: Amerikan devletinin bankaları devletleştirmesi herhalde en çarpıcı örnektir. Geçmişte, 1987’de Daewoo tekelinin iflasını Güney Kore devleti önlemiştir. İsveç devleti, iki büyük bankanın (Skandinaviska Enskilda bankası ve Ticaret Bankası) batışını engellemiştir.  Bu iki banka Volvo, Electrolux, Ericsson, Asea, Stora ve SKF’nin hisse senetlerinin büyük bir kısmını kontrol ediyorlardı. Bunun ötesinde, dünyanın her yerinde Telecom tekelleri, devletle yaptıkları anlaşmalarla ayakta kalabilmekteler. Aynı şekilde tarım ve gıda sektörü tekelleri de devletin sunduğu sübvansiyonlardan pek bağımsız hareket edecek durumda değiller. Modern teknoloji, bilgisayar, enformasyon teknolojisi sektörleri, araştırma konusunda devletin sunduğu olanaklardan yararlanıyorlar. Devletin siparişleri olmasa, silah tekellerinin de sonu gelir. Uluslararası tekellerin lobi faaliyeti için küçümsenemeyecek miktarlar ayırması tesadüfî değildir. Bakanlar, milletvekilleri, önde gelen bürokratlar bu miktarlarla satın alınmaktalar ve böylece devlet olanaklarının kendilerine akması, şu veya bu alanda, şu veya bu ülkede korunmalarının sağlanması amaçlanmaktadır.
-Yaşanan mali ve ekonomik kriz, önde gelen bütün dünya devletlerinin, başta da emperyalist ülkelerin kriz karşısındaki tavırları; ulusal sermayeyi, tekelleri kurtarmak için hazırladıkları “kurtarma paketleri” devlet ile “ulusal” sermaye arasındaki bağı gösterir.
-Küreselleşme savunucularına göre ulusal sınırlar, ulusal kültürler, ulusal ekonomiler giderek küreselleşmenin bileşenlerine dönüşerek yok oluyorlar ve çok hızlı gelişen bir küreselleşme süreci içindeniz!  Bu anlayışa göre kapitalizmde niteliksel bir değişim söz konusudur! Bu, konjonktürel değil, yapısal bir gelişmedir! Ticarette, yatırımlarda, üretimde ulus-devlet çerçevesi yıkılmaktadır ve onun yerini uluslararası çerçeve almaktadır. Bu gelişmenin itici gücü de uluslararası tekellerdir. Bu gelişmeden çıkartılan sonuç da şöyle: uluslararası tekellerde ulusal kimlik yoktur ve bu tekellerde uluslararası yönetim hâkimdir. Bu anlayıştan hareketle varılmak istenen sonuç, devlete ihtiyacın kalmadığıdır. Artık ipler tamamen uluslararası tekellerin elindedir ve dünyanın gidişatına da bu tekellerin yönetiminde olan uluslararası, ulusal kimliği olmayan yöneticiler karar vermektedir.
-Şüphesiz, devlet, bir taraftan iktisadi alandan çekiliyor; daha doğrusu karın yüksek olduğu ve kar beklentisinin yüksek olduğu alanları özel sektöre bırakmak için bu alanlardan çekiliyor. Diğer taraftan da tekellerin kar etmelerini, onları destekleyerek garanti altına almaya çalışıyor. Bütün bu gelişmeler; devlet-tekel arasındaki bu ilişkiler,  uluslararası tekellerin artık devlete ihtiyacı kalmadığı, bundan dolayı da devletin gereksizleştiği, onun yerini bir, “Global Governance”ın alması gerektiği anlayışını doğrulamamaktadır. 

“Zevahiri kurtarmak” için üretilen teoriler ve zavallılar!
Öyle ki, borsa kumarbazları ve savunucuları bugünlerde psikolog oldular ve yatırımcıların “hayvani dürtülür”le hareket ettiklerini, işlerinin iyi ve kötü gittiği bütün dönemlerde korku içinde olduklarını ve çıkış yolu bulamadıklarını dile getirerek böylesi durumlarda, ekonomi kendi kendini kurtaramayacağı için devletin gelişmelere müdahale etmesi gerektiğini savunuyorlar. Dün devleti yok sayanlar, şimdi devlete sarılıyorlar.

Daha düne kadar devlet ekonomiye karışmasın,  taleplerimizin gerçekleştirilmesi için tedbirler alsın yeter diyen mali sermayenin önde gelenleri, şimdi başka telden çalıyorlar: Bu baylar, devlete çağrı yaparak neoliberalizmin en temel ilkesini çöpe atıyorlar ve artık devletin yardımı olmaksızın işlerin yürüyemeyeceğini söylüyorlar.

Dün söyledikleri:
Dünyanın en büyük borsa kumarbazı G. Soros da –devleti sorgulamadan-, “Küresel Kapitalizmin Krizi” kitabında küresel ekonomiyi istikrarlaştırmak ve düzenlemek için siyasal karar verme yeteneğine sahip bir küresel sistem talep ediyor. Evet, bir dünya toplumundan bahsediyor. Devletlerden oluşan bir dünya toplumu kast etmiyor. Bu kumarbaz, devletlerin ortadan kalkmasına karşıdır. Ama bir dünya toplumu istiyor.
Bu kumarbaza göre “uluslararası hukuk” olacak, “uluslararası kurumlar” olacak ve her bir ulus-devlet,  kendisini bu hukuk ve kurumlara göre örgütleyecek, bu hukuka ve kurumlara bağlı olacak. 
Soros, “dünya devleti” değil, bir “dünya toplumu” talep ediyor. Bu “dünya toplumu”na ABD ve müttefiklerinin önderlik etmesini doğru buluyor. Soros, Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin dünya ekonomisini istikrarlaştıracaklarına, evrensel insan haklarını koruyacaklarına inanıyor.

Amerika’dan böylesi sesler yükselince Avrupa’nın sessiz kalması olmazdı. Avrupa, “dünya toplumu”na “Global Governance” anlayışıyla cevap verdi.

“Ulusal devletlerin çağı ve uyumluluk içinde olan uluslararası sistem, giderek yerini, içinde dünya toplumunun oluştuğu ‘globalizm çağına bırakıyor... küreselleşmenin şekillenme süreci henüz başlangıç aşamasında, ama Global-Governance mimarisinin unsurları gelişiyor. Bu, politikanın, ulusal devletlerin... örgütlerin, rejimlerin ve demokrasi biçimlerinin rolünün derin bir transformasyonuna neden olacaktır...
Mevcut evrensel iktisadi kurumlar da, iktisadi gelişmeyi sadece sınırlı olarak, yönlendirebiliyorlar veya dünyanın refahı anlamında aktif şekillendiriyorlar (IMF, DB, BM, DTÖ kast ediliyor, çn)...
Çalışabilme yeteneğine sahip bir Global-Governance mimarisi, uluslararası işbirliğinin ve koordinasyonun derinleştirilmesinin ötesinde küresel devlet olmanın unsurlarına da ihtiyaç duymaktadır. Bunun,   Dünya Güvenlik Konseyi biçiminde veya da Uluslararası Ceza Mahkemesi biçiminde emareleri var....
Dünya sorunlarını çözmek yeteneğine sahip olmak istiyorsa dünya cumhuriyeti, küresel devlet olmanın unsurlarını oluşturmalıdır...
Bir dünya cumhuriyeti, aynı zamanda icracı kurumlara da sahip olmalıdır” (Bkz: “Globale Trends 2002, s. 12, 13, 17, 19, 20, Internet).

Ya Negri'ye, yani şu “bizim” Negri'ye; İmparator'un kurucusu “İmparator”a ne diyelim? Amerikan emperyalizmini imparatorlaştırarak -devlet olarak- ebedileştiren ama genel anlamda da ulus-devletin rolünü inkâra kalkışan bu anarşist efendi, uluslararası alanda az kafa bulandırmadı. Onun İmparatorluğunun etkisinde kalınarak neler yazılıp-çizilmedi ki? Ulus-devlet önemsizleşmiştir, uluslararası kurumlar -IMF, DB, BM vs.- artık ulus-devletin görevlerini üstleniyorlardı vs. vs. “İyi ki şu ekonomik kriz patlak verdi de bu türden teorilerin bir safsata olduğu açığa çıktı” diyesi geliyor insanın!

“Demokratik bir dünya cumhuriyeti vizyonu”ndan,“Dünya Cumhuriyeti”inden, İmparatorluktan bahsediyorlar, ama ulus-devletten de bir türlü vazgeçemiyorlar. Yani son kertede, önde gelen güçlü emperyalist devletlerin, “demokratik cumhuriyet”lerini yöneteceklerini kabulleniyorlar.

Bu baylar, “dünya cumhuriyeti”, “dünya toplumu” demagojisiyle devlet ile tekeller arasındaki kopmaz bağı göz ardı etmeye çalışıyorlar. Bunlara göre, mevcut düzen; mevcut emperyalist dünya düzeni yıkılmadan da -belki emperyalist sistemin yanı sıra!- başka bir düzenin kurulabileceği hayalini yayıyorlar. Bu baylar, ulus-devletin, sömürünün, baskının, rekabetin, bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin devamı için belirleyici iktidar aracı ve onun örgütsel yapısı olduğunu göz ardı etmeye çalışıyorlar. Bu baylar, ulus-devletsiz sermaye ve tekel olabileceği anlayışını yayıyorlar. Hal böyle olunca sormak gerekiyor; yaşanan bu emperyalist saldırganlıkları, savaşları, dünyanın yeniden paylaşılması için sürdürülen mücadeleyi uluslararası tekeller mi gerçekleştiriyor? Yoksa onların siyasi iktidar/güç üssü olan ulus/emperyalist devletler mi?

Şüphesiz ki sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, bir çok ulusal düzenlemeleri yıkmış, ulus- devletin rolünü, şu veya bu alanda geriletmiştir. Aynı şekilde, sermayenin uluslararası yoğunlaşması ve merkezileşmesi;  o dev sermaye birleşmeleri, uluslararası tekeller ile ulus-devlet arasındaki ilişkileri modifize etmiştir, hatta görece gevşetmiştir. Ama bu, ulus-devletsiz, uluslararası tekelin olabileceği anlamına asla gelmez. Ulus-devlet, uluslararası tekellerin çıkarlarını siyasi, askeri ve iktisadi olarak koruyan kurumdur.

Ulus-devlet, uluslararası tekellerin, her zaman sığınacakları en güvenilir limandır:
Uluslararası tekeller, ne denli uluslararası olurlarsa olsunlar, yönetimleri ulusaldır. Önde gelen bütün uluslararası tekeller “ulusal” kimlik taşıyan bir avuç kapitalist veya yönetici tarafından yönetilmektedir. Örneğin önde gelen 30 Amerikan tekelinden sadece 5’inin yönetiminde birer yabancı var. Japonya’nın en büyük 20 tekelinden sadece ikisinde birer yabancı yönetici var. Almanya’nın en büyük 15 tekelinin yönetim kurullarında ise 4 yabancı yer alıyor. Anonim şirketlerinde de durum pek değişik değil. Bu şirketlerin yönetimindeki yabancı oranı yüzde 10’u geçmiyor. Demek oluyor ki, sermaye ve üretim, ne denli uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın, bu sürecin motoru olan uluslararası tekeller, belli bir sahayı karargâh olarak kullanıyorlar. Bu sahanın adı da ulus-devlettir.

Sonuç itibariyle:
-Emperyalist çağda, özellikle tekelci devlet kapitalizminde devletin, tekellerin hizmetinde bir kurum olması gerçeğinde herhangi niteliksel bir değişme olmamıştır.
-Uluslararasılaşan sermaye ve üretim; bu sürecin yürütücüsü olarak uluslararası tekeller, ulus- devletin rolünü, kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edecek şekilde değiştirmeye yönelmişlerdir. Örneğin iç ve dış politikada devletin rolü, tekellerin çıkarına daha iyi hizmet etmek için güçlendirilmektedir.
-Ulus-devlet, emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde de azami karlı iktisadi alanlardan tekellerin lehine çekilmeye zorlanmaktadır: Devlet sektörünün özelleştirilmesi.
-Uluslararasılaşmış sermaye ve üretim; “küreselleşme” ve bölgeselleşme, emperyalist ülkelerde ulus-devletin uluslararasılaşması eğilimini şüphesiz ki güçlendirmektedir: AB, NAFTA, IMF, DB, DTO, bunun ötesinde tekellerin çıkarını korumak için devletler arasındaki bilateral ve multilateral (ikili ve çok taraflı) anlaşmalar, ulus-devletin uluslararasılaşması eğilimini gösteren kriterlerdir. Ama bütün bunlar ulus-devletin önemsizleştiği anlamına gelmez.

Uluslararası tekeller ve devlet:
Üretimin toplumsallaşması ve örgütlenmesi konusunda tedrici bir “devrim” ile, nicel birikim sonucu bir nitelik değişimiyle karşı karşıyayız.  Bu anlamda 100 yıllık emperyalizm tarihi, iki süreçten oluşmaktadır:
İlki,  kapitalist üretimin ve toplumsallaşmasının ulus-devlet çerçevesinde ve ikincisi de üretim ve toplumsallaşmasının ulusal-devlet çerçevesini aşarak uluslararası çapta gerçekleşmesidir.
Bu süreçlerin gelişmesinden çıkartılması gereken sonuç, kapitalist üretim biçimi, tekelci devlet kapitalizmi/emperyalizm olgusunun sınırlarını aşan, onun yadsınması üzerinde yükselen yeni bir üretim biçimiyle karşı karşıya olduğumuz değildir. Bu anlamda nitel bir değişme söz konusu değildir.  Kapitalist üretim biçimi, emperyalist sistem değişmemiştir. Değişim, bu sistemin sınırları içindendir ve bu, bu sistemin sınırlarını zorlayan bir değişimdir.

Üretimin örgütlenmesi ve toplumsallaşması, önce ulus-devlet sınırları içinde gerçekleşti ve sonra devletin sınırlarını zorlamaya başladı. Çünkü ulus-devlet sınırları, sermayenin ve üretimin örgütlenmesi ve toplumsallaşması sürecinin ilerlemesi önünde engel olmaya başlamıştı. Sermaye hareketinin nesnel yasasını ihlal, onun gelişmesi önünde engel anlamına gelen ulus-devlet sınırlarının yıkılması gerekiyordu. Öyle de oldu. Bu sınırlar, emperyalist çağın başından bu yana tedricen, adım adım yıkıldı. Bu adımlar, son 20-30 seneden bu yana, mutlaka bir tarih vermek gerekirse, ‘70’li yıllardan bu yana, varlığı inkâr edilemez bir eğilim halini aldı. Bu eğilim, ‘90’lı yıllardan itibaren güçlendi. Burjuvazinin “küreselleşme” dediği, avanak küçük burjuvazinin anlamadığı, uluslararası protesto hareketinin aklı evvel önderliğinin yıkmak istediği, yani yeniden devlet sınırları içine çekmek istediği süreç, bu süreçtir.
Bahsettiğimiz bu gelişmenin baş aktörleri, uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş olan tekellerdir, süper tekellerdir. Başlangıçta üretimi örgütleme ufku ulus-devlet çerçevesiyle sınırlı olan tekeller, uluslararasılaştıkça ve uluslararası örgütlendikçe, diğer bir ifadeyle; sermaye ve kapitalist üretim uluslararasılaştıkça ve uluslararası örgütlendikçe, ulus-devlet sınırlarını aşmış oluyorlardı.

Bu gelişmeden çıkartılmaması gereken belirleyici önemi haiz bir sonuç da, devletin işlevsizleştiğidir. Devlet, somutta da emperyalist devlet, bu gelişmeden dolayı işlevsizleşmiyor; tekelci devlet kapitalizminin/emperyalizmin temel bir özelliği olarak devletin, tekellere tabi oluşunda değişen bir şey yok. Devlet, tekellere hizmet etmeye devam ediyor. Organlarıyla tekellerin organlarının kaynaşması olgusunda değişme yok. Doğrudan (üretim, dağıtım) ve bu sürecin örgütlenmesi üzerinden ve devlet üzerinden tekeller, bütün toplum üzerinde kurmuş oldukları diktatörlüklerini devam ettiriyorlar. Ne var ki bu özelliklere sahip olan tekel sayısında önemli değişmeler olmuştur: Giderek daha az sayıda tekel, hâkimiyeti ele alıyor. 

Bu eğilimi geliştiren, süper tekeller ile devleti ortaklaşa düzenlemeler yapmaya zorlayan itici güç, hangi nedenden dolayı doğmuştur? Rekabetten dolayı. Rekabet, zorluyor. Bu zorlamanın sonucudur ki, emperyalist devlet ve süper tekeller, mümkün olduğunca kamuoyuna yansıtmadan bir araya geliyorlar ve azami karın yolunu açacağı umulan düzenlemeler üzerinde konuşuyorlar ve kararlar alıyorlar. Bir emperyalist ülke açısından “ulusal” olan bu toplantılar, uluslararası çapta, “ulusal” güçlerin bir araya gelmesiyle gerçekleştiriliyor. Bunun sonucu, azami karı gözeten, günümüzün koşullarını, güçler dengesini ifade eden uluslararası komisyonların, kurumların vb. oluşturulmasıdır. MAI girişimi, buna tipik bir örneği teşkil eder. Bilindiği gibi, uluslararası tekellerin, aslında süper tekellerin anayasası olarak bilinen MAI’ın oluşumu için OECD çerçevesinde devletler, dünya kamuoyundan gizlice bir araya gelmişler ve sermayenin uluslararası hareketi önündeki engellerin yıkılmasını karar altına almak için tartışmışlardı. (Kendi aralarında anlaşamamalarından ve dünya çapındaki yoğun protestodan dolayı bu girişim rafa kaldırıldı).

Ulus-devleti aşarak, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesini, süper tekellerin azami kar beklentisini ifade eden uluslararası kurumların bütünü, Global Governance’cıların, dünya cumhuriyeti, dünya devleti, dünya hükümeti hayali kuranların görüşleri doğrultusunda bir gelişmedir. Ama olasılıkla gerçeklik bir ve aynı şey değildir. Dünya cumhuriyeti, dünya devleti veya uluslararası kurumlardan hareketle dünya cumhuriyetine, dünya devletine doğru gelişme, siyasal üst yapı olarak tek tek devletlerin ortadan kalkması veya ulus-devlet biçimindeki üst yapıların ortadan kalkmasına doğru bir gelişme demektir ki, burjuvazi, ne kadar “küreselleşmiş” olursa olsun, sermaye ve üretim ne derece uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş olursa olsun, bu, bir hayaldir. Çünkü emperyalizm koşullarında böyle bir olasılığın gerçekliğe dönüşmesi olası değildir. Emperyalizm koşullarında bir dünya devletinin, bütün devletlerin birleşmesiyle veya tek bir emperyalist devletin diğer devletleri yok ederek dünya hegemonyasını kurması biçiminde gerçekleştirilmesi bir hayaldir.

Üretimin ulusal örgütlenmesi, insanların, kendi iradelerinden bağımsız olarak, zorunlu olarak ulusal çerçevede belirli ilişkiler kurmaları, bu ilişkilere tekabül eden belirli ulusal hukuki ve siyasal üst yapının doğmasına neden olmuştur. Burjuva üst yapılar, ne kadar birbirlerine benzerlerse benzesinler, aynı değildir. Benzerlik, her bir ülkede farklılık olarak somutlaşıyor. Üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmesi, örneğin eğitimde, yasalarda, üretim normlarında, toplu iş sözleşmelerinde, yönetim/idare biçimlerinde vb. kaçınılmaz olarak ulusal standartların oluşmasına neden olmaktadır ve böylece sermayenin özgür hareketi, ulusal çerçevelerle sınırlandırılmaktadır. Bütün bu “ulusal”lıklar, “maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme derecesine”; üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmişliğine tekabül eder. Bu tekabül etme durumu devam ettiği müddetçe, üretimin ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmesinin maddi koşulları da var demektir. Ama tekabül etme durumu ebedi olamaz. Çünkü sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması, kapitalist üretim biçiminin sermaye hareketi biçiminde nesnel bir yasası olarak, ulus-devlet sınırını tanımaz. Gelişmesinin belli bir aşamasında ulus-devlet çerçevesini/sınırlarını, standartlarını zorlamaya başlar. Bu olgu, avanak küçük burjuvazinin bir türlü anlamadığı, uluslararası sosyal hareketin kavramadığı, emperyalist burjuvazinin ‘90’lu yıllardan bu yana başlattığı “küreselleşme” olgusu, Marks ve Engels tarafından daha Komünist Manifesto’da açıklanır. Demek ki sermaye ve üretim daha 1850’lerden bu yana küreselleşiyor. Ancak, bu süreç gelişmesinin belli aşamasına vardığında ulus-devlet çerçevesiyle, ulusal standartlarla ve belirlemelerle çelişkiye düşüyor. Bugün olan da budur. 100 yıllık emperyalizm tarihi, aynı zamanda üretici güçlerin ulusal karakterli olmaktan çıkma ve uluslararası karakterli olma sürecidir/mücadelesidir. Bu gelişme, sermaye hareketinin nesnel yasasının kaçınılmaz sonucudur. 

Kapitalizm koşullarında ancak devlet gücü, uluslararası tekellerin gelişmesinin, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden uluslararası üretim ilişkilerinin oluşmasının ve gelişmesinin önünü açabilir. Uluslararası tekellerin gelişmesi; sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden üretim ilişkilerinin oluşturulmasının adımıdır. Ama tekeller, ne kadar güçlü ve uluslararası olurlarsa olsunlar, bu gelişmeyi daha da ileriye götüremezler, sermayenin ve üretimin uluslararası vartikal (derinliğine) örgütlenmesini sonlandıramazlar. Yani tek bir dünya tekelinde birleşemezler. Bunu değil tekeller, sistem olarak emperyalizm de sonuçlandıramaz. Ancak, emperyalizm veya onun ifadesi olarak uluslararası süper tekeller, üretici güçlerin uluslararası karakterine tekabül eden uluslararası üretim ilişkilerinin gelişmesi için yol açarlar, bu gelişmenin maddi koşullarını sağlarlar. Ama daha da öteye götüremezler. Veya soralım: Kapitalizmde bu mümkün müdür?
Lenin, mümkün değildir diyor:

“Emperyalizmden sonra kapitalizmin yeni bir aşaması, yeni bir ultra-emperyalizm (emperyalizm ötesi emperyalizm, çn.) soyut olarak ‘düşünülebilinse’, buna itiraz edilebilir mi? Hayır. Teorik olarak böyle bir aşama tasavvur edilebilir. Ama bu, pratikte, sadece, kendini geleceğin hayallerine, önemli olmayan sorunlara vermek için günün önemli görevlerini inkar eden bir oportünist durumuna düşme anlamına gelir. Teoride bu,  gerçeklikteki gelişmelere dayanmak yerine, hayaller uğruna keyfiyete göre ondan (gelişme, çn.) yüz çevirmek anlamına gelir. Gelişmenin, istisnasız bütün işletmeleri ve devletleri içine alan dünya çapında tek bir dünya tröstünün kurulmasına doğru gittiği şüphe götürmez. Ama bu gelişme, o koşullarda öyle bir ritimde, öyle antagonizmalar, çatışmalar, altüst oluşlar içinde –ve sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, ulusal vs.-  ilerlemektedir ki, ulusal mali sermayelerin ‘ultra emperyalist’ bir dünya birliğinde birleşmeden ve yegâne bir dünya tröstünün kurulmasına vakit kalmadan önce emperyalizm, kaçınılmaz olarak yok olup gidecek ve kapitalizm, kendi karşıtına dönüşecektir”(“Buharin’in ‘Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm’ Broşürüne Önsöz”).

Ve gelişme böyle olduğu müddetçe veya Lenin haklıysa, emperyalizm tarih sahnesinden silinene kadar ulus-devlet var olacak ve ulus-devlet var olduğu müddetçe de uluslararasılaşmış sermayenin emin limanı olacak ve bu sermaye nesnel koşullardan (ekonomik kriz, savaş vb.) dolayı kar oranı yasasının seyrine göre ulusal limanına dönecektir. Demek oluyor ki, kapitalizm koşullarında uluslararasılaşmanın bir sınırı vardır.   Emperyalizm, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının en özgür, en geniş ortamını sağlıyor; bunun maddi koşullarını geliştiriyor. Yani üretimin ve sermayenin ulusal örgütlenmesinin çerçevesi uluslararası tekeller, süper tekeller tarafından yıkılıyor ve sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi gündeme geliyor ve örgütlenme, bir yere kadar derinleştiriliyor ve sınırına dayanıyor. Bu sınır, sermaye ve üretimin uluslararası vartikal örgütlenmesinden “ultra emperyalist’ bir dünya birliğinde birleşme(ye) ve yegâne bir dünya tröstünü kurma”(ya) geçiş sınırıdır. Lenin, bu sınır kapitalizm koşullarında aşılamaz; süper tekeller, emperyalizm, bir dünya birliğinde birleşmeden, yegâne bir dünya tröstü oluşmadan önce yok olur, kapitalizm karşıtına dönüşür diyor. Yani bu sınır, ancak, yok edilerek aşılabilir.  

Uzatmayalım: Neoliberalizmin devleti ekonomiden dışlama anlayışı ile uluslararası arenada aklı evvel küçük burjuvazinin devleti önemsizleştirme anlayışı aynı düşünceden kaynaklanmamaktadır. Sonuçta neoliberalizm, devlet olmaksızın sermaye hareketinin de olmayacağı, devlet olmaksızın işlerin yürümeyeceği anlayışında olduğunu, bu anlayışının hiç değişmediğini, devleti krize müdahale çağrısıyla ortaya koydu. Neoliberal ideologların desteksiz atışlarını kendilerine destek alarak devletin önemsizleştiği teorisini geliştirenler ise bu teorileriyle baş başa kaldılar. Yaşam bu unsurların 'devlet önemsizleşiyor' teorisini geriye hiçbir şey kalmayacak derecede paramparça etti. 

Sermayenin uluslararasılaştığı günümüz koşullarında devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin değişmiş olduğu söylenecektir. Gerçekten de değişmiştir. Kriz söz konusu olduğunda değişmenin nasıl bir değişme olduğu bütün çıplaklığıyla yaşanır, şimdi olduğu gibi. Dünya çapında ticaret ve üretim koşullarının kötüleştiği; genel konjonktürün gerilediği tartışma götürmez. Bu durumda ne oluyor? Bir avuç emperyalist devlet; yani “ulus-devlet”, dünya ekonomisini kendi stratejik hesapları doğrultusunda yönlendirmeye daha da ağırlık veriyor; emperyalist ülkeler arası çelişkiler keskinleşiyor. Bu ülkeler arasında bir ticaret savaşının başladığını söylemiyoruz, ama önde gelen emperyalist ülkeler arasında yaşanan krizle bağlam içinde alınan korumacı tedbirlerin aslında birbirlerine karşı tedbirler olduğu oldukça açıktır. Örneğin ABD ve AB, kendilerine göre bazı stratejik önemi olan sektörlere Rus ve Çin sermayesinin girmemesi için tedbirler alıyorlar.
ABD'de konut krizinin patlak vermesinden bu yana bu krize sermayesi bulaşmış ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede devlet, zor durumda kalan bankalarını ve başkaca mali, sanayi kuruluşlarını kurtarmak, olası iflası engellemek için bir dizi tedbir almıştır. ABD'de artık devlet bankacılığı hâkim olmuştur!

Neoliberalizm, kendi ilkesi doğrultusunda, devlet ekonomiden çekilmelidir balonunu patlattı,  uluslararası arenada ise aklı evvel küçük burjuva takımı bundan devletin yok olduğu, önemsizleştiği sonucunu çıkardı. Oysa kapitalizmde devlet hiçbir dönem önemsizleşmemiştir. Sadece bazı görevleri dönem dönem yeniden belirlenmiştir. Bu nedenle ilginç olan, kriz döneminde veya genel olarak devletin ekonomiye müdahalesi ve zor durumda olan sermayeyi kurtarmaya çalışması değildir. Bunu her zaman yapar. Önemli olan, -politik açıdan sonuçlar çıkartmak istiyorsak- bu müdahale ve desteği nasıl yaptığıdır. Vurgu “nasıl”dadır.

Bay Devlet iş başında!  
-Sarkozy, sanayi sektöründe devletleştirmeyi savunuyor ve böylece Fransa için önemli işletmeler kurtarılmış ve yabancı sermayenin eline geçmemiş olacak.  
-Amerikan emperyalizmi 19 bankayı devletleştirerek iflastan kurtardı.
-Kurtarma operasyonları; devletleştirme için harcanan miktar yaklaşık 7,8 trilyon dolara vardı.   Bu miktar dünya ekonominin yüzde 12’sine denk düşmektedir.
-Dünya çapında mali kuruluşların zararı 2.8 trilyon dolara ulaştı. Bunun 1'000'000'000'000 Avrosu, yani bir trilyon Avrosu banka zararlarıdır.
-Dünya ekonomisinde söz sahibi olan ülkeleri göz önünde tutarsak, Çin de dâhil ekonomik krize karşı tedbir almayan ülke kalmadı.

“Dün dündür, bugün bugündür”!
Kapitalist üretim biçiminin, diyelim ki her krizi olmasa da en azından büyük krizleri, geçmişin teorilerini ve teoremlerini tarihin denek taşına kor ve sorgular. Şimdiki kriz de bunu yapıyor. Kimseye de sormuyor! Sormadan sorguluyor. Bu sorgulama işi dar anlamda ekonomiyle ilgili olduğu gibi devletle de ilgilidir.  Örneğin 1929-1932 ekonomik krizi ve bütün '30'lu yıllar boyu süren etkisi, “Manchester-Kapitalizmi“ni tarihin çöplüğüne attı ve yerini ekonomide devlet müdahaleciliği, “sosyal devlet” kapitalizmi aldı (Keynescilik). Geçen yüzyılın '70'li yıllarından itibaren de, ama yoğun olarak '80'li yıllarda Keynesciliğin ölüm çanları çalmaya başladı ve yerini neoliberalizm aldı. Neoliberalizm, Keynescilik üzerine tarihi bir zafer kazanmıştı. Neoliberalizmin zaferi, uluslararasılaşan mali sermayenin zaferiydi. Neoliberalizm “değer”den kopartılmış bir ekonomi yarattı.

Zaferin ve “değer”den kopartılmış ekonominin ömrü uzun olmadı. Dünya mali krizi patlak verdiğinde mali kurumların yöneticileri başta olmak üzere devletten bahsetmeye başladılar. Sonra devlete çağrı yapanlar koro oluşturdular. Bildikleri tek şarkı şu: “Devlet baba bizi iflastan kurtar, bizi kucağına al (devletleştir), karlarımıza dokunma, ama zararlarımızı sosyalleştir, halkın sırtına yık”.
Ve ne gördük?
Kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar görülmemiş dizginsiz bir devlet müdahaleciliği başladı.  Sosyal yardım fonları için para yok dendi. Ama aynı anda dünya çapında trilyonlarca dolar bulundu. Kapitalizmi ayakta tutmak; fonksiyonel olmasını sağlamak, krizden çıkışın yolu olarak görüldü. Bu politikanın mimarı, trilyonlarca doları harekete geçiren devletten başkası değildi.
Daha düne kadar pazarların kuralsızlaştırılmasını, sermaye hareketi önündeki bütün ulusal engellerin yıkılmasını savunanlar, başta da G-7 grubu ülkeleri, “birden bire” mali sermayenin devlet kontrolü altına alınmasını savunmaya başladılar. Kapitalist sistemin temel direkleri olan bankaların kurtarılması devlet politikası oldu. Hızını alamayan Fransa Devlet Başkanı da, anahtar sanayileri devletleştirerek Avrupa sermayesinin yabancı devletlerin eline geçmesini engellemek için politika geliştirmeye başladı.
Devlet, uluslararasılaşmış ulusal sermayenin ulusal limanı olarak elinden geleni yapıyor ve sermaye şu kriz dönemlerinde uluslararasılaşmıyor, tersine geri dönüyor veya başka ülkelerde daha yüksek kar beklentisi olmadığı için ulusal limanında bekliyor. Bunun böyle olmadığını, sermayenin uluslararasılaşma derecesinin gerilemediğini hangi perişan savunabilir? Bu konuda kumarbaz Soros doğru söylüyor: 29 Ekim 2008 tarihinde Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada, "Hedge fon endüstrisi bir krizden geçiyor. Tahminime göre, bu endüstrinin büyüklüğü üçte iki ya da yarısı arasında bir yere kadar küçülecek" tespitini yapıyordu. Unctad raporuna göre de 2008'in ilk yarısında uluslararası birleşmeler ve devralmalar geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 30 oranında gerilemiştir. Bu durumda Soros'a göre Hedge Fonlar bazında, Unctad'a göre de uluslararası birleşmeler ve devralmalar bazında sermayenin uluslararasılaşma derecesi birinci durumda en azından yüzde 50 ve ikinci durumda da yüzde 30 gerilemiştir. Yani mali ve ekonomik kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını frenleyen, gerileten nesnel bir faktör olarak rolünü oynamaktadır.

Devlet kapitalizmi politikası, Keynescilik, neoliberal tartışmalarda neoliberal ideologlar tarafından, “küreselleşme” sarhoşu olmuş uluslararası avanak küçük burjuvazi tarafından özgürlüğün düşmanı ilan edildi. Şimdi işler tersine döndü. Çağ atlayan, teori dünyasında geriye dönüş olmasın diye “gemileri yakan” küçük burjuvazi şaşkın. Ama neoliberalizm, özgürlüğün düşmanı dediği devlete çoktan sarıldı bile. Dün devlete, özelleştir, kuralsızlaştır, önümüzdeki engelleri yık, ekonomiyi kontrol etme diyen neoliberalizm şimdi, devletleştir, mali pazarları kontrol etmek için kurallar koy diyor. Dün devletin ekonomiden çekilmesi bir zorunluluktu deniyordu, şimdi ise devletin ekonomiye müdahalesi bir zorunluluktur deniyor.
Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinden bu yana en radikal devletçilerin veya devletleştirmecilerin en radikal “serbest piyasa” borazancılığı yapanlar olduğunu gördük. Bunlardan birisi yatırım bankası Goldman Sachs'ın (iflas etti) şefi,  Bush'un maliye bakanı  Henry Paulson'dan başkası değildir. Neoliberalizmin en yaman savunucularından ve uygulayıcılarından birisi olan Paulson, şimdi kapitalizmin -istiyorsanız biraz abartalım ve insanlık tarihinin diyelim- en kapsamlı devletleştirmesinde baş rolü oynuyor. Dün pazarda “anti-devletçilik”te ve bugün piyasada devletçilikte başrolde. Hedge Fonlara, Private Equity Fonlara; her türden spekülatif faaliyete bolca kredi verenlerin başında gelenlerden birisi de Deutsche Bank'ın şefi Josef Ackermann'dır. Bu Yusuf da günümüzün en hızlı devletçilerinden birisi oldu. Tekelci sermayenin veya uluslararasılaşmış sermayenin veya devlet adında bir ulusal limanı yoktur denen bu sermayenin Henry ve Yusuf gibi temsilcileri olduğu müddetçe -zaten bu türden temsilcisi olmayan uluslararasılaşmış sermaye de düşünülemez- dün savunulan bugün reddedilebilir ve bugün savunulan da yarın reddedilebilir. Önemli olan, sermayenin çıkarlarının her dönem nasıl savunulacağıdır. Bu, dün “anti-devletçi”likle savunuluyordu, bugün ise devletçilikle savunuluyor. İsterseniz buna, izleyiciyi aptal yerine koyarak, kapitalizmi “özü çürümemiş” bir sistem olarak göstermeye hizmet eden ideolojik bir gösteri de diyebilirsiniz. Ne denirse densin, ama bir şeyden emin olmak gerekir: O da Henry'ler ve Yusuf'lar olduğu müddetçe, emperyalizmin ideologlarından küçük burjuva zavallılara kadar uzanan bir zevat olacaktır ve yeni yeni “Potemkin Köyü” teorileri üretilecektir.