deneme

30 Ocak 2001 Salı

TÜRK EKONOMİSİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

Ekonomiyi anlamadan, ekonomik gelişmeyi bütün yönleriyle incelemeden siyasi gelişmelere salıklı açıklık getirmenin olanağı yoktur. Ekonomiyi anlamanın yegâne yolu da Marksizm’in kapitalist ekonomiyi yorumlamasını ve bu konudaki teorisini kavramaktır. Kendisine Marksist diyen siyasi çevrelerin oldukça çok olduğu ülkemizde Marksist politik ekonominin ve Marksist kriz teorisinin hiç anlaşılmadığı da bir gerçektir. Belli bir alışkanlık sürüyor; hiçbir nesnel açıklaması yapılmaksızın Türk ekonomisinin sürekli kriz içinde olduğu şu veya bu biçimde savunuluyor. Ama Marksist teori, kapitalist ekonominin hiçbir zaman sürekli kriz içinde olamayacağını öğretiyor. Bize bu konuda yol gösteren Marksizm’in bu öğretisidir.
Diğer taraftan, bir taraftan Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğu kabul ediliyor, ama aynı zamanda kapitalizmde ekonomik yasaların nesnel ve evrensel oldukları ve dolayısıyla bu yasaların Türkiye’de de geçerli olduğu bir türlü kabul edilmiyor. Bunları neye dayanarak söylüyoruz? Marksizm adına konuşanların görüşlerinden ve bu konuda bize yönelttikleri eleştirilerden hareketle. Örnek: “Alınterimiz” gazetesi bir yazımızı eleştirerek şöyle diyor:
“Y. Atılım, üretim sektöründe keskin bir durgunluk ve daralmaya doğru evrilen ekonomik krizi ‘yapay olarak yaratılmış’ mali krizden ibaret saymakta, ‘gerçekten bir krizin olmadığını’ büyük bir ciddiyetle iddia etmektedir”
“Spekülatif köpük ekonomisinin sönmesiyle açığa çıkan ağır bir üretim krizi”.
Bu anlayışlar bir makalede yer alıyor. Konuya bir düzeltme yaparak geçelim. “Keskin bir durgunluk ve daralmaya doğru evrilen ekonomik kriz” olmaz. Krizin kendisi ekonomide durgunlaşmış ve daralmış olmayı da içerir. Bu anlamda ekonomik kriz, durgunluğu ve daralmaya doğru evrilmez. Şayet evrilme kelimesini mutlaka kullanmak gerekiyorsak, ekonomik kriz –mademki var-, kaçınılmaz olarak kendini redde doğru, yani ekonominin krizden çıkmasına doğru; ekonomik kriz devreviliğinin başka bir aşamasına doğru evrilir. Bu başka aşama da krizden çıkmanın adıdır. İkinci düzeltme; Yukarıda “durgunluk ve daralmaya doğru evrilen ekonomik kriz”, “spekülatif köpük ekonomisinin sönmesiyle açığa çıkan ağır bir üretim krizi”ne dönüşüyor. Sadece bu çelişki, arkadaşların bu konuyu anlamaktan ne denli uzak olduklarını gösterir. Konumuza gelince.
Bize yöneltilen eleştirinin yanlışlığını ve bu konudaki düşüncelerimizin doğruluğunu göstermek için birkaç hafta önceki gelişmeleri hatırlatalım.
İMKB’nda birkaç hafta süren olağanüstü hareketlilik, çeşitli kesimler tarafından farklı biçimlerde yorumlandı. Burjuva kesimlerin genel kanısı, İMKB’nda faiz-kredi likidite hattında bir mali krizin patlak vermiş olmasıdır. İMKB’nda endeksin gelişme seyri, bu kanıyı doğrular gözükmektedir. Öyle ya 20 bin sınırına dayanmış olan endeksin, 4.12. 2000 tarihi itibariyle, 7 bin seviyesine düşmesi borsada işlem gören hisse senetleri fiktif (hayali) değerinin yarıdan çoğunun kaybedilmesi anlamına gelir.
Görünümü bir kenara bırakıp, mali kriz için nesnel koşulların olup olmadığına bakarsak, farklı bir durumla karşı karşıya kalırız. Hangi biçimde olursa olsun mali kriz, fazla üretim krizinin bir refakatçisidir, habercisidir. Marksist kriz teorisine göre birçok kriz yoktur. Bir kriz vardır. O da fazla üretim krizidir. Bu kriz de kapitalist yeniden üretim sürecinde doğar. Diğer krizler; para-kredi-mali krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar. Bu krizlerin patlak vermesinin bir dizi nedeni vardır. Bu nedenlerin toplamı, yansıyış biçimleri nasıl olursa olsun, reel üretimdeki; sanayi üretimindeki gelişmenin olumsuzluğuna doğrudan bir işarettir. Yani kapitalist bir ülkede, hangi biçimde olursa olsun bir mali kriz patlak veriyorsa bu, sanayi sektöründe olumsuz gelişmenin bir habercisidir. Şayet böyle bir durum yoksa; mali sektördeki dalgalanma reel üretim sektöründeki gelişme eğilimini yansıtmıyorsa, orada belli bir zorlama, politikada, hükümetin aldığı birtakım tedbirlerde ve uygulanmasında sakatlık var demektir. Türkiye’de böyle bir durum söz konusudur.
Sanayi üretiminin gelişme seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir: sanayi üretimi, bir yol öncesine göre 2000 yılının ilk çeyreğinde yüzde 3; ikinci çeyreğinde yüzde 3,7 ve üçüncü çeyreğinde de yüzde 9,7 oranında mutlak büyüyor. Soruna aylık reel üretim bazında bakarsak: 1999’un aynı aylarına göre sanayi üretimin 2000 yılının Haziranında yüzde 2,4; Temmuzunda yüzde 3,5; Ağustosunda yüzde 17,1 ve Eylülünde de yüzde 6,3 oranında mutlak büyümüş. Daha salıklı olacağı için sanayi üretiminin gelişmesini tablolaştırarak ve on bir aylık ortalama bazında verelim.



Demek oluyor ki, reel üretim açısından ekonominin bir sorunu, krizsel bir durumu söz konusu değil. Tam tersine sanayi üretimi, genel beklentinin de ötesinde oldukça hızlı büyüyor ve büyümenin hızı, enflasyona karşı mücadeleyi olumsuz etkilediği için IMF ve hükümet tarafından pek de istenmiyor. Salt bu durum, İMKB’nda yaşanan son gelişmenin ekonomi kaynaklı olmadığını ve bundan dolayı da gerçek bir mali-likidite-borsa krizinden bahsedilemeyeceğini göstermektedir.
İMKB’ndaki gelişmenin, bu boyutlarda olmasa da böyle olacağı çok önceden biliniyordu. Bu anlamda yeni olan bir şey yok. 1999’da, depremden önce acınacak bir durumda olan borsa, depremin verdiği zarara; sanayi üretimini olumsuz etkilemesine rağmen sürekli yükselmiş ve bu yılın başında 20 bin sınırına dayanmıştı. Bu, şişirme bir gelişmeydi. Sonra endeks, düşüşe geçti. Bu düşüş, 12-13 bir civarında normal seviyesini almaşı olacaktı. Belli bir dönem öyle de oldu. Ama sonra durum yeniden değişti. Bu değişmenin nedenini Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel şöyle açıklıyor:
“Bizde bankalar tepişiyordu, şu oluyordu, bu oluyordu. Ekonomik programın yarattığı değişiklikler var. Düzen değiştiriyoruz, kolay değil. Bütün faktör gelirlerinin altını üstüne getiriyoruz. Kar, faiz, rant, ücret alışkanlıklarını değiştiriyoruz. Tam buralara doğru giderken bir boşluk aranıyor, zayıf bir nokta bulunuyor, o nokta daha da zayıfladığı bir anda yükleniliyor” (Sabah, 3 Aralık 2000).
Erçel doğru söylüyor.
Reel ekonominin hiçbir göstergesinin İMKB’ndaki son gelişmelere işaret olmaması bunu gösteriyor.
Borsa, hayali büyük miktarların el değiştirdiği, birilerinin kazanıp birilerinin kaybettiği bir kumarhanedir. Orada endeksin hareket yönü, spekülasyon tarafından belirlenir. “Camia”da ortaya atılan bir dedikodu bile borsayı etkiler.
Ne oldu? Hasan, Hüseyin’e kredi vermedi. Hüseyin de Veli’ye olan borcunu ödeyemedi ve Veli de, Hasan’a olan borcunu ödeyemedi. Hasan, Hüseyin, Veli veya A,B,C, birer şirket veya banka. Bunlar arasındaki parasal ilişkinin tıkanması sonucunda Merkez Bankası devreye girdi ve piyasaya fazladan para sürerek tıkanıklığı, likidite ihtiyacını gidermeye çalıştı. Enflasyonu düşürme üzerine kurulmuş bir “istikrar” programının uygulandığı, bankacılık sektöründe yolsuzluğun üzerine gidildiği bir dönemde borsanın her türlü oyuna daha açık olacağı, birtakım çevrelerin fırsat kolladıkları ve saldırıya geçecekleri bilinmeliydi. “İstikrar” programının ne denli başarılı veya başarısız olduğundan bağımsız olarak, hükümetin bu program uygulanmasından rahatsız olanlar var. Bunlar; rantçılar, faizciler, banka içi boşaltanlar, hortumcular, kayıt dışı ekonomi alanında faal olanlar, enflasyondan kazananlar düzenlerinin devamından yanalar. Bunlar, sistemin bir nebze de olusun disipline edilmesine şiddetle karşıdırlar. Bunlar, uygulamadaki aksaklıktan, Erçel’in belirttiği sorunlardan yararlanarak mevcut likidite sorununu bilinçli bir şekilde büyüttüler ve yapay borsa krizine neden oldular.
IMF ve Dünya Bankası, hazırladıkları ve hükümet tarafından uygulanan programlarının selameti için borsadaki gelişmeye, likidite sorununu çözümleme doğrultusunda müdahale ettiler. Apar topar Türkiye’ye heyet göndermelerinin, 10 milyar dolardan daha fazla kredi vermelerinin nedeni budur.
Bu yapay borsa krizi sonuçta neye mal oldu? Türkiye’nin daha çok borçlanmasına, daha sıkı bir şekilde IMF’nin denetimine girmesine ve reel üretimin önemsiz etkilenmesine.
Ne oldu? Bugün krizden bahseden yok. Burjuvazi “her şeyi” kendine göre halletti. Bunu esas itibariyle dört nedenden dolayı yapabildi;
a-reel ekonomide olumsuz gelişmenin olmaması,
b-IMF ve Dünya Bankası’nın nakit para desteği ve
c-hükümetin programını uygulamada kararlı gözükmesi.
d- İşçi sınıfı ve emekçi yığınların fazla bir direnciyle karşılaşmaması.
Şimdi soru şu: peki o zamanki mali “kriz” yapay değilse bugün “mali krizi”n ve bunun ötesinde “ekonomik kriz”in göstergeleri nedir? Bilmiyoruz ve ekonominin ağır bir kriz içinde olduğunu “ciddiyetle iddia edenler” de bu göstergeleri açıklamıyorlar.
Rakamları bir daha okuyalım; Bir yıl öncesinin aynı ayına göre toplam sanayi üretimi 2000’in Ağustosunda yüzde 17,1; Eylülünde yüzde 6,3; Ekiminde yüzde 13,2 ve Kasımında da yüzde 10,5 oranında artıyor. On bir aylık ortalama bazında ise bu artış Ağustosta yüzde 4,6; Eylülde yüzde 4,8; Ekimde yüzde 5,7 ve Kasımda da yüzde 6,2 oranlarında gerçekleşiyor.
En güncel veriler bunlar. Ekonominin ağır bir kriz içinde olduğunu savunanlar da bu verilerden hareket ederek sonuç çıkartıyorlar. Yani dayanak aynı, ama sonuç farklı. Marksist kriz teorisine göre bir kapitalist ekonomide reel üretim, yani sanayi üretimi mutlak olarak artıyorsa, orada ekonomik krizden bahsedilemez. Ama reel üretim mutlak olarak düşerse ve bu bir eğilim olursa orada ekonomik kriz vardır. Veriler, Türkiye’de sanayi üretiminin, son dönem itibariyle Kasım-Aralık 1999’dan beri sürekli mutlak büyüme içinde olduğunu gösteriyorlar. Öyleyse, bırakalım ağır olmasını, “hafif” bir ekonomik kriz de söz konusu değil.
Kavrayışsızlığın ideolojik-siyasi kökenini küçük burjuva olmakta aramalıyız.
Sürekli kriz, bu antimarksist anlayışı savunan arkadaşlar, sanıyorlar ki, ekonomi krizde değilse her şey “güllük gülistanlık”tır; işsizlik yoktur, ücretler “iyi”dir, “refah” vardır vs. Ama bu anlayış sakattır, yanlıştır. Bugün, Japonya’nın tartışılabilir durumunu bir kenara bırakırsak, hiçbir emperyalist ülke; AB-emperyalist ülkeleri ve ABD ekonomik kriz içinde değiller ve oralarda hiçbir şey yolunda gitmiyor; on milyonlarca işsiz var, mutlak ve görece yoksulluk var; kapitalizmin çelişkilerinden kaynaklanan bütün sorunlar bu ülkelerde de var. Buna ne diyelim? Bu arkadaşlara göre bu ülkelerde de ekonomik krizin olması gerekir.
Her bir ülkenin gelişmişlik durumu farklıdır. Emperyalist ülkeler, başka ülkeleri talan ederek de kendi işçi sınıfını ve emekçi yığınları bir dereceye kadar susturma olanağına sahipler. Türkiye gibi ülkelerde burjuvazinin bu olanağı yok ve kapitalizmin çelişkileri, yoksulluk, işsizlik bütün çıplaklığıyla topluma yansıyor. Bu durumu gören küçük burjuvazi, hemen kararını veriyor. Ekonomik kriz!
Küçük burjuvazi her ülkede yoksulluğun, işsizliğin boyutlarının farklı olduğunu, söz de kabul edebilir, ama gerçekte bunu yorumlayamıyor. Analiz yetmezliği küçük burjuvaziyi, siyasette ve teoride avanaklaştırıyor. Avanaklaşan küçük burjuvazi, işin kolayını atmakta buluyor ve desteksiz atıyor; Ne anlama deldiğini bilmeden, kavramadan “ağır ekonomik kriz”den, “köpük ekonomisi”nden, “durgunluğa ve daralmaya doğru evrilen ekonomik kriz”den bahsediyor.
Marksizm, propaganda ve ajitasyonun nesnel gerçekliğe dayanması gerektiğini, verilerin, nesnel gerçekliğin sınıf mücadelesi açısından yorumlanması, formüle edilmesi, kavramlaştırılması gerektiğini öğretir. Bizdeki avanak küçük burjuvazi ise, sözde Marksist olduğu için, nesnel gerçekliği göremez, analiz edemez, “siyah siyahtır, beyaz beyazdır” diyerek işin içinden çıkar; yani desteksiz atar. Türkiye’de desteksiz atanların ”atası”, Özgürlük Dünyası’dır. Bu dergi, var olduğundan bu yana Türk ekonomisini hep “yıkmıştır”, “çökertmiş”tir. Ama Türk ekonomisi bu arada, en azından ortalama olarak yüzde 15-20 civarında büyümüştür.
Küçük burjuvaziyi avanak yapan bir olgu da, arkasına bakmamasıdır. Dün bu konuda ne demiştim, ne oldu, yaşam düşüncemi doğruladı mı, doğrulamadı mı diye bir sorunu yoktur. Teorisini, düşüncesini sınama, kendini düzeltme diye bir derdi yoktur. Niye olsun ki? O dün de desteksiz atıyordu, bugünde desteksiz atıyor.
Küçük burjuvaziyi avanaklaştıran başka bir olgu da, düşmanı küçümsemeyi yanlış anlamaktır. Sanılıyor ki, düzene; siyasetine, felsefesine, ekonomisine vs. özgü her şeyi ne kadar olumsuz, kap kara gösterirsek, düşmana karşı o denli doğru mücadele etmiş oluruz. Doğrudur, düşman görülen, esas hedeftir ve onu yenmek için mücadele edilir. Bu stratejik bir sorundur. Ama taktik açısından durum tamamen değişir; Düşman gördüğün hedefin nesnel durumunu analiz etmeden, onun güçlü ve zayıf yönlerini tespit etmeden hitap ettiğin insanları o düşmana karşı nasıl yönlendireceksin?
Gerçeği saklayarak mı? Örneğin ekonomi krizde olmamasına rağmen krizdedir diyerek mi?
Yoksa ekonominin krizde olmadığını söylemek burjuvaziyi övmek anlamına mı geliyor? Yani burjuvaziyi “övmüş” olmamak için nesnel durum konusunda hitap ettiğimiz yığınlara nesnel gerçekliği açıklamayalım mı, onları eğitmek, örgütlemek ve yönlendirmek için mücadele etmeyelim mi? Yani propaganda ve ajitasyon yapmayalım mı?
Sorunu böyle de kavrayarak avanaklaşan küçük burjuvazi, birçok yazısında Marks ve Lenin’in burjuvaziyi “öve öve” bir hal oldukları sonucuna rahatlıkla varabilir.
Kapitalizmin yasalarının nesnel olduğunu inananlar, bu yasaların evrensel olduğuna da inanmak ve bunların Türkiye’de de geçerli olduğunu kabul etmek zorundadır.

9 Ocak 2001 Salı

IMF VE TÜRK EKONOMİSİ

IMF, Türkiye’ye 11,4 milyar dolar tutarında yeni bir kredi açtı. Emperyalizm, Türkiye’ye ilk defa bu kapsamda bir kredi veriyor. Dışa borçlanmanın başladığı ‘40’lı yılların ikinci yarısından bu yana Türkiye, emperyalist devletlerden ve özel yabancı sermaye çevrelerinden ancak az miktarlarda kredi alabilmişti. Şimdi ise 11,4 milyar dolar tutarında kredi alabiliyor. Bunun nedeni, Türkiye’nin emperyalist jeopolitika ve strateji bazında artan siyasi, askeri ve de ekonomik “kredi”sinde aranmalıdır. Bu neden ifadesini parasal(sermaye) miktara da yansıtıyor.

IMF, Türkiye’ye ek kredi açmak zorundaydı. Aksi taktirde bütün dünyada güvenirliği sorgulanacaktı. IMF, Türkiye’ye ek kredi açmak zorundaydı. Çünkü “istikrar” programının aksamadan uygulanmasını istiyor. İşte birbirini tamamlayan bu iki nedenden dolayı IMF, Türkiye’ye yeni kredi vermekte gecikmedi.

Türkiye’de “istikrar” programının uygulanamamasının önünde iki temel neden vardır; Bunlardan birisi, burjuva içi çıkar çatışmaları ve bunun ekonomiye yansıması. İkincisi de duyarlı kamuoyu muhalefetinden sendikal muhalefete ve devrimci mücadeleye kadar uzanan oldukça farklı siyasi yönleri olan geniş yelpaze dinamikleri.

IMF’nin “yardım” ettiği ülkelerin ekonomilerini krize sokacağı veya krize sokmayı amaçladığı anlayışı tamamen yanlış bir anlayıştır. Kontrol ettiği ekonominin krizde olması yabancı sermayeye bir çıkar sağlamaz. Krizde olan ekonominin kendine hayrı yoktur ki yabancı sermayeye hayrı olsun! Krizde olan bir ekonomide emperyalizm ne gibi bir yarar sağlayabilir, verdiğini nasıl geri alabilir? Bağımlı hangi ülkede olursa olsun IMF programı, “yardım”ı alan ülkenin değil, yabancı sermayenin çıkarını gözettiği için “yardım”, sonuçta, ülke ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına en kapsamlı tekabül edecek bir şekilde düzenlenmesini öngörür. Bu da er veya geç ekonominin daha derin ve kapsamlı bağımlılığa sürüklenmesini, dayanıksız olmasını ve önemsiz de olsa iç ve dış olumsuz gelişmelere açık olmasını beraberinde getirir. IMF’nin “yardım” ettiği bütün ülkelerde müdahalesinin sonuçları hep böyle olmuştur. Bu anlamda Türkiye, bir istisna değildir.

IMF, DB ve dolayısıyla Amerikan emperyalizmi, stratejik ortak Türkiye’nin, kendisinden bekleneni yapabilmesi için siyasi ve ekonomik açıdan belli bir istikrara kavuşmasını talep ediyorlar. Türk burjuvazisine, ‘bunu tek başına yapmazsınız ancak bizim önerilerimiz doğrultusunda yapabilirsiniz’ diyorlar. Bu nedenle IMF, her şeyden önce, geniş yığınların yeniden düzene kazanılması için bilinen yolsuzlukların üzerine gidilmesini şart koştu. Bu anlamda, çeşitli isimler altında sürdürülen sayısız operasyonlar, rejimin geniş yığınlar nezdinde güven tazelemesine hizmet etmektedir.

IMF, daha kapsamlı talanın bir koşulu olarak da enflasyonun üstüne gidilmesini şart koşmuştur. Bu hükümet de, ciddi ciddi enflasyonun üstüne gitmiştir. Enflasyonun devamından çıkarı olan burjuva kesimler, mali sektörde faal olanlar, rantçılar, programın aksaması için her yola başvurmuşlardır. Avanak küçük burjuvazi ise enflasyon düşmeyecek fetvasını vermiştir. Ama enflasyon düştü. Hedefe ulaşılmadı, ama bir sene içinde yarı yarıya geriledi. Hükümetin, enflasyonu belli oranlarda da olsa düşüreceği, “istikrar” programının içeriğinden anlaşılıyordu. Program, milyonlarca emekçiyi açlığa ve sefalete mahkûm ederek enflasyonun düşürüleceğini öngörüyordu. Öyle de oldu. Ancak avanak küçük burjuvazi, enflasyonun ne pahasına düşürülebileceğini tartışmadı, hitap ettiği kitleyi bu doğrultuda aydınlatmadı.

IMF, özelleştirmeye ağırlık verin dedi. Özelleştirme, yabancı sermayenin şimdiye kadar giremediği sektörleri yerli ortaklarıyla birlikte ele geçirmesi, ulusal zenginlikleri talan etmesi, dolayısıyla ekonomiyi dolaysız kontrol etmesi anlamına gelir. Yabancı sermaye, özelleştirme alanında bugüne kadar atılan adımları hep yetersiz buldu.

Aralık ayındaki ekonomik ve siyasi gelişmeler çok öğretici olmuştur: Gücü kırılan rant ekonomisinin hamlesiyle patlak veren yapay mali “kriz”, çabuk boğuldu. Bu “kriz”in maddi nedeni yoktu (Ekonomide krizin maddi nedeni sanayi üretiminde aranır. Sanayi üretimi de, düşüş değil artış trendi içinde). İşi sağlama almak ve uluslar arası planda prestijini de kurtarmak isteyen IMF, kredi musluğunu açtı. Toplam 11,4 milyar dolar tutarında kredi sağlarım, ama daha sıkı ve sık kontrol ederim dedi. Ek niyet mektubuyla hükümet, IMF dayatmasını kabul etti.

Aslında bir yıldan bu yana uygulanan “istikrar” programının içeriğinde herhangi bir değişme yok. Önceliklerde belli bir değişme var. Örneğin, illa da enflasyon şu orana düşecek denmiyor. Ama denen şu: bankacılık sistemini, yabancı sermayenin işine yarayacak derecede temizleyin. Rant ekonomisine fırsat vermeyin, üzerine gidin. Memura-işçiye refah payından, enflasyona endeksli ücret artırımından vazgeçin. Özelleştirme konusunda verilen güvence yeterli değil. Tüketimi ve cari açığı kısın vs. Bu talepleri tasnif ettiğimizde karşımıza şu çıkıyor:

  1. Türk ekonomisi bu gidişiyle yabancı sermayeye en az yararlıdır. En çok yararlı hale getirilmesi için, kapsamlı talan ve halkın güvenini yeniden kazanmak için iktisadi ilişkide temizlik şart. Bu nedenden dolayı hükümet, neredeyse her gün yeni bir operasyonla bilinen soygunun, devlet olanaklarını talan etmenin üstüne gidiyor.

  2. 2001 yılı bütçe ve genel olarak ekonomik hedeflere varmak için muhalefetin susturulması gerekiyor. Hükümet, kendi içindeki muhalefeti, rantçı muhalefeti susturmak için operasyonlarını sürdürüyor. Sendikalardan gelen muhalefeti ise susturmakta hiç de zorlanmadı. Özellikle yapay mali “kriz“i kullandı. Bu, gerçek bir krizdir dedi. İşi, ‘az kalsın batıyorduk’ demagojisine kadar uzattı. Yani iyi ki IMF yardım etti, yoksa çökmüştük dedi! Böylece hükümet, geniş yığınlara, sendikalara, susun, önce düze çıkalım mesajı verdi. Memura refah payından, işçiye enflasyona göre ücret artırımından bahsetti. Sarı sendika ağalarının katkısıyla IMF ve hükümete karşı işçi ve ücretli memur yığınlarının, dönem dönem on binlerle ifade edilen kitlesel protestoları söndürüldü.

Geriye devrimci muhalefet, iktidara alternatif mücadele kalmıştı. IMF, yabancı sermaye, Türkiye’de “mezar suskunluğu” talep ediyor. Emperyalizm, Kürt ulusal direnişini boğdu, kendine zararsız hale getirdi. Hükümet, sendikal-yığınsal hareketi yedekledi, en azından yönlendiriyor. Faşist diktatörlük ve hükümeti açısından tek sorun, devrimci mücadele ve onun siyasi yapılarıydı. Bu cephenin susturulması gerekiyordu. Yıllardan beri hazırlığı yapılan saldırı ve imha programı uygulamaya kondu. F Tipi Cezaevi kavramında ifadesini bulan bu saldırı, tutsak devrimcilerin, sosyalistlerin ve komünistlerin fiziki ve zihni imhasını hedef alıyordu. Amaç, zindanları mücadele okulu/alanı olmaktan çıkartmaktı. Bunun için saldırdılar. Bunun için katlettiler.

Bu saldırıyla verilen kredi arasındaki bağ, ancak böyle açıklanabilir. Kredi veriyorum, devrimcileri imha et anlayışı yanlıştır, ucuz politikadır.

F Tipi Cezaevi olgusu, devrimci tutsaklara saldırı ve verilen kredi arasındaki bağ, emperyalizmin Türkiye ve bölgemiz üzerindeki stratejik çıkarları göz önünde tutulduğunda bir anlam kazanır.

Kısaca:

Olaganüstü bir durum olmazsa hükümet, “istikrar” programını uygulayacak. Belirlenen hedefe ulaşılmasa da enflasyon düşecek. Bu, kendini fiyat artışındaki yavaşlama -avanak küçük burjuvazinin sandığı gibi fiyatların düşmesinde değil- olarak hissettirecek. Her halükarda enflasyon, emekçi yığınların 2000 yılında olandan daha fazla yoksullaştırılmasıyla düşürülecek. Ekonomide (reel ekonomi=sanayi üretimi) büyüme devam edecek. Bu anlamda tüketimi kısma olanağı pek olmayacak veya amaçlandığı gibi olmayacak. Yerli ve yabancı tekeller karlarına kar katacaklar. Hükümet, özelleştirme konusunda verdiği sözü yerine getirmeye çalışacak. Anlaşılan o ki, yabancı sermaye girişi artışının önündeki yegâne önemli neden, özelleştirme konusunda verilen güvenin yeterli bulunmamasıdır.

IMF ve hükümetin, Türkiye’yi emperyalizm açısından, özellikle de Amerikan emperyalizmi açısından istikrarlı duruma getirme programını işçi ve emekçi yığınlar mücadelesiz kabullenmeyeceklerdir. Bu biliniyor. Bu mücadeleyi örgütleyecek ve düzeni yıkma mücadelesine çevirecek yegâne gücün devrimci örgütler olduğu da biliniyor. Emperyalist burjuvazinin susarak onayladığı mevcut imha, bunun önünü alma hareketinden başka bir anlam taşımıyor.

1 Ocak 2001 Pazartesi

DÜNYA DEVRİMİNİN KOŞULLARI DEĞİŞTİ Mİ?


DÜNYA DEVRİMİNİN KOŞULLARI DEĞİŞTİ Mİ?


Devrim tarihi ve tecrübesi Marksizmin bu soruya doğru cevap verdiğini göstermektedir. Buna rağmen soru, sürekli gündemde kalmıştır. Bunun nedeni ise devrimin koşullarının kavranmamasıdır. Dünya devriminin koşulları değişti mi sorusunda esas olan, üretim/mülkiyet ilişkileri ve buna tekabül eden sınıfların değişip değişmediği değildir. Soru böyle kavranıyorsa, söylenmesi gereken, en fazlasıyla, devrimin karakterdir. Yani söz konusu olanın, burjuva veya sosyalist devrim olup olmadığıdır. Ama sorun bu değil.
Dünya devriminin koşulları sorunu, kapitalist ekonomiyi, emperyalizmi, çelişkilerini ve nesnel yasalarını ne derece kavrayıp kavramadığımızı gösterir.