deneme

26 Şubat 2004 Perşembe

AB-ABD-TÜRKİYE

Alman ana muhalefet partisi başkanı Merkel’in arkasından Alman Başbakanı Schröder Türkiye’yi ziyaret etti. Alman tekelci burjuvazisinin bu siyasi temsilcileri Türkiye’nin AB üyeliği konusunda birbirine tamamen zıt açıklamalar yaptılar. Buradan da anlaşılıyor ki, Alman tekelci burjuvazisinin bir kanadı Türkiye’nin AB üyeliğini istemezken, diğer kanadı üyeliğe sıcak bakıyor gözüküyor ve bundan dolayı da Türk burjuvazisinin ağzına bir parmak bal çalıyor.
Ana muhalefet partisi(Hıristiyan Demokrat Birlik) başkanı A. Merkel, Türkiye’ye üyelik yerine „imtiyazlı üyelik“ önerdi. Ana muhalefetin küçük ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik partisi başkanı E. Stoiber de „Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa’nın sonu olur“ açıklamasıyla Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu açıkladı.

Almanya’nın sosyal demokrat eski başbakanlarından H. Schmidt, Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk baktığını, bunun kabul edilir olmadığını yıllar öncesi açıklamıştı.

Eski cumhurbaşkanlarından R. Weizsaecker (Hıristiyan Demokrat Birlik), Türkiye’nin AB üyeliğine olumlu baktığını ve Türkiye’nin AB üyeliğinin „küresel bir görev“ olduğunu açıkladı. Cumhurbaşkanı J. Rau da (sosyal demokrat), Türkiye’nin AB üyeliği üzerine tartışmaları erken bulduğunu açıkladı. Açık ki sosyal demokratların bir kesimiyle muhalefet aynı anlayıştalar.

Türkiye’nin AB ile ilişkileri Almanya açısından her dönem tartışılır bir konu olmuştur. Özellikle seçim dönemlerinde Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenler seçim malzemesi yapılmışlar ve bu çerçevede de Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili bolca açıklamalar yapılmıştır. Son yapılan çelişkili açıklamaların da seçimle ilgisi vardır. Bu sene Almanya’da 14 seçim var. 600 bin Türkiyeli Alman vatandaşı. Bir taraftan bunların oyu alınmak isteniyor. Diğer taraftan da muhafazakâr seçmenler, „Türkler geliyor“la korkutulmak ve bu korku ve tedirginliğin oya çevrilmesi planlanıyor. Tabii ki Türkiye’nin AB üyeliği üzerine Alman tekelci burjuvazisinin düşüncesi, seçim dönemlerinde yapılan böylesi taktik çıkışlarla açıklanmış olmaz.

AB, üyelik müracaatından bu yana Türkiye’yi sürekli oyalamış, bekleme odasında yaklaşık 40 sene bekletmiş ve iş, olmazsa olmaz aşamaya gelince aday üyeliği gündeme getirilmiştir. Helsinki’den bu yana Türk burjuvazisi, AB ülkelerinin de beklemediği bir hızla, „Kopenhag Kriterleri“ne uyum sağlamak için „reformlar“ gerçekleştirmiş, reform paketleri bir birini kovalamıştır. En azından biçimsel de olsa Türk burjuvazisi, istenileni yerine getirmiştir. Bundan dolayıdır ki, AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirisi „tamam, kâğıt üzerinde reform yaptınız, ama uygulamayı görmek isteriz“le sınırlı kalmıştır.

AB de biliyor ki Türkiye’nin üyeliği söz konusu olduğunda sorun, “Kopenhag Kriterleri”nin yerine getirilip getirilmemesi değildir. Mayısta üyelikleri onanacak olan ülkelerin hiçbirisi, üyelik koşullarını yerine getirip getirmeme konusunda Türkiye’den daha ileri bir durumda değildir. Ama buna rağmen bu ülkeler üyeliğe kabul ediliyorlar. Sadece bu anlayış, Türkiye’nin üyeliğine yaklaşımda başka faktörlerin belirleyici olduğunu göstermektedir.

Türkiye’nin AB üyeliğinde her şeyden önce belirleyici olan faktör, ülkenin jeostratejik konumudur. Türkiye’nin AB kriterlerine, çokça sözü edilen “Kopenhag Kriterleri”ne uyup uymadığı biçimseldir. Şayet AB, Türkiye’nin üyeliğini kendi çıkarları açısından doğru bulunsa, söz konusu kriterlere uyduğunu açıklar ve mesele biter.

Türkiye, “soğuk savaş”ın sonuçlanmasıyla; sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra stratejik öneminden bir şey kaybetmedi. Daha önce; iki kutuplu dünya döneminde Türkiye, “komünizme” karşı kapitalist dünyanın önemli bir stratejik üssüydü. Şimdi ise çok rekabet merkezli dünyada, dünya hâkimiyeti için mücadele eden her bir emperyalist güç odağı açısında oldukça önemlidir.

Türkiye, günümüzde emperyalist rekabet merkezleri açısından çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzasından oluşan üçgenin ortasında yer alıyor ve bu özelliğinden dolayı da emperyalist ülkeler arasında adeta paylaşılamıyor.

Jeopolitikacı Z. Brezenski’nin kaleminden Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin görevleri şöyle sıralanıyor:
“Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı kökten dinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye, muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden sağlanmasına yol açar”.

“Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.

“Bu nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.

Siyasi ve ekonomik açıdan, en azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı, emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir Türkiye isteniyor.
AB’nin Türkiye’ye ilişkin, Türkiye’de “demokratikleşmeye” ilişkin açıklamalarında da aynı isteği görüyoruz.
Gerek ABD ve gerekse de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’yi dışlayamayacaklarını görüyorlar.

Bu iki emperyalist rekabet merkezinin Türkiye ile bugünkü ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Ama gerek ABD ve gerekse de AB, Türkiye’nin, stratejik derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi olduğunu biliyorlar. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bölgesel bir gücün, AB üyeliği, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. Bunun ötesinde Irak’a saldırı döneminde birçok AB üyesi ülkenin Amerikan emperyalizminin yanında yer alması, ABD’nin, AB içinde Truva atlarının ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Üyeliği durumunda bunlara Türkiye de katılacaktır. ABD’nin, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesinin altında yatan gerçek budur. AB’nin önde gelen ülkeleri, özellikle de Almanya, böyle bir Türkiye’den korkuyorlar.

Böyle bir ülkenin AB’ye tam üye olmaması, ama ilişkilerin de tam üyeliğe doğru gidiliyormuş gibi sürdürülmesi, böyle bir süreç içinde Türkiye’nin AB’nin çıkarlarına koşulması, AB’nin bugünki Türkiye politikasıdır.

16 Şubat 2004 Pazartesi

SERMAYE HAREKETİ VE İŞSİZLİK


 
Son dönemlerde önde gelen emperyalist ülkelerin bazılarında ekonomide görülen canlanma, burjuva iktisatçıların analizlerine ve politikacıların da konuşmalarına yansımıştır. Emperyalist burjuvazi yeniden umut saçmaya başlamış ve işsizliğin üstesinden gelineceğini, ama bazı sıkıntıların olacağını, herkesin fedakarlık yapması gerektiğini her zamankinden daha güçlü dile getirmektedir. Ama şimdiye kadarki gelişmeler iddiaları yalanlamaktadır. Doğru, bugün için dünya ekonomisinin ve önde gelen bazı emperyalist ülkelerin krizden çıktıkları bir gerçektir. Ama bu, işsizliğin bir nebze de geriletilmiş olduğu anlamına gelmektedir.
OECD verilerine göre dünya ekonomisi, ekonomik devreviliğinin kriz aşamasını geride bırakmıştır. Bazı ülke ekonomilerini, özellikle de Amerikan ekonomisinin ekonomik krizden çıkmış olması bu eğilimi daha da güçlendirmektedir. Her halükarda söz konusu olan, güçlü bir büyüme değildir. Örneğin OECD verilerine göre ABD’de Yurtiçi Gayri Safi Üretim 2003’ün son çeyreğinde bir sene öncesinin aynı dönemine göre ancak yüzde 3,3 oranında büyümüştür. Sanayi üretimi ise yüzde 0,6 oranında gerilemiştir.

Ekonomi verileri, dünya çapında ekonomik krizin en derin noktasının aşıldığını ve canlanma aşamasına geçildiğini göstermektedir. Veriler, ekonomik büyümenin küçük boyutlarda/oranlarda gerçekleştiğini göstermektedir. Bazı ülkelerde ekonomi, 2003 yılının ilk üç çeyreğinde sürekli büyüme eğilimi içinde olmuştur. Örneğin bu dönemde büyüme oranları Japon ekonomisinde yüzde 2,3 ila yüzde 3 arasında ve İngiliz ekonomisinde de yüzde 1,8 ila yüzde 2,1 arasında değişmekteydi. Önde gelen diğer iki emperyalist ülke (Almanya ve Fransa), uluslararası rekabette gerilemişlerdir. Örneğin Almanya’da Yurtiçi Gayri Safi Üretim, 2003 yılı itibariyle yüzde 0,1 oranında gerilemiştir.
Her ne kadar dünya ekonomisi, krizin en derin noktasını aşmışsa da, sanayi üretimi önde gelen ülkelerde, örneğin ABD ve Japonya’da dünya fazla üretim krizinin başladığı dönemdeki (2000 yılı sonu) seviyesine ulaşamamıştır. Sanayi üretimi 2003’ün üçüncü çeyreğinde 2000 yılının 4. çeyreğindeki seviyesinden ABD’de yüzde 3,1, Japonya’da yüzde 6,6 ve Almanya’da da yüzde 6,7 oranında gerideydi.
Aslında bir ekonominin veya kompleks değerlendirme olanağı olan bir bölge ekonomisinin veya dünya ekonomisinin, bir fazla ekonomik krizden çıktığını söyleyebilmek için kıstas olarak alınan değerlerin (örneğin sanayi üretimi), krizin patlak verdiği dönemdeki büyüme seviyesini aşmış olması gerekir. Bu durumda ekonominin krizden çıktığı söylenir. Bu bakımdan dünya ekonomisi, bu dönemdeki krizinden henüz çıkmamıştır. Ama göstergeler, pek de geriye dönüşün olmayacağı bir eğilimi ifade ediyorlar. Bundan dolayı dünya ekonomisinin krizden çıktığını söylemek daha isabetli olur. 
 
Amerikan ekonomisinin konjonktürel yükselişi, artan borçlanmanın sonucudur. Ekonomiyi canlandırmak için silahlanma harcamaları arttırılmış ve Irak savaşı dolayısıyla da harcamalar yapılmıştır. ABD Kongresi, bu yılın borçlanma miktarını 477 milyar dolar olarak belirlemiştir. Bunun ötesinde meta ticaretinde dış ticaret açığı (Ocak-Kasım arası), 501 milyara varıyordu ve bu miktar da yurt dışından borçlanmayla karşılanabilmiştir. ABD ekonomisi için avantaj olan, doların değer kaybıdır. Böylece Amerikan ihracatı ucuzlamıştır. 
 
Dünya ekonomisinin, gelişme yönünün canlanma olması veya bu aşamaya girilmiş olması, birleşme ve devralma faaliyetini de canlandırmıştır. Firma birleşmeleri ve devralmalar, dünya ekonomik krizi döneminde neredeyse durma noktasına varmıştı. Örneğin 2000 yılı itibariyle birleşmeler ve devralmalar için harekete geçirilen sermaye miktarı 1444 milyar dolardı. Bu miktar 2002 yılında 594 milyar dolara kadar (yüzde 57 oranında) gerilemişti. Son dönemlerde birleşme ve devralma alanında yeniden canlanma olduğu izlenmektedir. Örneğin Amerikan işletmelerinin birleşme ve devralma alanındaki faaliyetleri 2003 yılında, 2000 yılına nazaran hız kazanmıştır. 2002 yılında 7874 ve 2003 yılında da 7894 birleşme ve devralma transaksiyonu gerçekleştirmişlerdir. Bu transaksiyonların toplam değeri de 461 milyar dolardan 528 milyar dolara çıkmıştır. 2002’de 68 ve 2003’te de 87 büyük çaplı (değeri bir milyar dolardan fazla olanlar) birleşme ve devralma transaksiyonu gerçekleştirilmiştir.

Bu ekonomik kriz döneminde de devasa boyutlara varan sermaye kıyımı gerçekleştirilmiş ve aynı zamanda yeni yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Tekeller arası rekabet ve azami kar dürtüsü, en modern teknolojiyi üretimde kullanmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Dünya pazarındaki payını genişletmek, en azından korumak isteyen, rakibi tarafından yutulmak istemeyen her uluslararası tekel, kendini yenilemek ve üretim sürecini yeniden örgütlemek zorundadır. Bütün bunlar sonuçta sermayenin organik bileşimini yükseltmekte; sermaye kapsamında değişmeyen kısım (bina, fabrika, teçhizatlar, makineler, hammaddeler vs.) değişken kısma (işgücü) nazaran daha hızlı artmaktadır. Diğer bir ifadeyle; sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, bugünkü koşullarda mutlaka işsizlik demektir. Bu nedenle, ekonominin krizden çıkması, işsizlerin sayısının azalması anlamına gelmemektedir. Tam tersine, sermayenin kendisini değerlendirebilmesi için, zorunlu çalışmaya (işgücüne) duyduğu ihtiyaç gerilemekte, asgarileşmektedir. Bu da işsizliğin kitlesel ve kronik olması anlamına gelmektedir.  Bu durum, kapitalist sistemin bir içsel çelişkisidir ve onun bu çelişkisini çözme yeteneği yoktur.


15 Şubat 2004 Pazar

M-L POLİTİK EKONOMİNİN BAZI SORUNLARI(III)

SERMAYE BİRİKİMİ-SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİNİN GELİŞMESİ VE İŞSİZLİK

Sermaye birikimi süreci, sermayede nicel değişimlerin olduğunu da gösterir. Bu değişimler, kapitalist üretim süreci boyunca ve sermayenin yapısındaki değişimle bağlam içinde; bu yapısal değişim temelinde gerçekleşir.

Sermaye bileşimi ve gelişmesinden anlaşılması gereken nedir?
Sermayenin iki tür bilişimi vardır; teknik ve değersel bileşim. Bu iki bileşim arasında fark vardır. Üretim sürecindeki her bir sermaye, maddesel (üretim araçları) ve işgücü olarak iki kısımdan oluşur. Buna, sermayenin iki bileşeni diyoruz. Bu her bir bileşenden hangisinin toplam içinde daha fazla veya daha az paya sahip olduğu mutlak değildir, değişkendir; koşula bağlıdır. Diğer bir ifadeyle: üretim sürecine dâhil olan üretim araçlarının ve kullanılan işgücünün (canlı iş) kapsamı (üretim araçları) ve miktarı (işgücü), toplumsal üretici güç olan işin gelişmesi tarafından belirlenen orantıya bağlıdır. Bundan dolayı sermayenin bu bileşenleri arasındaki ilişki, değişmez değil, değişir karakterlidir,

Üretim sürecinde kullanılan üretim araçlarının işgücüne olan nicel ilişkisine sermayenin teknik bileşimi denir. Azami kar ve rekabet, kapitalistleri, sürekli yeni makineler, teçhizatlar; bir bütün olarak yeni teknoloji kullanmaya zorlar ve bu da sermayenin teknik bileşimini değiştirir; sermayenin teknik bileşimi, kapitalist ekonomi yasalarının, artı değer, rekabet gibi nesnel yasaların işlerliğinin kaçınılmaz doğrudan sonucudur.

Sermayenin teknik bileşimi, kendine özgü tarihsel görünüm biçimini sermayenin değersel bileşiminde gösterir: Bütün üretim unsurları sermaye olarak hareket ederler (üretim araçları değişmeyen sermaye ve işgücü de değişken sermaye olarak). Bu durumda üretim sürecinde olan bütün üretim unsurlarının teknik bileşimi, sermayenin değişmeyen ve değişen bileşenleri olarak görünürler. Marks, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye olan ilişkisini/oranını, sermayenin değersel bileşimi olarak tanımlar.

Sermayenin bu iki bileşimi (teknik ve değersel bileşimi) bir birinden kopuk değildir. Her iki bileşim arasında belli ilişkiler vardır; yeni makineler, yeni teçhizatlar, yeni/başka hammaddeler, enerji kaynakları vs. Bu üretim araçlarının kapsamının değişmesi, her bir işgücü başına düşen miktarının da değişmesi anlamına gelir. Bu da sermayenin teknik bileşiminin değişmesi anlamına gelir. Bu değişim kaçınılmaz olarak, sermayenin değersel bileşimine de yansır; yani değişmeyen sermaye, değişen sermayeye nazaran daha hızlı büyür. Ne var ki sermayenin teknik ve değersel bileşimi, aynı oranda/ölçüde gelişmez. Örneklersek; işin verimliliğinin artmasıyla üretim araçları üreten sektörlerde (makine vs.) üretim araçlarının değeri düşer. Bu durumda, değişmeyen sermayenin hacmi, içerdiği üretim araçları kütlesinden daha yavaş büyür. Bundan dolayıdır ki, sermayenin değersel bileşimi, teknik bileşiminden daha yavaş büyür.

Marks;
“Bunun nedeni şudur; işin üretkenliğindeki artışla, sadece onun tarafından tüketilen üretim araçlarının kapsamı değil, kapsamıyla karşılaştırıldığında değeri de düşer. Yani bunların değerleri mutlak olarak artar, ama kapsamı ile orantılı olarak değil. Bundan dolayı, değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki farktan doğan artış, değişmeyen sermayeye dönüştürülen üretim araçları kitlesi ile de değişen sermayeye dönüştürülen işgücü kitlesi arasındaki farktan çok daha azdır. Burada birinci fark, ikincisi ile birlikte artar, ama artış derecesi küçüktür” (K. Marks; Kapital C. I, s. 651/652).

Marks, sermayenin organik bileşimini şöyle tanımlar;
“Ben, bunların ilkine sermayenin değersel bileşimi, ikincisine de teknik bileşimi diyorum. Bunlar arasında karşılıklı sıkı bağ vardır. Bunu anlamak için sermayenin değersel bileşimine, bunun, sermayenin teknik bileşimi tarafından belirlenmesi ve bu bileşimdeki değişmeleri yansıtması açısından, sermayenin organik bileşimi diyorum” (Agk, s. 640).

Sermayenin bileşenleri arasındaki oransal ilişkideki değişkenlik, sermayenin organik bileşiminde de söz konusudur. Sermayenin organik bileşiminin yüksek olması, bileşenleri karşılaştırıldığında, değişmeyen sermayenin payının değişene nazaran daha yüksek olması anlamına gelir. Sermayenin organik bileşiminin düşük olması durumunda bunun tersi söz konusudur. Bu durumda sermayenin bileşenlerinden değişen sermayenin payı, değişmeyenin payından daha yüksektir.

Bu ne anlama gelir? Açık ki, sermayenin organik bileşiminin veya da işin verimliliğinin artması, her bir işçi tarafından harekete geçirilen üretim araçları hacminin artması anlamına gelir. Veya aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan üretim araçları kütlesini harekete geçirebilir ve giderek artan kullanım araçları üretebilir. Neden? Şayet aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan miktarlarda hammaddeleri, üretim araçlarını harekete geçiriyor ve giderek artan miktarda üretim yapabiliyorsa, orada, bu üretim sürecinde modern teknoloji kullanıyor demektir.

Azami kar, rekabet veya daha genel anlamda ifade edersek; sermayenin tam anlamıyla değerlendirilmesi/değerlendirilememesi kaygısı, kapitalistleri sürekli modern teknoloji kullanmaya zorlar. Bu da sermayenin organik bileşimini kaçınılmaz olarak yükseltir ve kapitalistler, mümkün olduğunca az sayıda işgücüyle; az miktarda değişken sermaye ile oldukça büyük kapsamlı değişmeyen sermayeyi harekete geçirmeyi amaçlar. Bugün devasa boyutlara varan birikmiş sermayenin, giderek azalan işgücü tarafından harekete geçirilmesi bu ters orantılı gelişmenin açık ifadesidir. Kapitalist veya tekelci sermaye, var olmak için bunu yapmak zorundadır. Bu kaçınılmazlık sonuçta, değişken sermayenin değişmeyen sermayeye oranla görece azalmasına neden olur. Yani işçiler sokağa atılırlar.

Marks şöyle diyor: “Birikimin ilerlemesi değişken sermayenin görece büyüklüğünü azaltıyorsa, bu onun mutlak büyüklüğünün artışını asla dışlamaz. Diyelim ki, bir sermaye bileşimi başlangıçta yüzde 50 değişmeyen, yüzde 50 değişen sermaye olarak ayrılmış olsun ve sonra bu bileşim yüzde 80 değişmeyen, yüzde 20 değişen şekline dönüşmüş olsun. Eğer bu arada başlangıç sermayesi -diyelim ki 6000 sterlin- 18000 sterline yükselmiş ise, bunun değişen kısmı da beşte bir artmıştır. Eskiden 3000 sterlin iken şimdi 3 600sterlin olmuştur. Ama eskiden sermayede yüzde 20 oranında bir artış, işe olan talebi yüzde 20 artırmaya yeterken, şimdi bu artış, başlangıç sermayesinde üç kat bir artış gerektirir” (Agk; s. 652).

Marks’ın bu anlayışına göre, değişken sermayenin görece azalması, onun mutlak büyüklüğü kütlesinin artışıyla bağlam içindedir. Sermayenin birikim sürecinde değişken sermaye de mutlak olarak artar. Yani daha çok sayıda işgücü sömürülür. Değişken sermaye mutlak olarak artar, ama görece olarak azalabilir.
Bu anlayış bugün de geçerli mi? En azından maddi değerlerin üretiminde geçerli mi? Yani artı değerin yaratıldığı üretim alanlarında geçerli mi? Bu sektörlerde, örneğin emperyalist ülkelerde sanayi sektöründe değişken sermaye; yani işçi sayısı mutlak olarak artmıyor, tam tersine azalıyor veya azalma eğilimi içinde.

Öyleyse:
Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, yani teknolojik gelişme, maddi değerlerin üretiminde zorunlu çalışmayı asgariye indiriyor ve bu alandaki işgücünün sayısal artışını durduruyor ve doğan görece çalışan nüfus fazlalığını hizmet sektörüne öteliyor veya işsizliğe mahkûm ediyor. Bu durumda, maddi değerler üretimi sektöründe değişken sermayenin görece azalması yanında mutlak azalması eğilimini de görüyoruz.

Bu eğilimden değişken sermayenin görece azalması, işgücünün sömürülme derecesini düşürür sonucu asla çıkartılamaz. Tam tersi söz konusudur.

Marks şöyle diyordu:
“Tam tersine, metaların içerdikleri ek canlı işin toplam miktarı azaldığı halde , karşılığı ödenen kısma oranla ödenmeyen kısmı ödenen kısımdaki mutlak ya da nispi azalma nedeniyle büyür, çünkü, bir metadaki ek canlı işin toplam miktarını azaltan aynı üretim tarzı, mutlak ve görece artı değerde bir yükselmeyi de beraberinde getirir” (Marks; Kapital, C. 3, s. 249-250).

Bu böyle olmasaydı, neoliberal saldırıları; sermayenin çalışma sürecinde esneklik dayatmasını veya yoğun baskıları açıklayamayız veya da kapitalistin veya uluslararası tekellerin “kötü” niyetiyle açıklardık!

Sonuç itibariyle:
Buradaki sorun, kapitalist üretim biçiminin bir sorunudur. Hiçbir zaman çözemeyeceği temel çelişkilerinden birisidir. Nasıl çözsün ki?

İşgücüne olan talep her şeyden önce, sermaye birikiminin organik bileşiminin gelişmesine bağlıdır. Sermayenin organik bileşiminin gelişmesi de işin verimliliğinin gelişmesiyle bağlam içindedir: Sermayenin organik bileşimi yükseliyor; işin verimliliği artıyor ve maddi değerlerin üretiminde zorunlu işe olan ihtiyaç asgariye düşüyor. Yani bu sektörlerdeki işçiler, hizmet sektörüne veya da işsizliğe öteleniyor.

Demek oluyor ki; hacmi aynı olan sermaye, organik bileşimi yükseldikçe, daha az sayıda işgücü kullanır. Bir örnek; diyelim ki 100 işçi 8 saatte 1000 TL tutarında bir kullanım değeri üretsin. Burada işçi başına 10 TL tutarında bir miktar düşer. Diyelim ki, sermayenin organik bileşimi yükseldi, yani kapitalist yeni makineler, modern teknoloji kullanmaya başladı. Bu durumda üretilen kullanım değeri artar. Diyelim ki 1000 TL’den 1200 TL’ye çıksın. Bu durumda her bir işçi 12 TL tutarında bir kullanım değeri üretmiş olur. Bu durumda kapitalistin 100 değil 83 işçiye ihtiyacı vardır. Yani 17 işçi fazlalık olmuştur.

Hiçbir kapitalist, hiçbir uluslararası tekel, sistemlerinin yok olması pahasına da olsa bu süreçten geriye dönülmesi için çaba harcamaz. Bu “iş” ile uğraşmak için hükümetlerini görevlendirmişlerdir. Ve o hükümetler de işsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlerle mücadeleyi esas almışlardır. Başka yapacakları bir şey de yok. Ama neoliberal dayatmaların uygulaşıcısı hükümetlerin yanı sıra başka açından başka güçler de işçi sınıfının devrimci gücünü etkisizleştirmek için boş durmamaktalar. Birkaç seneden beri yeni bir dünya vaat ediliyor. “Başka bir dünyanın olası”, “mümkün” ve “muhtemel” olduğundan bahsediliyor. Dünya çapında milyonlarca çalışan ve çalışamayan işçi ve emekçi, “sosyal devlet” için, eski günlere yeniden dönmek için; reforme edilmiş kapitalizm için “vatandaş” olarak mücadeleye çağrılıyorlar.

Başka bir yazıda “emeğin” geleceğini ve bu anlamda Keynesçilikle neoliberalizm arasındaki “meydan muharebesi”ne ele alacağız.

MARKSİST-LENİNİST POLİTİK EKONOMİNİN BAZI SORUNLARI(II)


KAPİTALİST BİRİKİMİN GENEL YASASI VE İŞÇİ SINIFININ DURUMU-SERMAYE BİRLEŞMESİ İLE İŞSİZLİK ARASINDAKİ BAĞ


1970’lerden bu yana kapitalist üretimde süregelen durgunluk; inişler-çıkışlar gösteren küçük oranlı büyüme, kapitalist üretim sürecinde değişmelerin olduğunun ve bundan dolayı da sermaye birikiminin, maddi değerlerin üretiminde çalışan (sömürülen) işçilerin sayısında mutlak artışın artık bir kıstası olmadığını göstermektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Kapitalist üretim, giderek daha az sayıda artı değer üreten işgücüyle gerçekleştiriliyor. Bu nesnellik, aynı zamanda, işçi sınıfını tanımlamada üretimdeki konumun (artı değer üretiminin) yegâne kıstas olarak alınamayacağını da gösterir. Bu gelişmeyi açıklamak için konuya ilişkin bazı kavramları kısaca açıklayalım.

Kapitalist birikimin genel yasasının tanımı:

K. Marks, kapitalist birikimin genel (veya da mutlak yasasını) şöyle formüle eder:
“Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyük olursa, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Aç. Marks, Marks-Engels Toplu Eserler, C. 23, Kapital C. I, s. 673/674)

Açıklaması:
1-Kapitalist birikim antagonist karakterlidir.
2-Kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli sosyo-ekonomik bağlamları içerir:

Birincisi; sermaye ve ücretli işi (çalışma) birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırırlar.
a-Sermeye birikimi, işçi sınıfının büyümesine (sayısal olarak çoğalmasına) neden olur.
b-Sermayenin birikim sürecinde bir kutupta sermaye giderek artar ve giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanır, diğer kutupta ise nüfusun giderek artan bir kısmı işçiye dönüşür.

Marks’ın bu anlayışından, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının bir madalyonun iki yüzünü oluşturduğunun, bu kutuplaşmanın diyalektik bir bağ içinde olduğunu görüyoruz.

İkincisi; kapitalist birikimin genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğar. Yani sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, görece nüfus fazlalığına neden olur. Demek oluyor ki görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik, sermayenin birikim sürecinde doğuyor ve sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle ilişki içinde gelişiyor.

Üçüncüsü; kapitalist birikimin mutlak yasası,
a) zenginliklerin ve iktidarın kapitalist sınıfın elinde toplanması ve
b) işçi sınıfının artan sömürüsü ve baskı altına alınışı anlamına gelir.

Sermaye birikimi sürecinde ücretli işin sermayeye bağımlılığı artar ve her şey, bütün araçlar, ekonomik, mali, siyasi, idari vb. birikimin artışı ve üretimin gelişmesi için araçlara dönüştürülür.

Marks’ın bu anlayışına göre sermaye birikim süreci, aynı zamanda, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta da sömürü ve baskının birikimi demektir.

Dördüncüsü; kapitalist birikimin mutlak yasası, kapitalist birikimin tarihsel eğilimini de ifade eder:
a-kapitalist birikim eninde sonunda, kapitalizmi yıkacak nesnel koşulları yaratır.
b-kapitalist birikim, nihai olarak, bu üretim biçiminin tarihsel oluşunu, bir üst üretim biçimi tarafından (sosyalizm) yıkılacağını; toplumun kaçınılmaz olarak sosyalizme doğru geliştiğini ifade eder.
Bu tespitlerin bugünkü koşullarda ne derece hala geçerli olup olmadıklarına bakalım. Burada söz konusu olan, kapitalist birikimin genel/mutlak yasasını sorgulamak değildir. Bu yasanın geçerliliği tartışma dışıdır. Ama kapitalist üretim sürecindeki; sermaye birikimindeki içsel gelişmeler/değişimler, başka olguları da açığa çıkartmıştır. Bunu, sermaye birikimi ile işçi sınıfının büyümesi arasındaki ilişkide görmekteyiz.

Kapitalist birikimin mutlak, genel yasasının, açıklamaya çalıştığımız ikinci kısmının bazı noktaları artık gerçek anlamıyla geçerli değildir.

Kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli sosyo-ekonomik bağlamları içeriyor. Bu sosyo-ekonomik bağlamların neler olduğunu yukarıda belirttik. Bunlar, kapitalist üretim biçiminin gelişmesine göre değişebilen, tarihsel olan bağlamlardır.

a-Sermaye ve ücretli işi (çalışma) birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırıyorlar. Ama bu koşullandırma; sermaye birikimi, artık, eskiden olduğu gibi maddi değerlerin üretiminde çalışan işçi sınıfının büyümesine (sayısal olarak çoğalmasına) neden olmuyor. Tam tersine azalmasına neden oluyor.

b-Sermayenin birikim sürecinde bir kutupta sermaye giderek artıyor ve giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanıyor. Ama diğer kutupta ise nüfusun giderek artan bir kısmı artık maddi değerlerin üretiminde çalışan işçiye dönüşmüyor.

c-Kapitalist birikimin genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğuyor. Bu, tamamen doğrudur. Ama kapitalist birikimin genel yasasının bu yönünün/özelliğinin geçerliliğini açığa çıkartan koşullar, bugün, teknolojiye dayanan ekonomilerde artık pek görülmüyor: Sermaye yoğunlaşıyor ve merkezileşiyor ve sermayenin organik bileşiminin yükseliyor. Ama mevcut kronik kitlesel işsizlikten dolayı, görece nüfus fazlalığına nasıl neden olduğu görülmüyor. Bu nedenden dolayı birtakım küçük burjuva avanak takımı, işçi sınıfının yok olduğundan, toplumun sınıfsal yapısının değiştiğinden vb. bahsedebiliyor. Böylece işçi sınıfı ve iktidar, perspektif olarak sosyalizm, bir kenara atılıyor ve neoliberalizme, emperyalist küreselleşmeye karşı ve “sosyal devlet” için vatandaşların mücadelesi esas alınıyor.

Sonuç itibariyle:
Şimdiki durumda, en azından 1970’lerden bu yana bu sürecin gelişmiş kapitalist ülkelerde veya üretimde teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı ülkelerde geçerli olmadığını görüyoruz. Sermaye birikimi, maddi değerlerin üretiminde (sanayi, tarım) çalışan işçi sınıfını sayısal olarak büyütmüyor. Tam tersine, teknolojik gelişmeden dolayı zorunlu çalışmaya duyulan ihtiyaç azalması veya asgariye inmesi, işçi sınıfının bu alanda çalışan kesiminin sayısal olarak azalmasına neden oluyor. Bu durum da kar oranını olumsuz etkiliyor; kar oranı düşmeye devam ediyor. Bu, Marksist teorinin değil, kapitalist üretim biçiminin bir çelişkisidir.

Çalışabilir olanların sayısı artıyor, ama bunların hepsi çalışma sürecine katılamıyorlar. Ancak çalışır durumda olanların çalışma sürecinden ayrılmaları (ölüm ve emeklilik) durumunda veya yeni iş yeri açılması durumunda çalışma sürecine katılabiliyorlar.

Artı değerin sermayeye dönüştürülmesine sermeye birikimi deniyor. Sermaye birikiminin iki yönü vardır. Veya artı değerin bir kısmı;
a-değişmeyen sermayeye dönüştürülür (üretim araçları hammadde vs. satın alınması) ve
b-bir kısmı da değişken sermayeye dönüştürülür (yeni işgücüne ödenen sermaye).

Demek oluyor ki, sermaye birikimi veya artı değerin sermayeye dönüştürülmesi, işgücü ve üretim araçlarında talep artışı anlamına gelir. Soru şu: Bu, bugün de geçerli mi? Şüphesiz ki, sermaye birikiminin; artı değerin sermayeye dönüştürülmesi gerçeğinde bir değişme olmamıştır. Ama sermaye birikimi sürecinde birtakım değişmeler olmaktadır. Örneğin; günümüz kapitalizminde sermaye birikimi, her koşul altında işgücüne olan talebin artması anlamına gelmiyor. Firma birleşmelerine, devralmalara bakalım. Bu transaksiyonlar, aynı zamanda sermaye birikimi demektir. Ama bu birikimlerde (birleşmelerde) işçiler daha ziyade sokağa atılıyorlar; bu birleşmeler işçi sınıfını sayısal olarak çoğaltmıyor, büyümesine neden olmuyor Veya devasa boyutlarda değişmeyen sermaye ve sabit sermaye yatırımı sonucunda kurulan modern fabrikalara bakalım. Buralarda giderek, eskiye oranla daha az sayıda işgücüne ihtiyaç duyulduğunu görürüz. Demek ki, günümüz koşullarında sermaye birikimi; artı değerin sermayeye dönüştürülmesi, her koşul altında işçi sınıfının sayısal artışı anlamına gelmiyor.

Marks şöyle der;
“Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks. agk. s. 641, 642)

Bu tespitte yanlış olan bir şey yok. Ama günümüzdeki kapitalizmde görülen gelişmeler, bu anlayışın doğru kavranması için yeniden yorumlanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. “Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir” (Marks). Ama devasa boyutlarda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi; dev şirket birleşmeleri, sermayenin değişken kısmının; işgücüne dönüşmüş bileşeninin mutlaka büyümesi anlamına gelmiyor. Tam tersi bir gelişmeyi görüyoruz. Şüphesiz ki, “sermayenin büyümesi, … sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (Marks). Bu, bir gerçekliktir. Ama yeniden yorumlanması gerekir.

Çünkü:
Bu anlayış maddi değerlerin üretimindeki değişken sermayenin büyümesi (bu alanda çalışan proletaryanın çoğalması) bazında artık pek geçerli değildir. Ama kapitalist sistemin dağıtım (dolaşım) ve hizmet sektörü bazında geçerlidir. Dolayısıyla bugün sermaye birikimi dendiğinde, proletaryanın maddi değerlerin üretiminde (sanayi ve tarım) değil de, daha ziyade hizmet sektöründe çoğalması anlaşılmalıdır.

MARKSİST-LENİNİST POLİTİK EKONOMİNİN BAZI SORUNLARI(I)

Önceleri işsizlik sorunu ekonomik kriz dönemlerinde daha ziyade tartışılan bir konuydu. Özellikle geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından bu yana bu konu gündemden hiç düşmemiştir. Ekonomi krizde olsa da, olmasa da sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Burjuvazinin işsizlik sorununa çözüm diye ortaya attığı öneriler boş çıkmış ve bazı uygulamalar da gerçek durumu gizlemeye hizmet etmekten öte bir anlam taşımamıştır.
1970’lerden buyana kapitalist sistemde iki farklı yönelişin birbirleriyle mücadelesine şahit oluyoruz. Bir taraftan “sosyal devlet” anlayışının savunucuları, yani Keynesçiler (bunlara “fiskalist”ler, neokeynesçiler de diyebiliriz) diğer taraftan da neoliberalizmin savunucuları (bunlara monetaristler de diye biliriz). Keynesçiler, artık kendilerine; sosyal-politik anlayışlarına sermayenin ihtiyacının kalmadığın görmüşler, ama buna rağmen, güya savaşarak, dövüşerek geri çekilmeye karar vermiş olmaları gerekir ki, dünya işçi sınıfını ve emekçi yığınları “başka bir dünya olasıdır”, “mümkündür”, “muhtemeldir” anlayışı etrafında örgütleyerek “sosyal devlet”e geri dönülebileceği anlayışını savunuyorlar ve bu doğrultuda “meydan muharebelerini” sürdürüyorlar. Bugün neoliberal politikalarla art arda yok edilen sosyal hakların yeniden elde edilebileceğine ve Keynesçi “tam istihdam” anlayışına göre işsizliğin toplumsal sorun olmaktan çıkartılabileceğine inanıyorlar. Buna karşın tekelci sermayenin; uluslararası tekellerin çıkarlarının sosyal-politik ifadesi olan neoliberalizm, sermaye hareketinin önündeki bütün engelleri yıkıyor. Sermaye birikimi; yoğunlaşması ve merkezileşmesi devasa boyutlara varmasına rağmen, işsizlerin sayısı azalacağına artıyor. Ekonomi krizde olmasa da işsizlerin sayısı artıyor. Bunun böyle olmasının nedeni tabii ki neoliberal politikalarda aranamaz. İşçileri sokağa atan, politikanın kendisi değildir. İşçileri sokağa atan, sermayenin organik bileşimindeki gelişmedir, teknolojinin üretimde yoğun kullanımıdır. Bazı açılardan sorunun esasına bakalım.

ÜRETİM VE İSTİHDAM

İŞSİZLERİN SAYISININ AZALMASI VEYA ARTMASI EKONOMİNİN KRİZDE OLUP OLMADIĞININ BİR KISTASI DEĞİLDİR ARTIK
Kapitalist üretim biçiminin devrevi kriz aşamasına girdiği 1825’ten bu yana sürekli tartışılan konulardan birisi de istihdam sorunu olmuştur. Ekonomik kriz dönemlerinde işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmaları ve krizin atlatılmasından sonra yeniden işe alınmaları; bir bütün olarak kapitalist üretim ile istihdam üzerine burjuva ekonomistler/teorisyenler bir dizi teori üretmişlerdir. Ama yaşam onların teorilerini çürütmüştür. Üretim-istihdam ve işsizlik sorununa çözüm getiren Marks olmuştur. Aradaki farkı şöyle belirtebiliriz:

Burjuvazi, kapitalizm koşullarında işsizliğe çözüm aramaktadır. Marksizm ise işsizlik sorununun kapitalizm koşullarında çözülemeyeceğini, bu sorunun kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurumasıyla çözüleceğini savunur ve bu savunu sosyalizm pratiği tarafından da kanıtlanmıştır.

Ekonomik kriz ve işsizlik arasındaki ilişki, aynı zamanda, ekonominin gelişme seyri için bir kıstas olmuştur. İşsizlerin sayısındaki azalma, maddi değerlerin üretiminde (sanayi üretimi) belli bir gelişmenin/büyümenin göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Burjuvazi, belli bir sanayi yedek ordusunu, işçi sınıfı üzerinde baskı aracı olarak kullanmak için hazır tutmuştur. Bu ordunun kapsamı ve ekonomik mücadeledeki gücü de, başka şeylerin yanı sıra, kapitalist ekonominin; sermaye hareketinin devrevi hareketine göre değişmiştir. Kapitalist üretimin devrevi hareketinin dört aşamadan oluştuğu dönemde (kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş) işsizlerin sayısı kriz ve durgunluk dönemlerinde, ama özellikle kriz dönemlerinde olağanüstü artarken, canlanma ve özellikle de yükseliş döneminde olağanüstü azalabiliyordu. Bu durumun değişmesinin ilk ipuçları geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında görülmeye başladı ve Komünist Enternasyonal, özellikle Amerikan ekonomisinde görülen bu gelişme üzerine şu tespiti yapıyordu: “... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, s. 201-04, 8. Oturum 1928).

Komünist Enternasyonal’in “başka süreç” olarak ifade ettiği bu gelişme, özellikle aynı yüzyılın ‘70’li yıllarından itibaren kronik kitlesel işsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ne olmuştu da kronik kitlesel işsizlik, kapitalizmin ayrılmaz bir olgusu olmuştu? Ne olmuştu da, örneğin maddi değerlerin üretimi artmasına rağmen, bu artış, işsiz sayısının azalmasına yansımıyordu? Sanayi üretimi artmasına rağmen işsizlerin sayısı neden azalmıyordu ve böylece bu olgu, ekonominin krizden çıkışının bir göstergesi olmaktan çıkmıştı?

Gerçekten de, sadece emperyalist ülkelerde değil, Türkiye gibi ülkelerde de; teknolojinin şu veya bu oranda kullanıldığı, ihracatı sanayi ürünlerine dayanan ülkelerde de, ekonomi krizden çıkmasına rağmen, işsizlerin sayısında önemli bir azalma olmuyor. Tersine işsizlerin sayısı artabiliyor. Diğer bir ifadeyle: Ekonomi krizde olmadığı dönemlerde de işçiler kitlesel olarak sokağa atılabiliyorlar. Bu gelişmenin nedenini, rasyonelleştirmede, yoğun teknoloji kullanımında; bir bütün olarak sermayenin organik bileşimindeki değişmede ve nihayet bütün bu gelişmenin toplam ifadesi olan sermaye hareketinin; kapitalist devreviliğin değişmesinde aramak gerekir.

‘70’li yıllardan sonra ekonomi devreviliğinde yükseliş aşaması yok olmuştur. O aşamanın yerini inişler-çıkışlar gösteren ve ekonomik büyümenin küçülmüş oranlarla gerçekleştiği bir dönem almıştır. Bugün yaşanan süreç veya kapitalist ekonominin seyri, ‘70’li yıllardan beri devam eden ekonomik durgunluğun doğrudan bir ifadesidir. Ekonomik durgunluk, aynı zamanda sürekli işsizlik, artan sayıda işsizlik, kronik hale gelen kitlesel işsizlik demektir. Böylece giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur.

Teknoloji o boyutlarda gelişmiş ve üretimde ve dolaşımda kullanılmaktadır ki, kapitalist ne kadar çok üretmek isterse üretsin veya kapitalizmde üretim anarşisi hangi boyutlara varırsa varsın, kullanılan işgücüne veya yanlış tanımlanmasıyla ifade edersek “emek” kullanımına olan ihtiyaç giderek azalmaktadır.(Sermayenin organik bileşiminin değişmesi-yükselmesi- esprisi). Bunun anlamı şudur: “Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
İş verimliliğinin artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. Bu gelişme, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler” (Komünist Enternasyonal; agy.).
Kapitalist veya uluslararası tekeller, rekabet gücüne sahip olmak, dünya pazarlarında en fazla payı kapabilmek veya mevcut paylarını koruyabilmek için en modern teknolojiyi üretimde ve dolaşımda kullanmak, üretimde rasyonelleştirmeye gitmek zorundadırlar. Bütün bunlar sonuç itibariyle sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişmesine; organik bileşimin yükselmesine neden olmaktadır. Var olmak için, başka sermayeler tarafından yutulmama için her sermaye, bu yolda yürümek zorundadır. Bu anlamda çalışan işçi sayısının giderek azalması, buna paralel olarak da işsizlerin sayısının giderek artması, ekonomik devreviliğin nesnel bir yasası olmuştur.

Bu gerçeklik, günümüz kapitalizminde kronik kitlesel işsizliğin kaçınılmaz olduğunu ve işsizlerin sayısındaki değişmenin, ekonominin krizde olup olmadığının bir kıstası olmaktan çıktığını gösterir.

Bu durumdan kurtulmanın; günümüzde teknolojik gelişmenin boyutlarını göz önüne getirirsek, geçici olarak kurtulmanın yegâne yolu, savaş ve olağanüstü nüfus artışıdır. Yeni bir emperyalist savaşla dünya taş üstünde taş kalmayacak derecede yıkıma uğrar. Bu durumda dünyanın yeniden inşası için olağanüstü boyutlarda işgücüne ihtiyaç duyulur ve belli bir süre için kronik kitlesel işsizlik olgusu ortadan kalkar. Veya dünya nüfusu, belli bir dönemde olağanüstü boyutlarda artar ve böylece mevcut talep kapsamı genişler. Bu talebe cevap vermek için arz (üretim) kapsamı artar. Ancak bu iki noktadan hareketle mevcut ekonomik durgunluğa karşı konabilir. Tabii ki böylesi olasılıklar, olağanüstülüğün, geçiciliğin ifadesidir. Bugün açısından kapitalist üretim için “normallik” ise, kronik kitlesel işsizliğin, Marks’ın deyimiyle eğilim olmaktan çıkarak kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmasıdır.

Bu yasanın anlamı, sadece, işsizliğin kronik kitlesel olduğunu ifade etmekle sınırlı değildir. Bu yasa, kapitalist üretim biçiminin nesnel olarak ömrünü doldurduğunun da ifadesidir. Çünkü yine Marks’ın tespit ettiği gibi, teknik ilerlemeden dolayı zorunlu işe (“emeğe”) olan ihtiyacın asgariye düşmesi, sermayenin kendini artık değerlendiremediğinin ifadesi ve giderek, değer yasasının geçerliliğini yitirmesi demektir. Sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişimi ve bu değişimin geriye dönüşümü olmayan bir değişim olması (bir yasa olması) bunu göstermektedir. Bu yasa sosyalizme geçişin nesnel koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterir. Veya da kapitalistler, azami kar amacından vazgeçerler, sermayenin bu içsel dürtüsü ortadan kalkar ve çalışma süresi haftada 15-20 saate indirilir. Böylece işsizlik olgusu ortadan kalkar. Ama bu sefer de kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkar. Tam istihdam ve “sosyal devlet” için mücadele eden Keynesçiler, Dünya Sosyal Forumu’nun ve Avrupa Sosyal Forumu’nun bir kısım bileşenleri, yığınları bunun için örgütlemeye çalışıyorlar. Onlara göre bütün kötülükler “küreselleşme”nin “aşırılıkları”ndan kaynaklanıyor. Kapitalizm, reforme edilirse, sermaye hareketi dizginlenirse, “küreselleşme” de kontrol altına alınır ve “sosyal devlet”e dönülür.