deneme

28 Mayıs 2003 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİSİNİN GELİŞME SEYRİ


 
Hiçbir çaba, hiçbir tedbir, ne Amerikan ekonomisini ve ne de onunla birlikte dünya ekonomisini krizden kurtaramadı. Amerikan sanayi üretimi, krizin başlangıcında, 2, 2,5 sene geriye savruldu. Ancak devletin yoğun müdahalesi (faizlerin düşürülmesi, devasa silah siparişleri vs.) sonucunda ekonomide belli bir canlanma oldu, ama bu müdahaleler, ekonomik krizin seyrini etkilemekten öteye değiştiremedi. Bu müdahalelerin sonucudur ki, 2001’in son çeyreğinde en düşük üretim seviyesine ulaşan sanayi üretimi, bu tarihten sonra 2002’nin 3. çeyreğine kadar belli bir canlanma sürecine girmiş, ama sonra üretim yeniden düşmeye başlamıştır. Üretim düşüşü hala devam ediyor.

2000 yılının sonu itibariyle Alman ekonomisi de ekonomik krize girmişti. ABD ve Japon ekonomileriyle karşılaştırdığımızda Alman ekonomisi (sanayi üretimi, brüt yurt içi üretim) oldukça zikzaklı bir gelişme göstermiştir. 2002’nin ilk çeyreği itibariyle başlayan üretim artışı aynı yılın son çeyreğinde yeniden düşmeye başlamıştır ve bu trend devam ediyor.
1990-1994 dünya ekonomik krizinden buyana Japon ekonomisinde dikkate değer bir canlanma olmamıştır. 1992’de 6,1 oranında mutlak küçülün Japon sanayi üretimi bugün, 1990’daki seviyesine bile ulaşmış değildir




Diyagramda da görüldüğü gibi, 2000’nin son çeyreğinden 2001’nin son çeyreğini Amerikan sanayi üretimi yüzde 6; Japon sanayi üretimi yüzde 22; Alman sanayi üretimi yüzde 4; İngiliz sanayi üretimi yüzde 5; Fransız sanayi üretimi yüzde 2 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 6 oranlarında ve 2000’in son çeyreğinden 2002’nin son çeyreğine de Amerikan sanayi üretimi yüzde 7; Japon sanayi üretimi yüzde 6; Alman sanayi üretimi yüzde 3; İngiliz sanayi üretimi yüzde 3 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 5 oranlarında mutlak geriliyor. Sadece Fransız sanayi üretimi baz alınan dönemdeki seviyesine ulaşıyor.

Ekonomik krizden bahsedebilmek için üretimin, daha önceki en yüksek seviyesinin gerisine düşmesi gerekir ve krizden çıkabilmek için de üretimin, o seviyeyi aşmış olması veya en azından o seviyeye ulaşmış olması gerekir. Bu üç ülke ekonomide böyle bir gelişme görmüyoruz

Bu üç ülke dünya sanayi üretiminin 1990’da yüzde 52’sini (ABD: yüzde 26,4; Almanya8,6 ve Japonya: yüzde 18,7), 2000 yılında da yüzde 51’ini üretiyorlardı( ABD: yüzde 26,4; Almanya: yüzde 7,9 ve Japonya: yüzde 16,7). Dünya ticareti ve sermaye ihracında da bu üç ülke belirleyici konumdalar. Bu nedenlerden dolayı bu ülkelerin, özellikle de Amerikan ekonomisinin krize girmesi, bu ülke ekonomilerini ve dolayısıyla da bütün dünya ekonomisini krize sürüklemektedir.

Burjuva bilim adamları, ekonomistleri, 11 Eylül saldırısını dünya ekonomik krizinin başlangıcı olarak tanımlarlar. Oysa kriz, 2000 yılı sonu itibariyle önce Amerikan ekonomisinde patlak vermişti. 2001’in üçüncü çeyreğine gelindiğin de ise 20 OECD üyesi ülke ekonomilerinde üretimde düşüşü olmuştur.

11 Eylül demagojisi tutmadı. Ama yeni bir demagoji piyasaya sürüldü. Her kriz döneminde tekrarlandığı gibi bu sefer de yeniden „ücretlerin yüksekliği“ gündeme getirildi. Oysa ücretlerin son yıllarda reel olarak gerilediği çok ve yaygın bilinen bir gerçektir. Bunun ötesinde ücretlerin üretim masraflarındaki payı OECD ülkelerinde ancak yüzde 10’dur. 1970’de ise bu oran yüzde 25 idi.

Burjuva ekonomistler, hükümetlerin ısmarlama bilirkişileri, bu sefer pek „umut“ satamadılar ve dolayısıyla borsalarda da belli bir canlanmaya yol açamadılar. Emperyalist burjuvazinin işine yarar bir „teori“ de üretemediler. Bu türden ekonomistler için Marks, şu değerlendirmeyi yapar:Burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmesinden “sonra sınıf mücadelesi, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı“ (Kapital, C. 1, s. 21).
Bu unsurlar, en fazlasıyla, yığınların dikkatini başka alana çekmek; krizin nedenleri üzerine düşünmelerini engellemek için kapitalist düzeni savunmanın yollarını ararlar. Örneğin „küreselleşme“döneminin demokrasi dönemi olduğunu,“küreselleşme“ döneminde özgürlüklerin elde edileceğini vb. demagojileri tekrarlamaktan usanmazlar. Ama hiçbir zaman, ekonomik krizlerin nesnel nedenlerini açıklamazlar, çünkü bunu açıklayacak durumda değiller. Önemli olan, uluslararası tekellerin karlarının artmasına katkıda bulunmak ve krizin yükünü de geniş yığınların sırtına yıkmaktır. Onların görevi budur.
Marks’ın dediği gibi, “işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de, bunların kapitalist sınıf tarafından kârlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri , sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir“ (Kapital, C. 3, s. 501).

Bu anlayış günümüz koşullarında şöyle somutlaşıyor: Marks, ekonomik krizin nedenini, kar oranlarının eğilimli düşüş yasasına göre açıklıyor. Bu yasaya göre, sermaye kullanımı arttığı oranda kar oranları düşer. Ve aynı zamanda toplam sermayeye oranlar ücretler için yapılan harcamalar düşer. İşgücünden ziyade daha çok makinenin kullanılması, işçinin verimliliğini arttırır ve aynı zamanda ücret harcamasını azaltır. Ama yatırılan sermaye ile elde edilen kar arasındaki olması gereken oranı, kapitalistin beklediği oranı bozar. Son kertede, kapitalist, herkes satın alır diye üretir, ama yığınların alım gücü bu gelişmeden dolayı da sınırlanmıştır. Maddi bolluk içinde kriz başlar.

Bu gelişkinin çözümü ve dolayısıyla ekonomik krizlerin yok olması, ancak ve ancak, mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesiyle; sosyalist devrimle mümkün olur. Krizden, işsizlikten, baskı ve sömürüden kurtulmanın başka bir yolu yoktur.




22 Mayıs 2003 Perşembe

ULUSLARARASI PETROL TEKELLERİ VE IRAK SAVAŞI



Irak savaşının nedeni üzerine çok şey söylendi. Amerikan emperyalizminin özelikle petrol için savaştığı ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istediği anlayışları vurgulandı. Irak’ın, bütün olarak Ortadoğu’nun, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası için bir üs olduğu da söylendi. Bu anlayışların hepsi doğrudur. Ama bu savaş, herhangi bir emperyalist savaş, herhangi bir istila ve işgal değildi. Onu diğer bu tür savaşlardan ayıran ve Yeni Balkan Savaşlarıyla, Afganistan Savaşıyla eş anlamlı yapan birtakım özellikleri var. Bu savaşlar, uluslararası planda emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği üç alanda -Balkanlar, Ortadoğu ve Hazar Havzası/Orta Asya- sürdürüldü ve emperyalist ülkeler, askeri güçlerine dayanarak bu bölgelerde protektorat rejimleri kurdular/kuruyorlar. Bu bölgelerden ikisi, dünyanın en büyük iki enerji kaynağı. Bu nedenle önemli. Balkanlar ise, Amerikan emperyalizmi açısından olası petrol boru hattı (Kafkasya-Karadeniz-Bulgaristan) ve AB’nin, özellikle de Alman emperyalizminin yayılmasının önünü almak için önemli.
Bu çelişkilerin ve en güncel olarak da Irak Savaşının arka planına baktığımızda uluslararası tekellerin, Lenin’in deyimiyle „süper tekel“lerin kavgasını görmekteyiz.

Burada söz konusu olan, sıradan uluslararası tekeller değil. Dünya pazarındaki payıyla, sermayesiyle önde gelen uluslararası tekellerdir. Petrol sektöründe bu tekeller ve başka sektörlerde de önde gelen tekeller, sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesinde söz sahibi olmak, bu örgütlenmeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için kıyasıya rekabet içindeler.

Revizyonist Blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve dünya pazarının yeniden bütünlüklü olmasından sonra uluslararası tekeller, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi mücadelesini, o zamana kadar hakim oldukları dünya pazarının bir bölümünden (klasik kapitalist pazar) bütün dünyaya, dağılan SB’nin hakimiyet alanlarına da yayarak/yansıtarak şiddetlendirdiler. Böylece bu tekellerin dünya pazarı, dünya pazarlarına hakimiyet ufku, bütün dünyayı kapsamına alacak şekilde genişlemiş oluyordu. Öldürücü rekabet, bütünlüklü dünya pazarında en büyük pay için sürdürülmeye başlandı.

Bu mücadeleyi sürdürebilmek için uluslararası tekellerin esasen iki dayanak noktası vardı: Sermaye gücü ve emperyalist devletin desteği. Ekonominin diğer sektörlerinde olduğu gibi, petrol sektöründe de kapitalizmin tarihinde görülmemiş boyutlarda sermaye birikimine yönelindi. Bu alanda, ya en güçlü olmak gerekiyordu, ya da ilk 5-10 en güçlü arasında yer almak gerekiyordu. Aksi taktirde dünya pazarında pay kapma, payı elde tutma veya büyütme şansı hiç yok. Ama emperyalist devletin her türlü desteği olmazsa, olağanüstü boyutlardaki sermaye birikimi de pek fazla bir işe yaramıyor. (Bir de derler ki, uluslararasılaşmış sermayenin, uluslararası tekellerin, çok uluslu tekellerin vatanı yoktur!).

1990’da dünyanın en büyük 500 tekeli arasında 54 petrol tekeli vardı, bu sayı 2000’de 33’e düştü. Dünyanın en büyük 100 tekeli arasında 1993’te 11 ve 2000’de de 10 petrol tekeli vardı. Dünya pazarında en büyük paya sahip olmak veya bu payı korumak ve arttırmak için uluslararası tekeller, birleşmelere, hasmane devralmalara ve satın almalara yöneldiler. AMACO-BP, Exxon-Mobil, Total-Elf Aquitaine birleşmesi buna birer örnektir.

Petrolün ekonomide önemli olmaya başlamasından buyana, diyelim ki bütün 20. yüzyıl boyunca bu sektörde rekabet, sürekli İngiliz ve Amerikan tekelleri arasında yapılmıştı. Şimdi İngiliz ve Amerikan tekelleri başka ve saldırgan adaylarla karşı karşıyalar.
Total-Elf Aquitaine birleşmesinden doğan Fransız tekeli TotalFinaElf, 2000 yılı itibariyle dünyanın en güçlü 25 tekeli (19. sıra) ve en güçlü petrol tekelleri arasında (4. sıra) yer alıyor. Bunun ötesinde Çin ve Rus tekellerinin de saldırgan bir yükselişi söz konusu. Örneğin Çin ve Rus petrol tekellerinin saldırgan hızlı yükselişleridir. Örneğin Çin petrol tekeli Sinopec ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), 1995’te dünyanın en büyük 500’leri arasında yer alamazlarken 2000’de dünyanın en büyük 100 tekeli arasında Sinopec (45 milyar dolarlık cirosuyla) 68. ve CNPC de (42 milyar dolarlık cirosuyla) 83. sıraya yükselmişlerdi. İki dev Rus petrol tekelinin; Jukos ve Sibneft’in birleşmesiyle dünyanın dördüncü büyük petrol tekeli oluşmuş ve bu oluşum, petrol sektöründeki rekabet daha da keskinleştirecektir.

Bu tekeller arasındaki kıran kırana rekabet, herhangi bir ülke veya bölge pazarı üzerine değil. Arkadan gelenler, güçlenerek yükselenler, ilerleyebilmek için önlerinde duran engeli aşmaları gerekir. Yani dünya pazarında söz sahibi olanların paylarını elde etmeleri gerekir. Bu, uluslararasılaşmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu anlamda da Amerikan tekellerini zorlayan Fransız tekeli TotalFinaElf’tir.

Kendi açıklamasına göre bu tekel, petrol alanında Afrika’da ilk sırada, Ortadoğu’da da 2. sırada yer alıyor. İşlediği petrolün yüzde 30’unu Nijerya, Kongo, Angola, Gabun, Cezayir ve Libya gibi Afrika ülkelerinden, yüzde 18’ini de Oman, Katar, Iran, Jemen ve S. Arabistan gibi ülkelerden alıyor.

Irak savaşı öncesindeki durum şöyleydi: Fransa, Rusya ve Çin, Saddam rejimiyle kapsamlı petrol anlaşmaları imzalamışlardı. Bu ülkelerin ardında duran da bu tekellerdir. Ambargonun kalkması durumunda bu anlaşmalar yürürlüğe girecekti ve kaybedenler de doğrudan Amerikan ve İngiliz tekelleri olacaktı. Amerikan emperyalizmi ya savaşacaktı, ya da tekellerinin petrol sektöründe yenilgisini, bu sektörün başka ülke menşeli tekellere kaptırılmasına göze alacaktı. Saddam rejiminin devrilmesi, Amerikan petrol tekelleri için tek çareydi.

Amerikan emperyalizmi Irak’ı işgal ederek, diğer şeylerin yanı sıra petrol ganimetini de elde etti. Amerikan emperyalizminin, biz savaştık, Irak’ı da biz yeniden şekillendireceğiz demesinin ve bunun vurgulamasının altında yatan gerçeklerden birisi de, bizim petrol tekellerimiz bu savaşı kazandı anlayışıdır. Irak’ın işgaliyle savaş bitmiş olmuyor. Öldürücü rekabet devam edecektir.

Söz konusu uluslararası tekellerin gücü nedir de üzerinde bu kadar duruluyor deniyorsa: Dünya çapında sayıları 500 olan bu tekeller, sermayenin ve üretimin uluslararasılaştırılmasının ve uluslararası örgütlenmesinin motorunu oluşturmaktalar. Birçoğu, birçok devletten daha güçlüdür. Örneğin dünyanın en güçlü 100 ekonomisi arasında 29 uluslararası tekel vardır. Exxon/Mobil 206 milyar dolarlık cirosuyla dünyanın 45. güçlü ekonomisidir, Gerenal Motors 47. (ciro 185 milyar dolar), Ford 55 (ciro 170 milyar dolar), Daimler/Chrysler 56. (ciro 152 milyar dolar) sırada yer alıyorlar.

2000 yılı itibariyle bu 500 uluslararası tekelin toplam cirosu 14 trilyon dolardı. 2000 yılında dünya üretimi toplamı 30 trilyon dolardı. Bu değerin neredeyse yarısı bu 500 tekelin elinde.

11 Mayıs 2003 Pazar

JEOPOLİTİKA VE TÜRKİYE


 
Türk burjuva devletinin Irak savaşına ilişkin olarak Amerikan emperyalizmine istenildiği gibi hizmet edememesi sonucunda Türk-Amerikan ilişkilerinde ortaya çıkan çatlaklar, birçok araştırmacı yazar tarafından Türkiye’nin stratejik öneminin yok olması içiminde yorumlar yapılmasına neden olmuştur. İnsanların ufku, ABD’nin Ortadoğu planıyla sınırlı olunca ve Ortadoğu’da da ABD, yeni bir alanı işgal edince, maddi temeli olmayan değerlendirmelerin önü açılmış oluyor. Irak ve Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti politikasının; jeopolitikasının sadece bir ayağı. İşin bir de Balkanlar ve Hazar Havzası/Orta Asya ayağı var. Türkiye, Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzası üçgeninin ortasında yer almakta. Bu nesnel gerçekliği göz önünde tutarak araştırmacı yazarlar, biraz da şöyle düşünseler ne olur: Hiçbir emperyalist ülke; başta da Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Japonya, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre hareket etmeyeceklerdir. Bu ülkelerin her biri, dünya pastasından daha fazla pay almak için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve edeceklerdir. Bugün açısında dünyada emperyalist ülkeler arasında yeni bir saflaşma henüz yok, ama bu böyle gitmeyecek. Bütün Orta ve Doğ Avrupa, askeri olarak NATO’nun, ekonomik olarak da AB’nin güdümünde. Yani bu bölgede ve buna ek olarak bütün Balkanlarda bir taraftan ABD, diğer taraftan AB ve kendi başına da Rusya kıyasıya rekabet içindeler. Aynı durum Hazar Havzası ve Orta Asya için de geçerli. Orta Asya söz konusu olunca işin içine Çin de giriyor. Bütün bu bölgelerde Amerikan emperyalizminin hiç müttefiki yok. Askeri zorbalığına dayanarak varlığını sürdürüyor. Balkanlar, olası boru hatlarından (Hazar Havzası petrol ve doğal gazının Karadeniz, Balkanlar üzerinden dünya pazarlarına taşıyacak hat) ve özellikle Alman emperyalizminin “sıcak denizlere” açılmasını engellemek açısından Amerikan emperyalizmi için önemlidir. Balkan yarım adasında hiçbir emperyalist güç vazgeçmeyecektir. AB, sınırlarını Kıbrıs’a kadar uzatmış ve Ortadoğu’ya pek uzakta değil. Hazar Havzası’na giriş kolay, ama çıkması, oranın talan edilen zenginliklerinin dünya pazarlarına taşınması hiç de kolay değil. Irak’ın Amerikan emperyalizmi açısından ne olacağı da belli değil. Arap halklarının ve bütün dünya halklarının desteğini alan bir antiamerikancı mücadelenin gelişiyor olduğu herkesin malumudur. Bütün bu çıkar kavgasının sürdürüldüğü alanı kim terk etmek ister? Diyelim ki Amerikan emperyalizmi nezdinde Türkiye’nin strateji önemi azaldı. Peki onun yerini dolduracak başka güç yok mu? Türkiye’nin emperyalist ülkeler ve jeopolitikalar açısından önemini İncirliğe indirgeyen bir anlayışın, ufku ne kadar derindir, bilinmez, ama Amerikan emperyalizmi açısından önemsizleşen, AB bakımından pekala önemli olur. Türkiye, Amerikan emperyalizmi açısından önemsizleştiyse, o önemsiz yere AB yerleşebilir. “Müttefik” değiştirmek hakim sınıflar açısından hiç de zor değildir. Amerikan emperyalizmi, gelişmenin bu yönünü göremeyecek kadar aptal mı?

Dünyanın gelmiş geçmiş jeopolitikacılarının, dünyanın kalbi diye tanımladıkları Orta Asya dahil merkezi Rusya’ya batıdan ve güney batıdan giden yol Anadolu’dan geçmektedir. Anadolu orada durduğu müddetçe, Amerikan jeopolitikasının dünya hakimiyeti merkezinde de merkezi Rusya durduğu müddetçe ve diğer emperyalist ülkeler de, kendi çıkarları nedeniyle Amerikan emperyalizminin bu yayılmacılığına karşı mücadele ettikleri müddetçe, Türkiye’nin stratejik konumu hiç azalmaz. Bu alanlara göz diken her emperyalist güç için Türkiye, elde edilmezi gereken bir alandır, bir üstür.

Ancak, Amerikan emperyalizmi İran’ı da işgal ederse veya İran rejimiyle ilişkilerini, yeniden, Şah dönemindeki durumuna getirirse, işte o zaman Türkiye’nin stratejik önemi, Amerikan emperyalizmi açısında önemsizleşebilir. Ama bu seferde onun yerini diğer emperyalist güçler doldurur. Örneğin AB.

Türk burjuva devleti için sorun olan bütün sorunlar, emperyalistler arası güç dengesinin gelişme seyri içinde, emperyalist çıkarlara göre çözümlenecek sorunlar olarak görülmelidir. Bunlardan birisi de Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs topu şimdi AB’ye atıldı. Hemen arkasından Annan planı yeniden gündeme getirildi. Sınırlar, karşılıklı ziyarete açıldı. Soru şu: Amerikan emperyalizmi, Kıbrıs’ı AB’ye bırakır mı? Stratejik öneminden dolayı bırakmaz. Peki AB, Kıbrıs’ın tamamından vazgeçer mi veya ABD’yi o bölgeden uzaklaştırmak istemez mi? Tamamından vazgeçmez ve ABD’yi o bölgede uzaklaştırmak ister. Bu durumda bölgede hegemonya mücadelesi veren bu her iki güç, Adadan vazgeçmeyecekler. Öyle ki Türk burjuva devleti, AB’ye gireceğim diye Kıbrıs’tan vazgeçse, Amerikan emperyalizmi bunu engeller.

Türkiye’nin stratejik öneminin azaldığını düşünenler –revizyonist blokun ve sosyal emperyalist SB’nin dağılmasından sonra da böyle düşünenler çoktu- biraz da şöyle düşünseler ne olur? Amerikan emperyalizmi, kendi çıkarlarına hizmet edecek derecede güçlü bir Türkiye ister. Yapılan pazarlıkların detayı bilinmiyor, ama Türkiye Irak’a sadece Amerikan emperyalizmine hizmet için girmeyecekti ve sorun da sadece para değildi. (Çünkü Amerikan emperyalizmi işin maddi yönünü sorun yapmayacağını açıklamış ve bu alanda da belli bir mutabakat sağlanmıştı). Türk burjuvazinin Musul, Kerkük, yani Türkmen değil, petrol hayali vardır. Kuzey cephesinin açılması, her halükarda birtakım, hiç de küçümsenmeyecek kırıntıları veya payı beraberinde getirecekti. Bunun adı savaş ganimetidir. Bu ganimeti elde eden Türkiye’nin emperyalist hırsı, saldırganlığı veya gücü artmayacak mıydı? Artacaktı. Amerikan emperyalizmi, Türk burjuvazisine yerini gösterdi. (Sadece Türk burjuvazisine değil, diğer ülkelere de, İngiltere’ye de yerini gösterdi). Benim çıkarlarıma hizmet etmek için ihtiyaçlarını karşılarım. Hepsi bu kadar! Türk burjuvazisinin burnu sürtüldü.

Değerlendirmelerin nesnelliğe tekabül edip etmediği, gelişmeleri, olmasını istediğimiz gibi mi gördüğümüze veya da olduğu gibi mi gördüğümüze bağlıdır. Bu rejimin mevcut gücünü ve potansiyel gücünü küçümseye küçümseye bir hal olanların, aynı rejimin hala ayakta duruyor olmasında çıkartmaları gereken bir ders olmalıdır.

Bütün bunların üstesinden gelmenin bir yolu var, o da, bütün emperyalist güçleri bölgeden kovmak, işbirlikçilerinin iktidarlarını yıkmak ve bütün bölgeyi, halkların kardeşliğini ifade eden bir düzeninin hakim olduğu alana dönüştürmek için mücadele etmektir. İşte o zaman Türkiye’nin de, Irak’ın da, Kıbrıs’ın da –bu sefer- bölgemiz halkları ve devrimi için, dünya halkları ve devrimi için stratejik önemi olacaktır. Bütün dünyada sınıflar arası mücadele devam ettiği müddetçe bu bölgenin, mücadele eden sınıflar açısından farklı amaçlı stratejik önemi hep olacaktır.

4 Mayıs 2003 Pazar

KAPİTALİST DÜNYANIN HALİ


 
Yeni Keynesçiler, geçen yüzyılın ‘70’li yıllarına kadar burjuva ekonomide belirleyici yön oldular. ‘70’li yıllardan itibaren baş gösteren kapitalizmin yapısal krizi, neoliberal akımın gelişmesini ve belirleyici yön olmasını berberinde getirdi. Keynes ekolü, her alanda savaşarak geri çekildi. Uluslararası tekeller açısından Keynesçi ekonomi ve politikayı uygulamanın maddi koşulları kalmamıştı. Öyle ki düzene, gelişmelere ayak uydurabilmek için sosyal demokrat partiler de neoliberalizmi benimsemişlerdi. Ama bu partiler içinde Keynesçilikte direnenler de var. Onlar da, umutsuz bir şekilde, kendi “yoldaşlar”ına karşı; sosyal demokratik neoliberalcilere karşı Keynesçi öneriler öne sürerek eski dönemi yad eder konuma düştüler. Bu kesimin, güncel ekonomik krizden çıkmak ve işsizliğin önünü almak için öne sürdükleri “kamuda yeni yatırımların vakit geçirmeden genişletilmesi” anlayışları yeni borçlanmaya dayanıyor. Devlet, yeni borç bulacak ve bunu da kamu yatırımı olarak kullanacak. Buna ek olarak da vergiler arttırılacak. Böylece elde edilen miktar -Almanya için 750 milyar Euro- ekonomiye aktarılacak.

Bu anlayış John Maynard Keynes’in teorilerine dayanıyor. Britanyalı bu ekonomist, günümüzde de “sosyal pazar ekonomisi”nin teorisyeni olarak görülmektedir. Bu ekonomist, sosyal, adaletli, ahenkli, işsizliğin olmadığı, yoksulluğun olmadığı bir kapitalizmin mümkün olacağını savunur. Onun bu anlayışlarının arka planında, teoride ve pratikte sosyalizmi çürütmek vardı. Ne de olsa, ‘30’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde inşa edilen sosyalizmin bütün dünyadaki prestiji görkemliydi, kapitalizme indirilen bir darbeydi.

Her halükarda sorun son kertede realizeye; üretilenin tüketilmesine dayanıyordu. Sosyalizmin böyle bir sorunu yoktu. Çünkü o, planlı ekonomiyi ve gereksinimlerin giderilmesini esas alıyordu. Kapitalist üretim biçiminde ise tam da bunun tersi geçerlidir. Üretimin anarşistliği, kapitalizmin nesnel bir yasasıdır. Pazar için üretmek, gereksinimleri göz önünde tutmadan üretmek, bu yasanın yansıyış biçimidir. Kapitalizmin her döneminde, özellikle de devrevi olarak patlak veren fazla üretim krizleri döneminde –bugün olduğu gibi- burjuvazinin ekonomistleri, krizden çıkmanın yolları üzerine sürekli tartışırlar. Bütün sorun, nasıl yapmalıyız ki meta arzını emecek, tüketecek bir talep kitlesi; alıcı/tüketici kitlesi yaratmalıyız. Bu sorunun çözümü üzerine Marksistler arasında da tartışmalar olmuştur. Örneğin bunlardan birisi Rosa Luxemburg’dur. “Sermaye Birikimi”, Rosa’nın temel eseridir. Bu eserinde Rosa, kapitalizm uluslararasılaştıkça -burjuva kavramla ifade edersek, küreselleştikçe- bütün dünyada hakim oldukça, kendi sistem sınırına yakınlaşmış olur (Bu anlayışı biraz daha irdelersek “kendiliğinden çöküşe” varırız, ama burada sorunun bu yanıyla ilgilenmiyoruz). İster tek tek ülkelerde olsun, isterse dünya çapında olsun kapitalizmin hakimiyeti, toplumun; her bir ülke toplumunun ve dünya toplumunun esas itibariyle kapitalistlerden ve proleterlerden ibaret bir topluma dönüşmüş olması demektir. Bu anlayışta yanlış olan bir yan yok.

Sorun iki aşamalı: Birincisi, üretim, değişken sermayenin (işçilerin ücretleri toplamının) üstünde olursa, yani üretimin bir kısmı tüketilmezse, ne olur? Bu, ekonomik kriz demektir. İkincisi, birinci noktanın devamı olarak, artı değer ne kadar çok elde edilirse, onun realize edilme koşulları (pazarlanma koşulları) o kadar kötüleşir. Bunu aşmak için Rosa, dışarıdan alım gücünün sağlanması gerektiğini savunur. “Dışarı” kavramından Rosa, bir ülke içinde kırsal kesimi, dünya çapında da kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin hakim olduğu ülkeleri anlar. Gerekirse bu alanlar, savaş yoluyla fethedilmelidir der Rosa.

Aynı sorunu Keynes de ele almıştır. Bu ekonomiste göre, yapısal nedenlerden dolayı sistemde bir talep açığı vardır ve bu açık da işsizliğe neden olmaktadır. Bu açığı ve neden olduğu işsizliği ortadan kaldırmak için hükümetlerin yapması gereken, hazine ve faiz politikaları üzerinden ucuz kredi sağlamak ve bunu sanayiye ve isteyen bireye sunmak. Keynes, paranın dolaşım hızını arttırmayı ve devletin borçlanmasını, bahsettiği sorunun çözümü için kaçınılmaz görmektedir.

Böylece, yeni toplumsal görev alanları keşfedilerek; yeni iş olanakları yaratılarak, toplumun belli kesimleri ödeme gücü olan talebe dönüştürülmüş olur ve dış saldırganlığa gerek kalmaz.

ABD’de, ‚30’lu yılların „New Deal“ döneminde Keynes’in temel yapıtı „Genel Teori“de formüle ettiği anlayışlar uygulanmıştır. Aynı anlayışlar faşist Almanya’da da uygulandı. Devlet borçlanmasına ve iş olanağı sağlama tedbirlerine ağırlık verildi. ABD’de bolca para basıldı, Almanya’da hayali firmalar kuruldu ve onların adına bolca tahviller çıkarıldı. 1936’da Amerikan bütçe açığı 4,6 milyar dolara çıktı. Bu, federal harcamaların yüzde 50’sine tekabül eden bir miktardı.

Faşist Almanya, hesabını savaş üzerine yapmıştı. Öyle de oldu. İşgal ve arkasından gelen talanla, pompalanan karşılığı olmayan paranın karşılığı olarak maddi değerler ve işgücü (değişmeyen ve değişken sermaye) elde etti ve durumu idare edebildi. Savaş sonunda balon, baskı altında tutulan enflasyon patladı ve Almanya’da ekonomik yaşam; üretim, savaşın bitişinin hemen sonrasında tamamen durdu.(Kapitalizmin tarihinde görülmemiş bir olay).
ABD’de ise, ancak savaşa girdikten sonra tam istihdam sağlanabildi. Şişirilen dolar emisyonu, dünyanın talanıyla; neredeyse dünyanın bütün altın rezervlerini ele geçirerek, silah ve başka maddelerin satışıyla maddi değersel karşılığını buldu.

Kapitalizmin pratiği, kartalımız Rosa’nın görüşlerini doğrulamadı, eleştirdiği Marks’ın “Kapital”deki görüşlerini doğruladı.

Kapitalist dünya da ise tartışmalar devam ediyor. Nasıl yaparız da dönemsel olarak patlak veren ekonomik krizlerden kurtulabiliriz! Buna ne Keynesçilik ne de neoliberalizm çare oldu. Burjuva teorisyenler, iki kutup arasında; Keynesçilik ile neoliberalizm arasında gidip geliyorlar. Dün Keynesçilikti, bugün de neoliberalizm. Yarın neyi, Marksizm üzerine “zafer” diye ısıtıp önümüze sürecekleri belli değil. Hangi demagojinin maddi koşulları doğarsa o anlayışı benimseyecekleri açıktır. Bu da Kenyençilik ile neoliberalizm arasında bir yerlerde konaklamaktan başka bir şey olmayacaktır.

Üretimin ve sermayenin uluslararasılaşma boyutları ve uluslararası yeniden örgütlenmesi, hem uluslararası tekeller ve hem de emperyalist devletler arasındaki çelişkileri olağanüstü keskinleştiriyor. Emperyalist küreselleşme, kapitalist ekonomiyi daha da istikrarsız hale getiriyor ve dünya çapında çoğalan ve güçlenen siyasal krizin ve kapitalizmin genel krizinin faktörleri, bugün dünya çapında bir siyasal krizin ve kapitalist emperyalist sistemin sistem krizinin patlak vermesine neden olmuştur.

Dünya çapındaki milyonları kapsamına alan protestolar, geniş emekçi yığınların kapitalist sistemden umutlarını kestiklerinin, dünya çapında devrimci bilinçlenmenin mayalanmaya başladığının bir işaretidir. “aşka bir dünya olasıdır” talebi bu gelişmenin bir sonucudur. Ama “başka bir dünya olasıdır”dan neyin anlaşılması gerektiğinde yollar ayrılıyor. Örneğin “antiküresel hareket”in önderliğini elinde tutan burjuva, küçük burjuva pasifist ve reformistler, “başka bir dünya olasıdır”dan, demokratikleştirilmiş, dizginlenmiş bir kapitalizm/emperyalizmi, olanakları sınırlandırılmış uluslararası tekeller dünyasını anlıyor ve bu görüşünü, her gün, her saat ve her fırsatta milyonlarca emekçiye pompalıyor. Bu unsurlar için “kontrollü” kapitalizm, “başka bir dünya olasıdır”ın gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. Komünistler de “başka bir dünya olasıdır” diyorlar ve bu dünyanın ancak ve ancak kapitalist sistemin bütün dünyada yıkılmasıyla kurulabileceğini savunuyorlar.

Antiküresel hareket”in milyonlara hitap etmesi, teorik ve ideolojik alanda devasa bir mücadelenin verilmesi gerektiğini göstermektedir. Ya antiemperyalist mücadelenin ve sosyalist devrimin tabanını oluşturan bu yığınlar reformizme ve pasifizme teslim edilecek, ya da buna karşı mücadele edilecek. Bu ya-ya’dan oluşan iki olasılığın ortasında kalarak, sadece katılımcı olarak veya tartışmalarını izleyerek, en fazlasıyla, onların “başka bir dünya olasıdır” anlayışlarının gerçekleşmesine hizmet edilmiş olunur.