deneme

23 Mart 2004 Salı

YOKSULLUK VE KAPİTALİZM (ALTERNATİF ARAYIŞLAR)

Sorunu Almanya’daki neoliberal saldırıları örnek alarak açıklayalım.
Alman hükümetinin Hartz-Komisyonu’na hazırlattığı ve „Hartz-Reformları“ olarak bilinen „reformlar“, aslında düzensizleştirme paketlerinden başka bir şey değildir. Bu paketlerle, iş pazarı, Alman tekelci sermayesinin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlemiştir; daha doğrusu düzen bozulduğu için düzensizleştirilmiştir. Bu paketlerdeki anlayışlar, geçimini sağlamak için iş gücünü satmak zorunda olanları, mücadele ederek elde edilen sosyal haklarından kapsamlı bir şekilde mahrum etmeyi öngörüyorlar. İşsizlik yardımı, sosyal yardım seviyesine indiriliyor. Bu anlamda, işsiz kalan, kısa bir zaman sonra, sosyal yardım alanla aynı „haklara“ sahip olmuş oluyor. Böylece tekelci sermaye, iş arayanı, herhangi bir işe zorlama hakkını elde ediyor. Bu sürecin sonucu, yasal olarak korunmayan iş ilişkisinin ülke çapında yaygınlaştırılmasıdır. Kapitalist, istediği ücretten, istediği kadar iş gücü satın alabilir ve istediği zaman da işten atabilir.

Sağlık sistemi, bütün alanlarında yeniden yapılandırılıyor; yani bu alanda da düzensizleştirme süreci işliyor. Amaç, bu alanda da özelleştirmenin özendirilmesi. Sonuç; sigorta ve ilaç sektörü tekelleri, sağlık sektörüne hakim oluyorlar ve sağlık sektörü, kara yönelik olarak yeniden örgütleniyor.

Eğitim sektörü de düzensizleştirmeden nasibini aldı. Bu sektörü, elit bir tabakanın eğitimi için gerekli bir yapıya kavuşturmak için tedbirler alındı ve uygulanıyor. Böylece, getirilen mali engellerle, eğitim kapıları, özellikle üniversiteler, işçi ve emekçi çocuklarına kapatılıyor. Bu alanda da özelleştirme saldırısı devam ediyor. Eğitim alanındaki düzensizleştirme, bilim adamlarının düşünce tarzını da etkiliyor ve onları daha açık bir şekilde pazarın gereksinimlerine göre düşünmeye ve „araştırma“ yapmaya yöneltiyor. Üniversitelerdeki sisteme karşı eleştirel yaklaşma refleksi ve duruşu öldürülüyor.

Emeklilik sistemi de tamamen düzensizleştirildi.
Bu ülkede yaşayan yabancıların; göçmenlerin marjinalleştirilmeleri süreci neoliberal saldırılarla birlikte hız kazandı.

Diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda, bu sosyal sistemlerdeki temel değişimlere Almanya’da nispeten geç başlandığını görürüz. Şüphesiz, geçen yüz yılın ‚80’li yıllarından bu yana birtakım adımlar atılmıştır, ama bunların hiç birisi, bugünkü neoliberal saldırılarla karşılaştırılamaz.

Bu düzensizleştirme paketlerinin arka arkaya uygulamaya konması, Alman işçi ve emekçi yığınlarında ve gençliğinde derin hayal kırıklığına neden olmuş ve sonuçta bu düzensizleştirmeler Almanya’da da kapsamlı protesto hareketinin gelişmesinin zeminini oluşturmuştur. Mevcut hükümete ve muhalefete karşı olma temelinde alternatifler geliştirmeye çalışan bütün burjuva (burjuva, küçük burjuva; siyasal anlamda reformistler-pasifistler; sosyal devlet savunucuları; „başka bir dünya olasıdır“cılar, „başka bir Avrupa mümkündür“cüler; Avrupa Sosyal Forumcuları, Dünya Sosyal Forumcuları vs.) akımlar, gelişen bu protesto hareketinin sosyalizmi alternatif olarak görmemesi için yoğun çaba harcıyorlar.

Almanya’daki güncel neoliberal saldırılar; sosyal politik gelişme, ancak ve ancak uluslararası bağlamlarıyla birlikte ele alınırsa doğru kavranmış olur.

Bugün Alman tekelci burjuvazisinin sosyal demokrat-yeşiller hükümeti vasıtasıyla gerçekleştirmeye çalıştığı ve gerçekleştirdiği sosyal sistemleri düzensizleştirme, geçen yüzyılın ‚80’li yıllarında ABD ve İngiltere’de gerçekleştirilmiş olan neoliberal „reformlar“dır. Bu türden „reformlar“, aynı dönemde Fransa, İtalya ve İsviçre gibi emperyalist ülkelerde ve eski Revizyonist Blok ülkelerinde de gerçekleştirilmişti. Şüphesiz ki bu neoliberal saldırılar, her bir ülkede, o ülkeye özgün biçimlerde ve koşullarda gerçekleştirilmiştir. Neoliberal saldırıların, söz konusu düzensizleştirmelerin gerçekleştirildiği bütün ülkelerde burjuvazinin korkulu rüyası, buna karşı direnişin örgütlenme derecesi ve direnenlerin sınıfsal-örgütlü tavır alıp almadıkları olmuştur. Bunun ötesinde neoliberal saldırıların; sosyal sistemlerdeki ve haklardaki düzensizleştirmelerin uluslararasılaşması, farklı nicelliklerde de olsa, emperyalist-bağımlı ülke arasındaki yoksulluktaki farkları ortadan kaldırmıştır; işçi sınıfı ve emekçiler, kendi ülkeleri koşulunda yoksullaşıyorlar. Ortak olan, yoksullaşmak. Ve bu ortaklık, mücadelenin de ortak sürdürülmesi gerektiği düşüncesini geliştirmiştir. Yoksullaşanların bu mücadelesi, kelimenin gerçek anlamıyla enternasyonal karakter taşımaktadır. Bu enternasyonal karakterli mücadele ile burjuvazinin, küçük burjuvazinin; siyasal anlamda reformistlerin-pasifistlerin; sosyal devlet savunucularının; Keynesçilerin „başka bir dünya olasıdır“cıların, „başka bir Avrupa mümkündür“cülerin; Avrupa Sosyal Forumcularının, Dünya Sosyal Forumcularının neoliberalizme karşı mücadelelerin birbirine karıştırılmamalıdır.

Tekelci sermayenin uluslararası sürdürdüğü düzensizleştirme konseptinin bir aspekti de direnenleri, direnmek için örgütlenenleri susturmak, korkutmak, sindirmek ve böylece teslim almaktır. Neoliberal saldırıların, esas içeriği, ulusal gelirin paylaşımında maddi değerleri üretenlerin; yani işçi sınıfı ve emekçilerin payının azaltılmasıdır. Bunların payı ne kadar azalırsa, sermayenin payı da o kadar artar. Böylece ulusal gelir paylaşımı, tekelci sermayenin çıkarlarına göre yeniden düzenlenmiş olur. Diğer taraftan, neoliberal saldırıların gerçekleştirilmesiyle devlet bütçesinde sosyal harcamaların payı düşürülür ve devlet, baskı araçlarını ve mekanizmalarını geliştirmek ve modernleştirmek için maddi olanakları gerekli gördüğü kapsamda kullanma durumunda olur. Neoliberal jargonda bunun anlamı şudur: yoksulluğu kabul etmeyen ve direnme yolunu seçen, devletin demir yumruğunu ensesinde hissetmelidir.

Neoliberal „reformlar“ını gerçekleştirmek için tekelci sermayenin parti ve hükümet seçeneği gibi bir sorunun da pek kalmamıştır. İster muhafazakâr, isterse de sosyal demokrat olusun burjuva partiler, hükümet olarak kalabilmenin yegâne koşulunun, tekelci sermayenin dayattığı düzensizleştirme paketlerini uygulamaktan geçtiğini çok iyi biliyorlar. Yıllar önce ABD’de Reagan’ın ve İngiltere’de de Thatcher’in yaptığını, sonraları Fransa’da „sosyalist“ler yapmışlardı. Bugün de Almanya’da Sosyal Demokratlar ve Yeşiller aynı yolda gecikmeli olarak ilerliyorlar. Neoliberalizm, partilerini siyasal görüş bakımından aynılaştırmıştır. Bu gelişme, sadece emperyalist ülkeler için değil, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı, nispeten gelişmiş ülkeler için de geçerlidir.

Sistem olarak baktığımızda düzensizleştirmeler, neoliberal saldırılar, iç gelişmeler olarak tanımlanabilir. Ama bu gelişmeler, genel anlamda emperyalizmin başka ülkelere saldırılarıyla, klasik sömürgeciliğin yeniden hortlatılmasıyla el ele gelişmektedir. Belli bir alanda/bölgede/ülkede emperyalist ülkeler arası güçler dengesinin görece aynı olduğu, rekabette yenişme aşamasına henüz gelinemediği durumlarda emperyalizmin kolektif hareketini görmekteyiz. Balkanlarda böyle olmuştur. Emperyalizm, kolektif güç olarak kendi kurumlarıyla (NATO, BM, IMF, DB vs.) Yugoslavya’nın parçalanmasında ve bugünkü hale gelmesinde belirleyici rol oynamıştır. Kosova, aynı nedenden dolayı kolektif sömürgeciliğin bir örneğidir. Ama dünya hâkimiyeti için mücadele eden tek tek emperyalist ülkeler, bu hâkimiyet stratejisinin gerçekleştirilmesi için kendi başlarına adımlar atmaktalar. Afganistan’ın, ama özellikle Irak’ın, İngiltere destekli olarak Amerikan emperyalizmi tarafından işgal edilmesi klasik sömürgecilik (protektorat) için bir örnektir. Böylesi durumlarda emperyalist ülkeler arası çelişkilerin gelişmesi belli bir yenişme durumunu göstermektedir.

Bu ayrımı yapmak gerekir. Çünkü Leninist emperyalizm analizini geçersiz kılmak için günümüzde Kautskicilik ön plana çıkartılmakta. Her ne kadar emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler, kendi başına hareketi beraberinde getiriyorsa da, esas olan, emperyalist ülkelerin kolektif bir sömürgecilik yaptığıdır deniyor. Emperyalist ülkeler, rekabetlerinde yenişememe durumu olursa, geçici olarak, yenişememe durumu aşılana kadar, denge bozulana kadar „ortak“ hareket ediyorlar. Çok rekabet merkezli bir dünyada yaşıyoruz ve çok rekabet merkezliliğin bizzat kendisi, emperyalist ülkeler arasında güç dengesinin olmadığını göstermektedir.

Ülke/sistem içi düzensizleştirmeler ve uluslararası emperyalist saldırganlık ve işgaller, kapitalist dünya sisteminin belirleyici iki özelliğidir veya kapitalist dünya sistemi bir madalya ise, bu iki özellik, bu madalyanın yüzlerini oluşturmaktadır.

İçte ve dışta yoğunlaştırılmış baskı, talan ve sömürünün bir nedeni de kronik kitlesel işsizlik olgusunda aranmalıdır. Bugünkü kapitalist üretim ve sömürü koşullarında “tam” istihdam olanaksızdır. Keynesçilerin kapitalizmi, tam istihdamı gerçekleştiren kapitalizmdir. Neoliberalistlerin anladığı kapitalizm ise, tam istihdamı gerçekleştirme olanağının ortadan kalktığı, işsizliğin kitlesel ve kronik olduğunun kabul edilmesi gereken kapitalizmdir. Burada sorun (Keynesçilik-neoliberalizm çatışması ötesinde), kapitalist sistemi kronikleşmiş kitlesel işsizlikle birlikte devam ettirebilmek ve birikim sağlayabilmek sorunudur. Yani neoliberalizmde, eksik istihdam esastır. Böylece, milyonlarca iş gücü, boşta kaldığı için her fiyatı kabul edecektir. Bunun sonucu olarak bütün dünyada, rezerv olarak olağanüstü çoklukta bir işgücü oluşacaktır. Böyle bir yedek iş gücü ordusu, dünyanın her yerinde uluslararası sermayenin her an elinin altında hazır olmalıdır. Bu nedenle, ekonomik nedenlerden dolayı devam eden göçmen hareketi durdurulmalıdır. Durduruluyor da.

Dünya pazarlarına hâkim olmak için uluslararası tekellerin sermaye birikimi ve aynı zamanda emperyalist ülkelerin talanı önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması gerekiyor.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine inananlar veya kapitalizmden değil, artık kaotizmden, anarşiden bahsetmek gerekir diyenler için gün doğuyor. Öyle ya, sermaye birikiminin olanakları daralıyor. Şimdilik, eski revizyonist ülkeler ve belli bir zaman sonra da Çin, sermaye birikimi açısından kapitalist dünya sistemini biraz daha yaşatabilirler deniyor.
Bir yerde haklılar: Sermaye birikimi olanaklarının daraldığını söylemekle haklılar. Gerçekten de sermaye birikimi, yeraltı zenginliklerinin talanı ötesinde ancak ve ancak maddi değerlerin üretimi ve buradan doğan artı değerle sağlanır. Bunun için sürekli yeni pazarlara, sürekli tüketime ihtiyaç vardır. Ama kapitalizm gerçekliği, sermayenin organik bileşiminin değişmeyen sermaye lehine yükselmesinden; yani üretimde sürekli modern teknoloji kullanımından dolayı, canlı işe duyulan ihtiyacın azaldığını ve böylece de artı değer üretimin sınırlandığını göstermektedir.
Bu durumda işsizliğin kitlesel ve kronik olması kaçınılmaz oluyor. İşsizliğin, kitlesel ve kronik olduğu yerde tüketim de sınırlıdır ve yoksulluk; görece ve mutlak yoksulluk yaygındır. Ama bu, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlamına gelmez veya kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkmıştır, kaotizm olmuştur anlamına da gelmez. Bütün bunlar, sadece ve sadece, kapitalizmin büyüme kaynaklarının sınırlandığı anlamına gelir.

Çeşitli ülkelerde farklı isimler altında (örneğin Almanya’da „Agenda 2010“) uygulanan içe dönük düzensizleştirmeler sonucunda toplumsal yaşamın yeni bir nicel farklı seviyeye oturtulacağı ve bu seviyede sermaye birikiminin sağlanacağı iddia ediliyor. Burada söylenen, sosyal sistemlerin (sağlık, eğitim, emeklilik) özelleştirileceği, böylece sermayenin emrine verileceğidir. Bu alanlarda özelleştirme gerçekleştirildiğinde kapitalizmin, üretim ve dağıtım sektörü üzerinden bütün toplumu kontrol edeceği ve bütün toplumu haraca bağlayacağı savunuluyor. Böylece „normal“ kapitalizm, milyonlarca insandan alınan haraçlar ve hizmetler kapitalizmine dönüşüyormuş. Tabii bu da, yeni bir birikim modeli oluyormuş. Ne diyelim, bu aklı evveller, sermayenin kaynağını veya toplumda maddi değerlerin artışının; maddi zenginliklerin çoğalışının kaynağını maddi üretimde görmüyorlar. Tersine hiçbir maddi değerin üretilmediği hizmet sektöründe; yani hizmet alanında görüyorlar. Hizmetin paralı olması, normal bir ticaretten başka bir şey değildir. Bu alanda artı değer üretilmez. Dolayısıyla birikim de olmaz. En fazlasıyla başka alanlardaki parasal değerler, bu alandaki hizmetin karşılığı olarak bu alana akar. Her şeyin satılması birikim değildir. En fazlasıyla, mevcut maddi değerlerin yeniden paylaşımıdır veya paylaşım oranlarının güç dengesinin durumuna göre değişmesidir.

Şüphesiz ki, sosyal sistemlerin özelleştirilmesi, bu alanların sermayeye açılması, toplumun ezici çoğunluğu için, sonuçları oldukça ağır olan gelişmelere kapıların açılması demektir. Her şeyden önce, yaşamak için iş gücünü satmak zorunda olanlar, kuralı, kuralsızlık olan bir iş gücü pazarıyla karşı karşıya kalıyorlar. İş gücünün piyasa değeri olağanüstü düşüyor ve belli bir „ucuz ücret sektörü“ doğuyor. Bugün, kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu her ülkede bu pazar vardır. Geçimini sağlamak için günde birden fazla iş yapanların sayısı sürekli çoğalmaktadır. Sermayenin istediği de bu.

Sermaye birikiminin boyutları, toplumun kutuplara ayrılmasının boyutlarını; bir taraftan maddi zenginliklerin toplanmasının, diğer tarafta da yoksunluğun yoğunlaşmasının boyutlarını gösterir. Neoliberal saldırılarıyla sermaye, bir kutupta maddi zenginlikleri topluyor, diğer kutupta da yoksulluğu kitleselleştiriyor. Bir taraftan sermaye birikimi, diğer tarafta kitlesel yoksulluk. Teknolojinin üretimde kullanılması, kaçınılmaz olarak, işin verimliliğini attırmıştır. Bugün işin verimliliği, az sayıda canlı iş kullanmakla; az sayıda ve giderek azalan sayıda iş gücü sömürmekle, sürekli artan meta üretmeyi olanaklı kılmaktadır. Normal koşullarda geriye dönüşümü olmayan bu süreç, geçinmek için iş gücünü satmak zorunda olan milyonlarca insanın, iş gücünü satamayacağını ve böylece de açlığı, yoksulluğa mahkûm edildiğini göstermektedir. Bu, sermaye birikiminin bir sonucudur.

Bunun ötesinde sermaye, işgücünün en ucuz olduğu yerlerde üretim kapasiteleri kurmaktadır. Rekabet, en ucuza üretmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Bu anlamda gelişmiş kapitalist ülkelerde; emperyalist ülkelerde belli bir maddi değerler üretimi kapasitesi yıkımı söz konusudur. Bunun diğer adı, üretimin, iş gücünün daha ucuz olduğu ülkelere kaydırılmasıdır. Bu süreç, emperyalist ülkelerde de yoksulluğun kitleselleşmesini kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir.

Evet, birikimin merkezleri olarak görülen emperyalist ülkelerde de yoksulluk kitleselleşmekte. Marks’ın proletaryanın yoksullaşması teorisini, bizzat yaşam doğruluyor.

Peki, insanların yoksullaştırılmasına karşı ne yapılmak isteniyor?
Bu alanda gerkeçten bir alternatif enflasyonu yaşanmaktadır. Tabii ki, gelişi güzel alternatif de sunulmuyor. Alternatif sunabilmek için siyasal bir yerlere ait olduğunu açıklaman gerekir. Bütün dünya, alternatif sunanın, hangi nedenden dolayı bunu yaptığını bilmesi gerekir. Soruna bu açıdan baktığımızda üç adresin esas alındığını görmekteyiz.
a) işçi sınıfı;
b)sınıfsal ayrım yapılmadan „insan yığını“
c) sistemin kendisi.
İşçi sınıfından sadece komünistler bahsediyorlar. Sadece bunlar, işçi sınıfının tarihsel misyonunun, kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak olduğunu savunuyorlar. Kendilerini ilerici, sosyal ve hatta sosyalist olarak gören kesimler açısından işçi sınıfı, artık tarihe karışmıştır. Öyle ki, alışık olduğumuz kavramlar da değiştirilmiş. Örneğin, Immanuel Wallerstein’ın dilinde komünist hareketler „geleneksel anti-simetrik hareketler“ oluyor. Sosyalizm amacı, „emanzipe amaç“ oluyor. Her halükarda, forumlar dünyasının, sosyal hareketler dünyasının ideologları ve teorisyenleri, tarihsel görevi olan, sosyalist devrimi gerçekleştirecek olan bir işçi sınıfını tanımıyorlar, bu sınıftan ve teorisinden uzak duruyorlar. Amaç oldukça açık; bu sınıfı ve dünya düşüncesini sosyal hareketlerden uzak tutmak.

Geriye kalan iki noktayı (b ve c) aslında bir başlık altında da ele alabiliriz. Nihayetinde bunların istedikleri, mevcut sistemin değişmesi değil, yaşanabilir hale getirilmesidir. Sistemin yaşanabilir hale getirilmesi, sömürü ve talanı dışlamıyor. Sadece, bunların, belli kurallara göre yapılmasını içeriyor. Yaşanabilir bir düzen istedikleri için, sınıfsal ayrım yapmadan, bu düzende yaşamayı isteyen herkesi mücadeleye çağırıyorlar. Yani son kertede savunulan kapitalist/burjuva sistemin kendisidir.

Bu baylara göre, ulusal perspektif sunmanın artık hiçbir anlamı kalmamıştır, sunulması gereken, uluslararası karakter taşıyan bir perspektif olmalıdır.
Ulusal devletlerin ve ulusal devletlerin kurduğu blokların (örneğin, AB, NAFTA), neoliberal saldırılara karşı koyacak durumları yoktur. Sanki karşı koymaya niyetleri varmış!
Alternatif olması gereken konsept, blok oluşumları üzeninde yükselmemelidir. Aksi taktirde bu, „küresel ağ kapitalizmi“nin rekabet eden güçlerinden birisi olabilir.

Esas olan, geniş tabanlı sosyal bir ittifaktır. Bu ittifak, bütün „kaybedenler“i, bütün yoksulları kapsamına almalıdır. Böylece, toplumun yarıdan çoğu bu ittifaka dâhil oluyor. Artık „merkezi bir işçi sınıfı“ da olmadığı için, bu ittifaka hangi sınıfın önderlik edeceği sorunu da ortadan kalkıyor.

Savunulan, sınıflar arası bir ittifaktır. Bu ittifak, ancak ve ancak, herkesin kabul edebileceği ortak çerçeve koşullar ve anlaşmalar temelinde mümkündür.
Örneğin „sosyal devlet“ herkesin kabul edebileceği ve anlaşabileceği ortak bir koşuldur. Keza pasifizm de öyle. Herkes, „sosyal devlet“in yeniden kurulması için mücadele etmelidir. Yani Keynesçi türden kapitalist ilişkiler için mücadele etmeliyiz. Diğer bir deyişle; Avrupa Sosyal Forumu ve Dünya Sosyal forumu temel anlayışlarını bayrak edinmeliyiz. Böylece neoliberal saldırılara, düzensizleştirmelere karşı koymalıyız. Bu, bir direniştir, nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen bir direniştir. Her halükarda sonucu belli olmayan bir kaosa doğru hareket ediyoruz. Bu kaosu engellemek için tabandan inisiyatifler, küçük de olsa inisiyatifler önemlidir.

Bu nedenle dünya kapitalizminin bugün dayandığı 700-800 mevzide kök salmalıyız. Bu mevzilerde ve buraların hinterlantlarında etkili olarak, kapitalist dünya sisteminin belirleyici sinir merkezlerinin içinde oluruz. Böylece kapitalist dünya sistemi içinde, bu sisteme alternatif olan bir dünya hükümetinin kurulması için adımlar atılar. Bugün, neoliberalizmin çıkarlarına hizmet eden BM, IMF, DB vb. kurumlar yeniden örgütlenerek, dünya hükümetinin hizmetine sunulabilir.

Sözün kısası: bir sosyal hareket birliği yaratmalıyız. Bu birlik yerel ilişkileri, uluslararası zeminde toplamalı ve harekete geçirmelidir.

Hangi kurumlara dayanılmalıdır, nereden başlamalıdır, sorusu tabii ki abes olur. Mevcut uluslararası kurumlar var. II: Dünya Savaşından sonra oluşturulan bu kurumlar (BM, IMF, DB), her ne kadar soğuk savaş döneminde tanınmayacak kadar bir değişime uğramışlarsa da, yeniden dönüştürülebilirler ve sosyal ve ekonomik eşitliğin sağlanmasını yürüten kurumlara dönüştürülebilirler.

Bu kurumlar, „federatif-eşitçi proje“nin çatı yapısı olabilirler. Bu proje, bütün dünyayı kapsamına almalıdır ve barbarlığa doğru gelişen „neokonservatif proje“ye dur demelidir. Yani anlayacağımız dilde ifade edersek: Bütün dünyayı kapsamın alan bu federatif-eşitçi dünya hükümeti, barbarlığa doğru gelişen neoliberalizme son verecektir.

Neoliberalizme son vermek için „anti-sosyal hareketlerin merkezlerinde köstebekler“imiz olmalıdır. „Göçmenlerin ve uluslararası sendikal taban hareketinin aktivistleri“ örgütlenmelidir ve üçüncü olarak da „bu ağlarda kök salmış olan küresel karşı forumlarda sosyal adaletli ve eşitçi bir dünyaya giden yollar üzerine kafa yoran ’organik aydınlar“ harekete geçirilmelidir.

Görüyoruz ki bu iş bu kadar basit. İşçi sınıfı ve bu görev bölüşümünde yer almayanlara da, herhalde, figüranlık görevi düşüyordur! Kalabalığı oluşturmak, takvimsel olarak sokaklara çıkmak, „başka bir dünya olasıdır“ı göklere çıkartmak, sosyalizmi, devrimi, sınıfları, tarihin çöplüğüne atmak, barbarlığa son vermek için „federatif-eşitçi bir dünya” için; „sosyal devlet“ için mücadele etmek gerekiyor. Yani uluslararası tekelleri, “federatif-eşitçi dünya“ koşullarında sömürü ve talana davet etmek.

Yoksulluğa ve neoliberal saldırılara karşı alternatiflerden birisi de bu.

16 Mart 2004 Salı

AVRUPA’DA YOKSULLUK VE NEDENİ

Forbes dergisinin raporuna göre son yıl içinde dolar milyarderler, gelirlerini yüzde 35 oranında artırmışlar. Bir taraftan, dünya çapında, en azından bir milyar insan, günde bir dolar ile geçinmek zorunda kalırken, maddi zenginliklerin giderek daha büyük bir bölümü bir avuç sömürücünün elinde toplanıyor. Bir milyar veya daha fazlasına sahip olan kişi veya ailelerin sayısı 587. Bunların sayısı geçen sene 476 idi. Bu senenin milyarderlerinin sahip oldukları zenginliğin toplam miktarı 1,9 trilyon dolar. Bu birkaç yüz insanın elindeki maddi zenginlik, en fakir 170 ülkenin toplam brüt üretimini geçiyor.
Burjuva liberal aydınlara göre fakirleştiren bir ekonomi sürecinde yaşıyoruz. Ama görüyoruz ki, kapitalist ekonomi, toplumun ana sınıflarından birisini olağanüstü zenginleştirirken, diğerini de o derece yoksullaştırıyor. Demek ki, aslında, fakirleştiren bir ekonomi sürecinde yaşamıyoruz. Burada sorun, bu zenginliklerin kimin elinde olduğudur. Sorunun kapitalizmden kaynaklandığını göz ardı etmek isteyen bütün çevreler için bu kutuplaşmanın yegâne sorumlusu neoliberalizm oluyor. Bu nedenle de neoliberalizmle hesaplaşmayı yaşamlarının temel amacı olarak görüyorlar. Ama kapitalizmin tarihine, çok uzaklara gitmeye gerek yok, son birkaç on yıllık tarihine baktığımızda, sorunun neoliberalizm olmadığını, aksine kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu görmekteyiz.
II. Dünya Savaşından ’70’li yıllara kadar ekonomi, hemen bütün emperyalist ülkelerde, bunun ötesinde Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bazı ülkelerde de adeta sürekli büyümüştür. Ama 1970’lerden sonra, özellikle emperyalist ülkelerde ekonominin büyüme hızı yavaşlamış; küçük oranlarda büyüme, çoğu ülkede ve yıllarda sıfır (o) büyüme olarak gerçekleşmiştir. Aynı süreçte işsizlerin sayısı da giderek artmıştır. İşçilerin, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde sokağa atılmaları, ekonominin seyri hakkında önemli bir kıstas olmaktan çıkmıştır.
2000 yılında dünya brüt üretimi 1973’dekinden iki misli fazlaydı. Ama dünya çapında kişi başına brüt üretim, aynı dönemde yıllık olarak yüzde 50 gerilemiştir. Yani bolluk içinde fakirlik. “Refah” içinde sefalet!
Avrupa’da bolluk içinde yoksulluğun iki türünü de görmekteyiz: Bir taraftan proletarya görece ve mutlak olarak yoksullaşırken, karşı kutupta burjuvazi görece ve mutlak olarak daha da zenginleşiyor.
“Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve çalışmasının üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki iş gücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır. Diğer bütün yasalar gibi, bu da, işleyişi sırasında çeşitli koşullar ile değişikliğe uğrarsa da…”(Marks, Kapital, C. I, s. 673/674).
Avrupa’da veya da bütün dünyada yoksulluğun nedeni burada anlatılıyor. Proletaryanın görece yoksullaşması, ulusal gelirin toplamında işçi sınıfının payının giderek düşmesi anlamına gelir. Proletaryanın mutlak yoksullaşması ise, işçi sınıfının yaşam standardının doğrudan düşmesidir.
Marks’ın dediği gibi, “diğer bütün yasalar gibi, bu da, işleyişi sırasında çeşitli koşullar ile değişikliğe uğrarsa da” ortaya çıkardığı sonuç, şu veya bu ülkede görece derecelerde de olsa, hep aynı: Bir taraftan maddi zenginlikler artıyor, diğer taraftan da milyonlarca insan sefalet içinde yaşıyor.
Avrupa burjuvazisinin anlayışına göre AB, “sosyal bir birlik”. AB ülkelerinde toplam nüfusun yüzde 70’nden fazlası sosyal yardımlardan yararlanmaktadır. AB vatandaşlarının yüzde 13’ü sadece sosyal yardımla yaşamını sürdürüyor. Fransa’da bu oran yüzde 4, Belçika’da ise yüzde 19. AB’de sosyal yardım, düşük gelirli insanların, yoksulluk sınırı altına düşmemeleri için mali olarak desteklenmeleri anlamına gelmektedir. Bu yardımlardan dolayı, yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya kalanların sayısı yüzde 31 ile sınırlandırılabilmiştir.
AB verilerine göre, ulusal ortalama gelirin yüzde 60’ndan daha az geliri olanlar yoksul sayılıyor. 1998’de yoksulların sayısı 68 milyon kadardı. Yoksul kategorisine girenlerin arasında yaşlıların, çocukların ve kadınların sayısı belirleyici çokluktadır. AB’de 16 yaşından küçük çocukların yüzde 16’sı yoksul ailelerin çocukları.
AB çapında işsizler arasında yoksul sayılanların oranı yüzde 38. Bu oran Danimarka’da yüzde 5, ama İtalya’da işsizlerin yüzde 60’ı “yoksulluk tehlikesi” ile karşı karşıya.
AB çapında çalışan işçiler arasında yoksul kategorisinde olanların oranı yüzde 7. AB çapında yaşlı ve yalnız yaşayanların yüzde 28 yoksul.
Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısı 1989’da 13,6 milyondan 1999’da 147 milyona çıkmıştır.
Bu veriler, Avrupa Komisyonu’nun 2002 Sosyal Raporu’nda yer alıyor. Sonraki dönemde durum daha da kötüleşmiştir. Hemen bütün AB ülkelerinde hükümetler, sermayenin talep ettiği neoliberal saldırıları gerçekleştirmek için kazanılmış hakları yok etme çabası içindeler. Özellikle emeklilik, sağlık, eğitim sistemleri tekelci sermayenin çıkarlarına peşkeş çekilmekte ve başkaca sosyal haklar tırpanlanmaktadır. İşsizliği önleme ve geriletme sözü veren hükümetler, işsizliği artıran adımlar atmaktalar. Ekonomik kriz, bunun ötesinde, rekabetin dayatmasının bir sonucu olarak, rasyonelleştirme, modern tekniğin üretimde kullanılması, iflaslar vs. işsizlerin sayısını arttırmıştır. Bugün AB’de kitlesel kronik işsizlik, burjuvazi tarafından da kanıksanmıştır. AB hükümetleri, işsizliğe karşı değil, işsizlere karşı mücadeleyi asli görevi olarak görmekteler. Almanya’da olduğu gibi, işsizlik yardımının sosyal yardım seviyesine düşürülmesi, sağlık sisteminin ve eğitimin daha bugünden kısmen paralı hale getirilmesi, insanları “sürünerek” ölüme mahkûm etmek anlamına gelmektedir.
Şüphesiz neoliberal saldırılara karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların protestoları görkemli boyutlar almaktadır. Örneğin Yunanistan’da, İtalya’da, Fransa’da olduğu gibi. Ne var ki bu mücadeleler, işçi sınıfının siyasal önderliğinden yoksun mücadeleleridir, sendikal ve demokratik haklar için mücadele sınırlarını aşmayan mücadelelerdir. Bunun böyle olması, AB ülkelerinde komünist partilerin olmamasında veya var olduğu kadar güçsüz olmalarında aranmalıdır. Bu nedenle AB çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınlar, kendilerini yeniden reformizme ve pasifizme mahkûm eden güçlerin önderliğinde hareket etmekteler ve onlara, “sosyal devlet” alternatif olarak sunulmaktadır.
Bugünlerde dilden düşmeyen “başka bir dünya olasıdır”, “başka bir Avrupa mümkündür” ile mücadele etmeye hazır olan geniş yığınların, düzenin sınırlarını zorlamaları engellenmeye çalışılmaktadır. Kavram olarak işçi sınıfı, proletarya, devrim, sosyalizm, proletarya diktatörlüğü unutturulmaya çalışılmaktadır. Geniş yığınların, yoksulluğun gerçek nedeninin, neoliberalizm değil, kapitalist sistemin kendisi olduğunun görmemeleri için her şey yapılmaktadır; alternatif yine kapitalist sistem sınırları içinde aranmaktadır. Böylesi, teoriyi, ideolojiyi, kavramları tüketici, sulandırıcı, burjuvazinin, reformistlerin ve pasifistlerin işine yarar hale getirici koşullarda; işçi sınıfı ve emekçi yığınların örgütlenmeye ve mücadele etmeye hazır olduklarını gösterdikleri koşullarda kapitalizmin ve söz konusu yoksulluğun gerçek alternatifinin sosyalizm olduğu sürekli vurgulanmalıdır, bunun için mücadele edilmelidir.