deneme

31 Aralık 2006 Pazar

Amerikan Emperyalizminin Yeni Bir Savaşı


 
Afrika’da kartlar yeniden karıştırılıyor. Belli bir dönem sessizliğin hakim olduğu kara kıtada emperyalistler arası çelişkiler, savaş ve işgale neden olacak derecede keskinleşmiştir. Etiyopya, Amerikan emperyalizmi adına Somali’ye saldırdı ve başkent Mogadişu’ya kadar ilerledi. Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Etiyopya’nın saldırısını İslamistlerin saldırganlığına tepki olarak değerlendirmektedir. Amaç, başka ülkelerden İslamistler için gönderilen silahların yerine ulaşmasını engellemekmiş. Amerikan Dışişleri Bakanlığına göre başka bir neden de Somali’deki gelişmelerden dolayı Etiyopya’nın ciddi güvenlik kaygılarının olmasıymış. Bu nedenle de uluslararası alandan tanınan “Geçiş Hükümeti”nin ricası üzerine bu ülkeye yardıma koşmuş!

Somali’deki çatışmalar, bu ülkeyle sınırlı kalmama, bölgeselleşme potansiyeline sahiptir. Amerikan yanlısı güçlerle mücadele eden „İslam Mahkemeleri Konseyi“, ülkenin büyük bir bölümünü kontrolü altına almıştı. Ancak Baidoa “Geçiş Hükümeti”nin kontrolü altındaydı. 2004’te BM tarafından göreve getirilen bu hükümet, ABD ve İngiltere tarafından desteklenmektedir. Kontrol alanı ancak Baidoa ile sınırlı olan bu hükümet, Etiyopya’nın desteğine muhtaç durumdaydı.

Amerikan emperyalizmi, stratejik önemi olan bu bölgede, kendi çıkarlarına ters düşen İslamistlerin güçlenmesini engellemek için Etiyopya’yı Somali’ye saldırması için açıktan teşvik etmiştir. Kulelere saldırıdan sonra (11 Eylül 2001) Etiyopya, ABD’nin en önemli müttefikleri arasına girmişti. Temmuzun ortasında İslamistlerin Mogadişu’yu kontrolleri altına almalarından hemen sonra, 20 Temmuzda Amerika’nın Afrika’dan sorumlu komutanlığının şefi olan general J. Abizaid Etiyopya’yı ziyaret etmişti. Etiyopya’nın Somali’ye saldırı için askeri hazırlıkları bu ziyaretten hemen sonra başlar.

Amerikan emperyalizmi, rakiplerini bölgeden uzak tutmak veya şimdilik Etiyopya üzerinden müdahalesine karışmalarını engellemek için AB’nin „İslam Mahkemeleri Konseyi“ ile uzlaşma talebini kesinkes reddetmektedir. Afrika’yı işgal yarışında rakiplerinden daha erken davranan Amerikan emperyalizmi, Etiyopya’yı, AB özcüsü L. Michel, „İslam Mahkemeleri Konseyi“ ve “Geçiş Hükümeti” ile Somali’de iktidar paylaşımı üzerine görüşmeler yaparken bu ülkeye saldırmaya yöneltmiştir. Böylece AB’nin girişimi boşa çıkartılmış oldu.

Etiyopya’nın Somali’ye saldırısı, Afrika için emperyalist hegemonya yarışını yeniden hızlandırmıştır. Çatışmaların Sudan’da başlama olasılığının daha yüksek olduğu bir dönemde Amerikan emperyalizminin Etiyopya’yı öne sürerek Somali’de uşağı konumunda olan güçleri yeniden iktidara getirmesiyle bölge üzerine hakimiyette rakiplerine göre bir adım ileri konumuna geçmiştir.

Amerikan emperyalizminin bölge ve bütün kıta üzerine hakimiyeti, diğer emperyalist güçler tarafından kabul edilmemektedir. Amerikan emperyalizmi, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, İngiltere hariç diğer emperyalist güçleri kendine müttefik yaparak kara kıtanın hammadde kaynaklarını ve önemli stratejik alanlarını işgale girişemeyecektir. ABD’nin Irak’taki zor durumundan yararlanmaya çalışan diğer emperyalist ülkeler, Afrika’da kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerini gösteriyorlar. Sorunun ne denli güncelleştiğini, Amerikan Başkanlarından R. Reagan döneminde Afrika görevlisi olan Ch. A. Crocker BBC’ye yaptığı bir açıklamada şu sözlerle ifade ediyor: „Sıra Afrika’da. Çok sert mücadele edilen bir alan. Bu alan, ABD’nin diplomatik etkisi için Afrikalı önderlere ve muhtemel rakiplere veya ‚karşıt güçlere’ büyük bir hareket imkanı vermektedir. Bu, sadece Çin ile sınırlı değildir, Brezilya, Avrupalılar, Malezya, Kore, Rusya ve Hindistan da işin içindeler“.

Fransa, Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkeler, ABD’nin önünü kesmek için, ABD ve İngiltere’nin BM Güvenlik Konseyi’nin Somali’de Barış Gücü gönderme çabasını bloke etmede başarılı olamadılar. Sonuçta BM Güvenlik Konseyi, Somali’ye Barış Gücü gönderme talebini onadı. ABD önderliğindeki bu güç, Amerikan emperyalizminin Afrika’daki savaşını meşrulaştırmaya hizmet edecektir.

Somali’de başlayan çatışmalar, uzun süren ve bütün bölgeye yayılan bir savaşın başlangıcı olabilir. „İslam Mahkemeleri Konseyi“, Mısır, İran, Libya, S. Arabistan, Suriye, Eritrea, Cibuti gibi ülkeler tarafından desteklenmektedir. Özellikle Eritrea, ezeli düşmanı Etiyopya’nın Somali’de nüfuz sahibi olmasına kolay kolay göz yummayacaktır. Arap Ligi, Etiyopya’nın saldırısını mahkum etti. Afrika Birliği, Etiyopya’yı şimdilik destekliyor. Etiyopya’nın Somali’ye saldırısı konusunda Afrika devletleri bölünmüş durumda. Etiyopya ve Uganda “Geçiş Hükümeti”ni desteklerken, Libya ve muhtemelen de Sudan, „İslam Mahkemeleri Konseyi”ni desteklemekteler.

19 Aralık 2006 Salı

KİMİN BÜTÇESİ?


 
2007 yılı bütçesinde giderler 204.9 milyar YTL ve gelirler de 188,2 milyar YTL olarak belirlendi. Gelirlerin içinde vergi gelirlerinin payı yüzde 84 oranında. Yani 158,2 milyar YTL. Bütçe açığı da 16,7 milyar YTL.

2006 yılı gerçekleşme tahminleri üzerinden yapılan hesaplamaya göre 2007 yılı bütçesinde merkezi yönetim bütçe giderleri yüzde 16.9, merkezi yönetim bütçe gelirleri ise yüzde 9.3 oranında artıyor. Merkezi yönetim bütçesinde; 1) Personel giderlerine 43.7 milyar YTL; 2) Sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi ödemelerine 10.1 milyar YTL; 3)Mal ve hizmet alım giderlerine 15.6 milyar YTL; 4)Faiz giderlerine 52.9 milyar YTL; 5) Cari transferlere 60.9 milyar YTL; 6) Sermaye giderlerine 12.1 milyar YTL; 7) Sermaye transferlerine 3.6 milyar YTL; 8)Borç verme ödeneklerine 3.7 milyar YTL; 9)Yedek ödeneklere 2.3 milyar YTL tutarında ödenek ayrılıyor.

Yapılan tahminlere göre, 2007 yılı merkezi yönetim bütçesinde, vergi iadeleri sonrasında 158.2 milyar YTL tutarında haraç, vergi geliri adı altında toplanacak.

İddiaya göre 2007 yılı bütçesinin önemli özelliklerinden birisi, sosyal boyutunun güçlü olmasıymış. Veriler, 2007 bütçesinde Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık bakanlıkları ile Karayollarına ayrılan payların azaldığını, buna karşın Milli Eğitim, Enerji, Çalışma, Sanayi ve Tarım bakanlıklarına ayrılan payların arttığını göstermektedir. “İcracı” bakanlıklar içinde Milli Eğitim Bakanlığı 2007 merkezi yönetim bütçesinden en büyük payı alıyor: 21.4 milyar YTL. Sağlık Bakanlığının 2006'da 7.4 milyar YTL olan başlangıç ödeneği 6,6 milyar YTL’na düşürülüyor, yani yüzde 12 oranında bir azalma söz konusu. Diğer taraftan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına 15.5 milyar YTL, Tarım Bakanlığına 6.6 milyar YTL, Kültür ve Turizm Bakanlığına 809.4 milyon YTL ve Çevre ve Orman Bakanlığına 968.6 milyon YTL kaynak ayrılıyor.
Üst kurullara ayrılan miktar 1 milyar 437 milyon 179 bin 58 YTL. Bunlar içinde aslan payını 906 milyon 180 bin YTL ile Telekomünikasyon Kurumu (TK) alıyor.

Veriler göstermektedir ki, 2007 bütçesi yatırımları hesaba katan bir bütçe değildir. IMF’nin emriyle, küçülme adına kamu altyapı yatırımları ve hizmetler yerinde sayıyor. 2007’de bu alanlardaki faaliyet (mal ve hizmet alımları, yatırımlar) 2006 bütçesinin gerisinde kalıyor.

Neresinden bakılırsa bakılsın 2007 bütçesi de, daha önceki dönemlerdeki bütçeler gibi IMF’nin direktifi temelinde hazırlanmış ve öncelikle, Türkiye’deki yabancı sermayenin çıkarlarını dikkate alan bir bütçedir. Türkiye’de bütçeler 24 Ocak 1980’den bu yana IMF’nin öneri adı altında yaptığı dayatmalara göre hazırlanmaktadır.

Yapılan propagandaya göre, “2007 bütçesi fakire, fukaraya sahip çıkan” ve “sosyal yönü ağır basan” bir bütçeymiş. Oysa yapılan, söylenenin tam tersi: Bütçede yerli-yabancı sermayenin çıkarları ön planda tutulurken sosyal harcamalara ayrılan kısımda hiçbir iyileşme yok. Başka türlü de olamaz. Çünkü kapitalizmde, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu koşullarda bütçe, ulusal gelirin sömürücü sınıflar lehine yeniden dağıtımından başka bir anlam taşımaz. Burjuvazinin, kendisi ve yabancı sermaye adına her yıl bütçe adı altında belirlediği gelirler ve giderler, o yıl içinde ulusal gelirin nasıl pay edileceğinin açıklamaktan başka bir anlam taşımaz. Kapitalizm koşullarında bütçe, sınıfsal karakter taşır. Bu nedenle kapitalizm koşullarında bütçenin sınıfsal karakterini değiştirmek imkansızdır. Bunun ötesinde kapitalizm koşullarında adaletli bütçe de olamaz. Çünkü kapitalizm, adaletsizlik ve sömürü üzerine kurulmuş bir sistemdir. Adaleti, mülkiyetin sınıfsal karakterinden kopartmak ancak burjuvazinin işine yarar. Bu sistemde gerçekleştirilemez olanın, gerçekleştirilebileceği hayalini yayar.
Ama bütçe bazında da olsa ulusal gelirin paylaşımında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar lehine bir gelişme, ancak ve ancak toplumsal mücadelenin doğrudan bir sonucu olur. Bu mücadelede bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, diğer taraftan da kapitalist sınıf karşı karşıya gelir. Bu çatışmada sömürülenlerin talep ettiği adalet gerçekleşmez. Ancak, karşı karşıya gelen sınıflar arasındaki güç dengesi, işçi sınıfı ve emekçi yığınların lehine değiştiği oranda bütçe bazında da olsa ulusal gelirde bu sınıfların aldıkları pay görece artar.

11 Aralık 2006 Pazartesi

NATO ZİRVESİ VE PROTEKTORAT AFGANİSTAN (II)



Afganistan’ın Yıkımı

Afganistan’da devlet yapısının tahribatı daha 1979’da başlamıştı. O zamanki CIA-Direktörü ve şimdiki Amerikan Dışişleri Bakanı R. M. Gate, Hatıralarında CIA’nin, Sovyetler Birliği’nin (SB), Afganistan’ı işgalinden (1979 sonu) aylar öncesi Afganlı islamistleri desteklemeye başladığını yazar. Dönemin Başkanı J. Carter’ın güvenlik danışmanı olan Z. Brezezinski de başkanının Temmuz 1979’da hükümete karşı İslamcı muhalefeti destekleme talimatını imzaladığını doğrular. 15 Ocak 1998’de bir Fransız gazetesiyle yaptığı söyleşide Z. Brezezinski, “Müdahale etmeleri için Sovyetleri zorlamadık, ama onların müdahale etme olanağını bilerek arttırdık” diyecekti. Böylece SB, Amerikan emperyalizmi tarafından “Afgan tuzağı”na düşürülmüş oluyordu. SB’nin Afganistan’ı işgal etmesi, Afgan sorununu doğrudan doğruya uluslararası bir soruna dönüştürmüştü. Artık SB’nin de bir “Vietnam”ı vardı. Amerikan emperyalizmi açısından önemli olan da buydu. Ne SB’ni ne de Amerikan emperyalizmini ilgilendiren, Afganistan’ın kendisi değildi; her iki tarafı da ilgilendiren, her iki süper gücün dünya hegemonyası stratejisini gerçekleştirmede Afganistan’ın yeriydi. Afganistan bu günde bu sorunla karşı karşıyadır.

Taliban rejimi yıkıldıktan sonra (2001) işgalci güç Amerikan emperyalizmi, özellikle İngiltere’nin desteklemesiyle BM şemsiyesi altında Almanya’da (Petersburg/Bonn) uluslararası bir konferans örgütledi. 2001 sonunda düzenlenen bu konferans, sömürgecilik tarihinde görülen konferanslara benziyordu. Ülkeyi işgal eden ve işgalde yer almak isteyen veya buna karşı olan güçlü devletler, söz konusu ganimetin nasıl paylaşılması ve yönetilmesi üzerine tartışıyorlar. Petersburg Konferansında olan da buydu. Konferansa katılan 20’den fazla Amerikan temsilcisinin yoğun baskısı sonucunda üç İslamcı ve bir monarşist grubun da katılımıyla geçici bir Afgan hükümeti oluşturuldu. CIA’nin adamı Abdul Hamid Karsai hükümet başkanlığına getirildi. Afgan halkıyla hiçbir ilişkisi olmayan ve dolayısıyla halktan destek almayan bu hükümet, uluslararası koruma altında başkent Kabil’e getirildi ve güvenliği sağlandı. Bu tarihten itibaren Afganistan, işgalci güçlerin protektoratı olmuştu.

Protektorat Afganistan, Amerikan emperyalizminin eseriydi. Amerikan emperyalizminin temsilcileri bu protektoratı oluştururken ne Avrupalı „dost”larının ne de genel olarak NATO üyesi ülkelerin görüşlerini almışlardı. Ama ülkelerinin çıkarlarını Hindikuş’ta savunmak isteyen emperyalist ülkeler, Amerikan emperyalizminin Afganistan işgalini destekleyenlerin başında yer aldılar. İşgalci güçler Afganistan’ı, yeni silahların ve işgalci orduların yeteneklerinin denendiği bir alana dönüştürdüler.

28.6.2004 tarihinde İstanbul’da yapılan NATO toplantısında BM’in kontrolünde olan ISAF’ın (“International Security Assistance Force”) NATO komutanlığına tabi kılınması kararı alındı. Afganistan, hazırlanan bir NATO-Operasyon Planına göre, hemen hemen aynı büyüklükte olan dört sektöre bölündü. Böylece BM’in gözlemci konumu, ülkenin hükümranlığı ve devlet olarak varlığı ortadan kaldırılmış oldu.

Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek; dünya hâkimiyeti kurmak için Afganistan’da uzun bir dönem kalmak zorunda olduğunu biliyor. Afganistan işgalinde şimdilik NATO’yu kullanıyor. Afganistan’ın mevcut durumu, ABD ve NATO’nun bu ülkede uzun bir dönem kalmak için siyasal ve askeri önkoşulları oluşturmuş olduklarını göstermektedir. 2005’te, seçimlerden önce Karsai’nin „ulusal konferans“ adı altında bir araya getirdiği 100 „şahsiyet“, bu uşağa, Amerikan ordularının sonsuza dek Afganistan’da kalabilmeleri için anlaşma yapma yetkisi verdi.

Afganistan, serbest rekabetçi kapitalizm ve emperyalizm çağının başlangıcında görülen protektoratçılığın tipik bir örneğini oluşturmaktadır 21. yüzyılın başında. Afganistan’ın hükümranlığından ve bağımsız bir hükümetin iş başında olmasından bahsedilemez. Mevcut kabinenin yarıdan fazlası Amerikalı Afganlardan oluşmaktadır. Geriye kalan kısmını ise Avrupalı Afganlar ve birkaç savaş ağası oluşturmaktadır. Bileşimi böyle olan hükümete, hemen her resmi dairede faaliyet sürdüren ve karar alma yetkisi olan Amerikalı uzmanlar „yardımcı“ olmaktalar.

Emperyalist işgal, protektorat statüsü Afganistan’da ekonomik alt yapının tahribatına neden olmuştur. Ekonomi Bakanı Muhammed Amin Farhang, Afgan pazarlarında alınıp-satılan metaların yüzde 99’unun ithal malı olduğunu söylüyor. Bu anlamda Afganistan, sanayi ürünleri üreten ülkeler için bir cennet olmuştur. Devlet mekanizmasına entegre olmuş eroin ağaları, olanaklarını kara para yıkamak için kullanıyorlar ve sadece, oldukça az sayıda ödeme gücü olan Afgan zenginleri için lüks mallar üretiliyor. İşgalci güçlerin kontrolünde Afganistan bir „Uyuşturucu Maddeler Mafyası Devleti“ olmuştur.

Afgan halkının diğer bir düşmanı da „hükümet dışı örgütler”dir. Bu türden 2500 örgütün Kabil’de büroları var. Çeşitli uluslararası „verenler konferansı”nda toplanan milyarlarca dolar, her türlü yetkiye sahip bu 2500 örgüt üzerinden yeniden „verici“ ülkelere akmaktadır. Para içinde yüzen bu örgütler, Afganistan’da başlı başına bir güçtür, adeta yedek hükümettir. Fransa Afganı Planlama Bakanı Ramazan Başardost’a göre hükümet dışı örgütler, Afganistan’ın „yeni El-Kaide“sidir. Bu bakan bu örgütlerin sipariş defterlerine bakmak istediği için Karsai tarafından görevinde alınmıştır.

Afgan seçkinler tabakası, işgalci güçler tarafından satın alınmış durumda. Bu ülkede cirit atan uluslararası vakıflar, aydın avındalar. Her bir emperyalist ülke, işgalci güç, daha şimdiden sonraki Afganistan’da siyasal nüfuzunu devam ettirmek için kullanacağı unsurları, vakıfları vasıtasıyla kendine bağlamak, kendi çıkarlarını savunacak şekilde eğitmek çabası içinde. Bunun adı, yerli uşak yetiştirmektir.

Hindikuş, Enver Paşaya mezar olmuştu. Dünyanın en güçlü ordularından olan Kızıl Ordu da Hindikuş’tan kovulmuştu. Tarihte hiçbir emperyalist, işgalci güç Hindikuş’ta zafer elde edemedi ve eninde sonunda kahraman Afgan halkının direnişine teslim olup ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Sıra şimdiki işgalcilerde. Onları da aynı akıbet beklemektedir. Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti stratejisi, hem Afganistan’da hem de Irak’ta yenilgiye uğramıştır.

„Barışı güvenlik altına almak için“ Afganistan’a „istikrar“ götürmek isteyen işgalciler, direnen Afgan halkına karşı savaşmakla karşı karşıya kalmışlardır. Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da direniş, belli bölgelerde sürdürülen direniş olmaktan çıkarak ülke çapında yaygınlaşmaktadır. İşgalciler, Afganistan’da da işlerinin zor olduğunu kabul etmeye ve durumu „felaket“ olarak değerlendirmeye başladılar. Daha fazla asker çağrısının ötesinde Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice, Afganistan’da yenilgiye uğrayabiliriz uyarısında bulunurken, NATO eski Başkomutanı W. Clark da „kazanmak durumunda değiliz“ değerlendirmesini yapıyordu.

3 Aralık 2006 Pazar

NATO ZİRVESİ VE PROTEKTORAT AFGANİSTAN (I)



28-29 Kasımda Riga’da (Letonya) gerçekleştirilen NATO-Zirvesine bir taraftan ABD ve diğer taraftan da AB’nin Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya gibi önde gelen ülkeleri arasında Afganistan’a ilişkin görüş ayrılıkları ve NATO’nun geleceğiyle ilgili olarak da çelişkiler damgasını vurmuştur.

Şu anda Afganistan’da işgalci güçlerin toplam 32 bin askeri var. Isaf (International Security Assistance Force) komutasında emperyalist işgali temsil eden, emperyalist çıkarlar için savaşan bu askerler 26 NATO üyesi ülkeden ve bu ittifaka üye olmayan başka onbir ülkeden gelmekte. Sadece ABD’nin Afganistan’daki asker sayısı 12 bindir.

Isaf’ın başlangıçta görevi, başkent Kabil’de işgalci güçlerin kukla hükümetinin güvenliğini sağlamakla sınırlıydı. Ama sonra, zorlanan işgalciler İsaf’ın faaliyetini bütün ülkeye yaydılar. Afganistan’ın özellikle güney ve doğu bölgelerinde NATO, direnişçilerle sürekli sıcak çatışma içinde. Sadece 2006 yılı içinde direnişçiler tarafından öldürülen asker sayısı 150’dir. En çok da Amerikan, Kanada, İngiliz ve Hollanda askerleri öldürülmüştür. Asker sayısına göre hesaplandığında işgalcilerin kayıpları Irak’takinden daha fazladır.

ABD, İngiltere, Kanada, Hollanda ve Danimarka, Afganistan'ın güneyinde direnişçi güçlere karşı sürdürdükleri çatışmalara diğer ülkeleri de çekmek istiyorlar. Özellikle Amerikan emperyalizmi, askerleri doğrudan sıcak çatışmalara katılmayan ve görev alanları da savaşın sürdüğü güney ve doğu bölgelerinin dışında kalan Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve Türkiye'nin, ülkenin güney ve doğu bölgelerine asker göndermeme çekincesini kaldırmalarını talep ediyor. Örneğin Almanya’nın İsaf çerçevesinde Afganistan’da bulunan asker sayısı 3 bin (en çok asker gönderen 3. ülke). Ama faaliyet alanı kuzey Afganistan’la sınırlı. Fransa’nın 1100 askeri var ve sadece Kabil’de konuşlanmış durumda. İtalyan ve İspanyol askerleri de sıcak çatışmalara katılmıyorlar.

ABD, İngiltere, Kanada, Hollanda ve Danimarka dışındaki diğer işgalci güçlerin sınırlandırılmış görevine son verilmesi zirve öncesinde dile getirildi ve zirvede de talep edildi. Amerikan emperyalizmi, bu sınırlandırmanın kaldırılması için söz konusu bu ülkelere dozajı giderek artan baskıda bulundu. Ayrıca NATO, 2500 askere daha ihtiyacın olduğunu açıkladı.

Zirvenin açılış konuşmasında Bush, üye ülkeler, komutanlığın ihtiyaç duyduğu kadar asker verirlerse NATO Afganistan’da başarılı olur, ittifak, „birimize yapılan saldırı hepimize yapılan saldırıdır“ ilkesi üzerine kurulmuştur anlayışını dile getirdi.

NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer de konuşmasında bu ülkelerin, ülkenin güneyine ve doğusuna asker göndermelerini talep etti.

Bush’un daha fazla angajman, daha fazla asker, Afganistan’ın güneyine ve doğusuna asker gönderin talebi karşısında Avrupalı ülkeler, özellikle de Almanya ve Fransa duvar oldular. Bush, talepleriyle bu duvara çarptı. Alman Başbakanı A. Merkel, Alman askerlerinin kuzeyde “iyi bir inşa çalışması” yaptığından bahsederken, İtalyan Başbakanı R. Prodi de “Görüşümüz, Fransa’nın, Almanya’nın ve İspanya’nın da görüşü kesinlikle değişmemiştir” diyerek Bush’un taleplerini yanıtladı.

Zirvede, Amerikan emperyalizminin görüşleri temelinde NATO tarafından hazırlanan ve üye ülkelerin dışişleri bakanlarının da kabul ettiği “önümüzdeki 15 yıl içinde kapsamlı politik ilkeler” raporu, yani “küresel NATO”yu şekillendirmesi için düşünülen rapor ortada kaldı. Bu raporda NATO’nun görev alanının, hammaddelerin küresel güvenliğini ve “terörizm”le mücadeleyi içerecek şekilde genişletmesi anlayışına ve aynı zamanda bazı Avrupalı üye ülkelerin, özellikle de Almanya’nın, enerji temini bakımından Rusya’ya bağımlı olabileceği ve Rusya’nın da petrol ve doğal gazı siyasal silah olarak kullanabileceği uyarısına yer verilmekte.

“Acil mücadele gücü” oluşturma konusunda da istenilen sonuç alınamamıştır. NATO’nun 2002’de Prag toplantısında Amerikan emperyalizmi tarafından önerilen 25 bin askerden oluşması düşünülen “NATO Acil Müdahale Gücü”ne üye ülkeler fazla ilgi göstermemişlerdir.

Amerikan emperyalizmiyle, AB’nin emperyalist ülkeleri veya bir bütün olarak AB arasında dünya hegemonyası için rekabette askeri güç kullanma konusunda; şu veya bu ülkeyi veya bölgeyi işgal etme konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Görüş ayrılığı, ABD’nin şimdiye kadar olduğu gibi AB’yi yedeklemeye çalışmasından ve AB’nin de artık buna yanaşmamasından, ABD’ye karşı dünya pazarlarında rekabet ederken kendi adına askeri güç kullanma eğiliminden kaynaklanmaktadır. Riga’daki toplantının arifesinde Fransa Cumhurbaşkanı J. Chirac bu konuda AB’nin politikasını şu sözlerle ifade ediyordu: “Avrupalılar, Amerikan müttefiklerine çok uzun zaman güvendiler. Şimdi onlar, yükün kendilerine düşen kısmını üstlenmek ve Avrupa Birliği için kendi amaçlarına uygun düşen bir ulusal savunma çabasını kabul etmek zorundadırlar”. Chirac, NATO’nun geleceği konusunda veya ABD ile AB arasındaki askeri müttefiklik konusunda AB’nin görüşünü böyle dile getiriyordu. ABD ile AB arasındaki bu temel çelişki, Riga’da ele alınan bütün konulara farklı boyutlarda da olsun yansımıştır veya Riga’da sorunlar bu çelişki çerçevesinde ele alınmıştır.

Zirvenin ana gündemini oluşturması gereken NATO’nun genişletilmesi tartışması da havada kaldı. Sadece Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya ile üyelik görüşmelerine 2008’de başlanması üzerine konuşuldu. Özellikle ABD’nin üye olmalarını istediği Gürcistan ve Ukrayna ile „diyalog“un devamı kararlaştırılırken, Avustralya ve Japonya gibi ülkelerin üyelik durumu anılmadı bile.

Amerikan emperyalizminin, belli bir zamandan beri Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve Türkiye gibi ülkeleri, Afganistan’ın güney ve doğusunda sıcak savaşa doğrudan katılmaları ve daha fazla asker göndermeleri talebiyle sıkıştırmasından ve başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı bazı müttefiklerinin buna yanaşmamasından kaynaklanan görüş ayrılığı, ABD ile AB arasında NATO konusunda buzdağını andıran çelişki yumağının sadece görünen yanıdır. Riga toplantısında, NATO’nun geleceği konusunda ABD ile AB arasında görüş birliğinin olmadığı bir kez daha görülmüştür.

Varşova Paktı’nın feshinden sonra adeta işlevsiz kalan NATO’nun geleceğini Amerikan emperyalizmi, onu transatlantik bir ittifak çerçevesinden çıkartarak küresel bir askeri ittifak çerçevesine oturtmakta görmeye başladı. ABD’nin amacı, Gürcistan, Avustralya, Japonya, İsrail, Güney Kore, Güney Afrika, Ukrayna gibi ülkelerin katılımıyla NATO’yu küresel bir askeri ittifaka dönüştürmektir. Böylece Amerikan emperyalizmi, “yeni” NATO’yu, dünya hâkimiyeti için şu veya bu ülkeyi veya bölgeyi işgalde yedek ordu olarak kullanmayı planlıyor. ABD’nin bu görüşüne karşı Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, "İttifak, askeri olmayan misyonlara, iptidai ortaklıklara ya da yeterince hazırlanmamış genişlemeye müdahil edilirse amacından saptırılır" diyerek Fransız emperyalizminin NATO’nun nasıl olması veya kalması konusundaki anlayışını dile getirdi. Fransa, küresel NATO’dan yana değil. Daha doğrusu, Amerikan emperyalizminin güdümünde küresel bir askeri ittifak, AB-ordusunu anlamsız kılacağından dolayı uluslararası işgallerde Fransız emperyalizminin hareket alanı daraltılmış olacaktır. Fransa bu nedenle “küresel NATO’”ya karşıdır. Fransa’nın bu anlayışı, aynı zamanda, bir bütün olarak AB’nin anlayışıdır.

Diğer taraftan zirveye hâkim olan görüş ayrılığı, barışçıl dış politika, zor kullanımına dayanan dış politika farklılığına da indirgenemez. ABD ve AB arasında dünya pazarları üzerinde rekabetten kaynaklanan stratejik farklılık vardır. AB, bütün gücüyle kendi askeri kapasitesini geliştiriyor ve bunu da kısmen NATO ile rekabet içinde yapıyor.

AB’nin Almanya, Fransa, İtalya gibi önde gelen ülkeleri, Amerikan dış politikasına göre hareket etmek ve Irak’ta olduğu gibi bir yenilgi durumuyla karşı karşıya kalmak istemiyorlar. NATO’da Amerikan hâkimiyetine boyun eğmenin bu anlama geldiğini biliyorlar. Bu nedenle ezilen ulusları ve işgal edilmiş ülkeleri Amerikan vahşetiyle baş başa bırakarak, kendilerinin farklı olduğunu göstermeye ve işgal edilmiş ülkelerle geliştirilen yoğun iktisadi ilişkileri ve ABD’nin güç kaybını, kendi emperyalist çıkarlarını hâkim kılmak için kullanmaya çalışıyorlar.

(Gelecek yazıda Afganistan’ın işgalci güçler tarafından talan ve yıkımını ele alacağız).

26 Kasım 2006 Pazar

YENİLGİDEN KURTULAMAYACAKSINIZ, ÇEKİLECEKSİNİZ



Afganistan ve Irak’ta işgalci güçler zor durumda. Emperyalist çıkarlar için işgal edilen Irak’ta direniş güçleri karşısında artık tutunamamaya başlayan işgalciler, çekilmenin yol ve yöntemlerini tartışmaya başladılar. Yeni bir Vietnam yaşamanın Amerikan emperyalizmi açısından dünya çapındaki hâkimiyetine vurulabilecek en büyük darbe olacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Gelişmeler, Irak’ın şu veya bu biçimde işgalciler için yeni bir Vietnam olacağını göstermektedir.

“Demokrasi getirme” ve “kitle imha silahları” demagojilerinden geriye hiçbir şey kalmadı. İşgalin yegâne nedeninin bölge üzerinde hâkimiyet ve enerji kaynaklarını kontrol etmek olduğu gerçeği de artık tartışılmıyor. İşgalciler durumu kurtarmak için rakipleri olan AB, Rusya, Çin ve Japonya gibi emperyalist güçleri “çözüm”e ortak etmeye yanaşmıyorlar. Ama düne kadar “şer ekseni” ülkelerinden saydıkları İran ve Suriye’nin Irak çıkmazında belli bir rol oynayabileceklerini dillendiriyorlar. Bu ülkelere ve ayrıca Mısır ve Suudi Arabistan’a yönelik tehditlerden de geriye bir şey kalmadı.

Ortadoğu ülkeleriyle Amerikan emperyalizmi ilişkilerinde, Bush’un seçim yenilgisinden sonra yeni politika diye öne sürülen anlayışlarda yeni olan bir şey yok. Yeni diye tanımlanmaya çalışılan, Eylül 2001 öncesindeki ilişkilere dönmekten başka bir şey değildir. Anlaşılan o ki, “demokrasi” ve “uluslararası teröre karşı mücadele”nin kıstası, Amerikan çıkarlarına boyun eğmekten geçiyor. Yani, ABD, kendi idaresi doğrultusunda hareket eden ülkeleri “dost”, etmeyenleri de “düşman” ilan etme mantığını yeniden eskisi gibi yorumlamaya başladı; bir ülkede faşist, baskıcı rejim hâkim olsa bile, o ülke, ABD’nin çıkarlarına karşı gelmiyorsa Amerika’nın dostu, müttefiki olan bir ülkedir. Bir ülkede demokrasi hâkim olsa bile o ülke Amerikan çıkarlarına karşı geliyorsa, ABD’nin dostu olmayan bir ülkedir. Eylül 2001 saldırısından önce ABD’nin dostluk-düşmanlık kıstası, demokrasi anlayışı böyleydi. Bu nedenle şimdi Iran ve Suriye gibi “şer ekseni”ne dâhil ettiği “haydut devlet”lerle yeniden ilişki kurmanın yollarını aramaktadır.

Yanlış hesap Bağdat’tan döner. Irak direniş hareketi, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’yu işgal ve bunu ötesinde “Büyük Ortadoğu Projesini” gerçekleştirmek için yaptığı hesapları, planları boşa çıkartacağını göstermiştir. İşgalciler, direnişçilerin giderek artan saldırılarını önleyemiyorlar, karşılık veremiyorlar. Irak direnişinin birleşik komutanlık altında birleşmesi, direnişin yeni bir sürece girildiğini de göstermektedir:

-Irak direnişi, bölgesel olmaktan çıkmıştır. Artık sadece Sünnilerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde sürdürülmemektedir.

-Direniş ulusal çapta örgütlenmiştir.

-Direnişte İslami güçlerin reddedilemeyecek belli bir ağırlığı vardır, ama onlar belirleyici güç konumunda değiller.

Birleşik Siyasal Komutanlığın kurulması, işgalcilere karşı mücadelede küçümsenemeyecek bir yol alındığını, işgalcilerin ülkeden kovulmalarının yakın olduğunu göstermektedir.

Bu nedenledir ki, Amerikan emperyalizminin Irak senaryolarından birisi de direniş güçleriyle ilişkiye geçmektir.

Amerikan Dışişleri Bakanı C. Rice’ın, 3 Ekim 2006 tarihinde Körfez Ülkeleri, Mısır ve Ürdün Dışişleri Bakanlarıyla Kahire’de yaptığı toplantı, yenilginin itirafından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu toplantıda Rice, Irak çıkmazından kurtulmak için toplantıya katılan ülkelerden resmen yardımlarını istedi. Rice vasıtasıyla Amerikan emperyalizminin dile getirdiği talepler bilinmiyor değil: Ürdün, Birleşik Arap Emirliği, Mısır, Suudi Arabistan ile diğer Körfez ülkeleri, Iraklı Sünni gruplarla görüşmeli ve onlara Irak’ın geleceği üzerinde aktif siyasal rol alacaklarının güvencesi verilmeli.

Bunun üzerine söz konusu bu ülkeler, eski Irak Baas Partisi’nin ılımlı isimleriyle görüştüler ve eski Irak Cumhuriyet Muhafızları komutanları ile eski sivil Baasçı kadrolarının Irak yönetiminde yer alacakları konusunda bazı anlaşmalar yaptılar.

Ayrıca, işgalciler gerek Irak Başbakanı N. C. El-Maliki ve gerekse Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesut Barzani ile ayrı ayrı görüştüler ve Irak’ın istikrara kavuşturulması için atılması gereken adımların bir an önce atılmasını talep ettiler. İşgalcilerin, Maliki ve Barzani’den istedikleri şunlardı:

-Direniş örgütleriyle anlaşmaya varmak.

-Silahlı milisleri yasaklamak.

-Yönetiminde Sünni gruplara daha fazla rol vermek.

-Federal sistem yerine il sistemi uygulamasına geçmek. Bu durumda il sistemi daha geniş yetkilerle donatılmalı ve merkezi hükümete bağlı olmalı.

-Hükümette yer alan Şii gruplar tarafından Sünnileri cezalandırmak için oluşturulan “ölüm timlerinin” lağvedilmeli.

-“Iraklı Baasçıların açığa alınma”sını düzenleyen yasanın iptal edilmeli ve bundan zarar görenlere tazminatın verilmeli. (Bu yasa Paul Bremer döneminde yürürlüğe girmişti).

Amerikan emperyalizminin “yeni” politikası bu eksende geliştiriliyor. Bu anlayışın sonucudur ki, işgalden bu yana istenmeyen, düşman görülen güçler/ülkeler, Amerikan emperyalizminin yeniden “dost” olmaya başladılar.

Ama direniş ulusal çapta örgütlü sürüyor ve işgalciler yenilmekten, Irak’tan kovulmaktan kurtulamayacaklar.

11 Ekim 2006 Çarşamba

EMPERYALİST KÜRESELLEŞME, REKABET VE DÜNYANIN TALANI



Son 20-30 yılında sermaye hareketinin gelişmesini inceleyen kitapların ve makalelerin sayısında dikkate çeken bir artış olmuştur. Bunun ötesinde devletler açısından ulusal ve uluslararası kurumların (BM, OECD, DB, IMF, stratejik araştırma enstitüleri, başka çeşitli araştırma kurumları, sendikalar, üniversiteler vs.) sürekli ele aldıkları konulardan birisi de sermaye hareketinin gelişme seyri, rekabet ve neoliberalizmdir.

Dünya ekonomisinin bileşenleri tek tek ülke ekonomileridir. Daha kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde görüldüğü gibi, o zaman dünya pazarında ve ticaretinde, emperyalist çağda da dünya ekonomisinde belli ülkelerin ekonomik, siyasi ve askeri ağırlığı söz konusuydu. Bugün de öyle, ama eskisi gibi değil. Bugün tek tek ülkelerin dünya ekonomisini yönlendirebilmeleri için oldukça güçlü olmaları gerekiyor. Örnek; dünya ekonomisi açısından önemli olmalarına rağmen tek başına Alman ekonomisinin veya Fransız ekonomisinin yönlendirici bir konumları yoktur. Ama tek başına bir ABD ekonomisi böyle bir konuma sahiptir. Kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin bugünkü sonuçları böyle. Eşitsiz gelişme sürecinde gelecekte başka güçler ortaya çıkartacaktır. Çin buna aday bir ülkedir. Amerikan emperyalizminin bütün saldırganlığının altında yatan, bu gelişmenin önünü alabilmek ve en azından mevcut konumunu koruyabilmektir.

Bugün dünya ekonomisinin seyrini belirleyen, dünya ekonomisi dendiğinde akla gelen ABD, AB ve Japonya’dan oluşan üçlüdür. Diğer bir deyişle Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya merkezli Pasifik alanıdır.

Kapitalist üretimin ve sermayenin, dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasında ve uluslararası örgütlenmesinde esas rolü uluslararası tekeller oynamaktadır. Lenin’in deyimiyle bunlar, “süper tekel”lerdir. Bu tekeller, üretimin, pazarlamanın, hammadde kaynaklarının nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini belirleyecek güce ulaşmışlardır.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, sermaye ve üretimin bütün yeryüzüne, bütün ülkelere şu veya bu biçimde eşit dağılması anlamına gelmez. Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, şüphesiz ki, sermayenin, dünyanın en ücra köşesine de nüfuz etmesi anlamına gelir. Buna sermayenin yatay uluslararasılaşması deniyor. Bunun ötesinde sermaye, derinlemesine de uluslararasılaşmaktadır. Derinlemesine uluslararasılaşma, sermaye ve üretimin belli merkezlerde yoğunlaşması anlamına gelir. Bu anlamda sermaye, belli bölgelerde yoğunlaşarak –ABD, AB ve Japonya- uluslararasılaşmaktadır.

Uluslararasılaşmış kapitalizm, üretimin de uluslararası toplumsallaşmasını beraberinde getirmiştir. Yani kapitalist üretim ne kadar uluslararasılaşırsa, üretim de o derece uluslararası toplumsallaşma koşullarına sahip olur ve aynı şekilde uluslararası tekeller de, üretici güçlerin uluslararası gelişmesini tetiklemiş olurlar. Bunun anlamı şudur: sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasıyla birlikte kapitalist üretim biçiminin bütün çelişkileri de uluslararasılaşır. Genel olarak geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana “küresel sorunlar” kavramıyla kastedilen bütün sorunlar, kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasından doğan sorunların sonuçlarıdır.

Neoliberalizm, sermaye ve üretimin yeni veya en son, en gelişmiş örgütlenme aşamasına, yani uluslararası örgütlenme aşamasına tekabül eden politikadır. Neoliberal politik ekonomi anlayışının özellikle ‘70’li yıllardan bu yana revaçta olması ve bugün hemen bütün belli başlı ülkelerde uygulanması ve IMF tarafından da bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılması, uluslararası tekellerin uluslararasılaşmışlıklarının ve uluslararası örgütlenmiş olmalarının doğrudan bir ifadesidir.

Neoliberalizm, sermaye ve üretimin dünya çapında tamamen serbest hareketi önündeki bütün engellerin yıkılmasını ve sermayenin tamamen serbest hareketinin yasalarla korunmasını; sermayenin tamamen serbest hareketi önündeki bütün ulusal sınırların yıkılmasını, sermayenin giremeyeceği hiçbir alanın kalmamasını talep etmektedir.

Uluslararası tekellerin sermaye ve üretimi, kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası örgütlemeleri ve neoliberalizm, kaçınılmaz olarak dünya çapında kutuplaşmayı derinleştirmiştir: Dünya piramidinin tepesinde birkaç emperyalist ülke yer alıyor. İkinci basamakta sayıları belli sanayileşmiş ülkeler; üçüncü basamağın üst kısmında nispeten gelişmiş, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler yer alıyorlar. Piramidin en altı ise en fakir ülkelerden oluşmaktadır. Her halükarda uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş sermaye ve üretim, ülkeler bazında dünyayı ikiye bölmüştür: Bir taraftan bütün maddi zenginlikleri kendinde toplayan emperyalist ülkeler, diğer taraftan da talan edilen, fakirleştirilen bağımlı ve yeni sömürge ülkeler.

SB ve revizyonist bloğun yıkılmasından sonra dünyamız iki kutupluluktan çok rekabet merkezli bir sürece girdi. Henüz paylaşılmamış alanların kalmaması, sermaye ve üretimin uluslararası yatay örgütlenmiş olması ve süper tekellerin sermaye ve üretimi uluslararası planda yeniden örgütlemeye çalışmaları, rekabet merkezleri arasındaki çelişkiyi de keskinleştirmektedir.

Sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesinin boyutları, fiziki dünyanın tamamen paylaşıldığını göstermektedir. Bu koşullar altında rekabet, doğal olarak keskinleşecektir ve keskinleşmiştir de. Günümüz koşullarında yeniden paylaşım talebi, ülke olarak özellikle Almanya ve Japonya’dan gelmektedir ve entegre pazar olarak da AB’den gelmektedir. Bugün açısından Rusya ve Çin, potansiyel dünya gücü konumundalar. Bütün bu ülkeler, Amerikan emperyalizmiyle dünya hâkimiyeti için rekabet içindeler. Bu rekabetin nasıl geliştiğini uluslararası tekellerin gelişmesinde de görmekteyiz.

Emperyalist ülkeler ve aynı zamanda uluslararası tekeller arasındaki rekabet ve bu tekellerin gelişme seyri, emperyalist ülkelerde ulus devletin güçlendirilmesini beraberinde getirmektedir. Dünya hegemonyası için mücadele, emperyalist ülkeler arası rekabet bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye ve üretim ne kadar uluslararasılaşmış olursa olsun, ne denli uluslararası örgütlenmiş olursa olsun, bu gelişmenin tetikleyicisi olan uluslararası tekellerin, bu faaliyetlerini sürdürmek için merkezi bir üsse ihtiyaçları vardır. Bu merkezi üs de o sermayenin, o uluslararası tekelin ülkesidir. Her tekel ve sermaye için en emin, en güvenilir liman, ülkesidir. Uluslararası tekellerin pervasızlığının, dayatmalarının ardındaki güç, devlet gücüdür.

Emperyalistler arası güçler dengesi:

Bugün açısından dünya, emperyalist ülkeler, uluslararası tekeller tarafından paylaşılmıştır. Bu nedenle günümüzde emperyalistler arası rekabet, bu paylaşılmışlık durumunu değiştirmek, yani dünyayı yeniden paylaşmak için sürdürülen mücadelenin ifadesidir. Eşit olmayan gelişme sonucunda güçler dengesinin bozulması kaçınılmazdır.

Son 20 seneyi göz önünde tutarsak:

§ ABD, dünya üretimindeki payını 1980’de yüzde 24,5’ten yüzde 26,4’e çıkartarak, konumunu biraz daha güçlendirmiştir.

§ Aynı dönemde Japonya’nın dünya üretimindeki payı yüzde 17’den yüzde 16,7’ye; Almanya’nın payı yüzde 8,3’ten yüzde 7,9’a; Fransa’nınki yüzde 5,9’dan yüzde 5,1’e; İngiltere’ninki yüzde 4,1’den yüzde 3,8’e; İtalya’nınki yüzde 2,3’ten yüzde 1’e düşerken Çin’in payı yüzde 0,8’den yüzde 3,6’ya çıkarak 4,5 misli bir artmıştır.

§ ABD, Japonya, Almanya ve Fransa, dünya sıralamasındaki yerlerini koruyorlar: 1980 ve 2000’de de 1., 2., 3. ve 4. sırayı paylaşıyorlar. İngiltere, 1980’de 6. sıradan 2000’de 5. sıraya çıkıyor. İtalya 1980’de 5. sıradan 2000’de 7. sıraya düşüyor. Ama esas gelişme Rusya ve Çin’de. Rusya 1980’de 7. sıradayken 2000’de 12. sıraya düşerken, 1980’de 16. sırada olan Çin 10 basamak atlayarak 6. sıraya yükseliyor.

Dünya Ekonomisinde Uluslararası Tekellerin Konumu ve Yoksulluğun Boyutu:

Unctad’ın tanımına göre uluslararası tekel, bir ana işletmeden ve yurtdışında faal olan en azından bir bağımlı işletmeden oluşmaktadır. Ana işletmenin, bağımlı işletmedeki payı en azından yüzde 10’dur.

Unctad verilerine göre (WIR 2005) bu tanımlama kapsamına giren 69.727 uluslararası tekel var. Bunlara bağımlı işletmelerin sayısı da 690.391. 2005 verileri ana tekellerin sayısının arttığını, bağımlı işletmelerin sayısının ise azaldığını göstermektedir: 1969’da uluslararası tekel sayısı 7200’den 1990’da 37.000’e, 1995’te 44.000’e, 2001’de 65.000’e ve 2005’te de 69.391’e çıkıyor. Bu tekellere bağımlı işletmelerin sayısı da 1969’da 27.000’den 1990’da 170.000’e, 1995’te 280.000’e ve 2001’de de 850.000’e çıkıyor. 2005’te ise bu türden işletmelerin sayısı 690.391’e düşüyor.

Uluslararası tekellerin 50.520’sinin ve bağımlı işletmelerin de 247.241’inin merkezi sanayi ülkelerinde bulunuyor. Bunların arasında Avrupa’da olan uluslararası tekel sayısı 41.461 ve bunlara bağımlı işletme sayısı da 209.788. ABD ve Kanada merkezli olan uluslararası tekel sayısı 3.857 ve bunlara bağımlı işletme sayısı da 28.332. Japonya ve Avustralya’da olanların sayısı da sırayla 5.202 ve 9.121.

Merkezi “gelişen” ülkelerde bulunan uluslararası tekel sayısı 18.029 ve bunlara bağımlı olan işletme sayısı da 335.338.

Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde bulunanların sayısı da sırayla 1.178 ve 107.812.

Bu tekeller arasında en büyük olanlar, onbinlerce küçük tekelin toplamından daha güçlü konumdalar.

En büyük 100 uluslararası tekelin gücü:

En büyük 100 uluslararası tekel içinde 90 tekelin her birinin yurtdışındaki kendine bağımlı işletme sayısı 100’den fazladır (Hisse senedi çoğunluğu ana tekelde olan bağımlı işletmeler dikkate alınıyor).

Her bir uluslararası tekelin kendine bağımlı işletme sayısı ortalama olarak 342. Bunların yüzde 66’sı, yani 225’i yurtdışındadır.

Her bir uluslararası tekel, ortalama olarak 40 ülkede temsil edilmektedir.

En büyük 100 uluslararası tekel içinde “liman”ı “gelişen” ülkeler olanların sayısı sadece 4. (Hutchinson, Hongkong, 16. sırada; Singtel, Singapur, 66. sırada; Petronas, Malezya, 72. sırada ve Samsung, Kore, 99. sırada).

2003 yılı itibariyle uluslararası tekellerin dünya ekonomisindeki konumları:

En büyük 100 uluslararası tekel açısından:

En büyük 100 tekelde çalışanların toplam sayısı:…………………… 14.626.000.

Yurtdışında çalışanların sayısı:…………………………………………7.242.000.

Yurtdışında çalışanların payı:……………………………% 49,5.

Sermaye varlığı:………………………………………..………………8.023 milyar dolar.

Yurtdışındaki varlık:………………………………………………...….3.993 milyar dolar.

Yurtdışının payı:…………………………………………% 49,8.

Bütün uluslararası tekeller (69.727) açısından:

Yurtdışında çalışanların sayısı:……………………………………….53.196.000.

69.727 uluslararası tekel içinde en büyük 100’ün payı:…% 13,6.

69.727 uluslararası tekelin sermaye varlığı toplamı:………………….32.186 milyar dolar.

Bunda en büyük 100’ün payı:………………………..…% 12,4.

69.727 uluslararası tekelin ihracat miktarı:……………………………. 3.073 milyar dolar.

69.727 uluslararası tekelin yarattığı yeni değer miktarı:………...…...…3.573 milyar dolar.

Dünya ekonomisi:

Toplam ihracat:…………………………………………………………9.216 milyar dolar.

Toplam yeni değer üretimi:…………………………………………...36.327 milyar dolar.

Uluslararası tekellerin yurtdışı acentelerinin dünya ekonomisindeki payı:

Dünya ihracatındaki payı:……………………………………………………% 33,3.

Yeni değer üretimindeki payı:………………………………………………..% 9,8.

En büyük 100 uluslararası tekel, 69.727 tekelin ancak yüzde 0,143’ünü oluşturmasına rağmen, bütün tekellerin yurtdışı toplam üretim potansiyelinin yüzde 12 ila yüzde 14’ünü kontrol ediyor.

Bütün tekellerin sadece yurtdışı acenteleri, toplam dünya ihracatının üçte birini yapıyorlar ve dünya GSH’ının da onda birini üretiyorlar. 20 sene önce bu pay yüzde 5 civarındaydı (WIR 2000).

Dünya üretiminin dörtte biri uluslararası tekeller tarafından üretilmektedir. Mali sektör dışındaki, sanayi ve ticaret alanındaki bu tekellerin toplam ekonomik gücü, neredeyse ABD’nin ekonomik gücüne eşittir.

‘90’lı yılların ortasından itibaren olağanüstü gelişen uluslararası tekeller, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşmasını; uluslararası örgütlenmesini oldukça hızlandırmışlardır.

En büyük 100 tekelden her birinin yurtdışındaki sermaye varlığı ortalama olarak 40 milyar dolardır ve her birinde çalışanların sayısı da 70 binden fazladır.

Bütün uluslararası tekellerin yurtdışındaki sermaye varlığı toplamı 32.000 milyar dolardır. Bu miktar, yurtdışı doğrudan yatırım miktarından (9.000 milyar dolar) üç misli fazladır. Bu veriler, yurtdışı doğrudan yatırımlarının uluslararası tekellerin gerçek gücünü, etkisini tam anlamıyla yansıtmadığını göstermektedir.

Sanayi üretiminin/sermayenin “gelişen” ülkelere kaydırılmasında ve böylece üretimin uluslararası örgütlenmesinde uluslararası tekeller belirleyici bir rol oynamaktalar. Sermaye ve üretimi uluslararasılaştıranlar ve uluslararası örgütleyenler, emperyalist devletler değil, uluslararası tekellerdir.

Dünya çapında brüt yeni değer (üretim) oluşumunda (imalat sanayi) bölgelerin payı:

Bu değer oluşumunda sanayi ülkelerinin payı, 1980’de yüzde 67,0; 1990’da yüzde 76,6 ve 2001’de de yüzde 73,6 oranındaydı.

Eski Sovyetler Birliği dâhil Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin payı 1980’de yüzde 19,3’ten 1990’da yüzde 8,9’a ve 2001’de de yüzde 2,7’ye düşer.

“Gelişen” ülkelerin toplam payı 1980’de yüzde 13,7’den 1990’da yüzde 14,4’e ve 2001’de de yüzde 23,7’ye çıkar.

Amerika kıtasında “gelişen” ülkelerin payı 1980’de yüzde 7,1’den 1990’da yüzde 5,6’ya düşer ve 2001’de de yüzde 5,7 oranında gerçekleşir.

Batı Asya ve Afrika’daki “gelişen” ülkelerin payı 1980’de yüzde 2,5’ten 1990’da yüzde 2,7’ye çıkar, ama 2001’de yüzde 2’ye düşer.

Güney ve Doğu Asya’da “gelişen” ülkelerin payı 1980’de yüzde 4,1’den 1990’da yüzde 6,1’e ve 2001’de de yüzde 16’ya çıkar.

Sadece Çin’in payı ise 1980’de yüzde 3,9’dan 1990’da yüzde 2,6’ya düşer, ama 2001’de yüzde 7,2’ye çıkar.

Böylece dünya çapında brüt yurtiçi üretimde “gelişen” ülkelerin payı 1980’de yüzde 16,4’ten 1990’da yüzde 17,2’ye ve 2001’de de yüzde 21’e çıkar.

Brüt yeni değer üretiminde sanayi ülkelerinin payı, “gelişen” ülkelerin payından 1980’de yaklaşık 14 misli fazlaydı. 2001’de ise sadece üç misli fazlaydı. Diğer bir ifadeyle: Sanayi ülkelerinde brüt yeni değer üretimi 1980’den 2001’e ancak yüzde 9,8 oranında bir hızla artarken, “gelişen” ülkelerde bu, yüzde 73 oranında bir hızla artmıştır. Yani ancak ‘90’lı yıllardan itibaren “gelişen” ülkelerde sanayi, sanayi ülkelerinden daha hızlı gelişmeye başlamıştır. Bu sürecin itici gücünü uluslararası tekeller oluşturmaktadır.

Sanayi üretimi büyük olan ülkeler (2004 yılı itibariyle):

ABD ekonomisinde sanayi üretiminin payı:………. % 23 (2.500 milyar dolar).

Japon ekonomisinde sanayi üretiminin payı:……… % 30 (1.390 milyar dolar).

Çin ekonomisinde sanayi üretiminin payı:………… % 51 (840 milyar dolar).

Alman ekonomisinde sanayi üretiminin payı: ……...% 29 ( 710 milyar dolar).

B. Britanya ekonomisinde sanayi üretiminin payı:…% 27 (510 milyar dolar).

Fransa ekonomisinde sanayi üretiminin payı:………% 24 (430 milyar dolar).

İtalyan ekonomisinde sanayi üretiminin payı: ……..% 28 (420 milyar dolar).

İspanya ekonomisinde sanayi üretiminin payı:……..% 30 (270 milyar dolar).

Kanada ekonomisinde sanayi üretiminin payı:……..% 27 (250 milyar dolar).

Güney Kore ekonomisinde sanayi üretiminin payı:...% 35 (210 milyar dolar).

Ekonomide sanayi üretiminin en yüksek paya sahip olduğu ülke Çin’dir. Sadece imalat sanayinin Çin ekonomisindeki payı yüzde 35 oranındadır. İstisnasız diğer bütün ülkelerde bu pay yüzde 30’un altındadır. Diğer sanayi sektörleriyle birlikte Çin’de bu pay yüzde 51’e çıkmaktadır.

Kore, Tayvan ve Hindistan gibi ülkelerde imalat sanayin ekonomideki payı yüzde 16’dır. Afrika’da, Batı Asya ve Güney Asya’da yüzde 17 ila yüzde 18 oranındadır. Çin hariç Doğu Asya’da bu pay yüzde 27’dir. Sanayi ülkelerinde ise imalat sanayin ekonomideki payı yüzde 19’dur. ABD’de ekonomisinde ise bu pay ancak yüzde 13’tür. (Unctad, TDR, 2003).

Toplumsal toplam ürün (maddi değerlerin üretimi) hesaplaması bazında Türkiye’de sanayin toplam ekonomideki payı 1950’de yüzde 20,2’den 1995’te yüzde 45,6’ya çıkmıştır. İmalat sanayinin payı ise aynı yıllarda yüzde 16,7’den yüzde 38,3’e çıkmıştır. GSMH bazında toplam ekonomide sanayi üretiminin payı 1970’de yüzde 22’den 1984’te yüzde 30’a ve imalat sanayinin payı da keza aynı yıllarda yüzde 19’dan yüzde 25’e çıkmıştır (Bkz.: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Üçüncü kitap, 2. baskı, s. 392 ve 395).

Salt bu veriler, sanayi üretimi ve dolayısıyla sermayenin ne denli uluslararasılaştığını, uluslararası örgütlendiğini göstermektedir.

Dünya çapında işsizlik ve sefalet patlaması:

Emperyalist burjuvaziye göre “küreselleşme”, herkese iş olanağı sağlıyor ve refah getiriyor. Gerçek durum ise tamamen başka: 2004 yılı itibariyle kayıtlı (resmen bildirilmiş) işsiz sayısı ILO verilerine (2005) göre 185 milyon. İşsizlerin sayısını olduğundan daha az göstermek için işsizlik istatistikleri üzerine ne denli oynandığı biliniyor. Buna rağmen dünya çapında işsizlerin sayısı son 15 sene içinde ikiye katlanmıştır. Ama kayıtlı işsiz sayısı, gerçeği yansıtmaktan oldukça uzaktır. Sadece Çin’de işsizlerin sayısı 200 milyondan fazladır. Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin hemen hepsinde kayıtlı işsizlik, sorunun sadece görünen tarafıdır. Kayıt dışı ekonomide çalıştığı için veya çalışıyor kategorisinde olduğu işin işsizlik istatistikleri dışında kalanların sayısı bir milyarın çok üstündedir.

Dünya çapında çalışan 2,8 milyar insanın yarısı günde iki dolardan daha az kazanıyor. Bunların içinde 550 milyonu günde bir dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalıyor. (Tarımda (köylüler) ve şehirlerde “serbest meslek” sahipleri bu kategori dışında).

Günlük kazanç bakımından:

Günde bir dolardan daha az kazanan 550 milyon insanın bölgesel dağılımı:

Latin Amerika’nın payı:………………………1990’da yüzde 16,1 ve 2003’te yüzde 13,5.

Doğu Asya’nın payı:………………………….1990’da yüzde 35,9 ve 2003’te yüzde 17.

Güneydoğu Asya’nın payı: …………………..1990’da yüzde 19,9 ve 2003’te yüzde 11,3.

Batı Sahra ve Kuzey Afrika’nın payı:………...1990’da yüzde 3,9 ve 2003’te 2,9.

Sahranın güneyi ve Afrika’nın payı:………….1990’da yüzde 55,8 ve 2003’te yüzde 55,8.

Ortadoğu, Avrupa ve eski SSCB’nin payı:…...1990’da yüzde 1,7 ve 2003’te 5,2.

Dünya toplamındaki pay:……………………..1990’da yüzde 27,5 ve 2003’te yüzde 19,7.

Günde iki dolardan daha az kazanan 1.387 milyar insanın bölgesel dağılımı:

Latin Amerika’nın payı:………………………1990’da yüzde 39,3 ve 2003’te yüzde 133,1.

Doğu Asya’nın payı:………………………….1990’da yüzde 79,1 ve 2003’te yüzde 49,2.

Güneydoğu Asya’nın payı:…………………...1990’da yüzde 69,1 ve 2003’te yüzde 58,8.

Batı Sahra ve Kuzey Afrika’nın payı:………..1990’da yüzde 33,9 ve 2003’te 30,4.

Sahranın güneyi ve Afrika’nın payı:…………1990’da yüzde 89,1 ve 2003’te yüzde 89,0.

Ortadoğu, Avrupa ve eski SSCB’nin payı:…...1990’da yüzde 5,0 ve 2003’te 23,6.

Dünya toplamındaki pay:……………………..1990’da yüzde 57,2 ve 2003’te yüzde 49,7.

Dünya nüfusunun geliri en yüksek yüzde 10’unun geliri, en fakir yüzde 10’un gelirinden 103 misli daha fazladır.

Bugün dünyanın en zengin 500 insanının geliri, 416 milyon en fakir insanın gelirinden daha fazladır.

Araştırma yapılan 73 ülkenin 53’ünde (dünya nüfusunun yüzde 80’inin yaşadığı ülkeler) gelir dağılımındaki eşitsizlik son 20 sene içinde daha da derinleşmiştir. Bu alandaki eşitsizlik eski revizyonist ülkelerde uçurum boyutlarına varmıştır.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının bazı sonuçları böyle.

21 Temmuz 2006 Cuma

Baş Talancıların Toplantısı


 
Bugünkü adıyla G 8, 1975’te „Altılar Zirvesi“ olarak ABD, Japonya, Almanya, İtalya, Büyük Britanya ve Fransa tarafından oluşturulmuştu. Grup, bir sene sonra Kanada’nın katılımıyla G 7 adını aldı. 1 Ocak 2003’ten itibaren Rusya da -1997’den beri gözlemci olarak katılıyordu- gruba dahil edildi.
G-8’in uluslararası bir örgüt olmaması, onun önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu grup, dünyayı yeniden paylaşma, hepsi olmasa da bir kısmı jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip ülkelerden oluşmaktadır. Bu toplantılarında üye ülkeler, güç dengelerinin değişmesine paralel olarak yönelimlerin kapsam ve derinliğini ölçmeye çalışırlar, birbirlerinin niyet ve amaçlarını yoklarlar, hangi konu ve alanda tavize hazır olduklarını veya olmadıklarını ima ederler ve çelişkilerin keskinleşme derecesine göre bazen de bütün çıplaklığıyla açıklarlar. Bu toplantılar, katılan her bir ülkenin dünya ekonomisinde ve politikasında ağırlığını ekonomik ve askeri gücüne göre göstermeye çalıştığı ve gücüne göre de dinlendiği toplantılardır.

Bunlar, dünya ekonomik potansiyelinin oldukça önemli kısmına sahip olan ve dünyayı talan eden ülkelerdir: G 7’lerin dünya doğrudan yatırımlarındaki payı yüzde 66 (1997, UNCTAD); dünya üretimindeki payı yüzde 65 (1996, DB); dünya ticaretindeki payı yüzde 50 (1997, DTÖ); dünya motorlu araçlar mevcudundaki payı yüzde 65; dünya petrol tüketimindeki payı yüzde 49 (1197, ESSO); dünya enerji tüketimindeki payı yüzde 47 (1995, BM); dünya silahlanma harcamalarındaki payı yüzde 65 (1997, SIPRI); dünya silah ihracatındaki payı yüzde 83 (1997, IISS) ve dünya nüfusundaki payı yüzde 11 (1996, BM) idi.
G 8 olarak dünya ekonomisinin üçte ikisine sahipler. 500 süper tekelden 380’inin( 500 tekelin yüzde 76’sının) merkezi bu ülkelerde bulamakta.
En büyük 200 tekelden 171’nin merkezi ABD, Almanya, Japonya, Büyük Britanya, Fransa ve Kanada ve İtalya’da bulunmaktadır.

Bu seferki zirvenin resmi gündeminde dış politika, enerji, atom enerjisi, sağlık, eğitim, dünya ekonomisi ve dünya ticareti gibi konular yer almaktaydı. 8 emperyalist ülke dış politika gündemiyle güncel krizlere, özellikle de Ortadoğu’daki son gelişmelere çözüm getirmeyi amaçlıyorlardı. Enerji sorunu, toplantıda „küresel güvenlik“ sorunu olarak ele alındı. Başka konularda anlaşamasalar da atom enerjisinin dünya çapında yaygınlaştırılması konusunda Rusya ve ABD aynı safta birleştiler. Sağlık alanında Aids, tüberküloz, malarya gibi salgın hastalılara karşı mücadeleden bahsedildi. Dünya konjonktürünün gelişmesini de ele aldılar. Dünya ticaretinin daha da liberalleştirilmesi girişimi başarısız kaldı. 

Toplantıya katılan emperyalist ülkeler, enerji güvenliğinden insanların özgürce enerji tüketiminin teminat altına alınmasını anlamıyorlar. Soruna ilişkin toplantı sonrasında yaptıkları resmi açıklamada 2,4 milyar insanın yakıcı madde temin etme olanağının olmadığı ve 1,6 milyar insanın da elektrik enerjisinden mahrum olduğu belirtilmektedir. Bu verileri belirtmekle bu emperyalist ülkeler „enerji güvenliği“ dendiğinde bu insanların enerji kullanma olanaklarının sağlanması için uğraştıkları havasını uyandırmak istiyorlar. Propaganda açısından buna ihtiyaçları var. Ama onların esas amacı, dünyanın petrol ve doğalgaz kaynaklarını elde etmek ve başka güçlerle paylaşmamaktır.

Dünya çapında mevcut olan ve potansiyel petrol ve doğalgaz kaynaklarının yarıdan fazlasının bu ülke toprakları dışında; Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bulunduğunu göz önüne getirirsek, enerji alanında rekabetin ne denli keskin olduğu anlaşılır. Bu ülkeler arasında enerji bakımından en zengin olan ülke Rusya’dır. Bu nedenle Rusya, enerji pazarlarında belli bir ağırlık kazanmış durumdadır.
Bu seferki toplantı, Filistin ve Lübnan’ı kana bulayan İsrail saldırganlığının gölgesinde kaldığı için “küresel enerji güvenliği” konusunda rekabetin bütün şiddeti toplantıya yansımadı. Bu konuda Neva kıyısında düello yapamadılar. Ama Amerikan emperyalizmi İsrail saldıranlığını haklı çıkartmak için siyasal ağırlığını koydu.

Dünya enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatını kontrol altına almak için sürdürülen rekabette gruplaşma yerine neredeyse her bir emperyalist ülkenin kendi başına hareket etme eğiliminin olduğunu görmekteyiz. Enerji konusunda Rusya, ABD, AB (özellikle de Almaya ve Fransa) tamamen farklı politikalara sahipler. AB, enerji alanında ne Rusya’ya ne de ABD’ye bağımlı olmak istemektedir. ABD ise dünya hegemonyasını gerçekleştirmek için, dünya çapında stratejik alanları işgal ve kontrol etmenin yanı sıra enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkıyatı rotalarını kendi kontrolü altına alma mücadelesi vermektedir. Bu nedenle de başta Rusya ve Çin olmak üzere diğer emperyalist ülkeleri bu alandaki rekabette dışlamaya çalışmaktadır. Rusya ile DTÖ anlaşmasının tamamlanmasına rağmen ABD tarafından onanmaması ve Orta Asya petrol ve doğalgaz’ının (Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan) Rusya topraklarından geçmeyen hatlarla dünya pazarlarına taşıma politikası (Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattı bu politikanın ürünüdür) her iki ülke arasındaki rekabetin boyutlarını göstermektedir. Bu alandaki rekabet son dönemlerde Rusya ve ABD ilişkilerinin gerilmesinde önemli bir rol oynamış ve zirve boyunca Bush ve Putin’in şu veya bu konudaki açıklamalarına damgasını vurmuştur. 

Hammadde kaynakları ve dünya pazarlarında sahip olunan pay üzerine rekabet; dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin sonucu olarak yeni büyük güçlerin oluşmasıyla –örneğin bugün için Çin ve potansiyel olarak da Hindistan- oldukça keskinleşecektir. Bu nedenle dünya hakimiyeti için stratejik alanlarda ve enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde ve bölgelerde –örneğin Ortadoğu, Kafkasya/Hazar Havzası- savaş tehlikesi sürekli güncel olmaya devam edecektir.



19 Temmuz 2006 Çarşamba

"Kendini Savunma Hakkı“ mı Katliam ve İşgal mi?


 
1982’den bu yana İsrail, Lübnan’a karadan, denizden ve havadan en ağır ve kapsamlı saldırısını sürdürüyor. Bu saldırılarda yüzlerce masum insan katledildi. Ülkenin altyapısı tahrip edildi ve bombalamalarla yıkımına devam ediliyor. Hizbullah’a saldırı adı altında Beyrut mahalleleri bombalanıyor. Daha şimdiden ülkenin dünya ile kara, hava ve deniz bağlantısı kesildi.

Daha öncesinde Filistin’e saldıran İsrail, Gazze Şeridi’nde altyapıyı bombalayarak tahrip etmişti. Her iki saldırıda da esir alınan İsrail askerlerinin kurtarılması neden olarak gösterilmişti. Asker kaçırma olayı olmasaydı, bu saldırıları gerçekleştirmek için İsrail başka bir vesile bulacaktı. Çünkü bu saldırıların önceden planlandığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Açık ki, Amerikan emperyalizminin uzmanlarıyla birlikte hazırlanan bu saldırı, kaçırılan askerleri bulmasının çok ötesinde amaçların gerçekleştirilmesine hizmet edecektir.

İsrail, daha önce de vesileler bularak hazırlanmış saldırı planlarını uygulamaya koymuştu. İsrail’in Londra’daki elçisini öldürme girişimi bu ülkenin 1982’de Lübnan’a saldırmasının vesilesi olmuştu. O dönemki Amerikan Dışişleri Bakanı A. Haig, kasap A. Şaron’a, “açık seçik bir provokasyona” ihtiyaç var diyordu. 1982 saldırısı sonrasında Lübnan yıkıma uğratıldı ve ülkenin güneyi İsrail tarafından işgal edildi. Ama İsrail amacına ulaşamadı.

İsrail, Hizbullah’ı sınırlarından uzaklaştırmak ve kullandıkları füzelerin İsrail topraklarını vurmasını engellemek istiyor. Daha önce de, 1982’de Katyuşa füzelerinden korunmak için ülkenin güneyine girdiğini açıklamıştı. O zaman sonuç alamadığı gibi, bugün de sonuç alamayacak.

Amerikan emperyalizminin açıklanmış hedefi, Ortadoğu’da çıkarlarına hizmet etmeyen rejimleri değiştirmektir. Bunun bir sonucu olarak Lübnan’da ABD’nin onadığı hükümet işbaşına gelmişti. Anlaşılan o ki, Lübnan’daki mevcut rejim, ABD ve İsrail’in anlayışına göre Suriye ile ilişkileri gerçek anlamda kesmemiş ve Hizbullah’ı etkisizleştirememiştir. Bu saldırılarla İsrail ve ABD, Lübnan’da kendileri ile doğrudan işbirliği içinde olan, Amerikan ve İsrail çıkarlarını gözeten bir rejim istiyorlar ve bu saldırılar sonucunda Lübnan hakim sınıflarını istedikleri işbirliğini kabul edecek kadar yumuşatacaklarını sanıyorlar.

İsrail’in saldırıya devam kararlılığı ve Amerikan emperyalizminin açık desteği, bunun yanı sıra önde gelen, dünya politikasında söz sahibi olan ülkelerin susması, G-8 toplantısında sulandırılmış bir açıklamanın çıkması İsrail’i cesaretlendiriyor ve bu saldırının sadece Lübnan ve Filistin ile sınırlı kalmayacağını, başka ülkelere de sıçrayacağını veya başka ülkelere saldırı ve daha yoğun baskı için kullanılacağını gösteriyor.

Bölgede „yeni gerçeklik“ oluşturmaktan bahseden İsrail’in bu saldırılarla ulaşmak istediği asgari amaç, Hizbullah’ın fiziki yok edilmesi olabilir. Ama Hizbullah’ı fiziki yok etmek, başka güçlerin hareketlenmesini de gündeme getirecektir. Bu nedenle bu saldırılar sonucunda Lübnan, Amerikan-İsrail ortaklığı temelinde askeri işgal altına alınabilir. Bu durumda, Amerikan emperyalizminin anlayışına göre Hizbullah-Suriye ve Hizbullah-İran ilişkileri kesilmiş olur. Veya, yine bir vesile bulunarak Suriye ve İran, ABD ve İsrail hava güçleri tarafından bombalanabilir.

Amerikan emperyalizmi, Irak bataklığından kolay kolay çıkamayacağını anlamış durumda. Yenilgiden kurtulmak ve bölgeyi çıkarlarına göre şekillendirmek için Ortadoğu’da işgal ve savaş alanını genişletme yolunu seçebilir. Amaca ulaşmak için “sorunu kapsamlaştırmak” Amerikan Dışişleri Bakanı R. Rumsfeld’in anlayışıdır.

Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikası maceracı boyutlar almıştır. Bu nedenledir ki, AB, Rusya ve Çin gibi rakip emperyalist güçler, fazla ses çıkartmadan ABD’nin bölgeden kovulmasını adeta bekliyorlar. Revizyonist Blokun dağılmasından sonra dünya hegemonyası kurmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için sürekli savaş içindedir. Özellikle Bush hükümetinin dış politikası askeri güç üstünlüğüne, en modern teknoloji ürünü olan silahlara dayanmaktadır. Bu politikanın iflas ettiğini görmemek siyasal körlüktür. Afganistan, Irak, Filistin işgallerine ve direnişlerine şimdi de muhtemelen Lübnan, Suriye ve İran işgalleri ve direnişleri eklenecektir.

Filistin, Afganistan ve Irak işgali, Amerikan emperyalizminin ve Siyonizm’in bütün vahşetine rağmen bölge halklarının direnme iradesinin kırılmadığını, bu iradeyi kıramayacaklarını göstermektedir. Afganistan’da 28 milyonun, Irak’ta 26 milyonun direnme iradesini kıramayan Amerikan emperyalizmi Suriye’de 18 milyonun ve İran’da da 75 milyonun iradesini kıramayacaktır.

10 Temmuz 2006 Pazartesi

”Stratejik Ortaklık” mı?


 
Türkiye Dışişleri Bakanı A. Gül ile ABD Dışişleri Bakanı C. Rice bir araya geldi.
Görüşmeden sonra gerçekleştirilen basın toplantısında her iki bakan, Türkiye ile ABD’nin stratejik ortak olduklarını ve iki ülke arasında hazırlanan Ortak Vizyon Belgesi'nin tamamlandığını açıkladılar.

Dışişleri Bakanı Rice’a göre Türkiye ile ABD stratejik ortaklık boyutunda güçlü bir dostluk ilişkisi içinde ve bu ilişki veya stratejik ortaklık, bölgesel ve küresel istikrara katkı sağlayacak kapasitede.

Söz konusu belgede “Bölgesel ve küresel hedeflerimiz bağlamında aynı değer ve idealleri paylaşıyoruz. Bunlar: barış, demokrasi, özgürlük ve refahın yayılmasıdır” deniyor. Belgede Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti jeopolitikasına hizmet eden her şey var. ABD, işbirliği veya “stratejik ortaklık” adına Türkiye’yi yerine getirmekle yükümlü kıldığı çıkarlarını sıralıyor.

“Geniş Ortadoğu'da barış, istikrar ve demokrasi; İsrail-Filistin ihtilafına iki-devletli çözüm; Birleşik bir Irak'ta istikrarın, demokrasinin ve refahın teşviki; İran'ın nükleer programına ilişkin diplomatik çabaların desteklenmesi; Karadeniz, Kafkaslar, Orta Asya ve Afganistan'da istikrar, demokrasi ve refaha katkı; Kıbrıs'ta BM gözetimi altında adil ve kalıcı çözüm ve Kıbrıs Türklerinin üzerindeki izolasyonun kaldırılması; Enerji güvenliğinin geliştirilmesi; Transatlantik ilişkilerin güçlendirilmesi ve NATO'nun dönüşümü; PKK ve buna bağlı örgütler dahil terörizme karşı konulması; Kitle imha silahlarının önlenmesi; Ekonomik, ticari, askeri, teknolojik işbirliği; ABD'nin, Türkiye'nin AB üyeliği ve üyelik sürecini kuvvetle desteklemesi” vs.

Görüyoruz ki, ABD’nin “Avrasya” jeopolitikası ve onun bir ayağı olan BOP veya genişletilmiş BOP ile ilgili ne kadar sorunu varsa hepsi bu “stratejik ortaklık” belgesinde sıralanmış. Filistin sorununun İsrail’in çıkarlarına göre sonlanması, Irak’ta Amerikan hakimiyetinin sağlanması ve direnişin kırılması, İran’ın teslim alınması, Amerikan jeopolitikasının geleceğini ilgilendiren Karadeniz, Kafkasya, Afganistan ve Orta Asya’da rakiplerin dışlanmasına dayanan bir “istikrar”ın sağlanması, dünya hakimiyetinde olmazsa olmaz olan enerji güvenliğinin ABD lehine geliştirilmesi, AB’de ABD’nin çıkarlarının savunulması için Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklenmesi, Kıbrıs’ta AB’nin Güney Kıbrıs üzerinden sağladığı etkinin Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin hakimiyet alanında kalarak kırılması ve BOP açısından stratejik önemi olan bu adanın elden çıkartılmaması.

Amerikan emperyalizmi dünya hakimiyeti bakımından yaşamsal öneme sahip olan bu ve benzeri taleplerinin gerçekleştirilmesi için stratejik ortağının çıkarlarını da göz önünde tutuğunu açıklıyor. Bu alanda bilinen talepler sıralanıyor: “PKK ve buna bağlı örgütler dahil terörizme karşı konulması, Ekonomik, ticari, askeri, teknolojik işbirliği”.

Yazılı hale getirilmiş “yeni” “stratejik ortaklık” belgesinde Türkiye’nin talepleri açısından yeni olan hemen hiçbir şey yok, ama Amerikan emperyalizmi açısından yeni olan, sıralanan taleplerin kapsamının genişletilmiş olmasıdır. ABD, dünya hakimiyetini gerçekleştirmek; başka ülkeleri işgal etmek, tehdit etmek, rakiplerini stratejik ve hammadde kaynakları bakımından önemli alanlardan uzak tutmak için suç ortağı aramaktadır. Bu nedenle söz konusu belge “stratejik ortaklık” belgesi değil, “suç ortaklığı” belgesidir. 

Söz konusu bu belge, çıkarların paylaşımında ortaklık değildir. En fazlasıyla Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi için mayın tarlasına sürülmektir. Bu belge, ABD adına Ortadoğu halklarına, Kafkasya halklarına karşı ve bu alanlarda gözü olan başka emperyalist ülkelere karşı savaşmayı, Amerikan emperyalizminin katliamlarına, işgaline ortak olmayı emrediyor ve Türkiye bu belgeyi imzalamakla Amerikan çıkarlarını savunmaya hazır olduğunu açıklamış oluyor.

9 Temmuz 2006 Pazar

KUZEY KORE’NİN FÜZE DENEMESİ


 
Kuzey Kore’nin 25 seneden bu yana geliştirdiği füze programı dünya çapında en gelişmiş füze programı olarak kabul edilmektir. Program Çin teknolojisine dayanmakta, ama bugün açısından üretim Kuzey Kore’ye aittir.

Amerikan emperyalizminin bütün baskılarına rağmen Kuzey Kore, bu programının ürünleri olan füzeleri denemek için fırlattı. Denemelerde en az 6 füze fırlatıldı. Bu füzelerden uzun menzilli Taepodong-2 füzesi, kalkıştan 42 saniye sonra düştü. Rus yapımı Scud’ların geliştirilmiş versiyonları olan diğer füzeler ise Japon Denizi’ne düştüğüler.
Uzun menzilli Taepodong-2 füzesi, 6000 kilometreye ulaşabilen menziliyle, ABD’nin Alaska bölgesine ve Havai’ye kadar uzanan geniş bir alanını menzili içine alıyor.
Füze denemelerinden hemen sonra BM Güvenlik Konseyi, Japonya’nın talebi üzerine olağanüstü toplandı. ABD, İngiltere ve Japonya’nın yaptırım talebi, Japonya’nın Kuzey Kore’ye karşı “koordineli bir tepkinin geliştirilmesi” talebi, Rusya ve Çin tarafından reddedildi ve böylece BM Güvenlik Konseyi acil toplantısından sonuç alınamadı.
Bütün baskılar ve tehditler karşısında Kuzey Kore, geri adım atmaya niyetli olmadığını sergilemektedir. Kuzey Kore hükümeti yaptığı açıklamada, gerçekleştirilen bu füze denemelerini "Ulusal bağımsızlık meselemizdir. Başka ülkelerin karışmaya hakkı yok" diye savundu.

Buna karşın sözcüsü Tony Snow vasıtasıyla Amerikan emperyalizmi, bu denemelerin “Kuzey Kore’nin diğer ülkeleri taciz etme niyetini gösterdiğini” iddia ederek, “kendilerini ve müttefiklerini korumak için gereken adımları atacaklarını” dile getirmiştir.

Kuzey Kore’nin füze denemeleriyle ilgili açıklaması karşısında Amerikan emperyalizminin gösterdiği tepkide bu ülke için sorunun “kitle imha silahlarına” ve “diktatörlere” karşı mücadele olmadığı açıktır. Amerikan emperyalizmi açısından sorun, dünya hakimiyetini gerçekleştirmek için stratejik önemi olan bölgelerde askeri hakimiyetini teminat altına almaktır. Irak ve İran’ın aksine Kuzey Kore’de (ve de Afganistan’da) petrol ve doğalgaz yok. Kuzey Kore, daha şimdiden Amerikan emperyalizmi açısından potansiyel rakip olmaktan çıkarak fiilen rakip konumuna gelmeye başlayan Çin’in komşusudur ve aynı zamanda Amerikan emperyalizmi için oldukça önemli olan Güney Kore ve Japonya’nın da komşusudur.

Amerikan emperyalizmi Kuzey Kore’nin füze denemelerini bölgedeki hakimiyetini sürdürmek için aynı zamanda Güney Kore ve Japonya üzerinde baskı aracı olarak kullanmakta ve “ben olmazsam Kuzey Kore ülkenizi füzelerle vurur” diyerek bu ülkeleri kendi çizgisinde tutmaya çalışmaktadır.

Çin’in baskısıyla Kuzey Kore Ağustos 2003’te altılı görüşmeleri kabul etmişti. Japonya, Güney Kore, Rusya, Çin, ABD ve Kuzey Kore’nin katıldığı bu toplantılarda sonuç alınamamıştı. Çünkü Kuzey Kore Amerikan emperyalizminin üçüncü görüşmedeki (Haziran 2004) dayatmalarına boyun eğmeyeceğini açıklamış ve aynı yılın Eylül ayında gerçekleştirilmesi gereken dördüncü görüşmeye katılmayacağını açıklamıştır. Amerikan emperyalizmi, aynen bugün İran’dan talep ettiği gibi o zaman da Kuzey Kore’den mevcut atom programını dondurmasını ve sonra da durdurmasını talep etmekteydi.

Füze denemeleriyle Kuzey Kore, Amerikan emperyalizminin aynı sorunu öne sürerek İran üzerinde uyguladığı baskılara kendisinin boyun eğmeyeceğini ve gerekirse bu füzeleri kullanarak ulusal bağımsızlığını savunacağını bütün dünyaya ilan etmiştir. Füze denemelerinin bugüne denk getirilmesinin başka bir anlamı olamaz. Aynı zamanda denemeler içinde uzun menzilli füzenin de olması, coğrafi konumundan dolayı bugüne kadar savaşlarda zarar görmeyen ABD’nin de füzelerle vurulabileceği, bunu Kuzey Kore’nin de yapabileceği Amerikan emperyalizmine verilen açık bir mesajdır.

Başta ABD olmak üzere nükleer silaha, uzun menzilli füzelere sahip olan ülkeler bu tekellerinin kırılmasından yana değiller. Kendileri için hak olanın başka ülkeler için hak olamayacağını açıktan savunmaktalar. Örneğin başka ülkeleri atom silahı kullanmayla tehdit eden Fransa’nın Kuzey Kore tarafından aynı silahla tehdit edilmeye tahammülü yoktur.

Şüphesiz ki komünistler açısından savunulması gereken genel olarak silahsızlanmadır, nükleer silahların yok edilmesidir. Kuzey Kore’den atom programını dondurmasını ve sonra da durdurmasını talep eden ülkeler, başta da Amerikan emperyalizmi, önce kendisi bu türden faaliyetini dondurmalı ve durdurmalıdır. Bu yapılmadığı ve aksine daha yıkıcı ve yok edici nükleer silah programlarının geliştirildiği koşullarda Kuzey Kore’nin kendini savunmada özgür olmasının anlaşılmayan bir yanının olmaması gerekir. Füze denemesinden ve bu tür silahları geliştirmesinden dolayı Kuzey Kore’nin yanında olamayız, ama ulusal bağımsızlığını korumak, Amerikan emperyalizminin tehditlerine karşı koymak için baş vuracağı araçlar kendi bileceği bir iştir.