deneme

25 Mart 2002 Pazartesi

DERVİŞ’İN FİKRİ NE İSE ZİKRİ DE O MU?



K. Derviş, geçenlerde “krizden çıktık” tespitini yaptı. Ne de olsa ekonomide sorumlu Devlet Bakanı ve IMF ve Dünya Bankası’nın gerçek Türkiye sorumlusu ve borç tahsildarı olarak mutlaka ki ne dediğini biliyordur. Ekonominin son bir yıllık seyrine baktığımızda Derviş’i haklı çıkartabilecek nedenler olduğu gibi, haksız çıkartacak nedenler de bolca var. Bir ekonomist olarak Derviş, olasılığı gerçeklik olarak algılamıştır. Ama soruna diyalektik açıdan baktığımızda her olasılık mutlaka gerçekliğe dönüşecektir diye bir kuralın olmadığını görürüz. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için maddi nedenlerin, nesnel olguların etkide bulunması gerekir. Öyle bir etkide buluması gerekir ki, olasılığın gerçekliğe dönüşümü önündeki engeller yıkılmış olsun. Böyle bir gelişme yok. Böyle bir gelişmenin olmadığını, Derviş’in tespitini değerlendiren çevrelerin açıklamalarında görmekteyiz. Bunlardan birisi İSO başkanı T. Küçük’tür. Küçük, “kriz kolay bitmeyecek”, “sanayi komaya” girdi tespitini yapıyor. Demek ki, K. Devriş’e göre krizden çıkan ekonomi etkisini İSO’da henüz göstermemiş!

Sanayi üretiminin gelişme seyri, ekonominin gelişme seyri hakkında temel bir göstergedir. Bir önceki yılın aynı ayına göre sanayi üretimi 2001 yılının Ocak ayında yüzde 7,5 oranında büyüyor. Şubatta yüzde 4,9; Martta yüzde 7,6; Nisanda yüzde 9,6; Mayısta yüzde 9,4; Haziranda yüzde 10,1; Temmuzda yüzde 11,0; Ağustosta yüzde 10,8 Eylülde yüzde 9,2; Ekimde yüzde 13,6; Kasımda yüzde 14,4 ve Aralıkta yüzde 9,4 oranında küçülüyor. Küçülme oranı 2002’nin Ocak ayında 2001’in Ocak ayına göre yüzde 3,1. Bu veriler, sanayi üretiminin 2001’in Kasımından itibaren yeniden artmaya başladığını; mutlak düşme oranlarının küçülme, giderek mutlak artışa doğru gelişme içinde olduğunu gösteriyorlar. Ama üretimde mutlak artışın ve krizden çıkmanın bir göstergesi olamazlar. 
 
2001 yılında sanayi üretiminin yüzde 9,4 oranında mutlak düşmesi, bir yıldan beri ekonominin, devrevi ‘hararetini oluşturabildiği zamandan bugüne; yani 1979/80 fazla üretim krizinden bugüne en derin/şiddetli krizini yaşıyor olduğunu göstermektedir. Böylesine derin bir krizden çıkmak elbette kolay olmayacaktır. Şüphesiz, kapasite kullanımına, üretimin gerileme oranlarındaki küçülmeye, yani üretimde belli bir kıpırdamanın olmasına, ihracattaki canlanmaya, tüketicide satın alma eğiliminin gelişiyor olmasına, talepte daralmanın geride kalmasına (belli bir talep canlanmasının olmasına), bankalarda kredi verme eğiliminin gelişiyor olmasına, açılan ve kapanan firma sayısının krizden çıkılıyor anlayışının esas olduğunu gösteren faktöre dönüşmesine rağmen, ekonominin krizden çıktığı söylenemez. Ama şunu söyleyebiliriz. Yukarıdaki ve başka kıstasları, örneğin mali krizin geride kalmış olmasını, göz önünde tutarsak Şubat 2001’de patlak veren krizin, sanayi üretimi bazında dibe vurmuşluğu artık geride kalmıştır. Sanayi üretimi bazında ekonominin dibe vuruşluktan çıkması, ekonomide devreviliğin veya sermaye hareketinde devreviliğin kriz aşaması-canlanma aşaması arasında gidip geldiğini gösterir. 
 
Sanayi üretiminin mutlak büyümeye geçmesi, ekonominin krizden çıktığı anlamına her zaman gelmez. Nispeten hafif olan, mutlak üretim düşüşünün yüzde 2-3 bandında kaldığı krizler, sanayi üretiminin mutlak büyümeye geçmesiyle atlatılmış olur. Ama Türkiye ekonomisinde yüzde 9,4 oranında bir mutlak daralma söz konusu. Bu, ağır bir kriz ve bu yıl sonu itibariyle tahmin edilen yüzde 2 ila 3 veya yüzde 4 oranındaki bir büyümeyle bu kriz atlatılmış olmaz. Üretimin mutlak büyümeye geçmesi, belli bir döneme göredir, yani görecedir. Örneğin sanayi üretimi Ağustos ayında, 2001’in Ağustosuna göre yüzde 5 büyüse, bu, krizden çıkmanın değil, 2001’in Ağustosuna göre 2002’nin Ağustosunda krizin olmamasına bir ücrettir. Sanayi üretimi 1997 yılı verilerine göre yüzde 9,4 oranında mutlak küçülmüştür. O halde krizden gerçek anlamda çıkmış olmak, üretimin 1997’deki seviyesini aşmasıyla mümkün olur. 2002 yılında bu pek olası değil, muhtemelen 2003 yılında olur.

Baz alınan 1997 yılında, Türkiye’nin gayri safi yurt içi üretimi 204 milyar dolardı. Ekonomik krizden çıkmış olmak için bu miktarın aşılması, en azından yakalanması gerekir. 1997’deki gayrı safi yurt içi üretimi sabit değerine (204 milyar dolar) göre ekonominin yüzde 9,4 oranında mutlak küçülmesi, gayri safi yurt içi üretimin 2001 yılında 19,176 milyar dolar azalarak 184.8 milyar dolara düşmesi demektir. 2002 yılında krizden çıkmak, ekonominin en az yüzde 10 büyümesiyle (204 milyar dolara göre bu, 20,4 milyar dolardır) mümkündür. Bu durumda, 2002 sonu itibariyle 184,8+20,4= 205,2 milyar dolar eder, yani baz alınan 1997 yılı üretim değeri aşılmış olur.

Böyle bir durum 2002 yılı itibariyle söz konusu değil. Sanayi üretimi bazında ekonominin 1997’deki seviyesine ulaşana kadar sürekli veya inişli çıkışlı büyümesi (mutlak büyümesi) krizden çıkmış olmanın değil, krizden çıkıyor olmanın bir ifadesidir. Bugün yaşanan da budur.

Türkiye ekonomisi, İMF ve DB öncülüğünde neoliberealizme göre, adeta yeniden düzenleme sürecine girdi. Neoliberalizm, bağımlı ülke ekonomilerini emperyalist sermayenin çıkarlarına göre şekillendirdiği için, bugün ekonomiyi ve toplumu rahatlatıcı görünen birçok tedbir, yarın karşımıza daha kapsamlı ve derin krizlerin tetikleyicisi olarak çıkacaktır. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi borçlanma krizidir. Türkiye 2000 yılı sonu 2001 yılı başında; Ocak-Mart sürecinde böyle bir krizin eşiğinden döndü. TÜrkiye bir taraftan borç alıyor (kredi), diğer taraftan da borç ödüyor. Bu çark, yeniden döndürülebilecek duruma geldi. Emperyalizme bağımlılık koşullarında borç çarkının sürekli çevrileceğinin hiçbir garantisi yoktur. Üretim; maddi değer üretimi olmadığı müddetçe veya bu artmadığı müddetçe mali sıkıntı ve borçlanma krizi, ekonominin kaderi olmaya devam eder.

Bunun ötesinde dünya ekonomisinin seyri de kaçınılmaz olarak TÜrkiye ekonomisini etkiliyor. İstikrarsız, kriz ögelerinin giderek çoğaldığı bir dünya ekonomisinin, TÜrkiye’de ekonomiyi nasıl etkileneceğini zaman gösterecektir. Yoğun kredi akışı olmasaydı bu etkilemenin çok olumsuz olacağını söyleyebilirdik. Olumsuz etkilenmenin karşısında nakit sağlayan, çarkı döndüren kredi etkilemesi var. Önümüzdeki dönem, bu gidişin nasıl şekilleneceğini gösterecektir.

2001 yılında Türkiye, birden fazla krizi bir arada yaşadı: Hükümet krizi bazında siyasi kriz, mali kriz ve bu iki krizin hakim olduğu süreçte patlak veren fazla üretim krizi. Mali kriz geride kaldı. Siyasi kriz tanımlamasına denk düşen bir hükümet krizi de yok. Ama fazla üretim krizi belirttiğimiz süreci içinde devam ediyor.
K. Derviş, her zaman yaptığı gibi bu sefer de “umut” saçıyor.

3 Mart 2002 Pazar

“AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ” Mİ?

Geçe Perşembe ve Cuma günü AB üye ve aday üye ülke temsilcilerinden ve bazı AB kurumları temsilcilerinden oluşan toplam 105 “şahsiyet”, AB’nin geleceğini tartışmak için Brüksel’de toplandı. “Avrupa’nın Geleceği İçin Konvansiyon” adı altında üye ve aday üye ülkeler, tekelci sermayenin geleceği için birbirlerini yokladılar, ısrarlı oldukları görüşlerini yeniden dile getirdiler. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Valerie Giscard d’Estaing’ın başkanlığında sürdürülen toplantıya, hükümet dışı örgütler de çağrıldılar.
Sorun nedir? AB’nin idari (administratif) gelişme sorunları, şimdiye kadar sadece hükümet konferanslarının bir çalışma konusuydu. Şimdi bu sorun, daha geniş bir temsilciler topluluğuna devredilmiş oluyor. Ama karar verme yetkisi hala Bakanlar Konseyinde.
AB’nin bugün ele aldığı sorunlar, topluluğun kuruluş döneminden kalmadır. O zaman altı devlete göre yapılan düzenlemeler, gerçekleştirilen kurumlar, artık bugün 15, birkaç sene sonra da 28-30 üyeli olacak AB için yeterli değil. AB, dinamik olmak istiyor ve karar alabilmek için de kendini yenilemek zorunda olduğunu görüyor.
Konvansiyonda üye devletlerin, AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosunun yetkileri tanımlanacak, daha doğrusu, yanlış anlaşılmayacak derecede tam tanımlanacak. Sonra AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosunun iki odalı(meclisli) bir sistem olarak geliştirilip geliştirilemeyeceği üzerine kafa yorulacak. Aynı zamanda Bakanlar Konseyinde kararların çoğunluk sistemine göre alınması üzerine tartışılacak.
“Avrupa’nın Geleceği İçin Konvansiyon” anlayışı neyin ifadesidir?
Bu toplantı veya iki meclisli bir sistem oluşturma çabası veya bir AB Anayasası hazırlama çabası, AB’nin siyasi bir entegrasyon olmadığını gösterir. Bunun ötesinde yapılan tartışmalar, bilinin ve “yeni” ortaya çıkan görüş ayrılıkları, AB’nin siyasi bir entegrasyon olmaktan henüz çok uzam olduğunu da göstermektedir.
AB üyesi devletler, fiilen iki gruba bölünmüş durumdalar. Büyük devletler, özellikle de Almanya, Fransa, İngiltere, AB’nin geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içindeler ve bu rekabette “küçük” üyeleri kendi yanlarına çekmek için de yoğun çaba harcıyorlar. AB içinde “büyükler”, aynı zamanda “büyük” olanların hukuksal olarak da belirleyici, yönlendirici olmaları için “küçük” olanları baskı altına almaya çalışıyorlar. Kararlarda oy birliği anlayışının yerini oy çoğunluğunun alması için sürdürülen mücadele (Almanya, İngiltere) buna tipik bir örnektir.
AB, ABD gibi bir devlete, “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşebilir mi?
ABD’nin kurulduğu dönemde Amerika’daki kolonizatörlerde; göçmenlerde ulusal bilinçlenme ya yoktu, ya da oldukça zayıftı. Bundan dolayı, Büyük Britanya’ya karşı Amerikalı olarak savaştılar ve 13 eyaletin birleşmesiyle (Filadelfiya Konvansiyonu, 1787) bugünkü ABD’nin temeli atıldı, anayasası oluşturuldu.
Bugün AB’nin de böyle bir süreçten geçerek “Avrupa Birleşik Devletleri“ne dönüşeceğinin hiç bir garantisi yoktur. Bunun ötesinde, AB’nin geleceğinin şekillenmesinde topluluğun genel çıkarları kadar, her bir üyenin, özellikle de emperyalist üyelerinin “ulusal” çıkarları belirleyici olmaktadır.
Ulusal devletlere ait bazı yetkilerin AB’ye devredilmesi, AB üyesi ülkelerde ulusal devlet, ulusallık, ulusal çıkar olgusunu aşındırmıyor. Tersine AB’nin iktisadi entegrasyon olarak daha etkili ve dinamik olmasını sağlıyor.
20-30 veya 50 sene sonra AB ne olur? Bunu bilemeyiz. Ama her bir üyesinin ulusal çıkarlarını dikkate alan bir siyasi entegrasyon, bir “Avrupa Birleşik Devletleri” olamaz. Siyasi entegrasyonun gerçekleşmesi, AB’nin siyasi olarak, bir devlet olarak bütünleşmesi için üye devletlerinde ulusallık olgusunun ölmesi gerekir. Bunun adı asimilasyondur. Bu anlamda Fransız burjuvazisinin Alman emperyalizminde veya Alman burjuvazisinin Fransız emperyalizminde asimile olacağını düşüremiyorum ve Lenin’in dediği gibi, kurulsa da gerici olacak olan “Avrupa Birleşik Devletleri” kurulmadan bütün Avrupa’nın sosyalist olacağına inanıyorum.
AB, sermayenin, tekellerin çıkarlarına daha iyi hizmet etsin diye reformlarla geliştiriliyor. Bu reformlar, işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarını hesaba katmıyor.
AB, tekellerin AB’sidir, işçi sınıfı ve emekçi yığınların değil.

1 Mart 2002 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ - TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN SEYRİ


AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN SEYRİ

1989/’91’de revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası ilişkilerde ve çelişkilerde derin değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu, iki süper güçlü, iki pazarlı dünyanın sonlanması, kapitalist dünya sistemi veya dünya burjuvazisi açısından bir milattı.