deneme

26 Şubat 2001 Pazartesi

“İT DALAŞI”

Cumhurbaşkanı Sezer ile hükümetin başı Ecevit arasındaki “it dalaşı” Türkiye ekonomi tarihinin en derin mali krizinin patlak vermesine vesile oldu. Birkaç gün öncesine kadar ekonomide her şeyin yolunda olduğunu ve programı uygulamakta ısrarlı olduklarını açıklayan Ecevit, mali krizin patlak vermesinden sonra ekonomide sorunların olduğunu ve bunun zaten bir şekilde açığa çıkacağını açıklayarak bir taraftan uygulanan IMF patentli “istikrar programı”nın iflas ettiğini ve diğer taraftan da Sezer ile kendisi arasındaki “it dalaşı”nın buna vesile olduğunu açıklamış oluyordu.
Mali kriz ile ekonomik kriz; fazla üretim krizi, eş anlamlı değildir. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdırlar. Mali kriz, para-borsa-kredi alanlarında tıkanmanın sonucu olarak patlak verir ve ömrü oldukça kısadır. Birçok koşula (hükümetin müdahale yeteneğine, sanayi üretimindeki konjonktürel duruma, dünya ekonomisinin durumuna, dış yardımın ve desteğin olup olmadığına vs.) bağlı olarak birkaç gün veya hafta içinde atlatılır. Fazla üretim krizi ise nispeten uzun sürelidir, birkaç sene sürebilir. Fazla üretim krizi devrevidir; belli dönemlerde patlak verir. Reel ekonomi; sanayi üretimi dönüşümünün(durgunluk, inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş ve kriz) bir aşamasını, adı üstünde kriz aşamasını ifade eder ve çelişkilerini çözene kadar da etkide bulunur. Fazla üretim krizi, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanır. Mali krizlerin; spekülasyon-borsa-para-kredi krizlerinin bir devreviliği, aşamaları ve kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir yasallığı yoktur. Bu krizler, bağımsız krizler değildir. Kapitalist ekonomide mali kriz, ya yeni bir fazla üretim krizinin habercisidir, ya da ekonominin her türlü etkilenmeye ve spekülasyona açık olacak derecede hassas dengeler üzerine kurulu ve istikrarsız olduğunun göstergesidir. Türkiye’de olan da, ekonominin IMF patentli “istikrar programı” ile daha da istikrarsız hale getirilmiş olmasıdır. IMF, Türkiye ekonomisini yabancı sermayenin çıkarlarına göre yeniden şekillendirmek için program hazırlamıştır. Öngörülen yapısal değişimin a’dan z’ye hepsi yabancı sermayenin çıkarı içindir. Türkiye'den sürekli istenen, iç pazarın tamamen yabancı sermayeye açılmasıdır. Yani her şey değil, ama yabancı sermayenin önem verdiği işletmeler özelleştirilmelidir, ülkede yabancı sermayenin özgür hareketini engelleyen bütün yasalar ve düzenlemeler ortadan kaldırılmalıdır ve aynı zamanda, enflasyonu sabit kur politikasıyla düşürmek için bütün yük emekçi yığınların sırtına yüklenmelidir. Bu nedenle 65 milyon fedakârlığa çağrıldı. IMF, sürekli ve sürekli, reel üretimin(sanayi üretimi) büyüme oranını düşürün, düşük oranlı büyümeyle yetinin çağrısını yaptı. Böyle bir politika sonuçta sanayi üretiminin gerilemesine, yatırımların yapılmamasına, bazı sanayi işletmelerinin iflasına, işçilerin sokağa atılmalarına, halkın alım gücünün düşmesine, yani iç pazarda talebin daralmasına ve ihracatın gerilemesine neden olmuştur. Gelişmenin böyle olacağı baştan biliniyordu, çünkü “istikrar programı” böyle bir gelişmeyi öngörüyordu. Bu süreç içinde enflasyon belli oranlarda düşürülmüştür.
“Kara Çarşamba”dan sonra aynı hükümet, IMF ile el ele vererek eski programın yerine yeni bir program hazırlayacağını ilan etti. Hazırlık çalışmalarını sürdürmek için IMF ve Dünya Bankası temsilcileri Ankara’da görüşmelere başladılar bile.
Birkaç gün içinde ülkeyi yüzde 40 oranında daha da fukaralaştıran aynı zevat, IMF ve Amerikan emperyalizminin yoğun desteğiyle yeni bir felaket programının hazırlığına koyuldu. Şimdi “sabit kur” politikasına dayalı “istikrar programı”nın yerini “dalgalı kur” politikasına dayalı “istikrar programı” alacak. Böylece TL, gerçek değerini piyasa hareketi içinde bulacak ve Merkez Bankası, para hareketini kontrol etmek için daha yetkili kılınacak. Bu programın da temel amacı enflasyonu düşürmek.
Yeni programın nasıl içeriklendirileceğini ileride göreceğiz. Ama açık olan şu: Nasıl ki iflas eden programın faturası emekçi yığınlara çıkartıldıysa bu programın da faturası işçi sınıfı ve emekçi yığınlara çıkartılacaktır.
Adı konmamış devalüasyonla TL’nin değeri bir-iki gün içinde yüzde 40 düştü.(Piyasa hareketiyle bu oranın küçülmesi için Merkez Bankası devreye sokuldu). Bu demektir ki krizin ilk günü 100 liranın 40 lirası, bugünlerde de belki 20-30 lirası, buhar oldu. Faizler yüzde 7500’e fırladı. Parası-sermayesi olanlar TL’den kaçarak dövize yöneldi. Yabancı sermaye borsadan kaçtı. Ve bilinen düşüş yaşandı. Dışarıdan (IMF ve ABD) gelen destek açıklamaları ve hükümetin gecikmesiz davranışı sonucunda, ağır mali krizlerde görülen panik önlendi. Mali kriz, kontrol altına alındı. Öyle ki borsa, 21 Şubattaki yüzde 18,1 oranındaki kaybını kapatacak duruma geldi.
Şimdi hükümet yeni program için güven tazelemesi yapacak. Nasıl? Burada güven tazelemesinden kastedilen, halkın güvenini almaktır. Birkaç gün sonra 65 milyonun karşısına çıkıp şöyle diyecekler; Sabit kur politikasına dayalı istikrar programının uygulanma koşulu kalmadığı için ondan vazgeçtik. Şimdi dalgalı kur politikasına dayanan istikrar programını uygulayarak enflasyonu düşüreceğiz, memleketin ekonomisini düze çıkartacağız. Bize inanın ve bu programımızı destekleyin! Bunu Türkçeye çevirirsek: özelleştirmeye karşı gelmeyin, ücret artışı talep etmeyin, özelleştirmeden dolayı veya programın uygulanması sonucu olarak işten atılmanıza karşı gelmeyin, sosyal haklardan, taleplerden bahsetmeyin. Kene gibi yapışıp kanınızı emmemize ve istikrar adına yerli ve yabancı sermayeyi semirtmemize alkış tutun vs. vs.
Bir daha güven tazelemek için işin içine bu sefer sendikaları ve başka “sivil toplum kuruluşları”nı da katmaya çalışacaklar. Sarı sendika ağalarıyla oturup konuşacaklar, onların görüşlerini alacaklar ve böylece ihanete, işçi sınıfını, sendika ağaları üzerinden ortak etmeye çalışacaklar. Sendika ağaları da işçileri yeniden kendilerine bağlamak için bu fırsatı değerlendireceklerdir. Hükümetle güya pazarlık yapacaklar ve işçi sınıfının çıkarlarını inatla savundukları havasını uyandıracaklardır. Güven tazeleme derdinde olan ve konumu zayıf olan hükümet, sendika ağalarını susturmak ve işçi sınıfının direncini boğmak için önemsiz tavizler de verebilir. Hükümet ve IMF açısından önemli olan, yeni programın oluşturulmasına ve uygulanmasına karşı işçi sınıfının tepkisini törpülemek, etkisiz hale getirmek ve mümkün olursa yedeklemektir.
Şüphesiz ki yeni program da eski program gibi bir talan programı olacaktır. Dalgalı kur bazında oluşacak yeni programın uygulanması durumunda enflasyon, önce biraz artacak, sonra düşmeye başlayacak. Enflasyon, artsa da düşse de faturası emekçi yığınlara çıkartılacak. Sanılmasın ki sermaye çevresi enflasyonun düşürülmesinden dolayı herhangi bir fatura ödeyecek. Şüphesiz, adı konmamış devalüasyondan dolayı Türkiye ucuzlayacak; üretim maliyeti düşecek ve böylece sanayi üretiminde belli bir canlanma ve ihracatta da belli bir artış olacak. Bir kısım işsiz, iş bulabilecek. Ama bütün bunlar işin tali yönü. Bu tali yönün gerçekleşebilmesi için yeni programın uygulanması gerekir ve daha şimdiden IMF, koşullarını dayatıyor. Bunlar, bilinen koşullar; özelleştirme, yapısal reformlar vs. IMF bu sefer diretiyor: Önem verdiğimiz her işletmeyi, sektörü biran önce özelleştirmeye açın, yabancı sermayenin bir dediğini ikiletmeyin! Türkiye, Güney Kore ve Meksika’da oynanan oyunun içine çekiliyor. Bu ülkelerde, birkaç yıl önceki derin mali ve arkasından patlak veren ekonomik krizden; bu ülke paralarının ve borsa değerlerinin olağanüstü değer kaybından dolayı ucuzlayan işletmeleri satın almak için yabancı sermaye sıraya girip, kuyruk oluşturmuştu. Türk ekonomisi böyle bir sürece itiliyor.

25 Şubat 2001 Pazar

“Kara Çarşamba”!


 
Her kriz döneminde olduğu gibi bu mali krizin patlak vermesinden hemen sonra ortalık “biz demiştik”, “böyle olacağı belliydi” diyen, felaket tellallığı yapan, ama aynı zamanda umut pompalayan burjuva yazar ve politikacıdan geçilemez oldu. Her krizin patlak vermesinden hemen sonra olduğu gibi, bu krizin patlak vermesinden hemen sonra, ortamdan siyasi olarak yararlanmak isteyen burjuva partiler ve satılmış sendika ağaları “ağırlık” koymaya başladılar.

Türkiye tarihinin son bir kaç on yılında soytarılık yapmaktan ve ulusal değerleri yabancı sermayeye pazarlamaktan öte bir iş yapmayan muhalefet partileri, hükümeti istifaya çağırmaktan kendilerini alamaz oldular. Bu işi yapamadınız biz yaparız diyorlar. Oysa daha bir kaç yıl önce, örneğin 1994 krizinde ve sonrasında bu soytarılar hükümet ediyorlardı. Madem ki çözümü biliyordunuz da, niçin o zaman uygulamadınız? Emekçi yığınları; evet 65 milyon insanı aptal yerine koyan bu soytarı takımı, leş kargaları gibi memleketin başına üşüştüler. Onların hiç birisinde insanlık onurunun zerresi yoktur. Buna sarı sendika ağaları da dahildir. Yığınların tepkisini törpüleyip, memleketin satılmasına fazla ses çıkartmamaları için uğraşanların başında onlar geliyor. Bu yılanlar ve çıyanlar, bu leş kargaları, bu soytarılar, o güzelim ülkeyi yaşanamaz hale getirdiler. Ve şimdi hiçbir şey olmamış gibi, hükümetetekiler gitmeyiz derken, muhalefet ise fırsat bu fırsattır diyor.

Bu oyuna yeni bir oyuncu katıldı. Bilmem kaç rakımlı Çankaya tepesinde hukukçu cumhurbaşkanı sıfatıyla saltanat süren şahsiyet, Türkiye siyasetine ağırlık koymaya çalışıyor. Hukukunun ve demokrasisinin üstünlüğüne inanmış olan bu zat, 1982 Anayasası’nın savunucusudur. Onun hukukunun ve demokrasisinin çerçevesini çizen, faşist generaller çetesinin imzasını taşıyan anayasadır. Memlekette “mezar suskunluğu” yaratmak için, her türlü demokrasi, özgürlük ve hak arayışını yasalarla daha baştan yok etmek; yani illegal yapmak için, 65 milyon “terörist” ilan etmek ve bir kaç on binlik azınlığı ve emperyalist sermayeyi mutlu kılmak için hazırlanan ve uygulanan anayasadır. Burjuva medya, işte bu anayasa zemininde tepinen soytarıların anlaşamamalarını hukukun üstünlüğünü savunanlar ve onu geri plana iterler, yani cumhurbaşkanıyla hükümet, başta da başbakan arasında siyasi bir anlaşmazlık olarak lanse ediyor. Doğrudur, bu siyasi bir anlaşmazlıktır, ama nedeni Türkiye’nin hukuksal ve demokratik çehresini değiştirme mücadelesinden kaynaklanan bir siyasi anlaşmamazlık değildir. Tarafların hiç birisi, anayasanın meşruluğunu tartışma konusu yapmıyor. Görüş ayrılığı, düzeni nasıl sağlamlaştırırız ve emperyalizmin ve yabancı sermayenin taleplerini nasıl sorunsuz yerine getiririz noktasında yoğunlaşıyor.

Soytarı takımının yönetim sorunundan kaynaklanan siyasi krizi, ekonomiyi etkilemesinin yanı sıra bir gerçeği de perçinledi; Burjuvazi yönetmekten aciz, istediği gibi yönetemiyor. İstediği gibi yönetmesinin maddi nedenleri yok. Ve halk , artık bunlara güvenmiyor. Bu, Türkiye’nin nedenli köklü ve yapısal bir siyasi kriz içinde olduğunu gösterir.

Soytarı takımının siyasi krizi ekonomiyi etkiledi, ve Türkiye tarihinde şimdiye kadar görülmemiş olan en ağır mali krizin patlak vermesine vesile oldu.

Her siyasi kriz, hele hele Türkiye’de yaşanan bu türden siyasi bir kriz, ekonomiyi mutlaka olumsuz etkiler diye bir kural yoktur. Siyasi krizin ekonomiyi etkilemesi bir dizi faktöre bağlıdır. Bunun tartışması ayrı bir konudur. Bizi burada ilgilendiren şudur; ülkenin ekonomisi emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlıysa, ülkenin ekonomisi yabancı sermayenin çıkarlarına göre yeniden yapılandırılıyorsa ve bunun için bizde olduğu gibi “istikrar programları” uygulanırsa o ekonomi işte böylesi siyasi krizlerden olumsuz etkilenmeye oldukça açıktır.

Şimdiye kadar uygulanan ve ”kara Çarşamba” ile birlikte iflası açıklanan İMF patentli “istikrar programı”nın ana hedefi bütçe açığını kapatarak, kamu harcamalarını geriye çekerek enflasyonu düşürmekti. Doğrudur, enflasyon oranları geriledi. Enflasyonunun belli oranda düşmesinin esas nedeni, devletin harcamalarını sınırlaması değildir. Devlet, işçilerin ve çalışan emekçi yığınların ücretlerini adeta dondurarak bu sonuca varmıştır. İMF, daha baştan şunu söylüyordu; reel üretim, yani sanayi üretimi büyümemelidir. Bunun Türkçesi şudur; Üretimi daraltacaksın. Üretimin daralması, işçilerin sokağa atılması, yatırım yapılmaması, halkın alım gücünün gerilemesi, piyasada durgunluğun hakim olması anlamına gelir. Satılmayan malın fiyatı artmaz. Bunun ötesinde sabit kur politikası sonucunda pahalıya mal olan Türk ürünlerinin ihracatı da geriledi. Bir bütün olarak sanayi üretimi, hükümetin İMF patentli “istikrar programı”ndan olumsuz etkilendi. Bunun sonucudur ki sanayi üretimi 2000 yılında, 12 ayın ortalaması olarak, yüzde 5,4 oranında büyümesine; bir yıl öncesinin aynı ayına göre 2000’in Ağustosunda yüzde 17,1; Eylülünde yüzde 6,3; Ekiminde yüzde 13,2 ve Kasımında da yüzde 10,5 oranlarında mutlak büyümesine rağmen Aralık ayında yüzde 4,2 oranında mutlak küçüldü. Tabii ki bu gelişme birtakım işyerlerinin kapanması, işçilerin sokağa atılması anlamına gelecektir. Öyle de oldu.

İMF patentli “istikrar programı” ekonomide istikrar sağlamadı, tam tersine ekonomide istikrarsızlığın ana faktörü oldu. Böylesi koşullarda ekonomi her türlü spekülasyona açıktır. Öyle ki soytarı Demirel’in fenalaşması bile borsayı etkiledi.

Bugün Türkiye’de yaşanan derin bir mali krizdir. Para ve borsa değerlerini altüst eden bir kriz. Aynen teori kitaplarında yazıldığı gibi. Bu krizin devrevi olarak patlak veren ekonomik krizle; yani fazla üretim kriziyle bir ilgisi yoktur. Fazla üretim krizi, kapitalist ekonomi dönüşümünün durgunluk, inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş gibi aşamalarından birisidir, adı üstünde kriz aşamasıdır. Mali krizin böyle aşamaları yoktur. Alınan tedbirlerle mali kriz yönlendirilebilir. Ama ekonomik kriz, fazla üretim krizi yönlendirilemez. Mali kriz kısa ömürlüdür, alınan tedbirlerin doğruluğuna ve etkisine göre bir kaç günde veya bir kaç haftada atlatılır. Ama fazla üretim krizi uzun süren ve çelişkileri, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanan çelişkileri çözmeden atlatılamaz. Fazla üretim krizine tedbir biçiminde müdahale, krizin gelişme seyrini en fazlasıyla olumlu etkiler. Ama mali krizde olduğu gibi, krizi ortadan kaldıramaz.

Türkiye, jeopolitik ve stratejik açıdan Amerikan emperyalizmi için çok önemlidir. Bu nedenden dolayı Amerikan emperyalizmi, Türkiye’de kendi stratejik çıkarlarını zedeleyen bir gelişmenin olmasını istemez. Bunun ötesinde Türkiye, İMF programlarının geleceği bakımından da önemlidir. Hiç bir ülkede tutmayan İMF programlarının Türkiye’de de tutmaması bu kuruma duyulan güvensizliği pekiştirecektir. Esas bu iki nedenden dolayı Amerikan güdümlü uluslararası mali kuruluşlar ve ABD Başkanı W. Bush, Türkiye’yi desteklediklerini açıklayarak piyasayı olumlu etkileme çabasına girdiler. bu çaba etkisiz kalmadı. Spekülasyonun hakim olduğu ve bir gün sonra neyin olacağının bilinmediği ortamlarda böylesi açıklamalar mali krizin seyrini etkiler.

21 Şubat günü itibariyle yüzde 18,1 oranında değer kaybederek 7180 puana düşen borsa, 23 Şubat günü itibariyle 8344 puana çıkarak kaybın yarıdan fazlasını kapattı. Yapılan müdahale ve açıklamalar, mali krizlerde görülen paniği engelledi. Bu dönemde içinde; sadece bir-iki gün içinde faizler yüzde 7500 gibi görülmemiş astronomik rakamlara fırladı. Tasarrufunu dövizle yaparlar veya elinde Türk lirası değil de dolar ve mark gibi döviz tutanlar veya kokuyu alıp da TL’sini dövize çevirebilenler vurgun yaptılar. Çünkü TL’nin yüzde 40 değer kaybı, bu asalakların; mali asalaklarının yüzde 40 kazanması anlamına geliyordu. Türkiye, mali krizin ilk günü adı konmamış devalüasyondan dolayı yüzde 40 fakirleşti. Bu fakirleşme oranı sonraki günlerde biraz düştü.

Şimdi ne olacak? Aynı alçaklar, aynı soytarılar, kan emicileri ve leş kargaları, sorunluluğu bir-iki bürokratın sırtına yıkarak İMF ile yeniden masaya oturacaklar. Yeni niyet mektupları sunulacak, yeni dayatmalar gündeme getirilecek ve yeni bir “istikrar programı” hazırlanacak. Tabii yeni programın paradigmaları değişik olacak. Ama esas hedefin enflasyonu düşürmek olacağı daha şimdiden açıklandı. Bu sefer sabit kur yerine dalgalı kur uygulanmasıyla, yani Türk lirasının dolar (döviz) karşısında değerinin piyasa tarafından belirlenmesi yoluyla İMF’ye teslimiyet devam edecek. Böyle bir programın uygulanması durumunda memleket ucuzlayacağı için turistler sevinecek, dövizle oynayanlar-iş yapanlar kazanacaklar. Şüphesiz, maliyeti ucuzlayacağı için sanayi üretimi ve ihracat belli oranlarda artacak. Bundan dolayı bir kısım işsiz yeniden iş bulabilecek. İç piyasa belli oranlarda canlanacak. Esas kaybedenler emekçi yığınlar olacak. Her krizin olduğu gibi bu krizin yükünü de emekçi yığınlar çekecek. Daha şimdiden adı konmamış devalüasyondan dolayı sabit gelirliler; işçiler ve ücretli memurlar aldıkları ücretin yüzde 40’ı kadar fakirdirler. Bu fakirlik devam edecek ve yeni program da, hiç kimsenin şüphesi olmasın, işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yüklenecek. Daha şimdiden güven tazelemenin yolları aranıyor. Bu sefer yeni talan programına; dalgalı kurla enflasyonu düşürme programına “sivil toplum kuruluşları”da, yani sendikalar da katılacak. En azından böyle bir niyetin olduğu açık.

Dalgalı kurla da olsa enflasyon, önce belli bir tırmanıştan sonra, yine belli bir oranda düşürülür. Böylesi programlarla enflasyonun düştüğü her bir oran, çalışanların sırtına yüklenmiş yeni bir yük demektir. oyun yine işçi sınıfının ve emekçilerin sırtında oynanacak.

İMF mi? Bu sefer özelleştirmesiz hiç bir şeyin olmayacağını açıklayacak. Zaten krizin ilk günlerinde özelleştirmenin savsaklandığının dile getirilmesi, İMF’nin yeni “istikrar programı”nda neye önem vereceğini gösteriyor.

Ucuzlamış, parasının değeri beş para olmuş bir Türkiye, Güney Kore’yi, Meksika’yı hatırlatıyor. Bu ülkelerde birkaç yıl önce patlak veren mali krizler sonucu yapılan devalüasyon, işletmelerin neredeyse bedavaya el değiştirmesine neden olmuştu. G. Kore’de ve bazı diğer “Asya Kaplanları” denen ülkelerde ve Meksika’da yabancı sermaye temsilcileri bu ülkeler mülkiyetinde olan işletmeleri satın almak için kuyruk oluşturmuşlardı. Türkiye’de böyle bir süreçte ilerliyor.

Küçük burjuva çevrelere de bir iki sözümüz olacak; bu krizin adı ne? Kasımda kriz vardı veya Türkiye hep krizde! Peki bu ne? Bu da krizin krizi mi? Daha daha kriz mi? S. Hüseyin’in sözünü çevirirsek; “Bütün krizlerin anası” bir kriz mi?


13 Şubat 2001 Salı

İSRAİL’DE SEÇİM


 
1993 Oslo anlaşmasına göre beş yıl içinde Filistin Özerk Yönetimi bağımsız Filistin devletine dönüşecekti. İsrail tarafı bu sürecin varılan anlaşmalar doğrultusunda ilerlememesi için elinden geleni yaptı. Oslo’dan bu yana şüphesiz birçok adım atıldı. Ama Filistin, özlemini duyduğu sonuca varamadı.

Filistin-İsrail barışı, dünyanın stratejik önemi olmayan herhangi bir bölgesinde iki halk arasındaki çatışmanın sone erdirilmesi ve barışın sağlanması olarak görülemez. Filistin-İsrail arasındaki çelişkilerin kökeninde, gelişmesinde ve süren bu haliyle durumunda birçok faktörün belirleyici etkisi vardır. Bölge, emperyalizm açısından stratejik bir öneme sahiptir. Petrol kaynaklarına yakındır. Hazar Havzası enerji kaynağından ve bu enerjinin dünya pazarlarına taşınması için düşünülen Bakü-Ceyhan boru hattından uzak değildir. Bu hattın inşası durumunda Ceyhan’ı kontrolde Kıbrıs kadar önemlidir. Bu ve başka nedenlerden dolayı Filistin-İsrail barışı, emperyalist ülkelerin, başta da Amerikan emperyalizminin kontrolünde bir “barış” görüşmesi olarak gelişmiştir. Şaron’un seçimleri kazanmasıyla bu görüşmelerin yeniden şekillendirileceği açıklanıyor.

Şaron, geçen yılın sonbaharında Haremi Şerif provokasyonuyla o zamana kadarki “barış” çabalarını sıfırladı. Filistinliler, yeni bir intifada ile haklı taleplerine sarıldılar. Karşılıklı tehdit, birbirini kovalayan Arap ülkeleri zirvesi ve Clinton ile görüşmeler sonuç vermedi. Veremezdi de. Clinton gidiciydi. Barak’ın siyasi durumu belli değildi. Keza Arafat da zayıflayan siyasi konumunu yeniden güçlendirmek zorundaydı. Şaron da seçime oynuyordu. Oyunu kazandı ve şimdi başbakan.

Kim bu adam? “Buldozer” denilen A. Şaron, bir katildir. Filistin halkının amansız, yeminli düşmanlarından birisidir. 1953’te “komando 101” ile Filistinli kadınları ve yaşlıları katlettiren odur. 1982’de Lübnan’a saldıran, Beyrut’a giren ve bu ülkenin güneyini işgal eden odur. Lübnanlı falanjistlerin (faşistlerin) Sabra ve Şatila kamplarında Filistinlileri katletmelerine yol gösteren aynı Şaron’dur. Bakanlık yaptığı dönemde Filistin topraklarını işgal edenler tarafından “baba” diye anılan Şaron, bir işgalcidir.

Şimdi bu katil –45 gün içinde güvenoyu alınca- Filistin-İsrail “barış” görüşmelerinde yeni bir sayfa açacağını ilan ediyor. Oslo anlaşması, Şarm el Şeyh, Camp David ve son olarak da Taba görüşmeleri beni bağlamaz, Kudüs bölünmez, İsrail’in bütün zamanlar için başkentidir diyor. Barak’ın tavizkar davrandığını açıklıyor. Ariel Şaron’un barış anlayışı tam teslimiyet anlamına geliyor. Benim belirleyeceğim şekilde “barış” olur diyor.

Likud partisi tek başına hükümet olamadığı ve İşçi Partisi ile (Barak’ın partisi) koalisyon yapmaya çalıştığı için bu sözlerin ne derece ciddi, ne derece retorik olduğunu zaman gösterecektir.

Şaron, Filistin-İsrail ilişkilerinin, “barış” görüşmelerinin nasıl gelişeceği konusunda istediğini söyleyebilir. Esas olan bu değil. Esas olan Amerikan emperyalizminin soruna nasıl baktığıdır. ABD’nin yeni başkanı W. Bush’un Filistin-İsrail “barış” görüşmelerini eski yönetimin bıraktığı yerden devam ettirip ettirmeyeceği henüz bilinmiyor. Mutlaka ki girilen “barış” yolundan çıkılmayacaktır. Çünkü Amerikan emperyalizminin çıkarları bunu; “barış”a devamı gerekli kılıyor. Bugünkü aşamaya gelmiş ilişkileri bir kenara atmak, “barış”tan yana gözükmemek, başka emperyalist ülkeleri kendi nüfuz alanına müdahaleye davet etmekten başka bir anlam taşımaz. Amerikan emperyalizmi, bölgenin Amerikan çıkarları açısından jeopolitik ve stratejik öneminden dolayı Arap dünyasını tamamen karşısına alarak, Filistin Özerk Yönetimi’ni tamamen yok sayarak bir “barış” görüşünde bulunamaz ve Şaron’un bu yönde adım atmasına da müsaade etmez.

Gelişmenin bu yönde olacağını bilen Arap ülkeleri ve Arafat önderliğinde Filistin idaresi, temkinli olmayı elden bırakmadan bekleyelim-görelim, ama görüşmelerden yana da olalım tavrını sergiliyorlar. Nitekim Arafat, Şaron ile de görüşmeye hazır olduğunu açıkladı. Arafat, Filistin halkı nezdinde durumunu güçlendirmek, tartışmasız liderliğini sürdürmek için Filistin-İsrail “barışı”nda ABD’nin, başka güçlerin, tabii bu arada İsrail’in de kendisine duyduğu güveni bir şekilde açıklamalarını bekliyor. Her iki taraf, iç sorunlarını hallettikten sonra yeniden masaya oturacaklar. O zamana kadar da çatışmalar, kontrollü bir şekilde sürecektir.

Filistin-İsrail ilişkilerinde veya bir bütün olarak Ortadoğu’da Türk devleti de söz sahibi olduğunu her fırsatta açıklıyor. Faşist diktatörlük, her ne kadar tarafsız gözükse ve dönem dönem, Filistin’in yanında yer alıyor havasını uyandırsa da o, esas itibariyle bütün Ortadoğu bölgesinde Amerikan emperyalizminin global çıkarlarına, onun jeopolitik ve stratejik anlayışına koşulmuştur. ABD-Türkiye-İsrail arasındaki stratejik önemi olan askeri anlaşma, revizyonist blokun dağılmasından sonra bölgemizde yapılan ve Ortadoğu-Hazar Havzası enerji kaynaklarının kontrolü açısından önemi olan ilk ittifaklaşmadır. Türkiye, bu anlaşmanın gereği doğrultusunda hareket ediyor ve bu nedenle Filistin’e destek adı altında Amerikan “barışı”na evet demesine “yardımcı” oluyor. Türkiye, Filistin’in siyonizme ve emperyalizme, somutta da Amerikan emperyalizmine karşı direncini kırmaya/törpülemeye çalışan bir rol üstlenmiştir.

Filistin-İsrail “barış” görüşmelerinin nasıl şekilleneceğini İsrail hükümetinin güvenoyu almasından sonra göreceğiz.


6 Şubat 2001 Salı

“DÜNYA EKONOMİK FORUMU” TOPLANTISI


 
25-30 Ocak arasında İsvişre’nin Davos kasabasında düzenlenen 31. “Dünya Ekonomik Forumu” (DEF), antiemperyalistlerin, çevrecilerin, Hükümet Dışı Örgütlerin, inisyatif gruplarının, bir bütün olarak duyarlı kamuoyunun, devrimci ve komünistlerin yoğun protestoları altında sonuçlandırılabildi. İsviçre devleti, protestonun etkisini kırmak ve eylemci kitleyi dağıtmak için zor dahil her türlü tedbire başvurdu. Zürih’de yüzden fazla protestocunun tutuklanması da sonucu değiştirmedi. Önemli olan, dünyanın dört bir yanından gelmiş olan “elit” tabakanın “rahatsız” edilmemesiydi. Polisin tedbirlerinden dolayı Davos’ta bütün güçlerin birleştiği bir protesto yapılamadı, ama ülkenin beş ayrı bölgesinde gerçekleştirilen eylemler, etkisiz kalmadı.

İsviçre polisinin şiddete baş vurmasının nedenleri vardı. Birincisi 30 yıldan bu yana düzenlenen Davos toplantıları bir gelir kaynağıdır. İkincisi, bu türden toplantılar her yıl düzenlendiği için, bugün başvurulan şiddetin gelecek yıl caydırıcı etkisinin olacağı hesap ediliyor. Üçüncü bir neden de uluslar arası toplantılar için İsviçre’nin güvenle bir ülke olduğunu göstermek. Bu, İsviçre devletinin “küçük” hesaplarıydı. Davos’ta yapılan hesap ise tamamen başkaydı. Gelenekselleşen Davos toplantılarında, tartışılacak konu seçimi, o yıl dünya çapında ön plana çıkmış olan ekonomik gelişmelere bakılarak yapılır. Bu seneki toplantıya da enformasyon ve komünikasyon teknolojisinin gelişmesi damgasını vurmuştu.

DEF’in herhangi bağlayıcı, yaptırımcı bir özelliği yoktur. DEF, ne bir IMF dir, ne de bir Dünya Bankası. Davos toplantıları sonucunda herhangi bir deklarasyon da yayınlanmaz. Önemli olan, oraya davet edilen “elit” tabakanın dünya sorunlarını tartışma adı altında karşılıklı iktisadi, ticari, siyasi ilişkileri geliştirmeleridir. Bu anlamda Davos, bir pazar yeridir. Daha doğrusu senede bir defa düzenlenen bir panayırdır. Oraya emperyalist ülkelerden ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerden hükümet ve devlet temsilcileri gelirler. Bunlar beraberinde bir de işadamı ordusu getirirler. Siyasiler, çeşitli toplantılarda dünya sorunları üzerinde ahkam keserlerken, işadamları ortaklık kurmak, kredi temin etmek, ticari bağlantılar kurmak peşinde koşarlar. Bu toplantılarda, aynı zamanda günah da çıkartılır. “Küreselleşme”nin inkar edilemez sonuçları; işsizlik, yoksulluk, ulusal zenginliklerin talan edilmesi, devasa boyutlarda borçlanma ve bunun ekonomideki olumsuz etkisi vs. üzeride de durulur. Gelirin adaletli dağıtılması, “küreselleşme”nin faydalarından herkesin eşit olarak yararlanması için mücadeleden de bahsedilir. Amaç, duyarlı dünya kamuoyunu yanlış bilgilendirmek ve “küreselleşme”nin sonuçlarına karşı gerçekten mücadele edilmek istendiği havasını uyandırmaktır. Bu seferki toplantıda da bundan başka bir şey yapılmadı. Emperyalist burjuvazinin “elit” tabakası, adaletsizlikten, gelir dağılımındaki uçurumdan ve buna karşı mücadeleden bahsederek günah çıkardı. Bağımlı ülkelere pazar ekonomisini uygulayın, bu ekonominin önündeki engelleri kaldırın, bu, kurtuluşunuzun yoludur çağrısı yapıldı. Emperyalist burjuvazinin yaptığı bu çağrı, sonuna kadar neoliberalizmi uygulamalısınız, yani sınırlarınızı ardına kadar açmalısınız, ulusal zenginliklerinizi sermayemize teslim etmelisiniz çağrısından başka bir anlam taşımıyordu.

Gelecek yıl yine bir araya gelecekler. 2001 yılının önemli ekonomik sorunlarını tartışma adı altında, bu sorunlara “çözüm” bulma adı altında ticaret yapacaklar, ortaklıklar kuracaklar, kredi olanak ve koşulları üzerine konuşacaklar, şu veya bu konuda siyasi olarak birbirlerini yoklayacaklar.
Artık Davos, iki anlamda anımsanmalıdır. Birincisi bu toplantılarından dolayı ikincisi de bu toplantıları protestodan dolayı. Bu anlamda “Davos ruhu” iki karakterlidir; Davos’un emperyalist ruhu ve antiemperyalist ruhu.

“DAVOS RUHU”


 
Davos’ta kim neyi tartıştı veya “Davos ruhu” neyin ifadesidir?
1998’deki Davos toplantısında tartışmalara Asya krizi damgasını vurmuştu. 1999’da Rusya krizi ve Euro’nun değer kaybı ön plandaydı. 2000 yılında toplantılarda belirleyici tema İnternet tutkunluğuydu. Bu yılkı toplantıya da enformasyon ve komünikasyon teknolojisindeki ilerleme damgasını vurdu.

Davos’ta herhangi bir deklarasyon yayınlanmaz. Her yıl düzenlenen bu “Dünya Ekonomik Forumu”nun (DEF), herhangi bir bağlayıcı, yaptırımcı özelliği yoktur. DEF, bir IMF, Dünya Bankası veya DTÖ değildir. DEF, bir kuruluş da değildir. Özel bir inisiyatiftir. İnisiyatifçisi K. Schwab tarafından dünya burjuvazisinin; siyasetinin, ekonomisinin, maliyesinin vs. “elit” temsilcileri 31 senedir Davos’a çağrılırlar. Görünüşte o yılki dünya ekonomisi sorunları değişik toplantılarda ele alınır. Ama amaç, gündemde olan dünya çapında iktisadi sorunların çözümünü sağlamak değildir. Bu, “Davos ruhu”na aykırıdır.

Davos’ta, ana hatlarıyla çerçevesini belirlersek, iki şeyin yapıldığını görürüz: Her seferinde, dönemin dünya çapında önemli sorunlarına bağlı olarak, kapitalist ekonominin “erdemleri”nden bahsetmek, yani emperyalist ülkelerin geri kalmış, bağımlı, yeni sömürge ülkeleri talan etmesini haklı çıkartmak, ama bunu yaparken de inkar edilemez boyutlara varmış olan “olumsuzluk”ların da “üzerine gitmek”! İkincisi ise, kapalı kapılar ardında ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak, kredi olanakları aramak ve tabii ki “fikir alış verişi” adı altında siyasi yoklama yapmak. Davos’un ruhunu her dönem bu iki nokta oluşturmuştur.

Böylesi toplantıların birkaç seneden beri uluslar arası çapta şiddetli, militan protestolarla karşılanması, katılımcıları “anlayışlı” olmaya da zorlamıştır. Örneğin Davos’ta, geçen yıl olduğu gibi bu sene de Hükümet Dışı Örgütlerin temsilcileriyle diyalog yolları aranmıştır. Bunun anlamı şudur; ister DEF’de, ister IMF’de ve isterse de Dünya Bankası’nda olsun tekelci sermayenin temsilcileri, neden oldukları işsizlik, açlık, sefalet, çevre kirliliği vb. sorunları, bu sorunları ön plana çıkartarak onlara karşı mücadele eden yığın temsilcileriyle tartışmak istenildiği havasının uyandırılması!
Tabii demokrasi ufku, burjuvazinin çizdiği sınırları aşmayanlar, örneğin reformistler, düzenden umudunu henüz kesmemiş olanlar tarafından emperyalist burjuvazinin bu mesajı “doğru” algılanıyor. Emperyalist burjuvazi bu yöntemle bir kısım protestocuları yedeklemeye çalışıyor.

Davos’a K. Annan geldi. IMF başkanı oradaydı. Yine günah çıkardılar. Örneğin IMF başkanı Hort Köhler şöyle diyordu: “ Küreselleşmenin yararları eşit dağıtılmamıştır ve en yoksul ülkelerin çoğunluğu, en zengin olanların çok gerisine düşmüştür”. Bu tespit hiç de yeni değil. Ama ister IMF olsun, isterse de başka uluslar arası kuruluşlar olsun, bu açıklamayı adeta standart bir açıklama olarak her yerde yaparlar ve böylece "küreselleşme"in herkese yarar sağlaması, "küreselleşme"den herkesin eşit yararlanması için mücadele edilmelidir mesajı verilir. “Küreselleşme” bu seferki Davos toplantısının doğrudan konusu değildi. Ama “küreselleşme”nin sonuçları ortadayken ve bu sonuçların üstüne gidiliyor mesajı verilmeden bir kısım protestocu nasıl susturulabilir ve bağımlı, yeni sömürge ülkeler “pazar ekonomisi”ne tartışmasız nasıl bağlanabilir ve neoliberal politika ve ekonomiyle bu ülkeler nasıl talan edilebilir? Emperyalist ülkeler kendi ülke sınırlarını aşılamaz kalelere çevirirlerken, devleti daha da güçlendirirlerken, bağımlı ülkelere, sınırları yıkın, ulus-ulusal devletten vazgeçin mesajı nasıl verilir? Bunun bir yolu bulunmalıdır. Tabii bunun bir yolu yok, ama Davos, olmayan yolu bulmak için düzenleniyor! “Küreselleşme”den, yani sermayenin uluslararasılaşmasından çıkarı olan sadece ve sadece emperyalist burjuvazidir, tekelci sermayedir. Davos, sorunları konuşma, tartışma adı altında nesnel gerçekliği; yoksulun daha da yoksullaşmasını, zenginin daha da zengin olmasını bir dahaki toplantıya kadar “fukara dünyası”na kabul ettirmenin, gerekirse dayatmanın bir platformudur. “Davos ruhu”nun bir ayağı budur.

Hükümetin yeni kurulmuş olmasından dolayı olsa gerek bu seferki Davos toplantısına Amerikan emperyalizminin siyasi temsilcileri az sayıda katıldılar. Ama Doğu Avrupa ülkelerinden, Arap ülkelerinden ve LatinAmerika’dan katılım yoğundu. Siyaset adına devlet ve hükümet temsilcileri, yanlarında bir işadamları ordusuyla geldiler, her yıl olduğu gibi. Siyasi temsilciler, çeşitli toplantılarda şu veya bu konu üzerine ahkam keserlerken veya, özellikle bağımlı ülkelerin siyasi temsilcilerinin yaptığı gibi, yabancı sermayeyi çekmek için ülke tanıtımı yaparlarken, yani ülke zenginliklerini pazarlarlarken, kredi olanaklarını ve koşullarını konuşurlarken, işadamları ordusu da ortaklıklar kurma, ticaret yapma vb. faaliyetini kapalı kapılar ardında sürdürür. Bu anlamda Davos, tam bir pazardır, daha doğrusu, senede bir kere düzenlenen bir panayırdır. Orada alan ve satan karşı karşıya gelir. Kazanan, satan, hep güçlü olandır, yani tekelci sermaye. Davos, bu ortamı sağlar. “Davos ruhu”nun ikinci ayağı da budur. Ama emperyalist burjuvaziye, bu toplantıya katılan “elit” tabakaya sorarsanız, Davos ruhu’nun siyasi liberalizm, toplumsal hoşgörü, özel mülkiyeti ve Pazar ekonomisini tanıma ve kabul etme olduğunu söyleyecektir. “Davos ruhu”, ne siyasi liberalizm ne de toplumsal hoşgörüdür. Tam tersidir. “Davos ruhu”, neoliberalizmin bağımlı, yeni sömürge ülkelere dayatılmasının ifadesidir. Bu dayatma, neoliberalizm ve “küreselleşme”nin kendisi, siyasi liberalizm ve toplumsal hoşgörünün reddidir. Doğrudur, “Davos ruhu”, özel mülkiyet ve pazar ekonomisini kabul etmektir, tanımaktır. Pazar ekonomisi, özel mülkiyet, diğer bir ifadeyle kapitalizm, sömürüden, güçlünün daha güçlü, yoksulun daha yoksul olmasından başka neyin ifadesidir? "Küreselleşme" ve neoliberalizm, özel mülkiyet ve pazar ekonomisinin ifadesi olarak kapitalizmin nesnel yasalarının ekonomide ve toplumsal yaşamda sömürü ve talanı haklı çıkartmaya hizmet eden yorumlanışıdır.

Gelecek sene de toplanacaklar ve 2001 yılının önemli sorunlarını tespit edecekler ve “Davos ruhu” doğrultusunda hareket edeceklerdir, 31 seneden buyana yaptıkları gibi.
Davos bir çukurdur ve onun ruhu, emperyalist tahakkümdür.