deneme

10 Kasım 2001 Cumartesi

JEOPOLİTİKA VE KIBRIS

Kıbrıs sorunu yeniden gündeme getirildi. Aslında hiç gündemden çıkmamıştı. Ama bazı dönemlerde üzerinde fazla durulmayan bir sorun olarak kalmıştı. Son günlerde Dışişleri Bakanı I. Cem' in açıklamaları ile yeniden ön plana çıkartılan Kıbrıs'ın çoktandır sadece Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sonun olmadığı bir kez daha kanıtlandı. Her ne kadar bu ada, Türkiye ve Yunanistan tarafından "ulusal" duyguların kabartıldığı ve şovenizmin şahlandırıldığı bir vesile olsa da, esas olan, adanın, özellikle son 10 yılda kazanmış olduğu jeostratejik konum ve bu konuma tekabül eden jeopolitik hesaplardır. Bu hesabı yapanlar da ne Yunanistan ve ne de doğrudan Türkiye'dir. Bu hesabı yapanlar, Amerikan emperyalizmi ve AB'nin emperyalist ülkeleridir, başta da Alman emperyalizmidir.
Kıbrıs'ı önemli kılan ne?
Kıbrıs, iki süper güçlü dünyada revizyonist/sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve Amerikan emperyalizmi açısında dünya hegemonyası dalaşının bir parçası olarak şu veya bu biçimde önemliydi.
Revizyonist bloğun dağılmasından sonra dünya çapında güçler dengesinde önemli değişmeler oldu ve oluşumu daha gerilere giden rekabet merkezleri açığa çıktı. Dünya, jeopolitik yeteneği olan ABD, Rusya, Almanya, Çin ve jeostratejik hesapları olan AB, Japonya gibi emperyalist ülke ve rekabet merkezlerine bölündü. Kıbrıs, bu rekabet merkezlerinden ABD ve AB açısından oldukça önemlidir. Bu adayı önemli kılan da Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasında ve AB'nin Ortadoğu’ya açılış yolunda elde edilmesi, en azından kontrol edilmesi gereken bir konumda olmasıdır.
AB açısından: AB'nin genişlemesi doğu (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti vs.) ve güney (Kuzey ve Kuzeybatı Afrika) yönünde. Bugün açısından AB'nin sınırı, Yunanistan'ın sınırıyla sonlanıyor. Ortadoğu'da güç olmak isteyen AB açısından Kıbrıs, bölgeye en yakın konumdadır. AB, bu jeostratejik hesabından dolayı Kıbrıs'ı üye yapmak istiyor. Bu jeostratejik hesabın diğer ayağını da Hazar Havzası petrolünün Türkiye üzerinden sevkiyatını kontrol etme eğilimidir. Bakü-Ceyhan boru hattının inşası durumunda Kıbrıs, bu hattın bitiş noktasını oluşturuyor ve dolayısıyla petrolün dünya pazarlarına sevkiyatını kontrol etmek bakımından oldukça önemli bir stratejik konuma sahip oluyor.
ABD açısından: AB'nin Ortadoğu'ya yönelik her adımı, ABD açısından çıkarlarının zedelenmesi, jeopolitik anlayışı doğrultusunda attığı adımların engellenmesi olarak algılanıyor.
Tek başına Kıbrıs, ABD açısından hiç de önemli değil. Ama AB ile rekabetinde ve Avrasya stratejisinin Türkiye ayağı açısından oldukça önemlidir.
ABD'nin hegemonyasında Kıbrıs, AB'nin bölgeden dışlanması demektir. ABD hegemonyasında Kıbrıs, Hazar Havzası petrolünün ve dünya pazarlarına sevkiyatının kontrol edilmesi demektir.
Türk burjuvazisi uzun yıllar Kıbrıs'ı doğrudan "ulusal" bir sorun olarak ele aldı ve yaklaşımı da hep bu çerçeveyle sınırlı kaldı. Revizyonist bloğun dağılmasından ve ABD’nin Avrasya dünya hegemonyası jeopolitikasını geliştirmesinden ve adım adım uygulamaya başlamasından sonra Türk burjuvazisi, özellikle Ecevit'in ağzından Kıbrıs'ın Bakü-Ceyhan açısından, Türkiye'nin güvenliği açısından ne denli önemli olduğunu vurgulamaya başladı. Önceleri "ulusal" dava olduğundan dolayı Kıbrıs'tan vazgeçemeyiz deniyordu. fiimdi de ülke güvenliği ve jeostratejik konumundan dolayı Kıbrıs'tan vazgeçemeyiz deniyor.
I. Cem'in açıklaması, adanın ne denli önemlileştiğini, AB'ye girememe pahasına da olsa adadan vaaz geçilmeyeceğini göstermektedir. Cem, blöf yapmıyor, yalnız da değil. Arkasında ABD var ve ABD, Kıbrıs konusunda farklı düşünse de, -böyle bir şey yok- Türk burjuvazisinin dediğini kabul etmek zorunda. Çünkü Amerikan emperyalizmi, Türkiye olmaksızın bölgede etkili olamayacağını biliyor. Bu nedenden dolayı "stratejik müttefiki"nin taleplerini her zaman reddedemiyor.
Kıbrıs konusunda restleşmenin nereye varacağı belli olmaz. Ama belli olan şu: Türk burjuvazisi başından beri "taksim"den yanaydı ve süreç böyle ilerlerse "taksim", yani adanın bölünmesini -zaten de facto bölünmüş durumda- resmileşmiş, hukukileşmiş olacak. Rum kesiminin AB üyesi olmasından sonra Türk kesiminin devlet olarak kalması veya başka bir biçimde Türkiye'ye yamanması hiç önemli değil. Adanın bölünmesi, onun ABD ve AB'ye hizmet eden iki stratejiye bölünmesi demektir. Gelişme bu yönde.
Adada oyun büyük, uluslar arası bir oyun.

3 Kasım 2001 Cumartesi

DÜNYA EKONOMİSİ VE EKONOMİK KRİZ

Emperyalist burjuvazi ve tekeller, ekonomideki yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmeyi 11 Eylüldeki saldırıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bu saldırının ekonomiye zarar verdiğini, binlerce, evet on binlerce iş yerinin yok edilmesine, bazı firmaların iflasına veya iflasın eşiğine gelmelerine neden olduğunu ciddi ciddi neden olarak gösteriyorlar. Doğrudur, 11 Eylülden sonra bazı havayolu şirketleri zor durumda kalmışlardır. Ama işyerlerinin kapanışı, yüz binlerce işçinin sokağa atılması, 11 Eylülden önce de gündemdeydi. Son bir sene içinde ABD’de yaklaşık bir milyon iş yeri yok edildi ve o kadar da işçi sokağa atıldı. Bunun yarısı 11 Eylülden önce gerçekleşmişti.
Almanya’da bu yılın üçüncü çeyreğinde yok edilen işyeri sayısı ve sokağa atılan işçi sayısı, 50 binden fazla.
Bir ülkede ekonomik gelişmenin somut durumu, o ülkedeki sınıf mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Keza dünya ekonomisinin gelişme durumunun somutlaştırılması da uluslararası sınıf mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Tabii ki ekonominin durumu, tahminle tespit edilemeyeceği gibi, bir veya iki faktörün bazında da tespit edilemez. Bu tespit için ülke ve dünya ekonomisinin iktisadi temel güçlerinin (iflaslar, işten çıkartmalar, üretimin seyri, kapasite kullanım durumu, borsanın, ticaretin durumu vs.) gelişme seyrine bakılmalıdır. Soruna bu açıdan baktığımızda dünya ekonomisinin, genel anlamda yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmesi gerçeğinin ötesinde, bazı ülkelerin de yeni bir fazla üretim krizi eşiğinde; krize girme süreci içinde olduklarını görmekteyiz.
ABD’de sanayi üretimi daha geçen seninin sonundan itibaren gerilemeye başlamıştı. 2001’in ikinci çeyreğinden itibaren de sanayi üretimi bir yıl öncesinin aynı dönemine göre mutlak düşme sürecine girmişti. Eylül ayında sanayi üretimi bir yıl öncesine göre yüzde 5,9 oranında mutlak gerilemişti ve 1999’un Eylülündeki seviyesine düşmüştü. Bu senenin ikinci çeyreğinde gayri safi yurt içi hâsıla da yüzde 2,6 oranında gerilemişti.
Amerikan ekonomisinde kapasite kullanımı yüzde 75,5 oranla son fazla üretim krizi (1990’ın başı) seviyesinin de gerisine düşmüştü. Bu veriler Amerikan ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine geçiş sürecinde olduğunu gösteriyorlar.
Japon ekonomisi ise ‘90’lı yıllardaki yapısal sorunlarını hala aşamamış olmasının etkisiyle zaten ekonomik kriz sürecinde bulunuyor. Bu ülkede sanayi üretimi bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 0,9, ikinci çeyreğinde de (geçici hesaplama) yüzde 5,5 oranında mutlak gerilemiştir.
AB ülkelerinin durumu da pek parlak değil. Altı AB ülkesinde sanayi üretimi ve gayri safi yurt içi üretim geriliyor. İspanya, İngiltere ve Finlandiya gibi ülkelerde sanayi üretimi, mutlak düşmüştür. Almanya’da da sanayi üretimi bu yılın başından bu yana sürekli gerileme sürecine girmiştir. Temmuzda ise yüzde 2,9 oranında mutlak düşmüştür.
Şüphesiz ki 11 Eylülün ekonomiye olumsuz etkisi olmuş ve ekonomideki mevcut olumsuz gelişmeyi derinleştirmiş ve hızlandırmıştır. Örneğin 11 Eylül saldırısının bir sonucu olarak New York’ta 15 bin işyeri yok edilmiştir. Ama ABD’de ve başka emperyalist ülkelerde ekonomideki krize doğru gelişmenin nedeni 11 Eylül saldırısı olamaz.
Kapitalistin sınır tanımayan kar çabası, bundan dolayı değişmeyen sermayenin (makineler, tesisatlar, hammaddeler vs.) devasa büyümesi ve bu büyümeye göre değişken sermayenin (işçi ücretleri) görece gerilemesi sonucunda kar oranları hızla düşmeye başlar. Bu gelişmenin belli bir aşamasında sermayenin dolaşımı ve üretim süreci tıkanır. Böylece bu süreç, periyodik patlak veren kriz tarafından kesilir. Kriz, fazla üretimi geçici olarak durdurur; metalar, üretim araçlar yok edilir, ücretler düşer veya dondurulur. İflaslar birbirini kovalar. Bu süreç, kriz süreci, yeni bir canlanma olana kadar ve sermaye hareketinin yeniden başlamasına kadar sürer.
Marksist politik ekonomiye göre makineler, tesisatlar, hammaddeler, yardımcı maddeler vs. değişmeyen sermaye olarak tanımlanır. Değişken sermaye ise, iş gücü için ödenen miktarı oluşturur. Kar oranı da elde edilen artı değerin yatırılmış toplam sermayeye oranıdır. Bu oran düşerse, kapitalist için kriz çanları çalıyor demektir.
Uluslar arası tekeller, rekabette iddialı kalmak için sürekli devasa boyutlarda değişmeyen sermaye ve iş yeri yok etmek zorundadırlar. Ama aynı zamanda da, teknolojinin üretimde kullanılmasının sonucunda verimliliği sıçramalı arttırırlar. Kapitalist üretim biçiminin diyalektiği böyledir ve bu süreç, artı sermaye/fazla sermaye ile geniş yığınların alım gücü arasındaki çelişkiyi keskinleştirir.
Uzun bir dönemden bu yana ilk defa bu yılın ilk yarısında firma birleşmeleri yüzde 25 oranında geriledi. Borsa değeri açısından bu yüzde 54’e varıyordu. Böylece, sermayenin aşırı birikimi üzerindeki baskı artıyor ve bu da yeni bir fazla üretim krizi vasıtasıyla sermayenin kontrolsüz kıyımı/yok edilişi riskini beraberinde getiriyor.
Firma birleşmelerindeki gelişmenin nedeni, uluslar arası borsa krizleri ve krizsel gelişmeleridir. Çünkü birleşmeler ve firma devralmaları genel olarak, öncelikle hisse senedi mübadelesiyle finanse ediliyor. Bu alandaki; borsalardaki her olumsuz gelişme de, ister istemez, firma birleşmeleri ve devralma hareketine yansıyor.
Yeni bir fazla üretim sürecine geçiş, toplumsal çelişkileri keskinleştiriyor.
Amerikan emperyalizmi, bu yılın başından bu yana 8 kere faizleri aşağı çekti. Tekeller için vergileri indirdi. Askeri harcamaları arttırdı. Bütün bunlar için yüzlerce milyar dolar harcadı. Ama yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmenin önünü alamadı. Şimdi ise Afganistan’a saldırısıyla, yeniden askeri harcamaları arttırarak, silah tekellerinin ve bu alandaki üretime bağlı ürünlerin üretilmesiyle piyasayı canlandırmayı düşünüyor. Amerikan silahlanma bütçesi önümüzdeki yıl 50 milyar dolara daha artacak. 11 Eylül saldırısından etkilenen firmalar için ayrılan 55 milyar dolarlık sübvansiyona 75 milyar dolar daha ekleniyor. Böylesi silahlanma ve konjonktür programları, en fazlasıyla, krizin patlak vermesini belli bir süre geciktirebilir. Ama krizin patlak vermesini asla engelleyemez. Bugünkü gelişme açısından geciktirebilir olup olmayacağı ise soru götürür. Çünkü aşırı birikmiş sermaye miktarı yanında Amerikan emperyalizminin bu harcamaları devede kulak gibi kalıyor.
Yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişme, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri de keskinleştiriyor, daha da keskinleştirecek. Afganistan savaşının giderlerinin paylaşımı gündeme gelecek. Bu savaş ilerledikçe emperyalist ülkeler, gerçek çıkarlarını ön plana çıkartacaklar; Bu, aynı zamanda, dünyanın, Orta Asya’nın yeniden paylaşımında emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiğinin ifadesi olacaktır.
Diğer taraftan, neoliberalizm adı altında talan edilen dünya halkları, geniş emekçi yığınları, bu talana karşı tepkilerini giderek radikalleşen ve kitleselleşen eylemlerde gösteriyorlar. Neoliberalizm adı altında emperyalizm, bağımlı ülkeleri, kelimenin gerçek anlamıyla talan ediyor, ulusal ekonomiyi yıkıyor. IMF ve Dünya Bankası programları buna hizmet ediyor.
Amerika’nın “Yeni Savaşı”, aynı zamanda, devrimci mücadele ve ayaklanmalar karşısında emperyalist burjuvazinin nasıl hareket edeceğini göstermesi bakımında da önemlidir. Verilen mesaj şu: varlığımızı tehdit eden veya varlığımızı tehdit ediyor algılamamız sonucunda her ülkeye, her örgüte, her devrimci mücadeleye, “terör” tespitiyle yok etmek için saldırırız. Söylenmek istenen bu.
Yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişme ve bu gelişmenin beraberinde getirdiği çelişkilerin keskinleşmesi, Afganistan savaşı ve beraberinde getirdiği çelişkilerin keskinleşmesi, dünya işçi sınıfının ve emekçi yığınlarının örgütlü dayanışmasını ve haydutlara karşı uluslar arası birliğini yeniden sağlayarak mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.