deneme

20 Ağustos 2009 Perşembe

DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VII)


20.08.2009
 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VII)

DEVLET BORÇLANMASI, EKONOMİK KRİZ VE SERMAYE HAREKETİ
“Vergiler, hükümet mekanizmasının iktisadi temelidir, başka bir şey değil”
(K. Marks; Gotha-Programı Eleştirisi)

Bu makalede devlet borçlanması, ekonomik kriz ve sermaye hareketi arasındaki diyalektik bağı ele alacağız. 

Devlet borçları, vergi gelirlerini özelleştirir ve alacaklıların parasını sermayeye dönüştürür. Devlet borçları söz konusu olduğunda vergi gelirleri, faizleri ödemek için alacaklıya aktarılmış olur. Böylece kamu gelirleri devlet borçlanmasının sonucu olarak özelleştirilir.

Devlet borcu ve aylak takımı:
“Kamusal borç, ilkel birikimin en enerjik kaldıraçlarından birisi olur. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, üretken olmayan paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir ve bunu, sanayide ve hatta tefecilikte kullanıldığında bile kaçınılmaz olan zahmet ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaksızın yapar. Devlet alacaklıları, aslında hiçbir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen meblağ, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir.
Böylece yaratılan ve yıllık gelirleriyle geçinen bir aylaklar sınıfı ile hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini -ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan,  ... tacirlerin ve özel manüfaktürcülerin zenginliklerini- bir yana bırakalım, devlet borçlanması, bir de anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasisinin doğmasına yol açmıştır”(Marks, Kapital, C. I, s. 782/783).

Devlet borcu ve hayali sermaye:
“Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 TL tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 TL ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 TL'lik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 TL'ye satabilir; B için 100 TL'yi yıllık %5 faizle vermek ya da 100 TL ödemek suretiyle devletten yılda 5 TL tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. ... Devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur.”(K. Marks, Kapital, C. III, s.   482/483).

“Ulusal borç sermayesinin birikimi, yalnızca, vergi gelirinin belli bir kısmı üzerinde kesin bir hak ayrıcalığına sahip bulunan devlet alacakları sınıfında bir artış olduğu anlamından başka bir şey değildir”(Agk, s. 493).

Vergilerin artması devlet borçlanmasının kaçınılmaz bir sonucudur:
Devlet borçlarının, desteğini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sistemi de, ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısıydı. Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılamak olanağı sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. Öte yandan, birbiri ardına yapılan istikrazların birikmesi sonucu vergilerde meydana gelen yükselme, hükümeti, sürekli, yeni olağanüstü harcamalar için yeni istikrazlara zorlar. En gerekli geçim araçlarını vergilendirme (yani böylece fiyatlarını yükseltme) ekseni çevresinde dönen modern devlet maliyeciliği, böylece,  otomatik ücret artışlarının tohumunu kendi içinde taşır. Aşırı vergilendirme, bir rastlantı olmaktan çok, bir ilkedir...
Bunun ücretli işçilerin koşulları üzerindeki yıkıcı etkisi, burada, bizi, bunun sonucu olarak, köylülerin, zanaatçıların ve tek sözcükle bütün alt orta sınıf unsurlarının zorla mülksüzleştirilmesinden daha az ilgilendirmektedir...
Kamusal borçlar ile buna uygun düşen mali sistemin, servetin sermayeleşmesi ve halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesinde oynadığı büyük rol,  ... çoğu yazarları, modern halkların sefaletinin temel nedenlerini yanlış olarak burada aramaya yöneltti”( K. Marks, Kapital, C. I,  s. 784).

Kamu finansmanı ve kriz:
İster krizde olan ekonomiyi canlandırmak için olsun, isterse de ulusal güvenlik adı altında askeri harcamalar veya savaş için olsun, her hükümet böylesi durumlarda olağanüstü harcama yapıyor demektir. Ama hükümetlerin gelir kaynakları bellidir; tüketicilerden alınan vergiler. Gelirleri sınırlı olduğu için hükümetler, örneğin ekonomik kriz ve savaş koşullarında elde edebilecek olduklarından daha fazla bir miktarı harcamak zorunda kalırlar. Bu harcamalar sonucunda ekonomide bir canlanma sağlansın veya sağlanmasın, hükümetler bugün harcadıklarını, yarın veya daha sonra tüketiciden almak zorundadır. Ekonominin nispeten iyi olduğu dönemlerde gelirin üzerinde yapılan harcamaları, yani borçları ödemekte pek zorluk olmaz. Ama ekonomide beklenen iyileşme olmazsa, borç, geri ödenmesi gündeme geldiğinde sorun olur ve bu borçlanma krizine kadar gider.

Ekonomik gelişme-savaş ve borçlanma ilişkilerine tarihsel perspektifte baktığımızda bazı ülkelerin bazı nesnel nedenlerden dolayı çok borçlu olmasına rağmen zorluk yaşamadığını, ama belli dönemlerde borçların sorun olmaya başladığını görüyoruz. Örneğin II. Dünya Savaş döneminde İngiltere'nin borçları o zamanki GSH'sının yüzde 250'sine denk düşüyordu, yani 2,5 misli fazlaydı. ABD'ninki de GSH'nına denk düşecek kadar artmıştı. Ama savaş sonrası dönemde uzun süren olumlu ekonomik gelişmeden dolayı borçların GSH'ya oranı giderek düşmeye başlamıştı; ekonomi büyüdüğü için borçlar mutlak artsa da görece, oransal azalmıştı.
Bu gelişmeye Kanada, İrlanda ve Danimarka gibi ülkeleri de örnek gösterebiliriz: Bu ülkelerde borçların GSH'ya oranı son 20 sene içinde yüzde 40'a kadar düşmüştür. Bu alanda İrlanda, en başaralı ülkedir; devletin borçları 1987'de GSH'nın yüzde 109'una eşitti, 2007'de bu oran yüzde 25'e düşmüştür. Demek ki, ekonomi, devlet giderleri miktarından daha hızlı büyüyorsa, borçların GHS'ya oranı da görece düşüyor. Görece diyoruz, çünkü borçlar mutlak olarak artabilir, ama ekonomi buna rağmen hızlı büyüyorsa; artan borçlara rağmen hızlı büyüyorsa, borçlanma da görece olarak azalıyor demektir.
Yaşanan kriz döneminde devletlerin ekonomiyi canlandırmak için, kendi sermayelerini korumak için yapmış oldukları harcamalar veya planladıkları harcamalar, devletin borçlanmasından başka bir anlam taşımaz. Ama bu kriz kapitalizmin tarihinde yaşanmış en ağır ekonomik krizlerden birisidir; çok sayıda ülke ekonomisi krizdedir, kapitalizmin merkezlerinde patlak vermiştir, doğrudan uluslararası tekelleri devirmeye başlamıştır. Dolayısıyla, dünya ekonomisini, ülkeleri krizden çekip çıkartacak bir lokomotif ülke yok ve ekonomisi krizde olmayan küçük ülkelerin de lokomotif rolü üstlenecek durumu yok. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisi durumuna yükselen Çin ise bu rolü oynamaktan oldukça uzaktır.
Ekonominin genel çerçevesinin olumlu olmadığı koşullarda en güçlü ekonomilerin bile borç sorunuyla karşı karşıya kalmasına en öğretici örneği Japonya oluşturmaktadır. Bu ülke, 1990'lı yıllardan beri yoğun devlet müdahalesine rağmen ekonomiyi kriz/krizsel durumda kurtaramamıştır ve devlet borçlarının GHS'ya oranı da 1980'de yüzde 55’ten 2008'de yüzde 182,8'e çıkmıştır.

Uluslararası karşılaştırma:




Gelişmiş ülkelerde devlet borçlarının GSH'ya oranı, 1980-2009 ve Nisan 2008 itibariyle
Ülkeler/Yıllar
1980
1985
1990
1995
2000
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Almanya
30,3
39,5
41,3
55,6
59,7
63,8
65,6
67,8
67,6
65
63,1
61,6
Belçika
74
115,1
125,6
129,8
107,8
98,6
94,2
92,1
88,2
84,9
81,9
79,9
Fransa
20,7
30,6
35,2
55,1
56,7
62,9
64,9
66,4
63,6
64,2
64,4
65,1
İrlanda
69
100,5
93,1
81
37,8
31,1
29,5
27,4
25,1
25,4
26,9
28,8
İtalya
56,9
80,5
94,7
121,2
109,1
104,3
103,8
105,8
106,5
104
103,2
102,6
Avro Alanı
33,5
50,3
56,6
72,3
69,2
69,1
69,6
70,2
68,5
66,4
65,2
64,3
Danimarka
39,1
74,7
62
72,5
51,7
45,8
43,8
36,4
30,4
26
21,7
18,4
İngiltere
52,3
51,7
33,3
50,7
41
38,7
40,4
42,1
43,1
43,8
45,6
48,2
AB-27
-
-
-
-
61,7
61,7
62,1
62,6
61,3
58,7
58,9
58,4
ABD
42
55,8
63,6
71,3
55,5
61,3
62,3
62,8
62,3
62,5
65,6
69,8
Japonya
55
72,2
68,6
87,6
136,7
159,5
167,1
177,3
179,7
180,7
182,8
185,5
Kaynak:
1)2003’ten sonrası için: EU-Kommission, Frühjahrsprognose, April 2008.
2)1980-2000 arası için: EU-Kommission, „Europäische Wirtschaft“, Statistischer Anhang, April 2008.
3)ABD ve Japonya için (bütün yıllar): EU-Kommission, „Europäische Wirtschaft“, Statistischer Anhang, April 2008.



Savaşlar ve ekonomik krizler, bunun ötesinde çok etkili olan doğa felaketleri (örneğin deprem) artan devlet borçlarının esas itici gücünü oluşturmaktadır.

Ekonominin nispeten iyi olduğu dönemler borçlanmanın azaldığı dönemlerdir. II. Dünya Savaşından 1970'li yıllara kadar kapitalist ekonomide yaşanan görece istikrar ve büyüme oranlarındaki yüksek artışlar sonucunda çoğu gelişmiş ülkelerin borçlarında oldukça önemli denebilecek boyutlarda bir azalma görülmüştür. 1970-1996 arasında ise OECD ülkelerinde borçlanma oldukça hızlı artmış, ama sonra yeniden düşmeye başlamıştır.

Dünyanın en çok borçlu devleti ABD'dir. 2008 Eylül sonu itibariyle Amerikan devletinin borcu 10 trilyon dolar sınırını aşmıştı. Aslından bu miktar işin görünür tarafı. ABD'nin borçları bu miktarın çok üstündedir. Borçlanmada ikinci sırada Japonya yer alıyor; borç miktarı 6 trilyon dolar.  

Ekonomik krizin derinliği ve krizden kurtulmak için hazırlanan paketler birçok ülkenin borçlarının hızla artacağını göstermektedir. (Krizden kurtulmak için yapılan ve planlanan harcamalar konusunda ortalıkta farklı veriler dolaşmaktadır. Bu nedenle birden fazla veriyi değerlendirmek yararlı olur).

IMF hesaplamasına göre 2009 için OECD ülkelerinin planlanmış devlet istikrazları miktarı şöyle: ABD 3018; AB 1063; Japonya 536 ve diğer OECD ülkeleri toplamı 205 milyar dolar. Bu miktarların GHS’daki payı ABD için yüzde 21,6; AB için yüzde 6,9; Almanya için yüzde 6,2; Japonya için yüzde 10,7 ve diğer OECD ülkeleri toplamında da yüzde 5,5 oranındadır.  Yani OECD- ülkelerinin krizden dolayı 2009 yılında alacakları borcun miktarı 4,8 trilyon dolar. Bu miktar OECD toplamında GSH'nın yüzde 13'üne denk düşmektedir.  

Bırakalım planlanmış devlet borçlanmasını krizin şimdiye kadarki sürecinde uygulamaya konan teşvik paketleri de genellikle borçlanmaya dayanmaktaydı; yani devletler rekor bütçe açığı verme pahasına konjonktür paketleri hazırladılar. Bütün dünyanın krizde olduğu bir süreçte sermayesini kurtarmak zorunda olan devlet, ne pahasına olursa olsun diyerek borçlanmayı göze alabilmekte. IMF, ekonomik krizin sonuçlarının/tahribatının üstesinde gelebilmek için sadece 12 OECD ülkesinin 10 trilyon dolardan daha fazla yeni borçlanmaya gideceğini tahmin ediyor. Buna karşın IMF'nin eski şef ekonomisti Kenneth Rogoff, yeni borçlanma miktarının 15 trilyon dolar olacağını tahmin ediyor. Tabii burada da aynı soru soruluyor: Bu kadar borç senedini kim satın alacak? Açık ki istikraz bolluğu faizleri tetikleyecek. Sonuçta yeniden para basmaya gidilecek, yani enflasyonist yola girilecek.

ABD'nin krizin üstesinden gelmek için şimdiye kadar yapmış olduğu harcamanın miktarı 12,7 trilyon dolar. Bu miktar neredeyse ABD'nin GSH'sına eşit.(Krizden dolayı ABD’nin temin etmek zorunda kalabileceği harcama miktarının ABD-Kongresine sunulan bir rapora göre azami olarak 23,7 trilyon dolara çıkabileceği hesap ediliyor (Bkz.: Neil Barofsky, Special Inspector General for the Troubled Asset Relief Program, SIGTARP).

Eylül 2008'den bu yana dünya çapında krize karşı mücadele adı altında ülkelerin yapmış oldukları harcamaların toplamı 18 trilyon dolardır. Bu da dünya GSH'sının yüzde 30'na dek düşen bir miktardır.
İngiltere'nin borçlarının yakın zamanda GSH'na denk düşecek seviyeye çıkacağı tahmin ediliyor. 2011'e gelindiğinde ABD'nin borçlarının GSH'na denk düşeceği, Japonya'nın borçlarının da GSH'nın iki misline çıkacağı tahmin ediliyor.

IMF uzmanlarının hesabına göre 2014 yılında dünya ekonomisinin yüzde 85'ine sahip olan G-20 devletlerinde kamu borçlarıyla GSH arasındaki oran, 2007'ye göre yüzde 36 oranında artacağı hesap ediliyor.

Önde gelen emperyalist ülkelerde 1875-2010 arasında borçlanmanın gelişmesi:


Yukarıdaki grafikte yer alan ülkelerin borçlanmasında savaş ve ekonomik krizin ne denli önemli olduğunu görüyoruz. İki dünya savaşı arasında İngiltere başta olmak üzere söz konusu ülkelerin borçları, I. Dünya Savaşı öncesi döneme göre sıçramalı artıyor. II. Dünya Savaşı sonrasında da, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı 1980’li yıllara kadar ABD, Japonya ve İngiltere’nin borçlarında oldukça önemli azalma olurken, Almanya’nın borcu artmıştır. 1985-1990 arasında ABD, Japonya ve Almanya’nın borcu GSH’nın yüzde 50’sini; İngiltere’nin borcu da 2007’den sonra GSH’nın yüzde 50’sini aşmıştır.

IMF'nin eski şef ekonomisti Kenneth Rogoff, C. Reinhart ile hazırladığı bir araştırmada geçmişteki banka krizlerinin söz konusu ülke ekonomileri üzerindeki etkisini analiz ediyor (Bkz.:Kenneth S. Rogoff, Harvard University and NBER ve  Carmen M. Reinhart; The Aftermath of Financial Crises, University of Maryland. NBER and CEPR, December 19, 2008). Sonuç: Krizin başlamasından sonraki üç yıl içinde bu ülkelerin ortalama borçlanması yüzde 86 oranında artıyor. Şimdiki kriz için de GSH'nın yüzde 40'na denk düşen yeni bir borçlanma olacağı tahminini yapıyor. Yani en büyük 12 OECD ülkesi açısından bu, 15 trilyon dolarlık bir borçlanma demektir.

Banka krizini takiben son üç yılda gerçek kamu borcunda kümülatif artış:


Yukarıdaki grafikte söz konusu ülkelerde krizin başlangıç yılı, çıkış noktası alındığında (=100), takip eden ilk üç yıl içinde; krizden sonraki ilk üç yıl içinde kamu borçlarının hangi boyutlarda artmış olduğunu görüyoruz. Borçların bu hızlı artışında esasen iki faktör belirleyici olmaktadır: Birincisi, krizden dolayı devletin gelirleri (vergi) düşmekte ve harcama yapabilmek için borç almak zorunda kalmaktadır. İkinci faktör ise, krize karşı mücadele için yapılan harcamalardır. Bu harcamayı yapabilmek için devlet, para bulmak zorundadır. Yaşanan krizin üstesinden gelebilmek için sadece 11 devletin harcamaları korkunç boyutlara varmaktadır. Örneğin, uluslararası döviz rezervlerini yönlendiren ve bir nevi merkez bankalarının bankası rolünü oynayan BIS (Bank for International Settlements) tarafından yapılan bir açıklamaya göre analiz edilen 11 devletin(Avustralya, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya Hollanda, İspanya, İsviçre, ABD ve İngiltere) banka kurtarma operasyonları için harcadıkları ve harcamayı planladıkları miktar yaklaşık 5 trliyorn (4,994) Avrodur. Bu miktar bu ülkelerin toplam GSH’sının yüzde 18,8’ne tekabül etmektedir. Bu miktarın 2,006 trilyon Avroluk bölümü harcanmıştır. Sadece İngiltere’nin bankaları kurtarmak için yapmış olduğu harcama (690 milyar Avro) bu ülkenin GSH’nın yüzde 44,1’ne denk düşmektedir (Bkz.: BIS Papers No 48; “An assessment of financial sector rescue programmes“, July 2009).

“Eski” ve “yeni” sanayileşmiş ülkelerde devlet borçlarının gelişme seyri:

IMF'nin 9 Haziran 2009 tarihinde yayımlanan bir araştırmasında G-20 devletlerinde borçlanma sıralamasında yer değişikliklerinin olacağı tahmini yapılmaktadır; “yükselen pazarlar” denen Hindistan, Çin, Rusya, Brezilya, Meksika, Türkiye, Güney Kore, S. Arabistan, Endonezya, Güney Afrika, Arjantin gibi ülkelerin devlet borçlarında azalma ve ABD, Japonya, Almanya, Avustralya, İngiltere, İtalya ve Fransa gibi ülkelerin devlet borçlarında da artma olacağı; GSH'ya oranının yüzde 100'ü geçeceği tahmin edilmektedir. Bu gelişmenin gerçekleşmesi durumunda uluslararasında güç dengesinde de kaymalar olacaktır. Demek oluyor ki, şimdiye kadar alacaklı durumunda olan ülkeler; alacaklı olduğu, yani güçlü olduğu için başka ülkelerin ekonomisi üzerinde kendi çıkarına göre etkide bulunan ülkeler artık bu konumda olamayacaklar. Gelişen ülkeler, özellikle de Çin, Rusya ve Brezilya, daha şimdiden borç veren ülkeler konumuna gelmişlerdir. Yakın gelecekte özellikle bu ülkeler dünya ekonomisinde, uluslararası alandaki sermaye trafiğinde, borç ilişkilerinde önemli bir rol oynamaya adaydır.

Devlet borçlarının yurt dışından alınan borçlarla artması ve GSH'ya oranının yüzde 60'ı geçmesi, devlet iflaslarında kritik bir nokta olarak görülmektedir. Kapitalist dünyada bilinen en son devlet iflası II. Dünya Savaşının sonucunda Almanya'da yaşanmıştır.

Türkiye’de ekonomik kriz ve borçlanma durumu:
2008’de ekonomik krizden dolayı dış borç bulmakta zorlanan hükümet, bütçe açığını iç borçlanmayla finanse etmeye yönelmiştir. 2009’da dış kaynak bulması daha da zorlaşmıştır. Bundan dolayı da iç borçlanma esas finansman kaynağı olarak görülmüştür. Örneğin 2009’un ilk yarısında 23,2 milyar TL olan bütçe açığının tamamı iç borçlanma ile finanse edilmiştir.
2009’un ilk altı aynıda dış borçlanma miktarı ancak 4.811 milyon TL idi, Aynı dönemde 4.953 milyon karşılığında dış borç ödemesi yapılmıştır. Böylece dış borç stokunda 90 milyon dolarlık bir azalma olmuştur.


Kamu İç-Dış Borç Stoku ve Bütçe Açığı
Yıllar
Kamu iç borç stoku (Milyar TL)
Kamu iç borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışı (Milyar TL)
Kamu dış borç stoku (Milyar TL)
Kamu dış borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışı (Milyar TL)
Bütçe açığı (Milyar TL)
2004
30,1
75,7
4,8
-29,2

2005
244,8
20,3
70,4
-5,3
-6,9
2006
251,5
6,7
71,6
1,2
-4,7
2007
255,3
3,8
73,5
1,9
-13,7
2008
274,8
19,5
78,2
4,7
-17,1
2009*
301,7
26,8
78,1
-0,1
-23,2
Bkz.: Şükrü Kızılot,   Dış Borç Biraz Azaldı İç Borç Çok Arttı“, Hürriyet, 06.08.2009.
*)Haziran ayı itibariyle.
Krizden dolayı dış borç bulmak zorlaşıyor ve 2007’de 2008’e ve 2008’den de 2009’a kamu iç borç stokunda ve kamu iç borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışında sıçramalı bir gelişme oluyor.  Buna karşın dış kaynak kullanılamamasında dolayı da 2008’de 2009’a kamu dış borç stokunda ve kamu dış borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışında gerileme oluyor. Yukarıdaki tabloda bunu okuyoruz.
Borçlanma haritası, 2007 (Dünya çapında devlet borçlarının GSH'ya oranı):
Borçlanmanın derecesi veya oranı GSH ile ölçüldüğü için, GSH'sı büyük olan ülkeler, borçları çok da olsa nispeten az borçlu ülkeler kategorisinde gözüküyorlar. Örneğin Rusya. Toplam borcu 384 milyar dolar olmasına rağmen neredeyse borçsuz ülke konumunda.
1800-2006 arasında dış devlet borçlanması-Borç ödeme güçlüğü çeken ya da borçlarını yeniden yapılandıran ülkelerin toplam ülkelere oranı:(Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Veriler dünya GSH’nın yüzde 90’ını kapsamaktadır. Yukarıdaki grafikte 1800-2006 arasında ödeme güçlüğü çeken veya yeniden yapılanma içinde olan ülkelerin bütün ülkelere oranını görüyoruz. Yaşanan kriz durumunu bir kenara bırakırsak, ülkelerin büyük bir kısmının ödeme güçlüğü çektikleri veya borçlarını yeniden yapılandırma içinde oldukları uzun süren dönemler dikkati çekmektedir. Verili dönem içinde bu durumda olan ülkelerin toplam ülkelere oranının yüksek olduğu beş dönem göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki Napolyon Savaşı dönemidir. Yaklaşık 1825-1900 arasında bu durumda olan ülkelerin toplam ülkelere oranı sıfır noktasına yakınlaşmamış, en iyi ihtimalle yüzde 10’a düşmüştür. 1900-2006 arasında biraz değişik bir gelişmeyle karşı karşıyayız: 1929 krizi ve II. Dünya Savaşı döneminde bu türden ülkelerin toplam ülkelere oranı oldukça artıyor, ama savaş sonrasında kapitalist dünya ekonomisinde 1970’lere kadar süren nispeten istikrarlı dönemde bu ülkelerin oranında düşme oluyor ve 1980’li yıllarda sıfır noktasına yaklaşıyor. Sonra bu oran artmaya başlamıştır. Yaşanan kriz bu türden ülkelerin toplam ülkelere oranını daha da yükseltecektir.
1900-2006 arasında iç kamu borcun toplam borçtaki payı: (Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Yukarıdaki grafik bilgi eksikliğine dayanan bir yanılsamaya da açıklık getiriyor: Emperyalist çağda borçlanma denince akla gelen hep dış borçlanmadır; yani dış borç üzerinden uluslararası sermayeye bağımlılıktır. Yukarıdaki grafikte I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki kısa dönemi dikkate almazsak, ülkelerin borçlanmasında iç borç payının özellikle 1929 dünya ekonomik krizinden itibaren artmaya başladığını; II. Dünya Savaşı ve sonrasında  -1950’li yıllar-  bu oranın doruk noktasına ulaştığını ve 1990-1995’e kadar gerilediğini ve sonrasında yeniden arttığını görüyoruz. Latin Amerika bazında bu iniş ve çıkış büyük oranlara varıyor. Kuzey Amerika’da ise bu oran yaklaşık olarak 1940’lardaki oransal seviyesinde kalıyor. Her halükarda iç borçların dış borca oranı, verili dönemin büyük bir bölümünde yüzde 50’nin üstünde kalıyor. Bütün ülkeler açısından sadece 1900’den I. Dünya Savaşına kadar olan dönemde iç borçların dış borçtaki payı yüzde 50’nin altında kalıyor. Yaşanan ekonomik kriz, uluslararası alanda borçlanma olanaklarını daralttığı için ülkeler iç borçlanmaya daha da önem veriyorlar ve bu da toplam borçlanmada iç borçların payını yükseltiyor.
Aşağıdaki grafikte 1827-2003 arasında kıtalar bazında toplam borçta dış borcun oranını görüyoruz. Sadece Latin Amerika’da dış borcun toplam borçtaki payı oldukça yüksek (Bkz.:  Reinhart, Carmen; The Next (but not new) Frontier for Sovereign Default University of Maryland, April 2008 ve  “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Latin Amerika açısından bu durumu yukarıdaki grafikte de görüyoruz.
Enflasyon ve dış borçlanma: (Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Yukarıdaki grafikte bir taraftan dış borç ödeme güçlüğü içinde olan ve diğer taraftan da nispeten yüksel enflasyonlu ülkeler arasında belli bir bağın; daha doğrusu dış borç ödeme güçlüğü ile enflasyon arasında bir bağın olduğunu görüyoruz. Verili dönem içinde sadece 1900’den I. Dünya Savaşına kadar söz konusu bu karşılıklı etkilenme görülmüyor. Ancak I. Dünya Savaşından sonra günümüze kadar dış borçlanmanın seyrine göre enflasyonist bir gelişme olduğunu görüyoruz. Bu ilişki şöyle de açıklanabilir: Artan dış borç, dış borç ödeme güçlüğü, iç borçlanmaya yönelmeyi teşvik eder ve hükümetler iç borcu halka ödetmek için enflasyonu besleyen zemin hazırlar. Bu nedenden dolayı iç borçlanmanın artması dış borç/enflasyon ilişkisine yansımış olur. 
Dünya para rezervleri hareketi:
Son yıllarda dünya ticaretindeki yükseliş, dünya bankalarında döviz(para) rezervlerinin de hızlı bir artışına neden oldu. Bu rezervler, dünya ticaretinde ülkeler bazında oluşmuş olan eşitsizliğin açık ifadesidir; kimi ülkeler açık verirken, kimi ülkeler fazlalık vermişlerdir. Dünya para rezervi 2000'den 2008'e 1,936 trilyon dolardan 6,702 trilyon dolara çıkarken (3,46 misli bir artış), dünya GSH'sı 31,493 trilyon dolardan 60,115 trilyon dolara çıkarak ancak 1,9 misli artmıştı.
Yaşanan ekonomik krizden dolayı ihracat hacmi dünya çapında daralmaya başlamıştır; bu durum kaçınılmaz olarak dünya çapında döviz rezervlerinin de erimesini beraberinde getirmiştir; dünya döviz rezervleri 2009'un ilk çeyreğinde bir çeyrek öncesine göre (2008'in son çeyreğine göre) yüzde 2,6 oranında, bir yıl öncesinin aynı çeyreğine göre de (2008'in ilk çeyreği) yüzde 5,2 oranında gerilemiştir.
Böyle bir gelişmede Rusya'nın payı büyüktür; Rusya'nın döviz rezervi Ağustos 2008'de 598,1 milyar dolardan, Ruble'yi koruma çabasından ve aynı zamanda petrol gelirlerinin azalmasından dolayı Haziran 2009'da 409 milyar dolara düşmüştür.  Rusya, dünya çapında döviz rezervi olan ülkeler arasında üçüncü sıradadır.
Japonya'nın döviz rezervi 2007 sonunda bir trilyon dolar sınırını aşmıştı. 2008'in ikinci yarısına kadar çıta bir trilyon doların altına çekilmiş, ama sonraki dönemde yeniden yükselmeye başlamıştır. Bu ülkenin döviz rezervi Haziran 2009 itibariyle 1,019175 trilyon dolardı. Japonya dünya döviz rezervi olan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır.
Çin'de döviz rezervi hareketi yaşanan krizden dolayı sadece hız kaybetmiştir. Mart 2009 itibariyle bu ülkenin merkez bankasında biriken döviz miktarı 1,953741 trilyon dolardı. Çin, dünyanın en büyük döviz rezervine sahip olan ülkesidir.
Dünya çapında döviz rezervi hareketi; dünya çapında merkez bankalarında biriken döviz miktarındaki değişme:
Bu miktar 2000’in ikinci çeyreğine kadar sürekli artarak 7,011249 trilyon dolara çıkmıştır. Yaşanan
krizden dolayı da 2009’un ilk çeyreğinde 6,531164 trilyon dolara düşerek yüzde 6,8 oranında azalmıştır.
Dünya çapında döviz rezervlerinin yüzde 65'i dolar (1999’da bu oran yüzde 71’di); yüzde 25,9'u Avro; yüzde 4'ü sterlin; yüzde 0,1'i Yen ve İsviçre Frankı olarak tutulmaktadır. Rusya ve Çin para birimlerinin dünya döviz rezervinde hiç bir rolü yoktur. Doların yüksek payı, dünya ekonomisindeki önemini; dolayısıyla Amerikan ekonomisinin önemini de göstermektedir. Bu oran, aynı zamanda dünya parası olarak dolardan kurtulmanın öyle pek kolay olamayacağını da göstermektedir. Şu anda dünya ekonomisinde ABD'nin öneminden kaynaklanan dünya parası olması ötesinde dolar, ABD ekonomisinin 1976'dan bu yana verdiği açıktan dolayı da vazgeçilemez olmaktadır; 7,283 trilyon dolara varan ticaret açığı dolar üzerinde hesaplanmaktadır; yani açık dolar üzerinde olduğu için dolar vazgeçilemezliğini sürdürebiliyor. 
ABD'ye yapılan her ihracat, bu ülkeye açılmış kredi demektir.
Amerikan devlet istikrazlarını elinde tutan ülkeler ve geleceğin şimdiden satılması:
Veriler, başta Çin olmak üzere Japonya, petrol zengini ülkeler, İngiltere, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin Amerikan bütçesinin en büyük finansörü olduklarını göstermektedir. Çin'in döviz rezervlerinin çok büyük bir bölümü (763,5 milyar dolar) Amerikan devlet istikrazları biçiminde ABD'ye akmıştır.
Amerikan ekonomisinin; ödemeler dengesinin bu durumu yıllardan beri sadece izlenen bir gerçeği, yaşanan kriz vesilesiyle bir kez daha ortaya koymuştur: Döviz rezervleri ne kadar artarsa, gerçek değerlerle karşılanması da o kadar imkânsız olmaya başlıyor. Bu nedenle mali yenilikler ve Amerikan devlet istikrazları gibi güya değerlere yatırım yapılıyor; böylece, gerçek ticaretten doğan açığın kapatılması için ABD'ye sermaye akışı teminat altına alınıyor. Fiktif değerlere yapılan bu yatırımlarla -bunlar tahsili mümkün olmayan her türden ABD-borçlarıdır- Çin, Japonya ve başkaca ihracatçı ülke, kendi ihracatlarını finanse etmiş oluyor.
Dünya ticaretinde, kabul edilemez, olmaması gereken bir eşitsizlik böyle devam ettirildi; geri alınamayacak, tahsil edilemeyecek bir “değer” – kâğıt dolar- karşılığında ihracatçı ülkeler,   gerçek değeri olan ihracat ürünlerini ABD'ye hediye etmiş oluyorlar. Şimdi bu olmaması gereken eşitsizliğin yıkılması ve olması gereken eşitsizliğin gerçeklik olması için hiç bir ülke tek başına hareket edemiyor. Ama yaşanan kriz bu duruma da son verebilir. Marks'ın dediği gibi, “Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” (Marks, Kapital, C. III, s. 259).
Krizden dolayı da yapılan harcamalar, planlananlar için alınacak borç ne kadar olursa olsun, nihayetinde bunun geri ödenmesi gerekir. Yani paranın bir şekilde bulunması gerekir. Ticaret fazlası olan ülkelerin işi biraz daha kolay olabilir. Ama kriz döneminde ticaret de gerilediği için bu alandaki beklentiler de sonuçsuz kalabilir. Dünya çapında sermaye hareketi, akışı geriler, rezervler harcanır. Sonuçta, devletin borçlanmasının da sonsuza kadar devam edemeyeceği bir kez daha görülür. Ama ekonominin teşvik edilmesi, sermayenin korunması, kaçınılmaz harcamaların yapılması gerekir. Bu durumda devlet, devlet harcamalarında; bütçenin şu veya bu kaleminde kısıtlamaya gider. Bu kalemler de genellikle işçi sınıfı ve emekçi yığınların yaşam standardıyla ilgilidir; eğitimde, sağlıkta, genel olarak sosyal harcamalarda birçok hak rafa kaldırılır veya kuşa çevrilir. Bu da yetmez ve sonunda merkez bankaları gerekli miktarı sağlamak için son çare olarak bizzat para basma yolunu seçer, böylece gerçek karşılığı olmayan kâğıt para piyasaya sürülür, bu da enflasyonun tetiklenmesi demektir. Para basımında kontrol elden kaçarsa enflasyon hiper enflasyona doğru yuvarlanır.
Peki, bu kadar borcu ödemek için yeterli para var mı? Veya çark nasıl dönüyor? Gerçekten de dünyada borçlu her devlet, her tekel borcunu ödemeye yeltense bu sistemin ne denli çürümüş, boş ve mutlaka yok edilmesi gerektiği açığa çıkar. Sahtekârlığın boyutları korkunç. Bütün borçları ödemek için yeterli para yok. Olamaz da. Karşılığı maddi değer, diyelim ki altın olmayan para, aslında sadece ve sadece bir söz vermenin, vaat etmenin ifadesidir; belli değerde/miktarda mal ve hizmetin temin edilebileceğine dair söz verilmiş oluyor. Ama ortalıkta söz konusu değer neyse ona tekabül eden mal ve hizmet henüz üretilmemiş, yok. En kaba hesaplamadan hareket edersek: Dünyada mevcut nakit (para) miktarı dünya çapında dolaşan sermayenin yüzde 1’ine ve dünya GSH’nın da yüzde 9’una denk düşüyor. Vadeli yatırımlar biçimindeki para miktarı dünya çapında dolaşan sermayenin yüzde 10’na, ama dünya GSH’nın da yüzde 122’ne eşit. Dünya GSH’nı vadeli yatırım biçimindeki paranın karşılığı olarak kabul etsek, geriye yüzde 22’lik bir karşılığı olmayan para kalıyor. Dünya çapında nakit ve vadeli yatırım biçimindeki para miktarı, dünya GSH’nın yüzde 131’ne eşit. Bu durumda karşılığı olmayan para miktarı dünya GSH’nın yüzde 31’ne eşit. Bu durum, henüz üretilmemiş mal ve hizmetler üzerine ticaret yapılıyor olduğunu gösterir; bunun diğer adı spekülasyondur. Sorun bununla bitmiyor. Sırada rehin ve ipotek garantili krediler var. Bu türden kredilerin miktarı da dünya GSH’nın yüzde 138’ne, mevcut nakit paranın da yüzde 11’ne eşit. Sırada mali türevler –senetler ve başkaca akıl almaz mali oyunlar- var; bunların miktarı dünya GSH’nın neredeyse 10 misline ve dünya çapında para miktarının da yüzde 78’ne eşit. Bu demektir ki, bir yıllık dünya GHS 10 kere alınıp satılıyor. Veya şöyle de düşünebiliriz: Önümüzdeki 10 sene içinde dünya çapında üretilecek maddi değerler; yani 2019 yılına kadarki dünya GSH daha şimdiden satılmıştır. Kapitalizmin geldiği son nokta budur. Hemen her şey, borçlanma da, olmayan değerler üzerinde dönüyor.
Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde devlet borçlanması başka bir yazının konusudur.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VI)

12.08.2009

 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VI)
“UZUN DALGALAR TEORİSİ” İLE İŞÇİ SINIFINA SURFING YAPTIRILIYOR

„Uzu dalgalar“ teorisi kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabı üzerine kurulmamıştır. Ama aynı zamanda devrim hesabı üzerine de kurulmamıştır. „Dalga“nın iniş ve yükselişine göre işçi sınıfına surfing yaptırır, ama devrim yaptırmaz.

I. Dünya Savaşının hemen sonrasında Sovyetler Birliği’nde uzun dalgalar teorisi üzerine tartışma yapılır. Kondratieff, bu teoriyi savunanların öncüsüdür. Tartışmalar sonucunda Kontratieff-Çevrimi veya “uzun dalga” anlayışının antimarksist bir teori olduğu sonucuna varılır; nesnelliği olmadığı için reddedilir. Burjuva politik ekonomi öğretisinin iflas ettiğini yaşanan krizin gösterdiği günümüzde; hiçbir burjuva teorinin kapitalizmin kaçınılmaz sonunu gizleyemediği bu süreçte burjuvazi Kondratieff’i bir daha keşfetti: Nihayetinde bu teori, kapitalizmin sürekli yükseliş ve alçalış aşamalarından geçerek ebediyen var olacağını vaaz ediyor. Bu nedenle bu teori emperyalist burjuvazinin fikir üretme fabrikalarında, üniversitelerinde gündemleştirildi ve bilim ve teknolojideki yeni olgularla güncelleştirildi. Buna “Marksist” küçük burjuvazinin de önemli bir katkısı oldu. Bu yazıda bu teorinin ne olup olmadığını en genel hatlarıyla göstermeye çalışacağız.
Biraz “eğlenceli” bir konu olduğunu belirteyim.


İlk bakışta her ne kadar oldukça karmaşık, anlaşılmaz gözükse de uzun dalgalar teorisi aslında oldukça sadedir. Her ne kadar farklı çevrelerden oluşan savunucuları, teoriyi anlaşılmayacak derecede karmaşıklaştırmış olsalar da teori yine de sadeliğinden bir şey kaybetmemiştir ve savunucularına ve geliştiricilerine karşı sade kalmak için adeta direnmiştir.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi gibi uzun dalgalar teorisi de mevsimlik bir teoridir. Bir ucu ekonomik krize dayandığı için genellikle kriz dönemlerinde gündeme getirilir ve kriz sonlandığında bu teori de, aynen kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi gibi rafa kaldırılır. Ama her iki teori arasından çok önemli bir farkın olduğunu da burada belirtmeden geçmeyelim. Her iki teorinin de bir biçimde kadercilikle ilişkisi vardır; yok diyorsanız, bu ilişkinin çok rahatlıkla, kolaylıkla kurulabileceğini söyleyelim: Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi, sınıf mücadelesini gereksiz kılan bir teoridir; adı üzerinde kapitalizm kendi çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökeceği için onu yıkmak için mücadeleye de gerek yoktur. Bu teorinin nasıl savunulduğuna bakın; sınıfın rolünden ya hiç bahsedilmez ya da Marksist görünmek için mecburiyetten dolayı laf olsun diye Marks’tan, Lenin’den bir iki alıntı yapılır. Bu konuda N. Nelte’nin ne kadar usta olduğunu önceki yazıların birisinde ele almıştık. Bu teori umudu, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine bağladığı için kadercilik yapar.

Uzun dalgalar teorisi ise kapitalizmin yıkılmayacağını, ebediyen var olacağını savunur. Onun kaderciliği de bu açıdandır. İşçi sınıfına en fazlasıyla dalgaların iniş ve yükselişine göre surfing yaptırır; herhalde işçi sınıfının adrenalin değerini ölçmeye yarayan bir tedavi olsa gerek!

Birbirine zıt bu her iki teoriyi aynı anda savunma yeteneğini gösterenlerin olduğunu söylersem, önemli bir iş yapmış olmam. Bunu yapmakla, en fazlasıyla teori dünyasının ne denli renkli olduğunu, basitliğin, seviyesizliğin ne denli çukurlaştığını söylemiş olurum.

Şimdi bu teorinin ne olup olmadığına bakalım:

Bu teoriye göre kapitalizmde kısa konjonktür çevrimlerinin yanı sıra uzun dönemi kapsayan konjonktür çevrimleri de vardır. Yani bildiğimiz 8-10 senelik çevrimlerin yanı sıra 40-60 senelik çevrimler de vardır. Marks, analiziyle kapitalizmde 8-10 senelik çevrimlerin varlığını kanıtlamıştı ve 1825 ekonomik krizinden bu yana kapitalizmin bu çevrimleri yaşanmaktadır. Ama uzun dönemli çevrimlerin varlığı hiçbir zaman kanıtlanmamıştır. Sermaye hareketinde 8-10 senelik çevrimler belirleyicidir; bunun böyle olduğunu burjuvazi dahi gizleyemez. Ama uzun vadeli çevrimlerin sermaye hareketinin seyrinde belirleyici olduğu hiç kanıtlanamamıştır.

Belirttiğimiz gibi bu teorinin savunucuları arasında görüş birliği yoktur. Kondratieff, Troçki, Schumpeter, Rostow, Gunder Frank, Mandel vs. kendilerine göre bir uzun dalga geliştirmeye çalışmışlardır. Bazı troçkist çevrelere göre Troçki, uzun dalgacı değildir, bu teoriyi reddeder, bazılarına göre uzun dalga teorisini geliştirendir. Bazı Troçkist çevrelere göre Mandel, Troçkist değildir ve uzun dalga teorisi yorumu da burjuvaziye yarayacak biçimdedir. Ama hepsinin en genel anlamda ortaklaştıkları bir anlayış vardır. Ve uzun dalga teorisi üzerine sürdürdükleri oldukça şiddetli teori mücadelesi belli bir ortak noktanın olduğunu gizlemeye yetmiyor. Ortak nokta şu: Kapitalizm, kendine, sisteme özgü yenilenme ve kendini yeniden oluşturma yeteneğine sahip olduğundan dolayı ebediyen var olacaktır; ekonomik, siyasi krizler yaşanabilir, şurada burada devrimler olabilir, işsizlik, açlık, sefalet olabilir; bunların hepsi geçicidir. Dalganın yükselmesi bütün bu „badireler“in atlatılması anlamına gelir. Yani ebedi yükseliş, krizleri, işsizliği vb. de içerir.

Uzun dalga teorisi nelere merhem olmadı ki?! İsterseniz bir dünya gücünün çöküşünü ve diğer birinin yükselişini bu teoriye göre açıklayabilirsiniz. Örneğin Büyük Britanya’nın çöküşünü, ABD’nin yükselişini ve şimdi de ABD’nin çöküşünü ve Çin’in yükselişini bu teoriye göre açıklayabilirsiniz.
Uzatmayalım, isterseniz Alman eski Cumhurbaşkanı Herzog gibi „uzun dalgacı“ olabilirsiniz. Uzun dalga ile küreselleşme arasında bağ kurup, tekelci sermayenin en gerici kesimleriyle ortak yanlarınızın olduğunu keşfedebilirsiniz.
Dalgalara gelince.

Kondratieff ilk uzun dalgalarını şu tarihlere göre tespit etmişti:
Birinci uzun dalga çevrimi:
1)İlk uzun dalga çevriminin yükseliş aşaması 1789-1814 döneminde başlar. Bu, ilk çevrimin yükseliş aşamasıdır. İlk çevrimin alçalış aşaması da 1814’te başlar ve 1849’da sonlanır. İlk çevrimin yükseliş aşaması 25, alçalış aşaması da 25 sene, ilk dalda toplamı da 60 sene sürür. Her iki aşama da 25’er sene sürer. Çevrimin süresini o dönemdeki fiyat hareketi belirler.

İkinci uzun dalga çevrimi:
2)İkinci dalganın/çevrimin yükseliş aşaması 1849’da başlar ve 1873’te sonlanır, yani toplam olarak 24 sene sürer. Bu çevrimin alçalma aşaması 1873’te başlar ve 1896’da sonlanır, yani 23 sene sürer. İkinci dalganın/çevrimin toplam süresi 47 senedir. Bu çevrim süresini belirleyen de fiyat hareketidir.

Üçüncü uzun dalga çevrimi:
3)Üçüncü dalganın/çevrimin yükseliş aşaması 1896’da başlar ve 1920’de de sonlanır. Yani 24 sene sürer. 1920’de de bu çevrimin alçalış aşaması başlar.
Bu durumda hareketin veya surfing’in seyri şöyledir: 1790’dan 1810-1817’ye yükselmiş oluyoruz; 1810-1817’den 1844-1851’e alçalmış oluyoruz; 1844-1851’den 1870-1875’e yeniden yükselmiş oluyoruz; 1870-1875’den 1890-1896’ya yeniden alçalmış oluyoruz; 1890-1896’dan 1914-1920’ye yeniden yükselmiş oluyoruz ve 1920’den itibaren de yeniden alçalmış oluyoruz. Yani bir yukarı, bir aşağı veya bir o yana bir bu yana gidip-geliyoruz. Sanki circulus vitiosus (fasit bir daire) içindeyiz ve kurtulma imkânımız yok. Uzun dalga işçi sınıfını böyle bir durumda kalmaya, en fazlasıyla fiyat hareketlerine göre surfing yapmaya mahkûm etmektedir.

Prof. Kondratieff "uzun dalga“larını fiyatlardaki dalgalanmalara; iniş ve artışlara göre tespit eder (Bkz. A. Herzenstein; "Gibt es grosse Konjukturwellen" -"Büyük Konjonktür Dalgaları Var mıdır?"- Unter dem Banner des Merxismus-Leninismus, Sayı 1, s. 92-127; Sayı 2, s. 298-315, 1929.)

İsterseniz örnekleyelim:



Dalga ile fiyat hareketi arasındaki ilişkiyi veya Kondratieff’in uzun dalgalarını fiyat hareketine gör oluşturduğunu yukarıdaki grafikte de görüyoruz: Grafik, Amerikan toptancı fiyatları yükseldikçe yükselen dalganın söz konusu olduğunu, toptancı fiyatları düştükçe alçalan dalganın söz konusu olduğunu gösteriyor. (Yukarıdaki grafik için bkz.:
“The Kondratieff Wave”, www.kondratieffwinter.com/kw_wave.html).

Başka bir uzun dalga tespiti:

1. dalga:1790-1840 arası; buhar gücü, tekstil sanayi, demir sanayi.
2. dalga:1840-1890; demir yolu, buharlı gemi, demir ve çelik sanayi.
3. dalga:1890-1940; elektro teknik, ağır makine, kimya sanayi.
4. dalga: 1940-1990; otomasyon, çekirdek enerji, transistör, otomobil, bilgisayar vs.
5. dalga: 1990 ve sonrası; enformasyon, komünikasyon teknolojisi, ekonomik küreselleşme.
Son dalga oldukça tartışmalıdır; henüz genel anlamda ortaklaşılan bir noktaya varılmamıştır.

Kondratieff-Çevrimlerini diyagramlaştıralım: (Bu diyagramı her tarafta bulabilirsiniz)

Kaynak: http://www.zw-jena.de/arbeit/globalisierung.html

Zaman ekseni, ekonomik faaliyetin devamlı arttığını/yükseldiğini göstermektedir. Ama bu, inişli-çıkışlı bir devamlı yükselmedir. Yükselme eğrisinin altında kalan dönemler (alçalan dalgalar), işlerin kesat gittiği dönemlerdir, üstünde kalan dönem ise yenilenmenin gerçekleştirildiği (yükselen dalgalar) dönemdir.

Uzun dalgalar teorisi kronolojisi:
Hyde Clark: Rivayete göre uzun dalgaların varlığından ilk bahseden H. Clark’tır. 1874’te yayımlanan (Railway Register 1874) makalesinde, „Physical Economy“, konuya değinir, ama herhangi bir tepki alamaz
A. L. Helphand (namı diğer Parvus): Bu “devrim tüccarı”, F. Engels tarafından analiz edilen 1873’ten sonraki “uzun durgunluk” döneminin yeni ve uzun süren bir yükseliş dönemi tarafından sonlandırıldığı tezini ortaya atar. Tezinin açıklanmasında genişleyen dünya pazarı (teknik, para piyasası, ticaret vs.) verilerini kullanır.

J. van Gelderen (1913): Uzun dalgaları, üretim genişlemesinin bir sonucu olarak görür. Van Gelderen’e göre yükselen her uzun dalga, altın üretiminin güçlü bir artışından sonra gelir.

Uzun dalga teorisinin esas oluşturucusu Nikolai Dmitrijewitsch Kondratieff‘dir (1892-1938). Kerenski hükümetinde gıda bakanı yardımcısı olan Kondratif, Moskova Konjonktür Araştırması Enstitüsünün (1920) kurucusudur. Bu kurum, uzun dalgalar teorisinin oluşturulmasında kullanılan ampirik materyallerin toplandığı yer olmuştur.

Komünist Enternasyonal’in III. Kongresi sürecinde Troçki, Kondratieff’in teorisiyle ilgilenir; Times’de yayımlanan bir makaleye dayanarak ve Kondratieff’in teorisini eleştirerek Troçki, 1781-1921 arasında, yani Amerikan bağımsızlık savaşından 1921’e kadar, 138 yıl içinde 16 çevrim tespiti yapar; yani 16 kriz ve 16 konjonktür yükselişi dönemi. Bu durumda her bir çevrim ortalama olarak 8,5 veya 9 sene devam ediyor demektir.

1) 1781-1851 dönemi: Hemen hemen hiçbir gelişme olmuyor; yaklaşık 70 yıl boyunca dış ticarette de bir gelişme olmuyor.
2) 1851-1873 dönemi: 1848 devrimi, Avrupa pazarının genişlemesi; genişleme eğrisinde oldukça dik bir yükseliş; yani bir dönüm noktası.
3) 1873-1894 dönemi: Durgunluk, İngiliz ticaretinde gerileme.
4)1894-1913 dönemi: Yükseliş aşaması.
5)1914-1921 dönemi: Dünya savaşı, kapitalist ekonominin tahribat dönemi.


Uzun dalga sorununu kapitalizmin gelişmesini inceleyen Troçki, bu anlayışını "eski arkadaşı Parvus"a dayandırdığını da gizlemez (Bkz.: E. Mandel; “Spaetkapitalismus”, s. 115-122). Demek oluyor ki, Troçkiye göre uzun dalgalar vardır. Troçki’ye göre sermayenin/kapitalizmin iki hareketi vardır: Birincil hareket ve ikincil hareket. Birincil hareketi, üretici güçlerin gelişmesi içinde var olan hareketidir. Bu durumda eğrinin yönü yukarıya doğrudur; eğrinin yukarıya doğru gitmesi dalgalanmalar; inişler-çıkışlar içinde gerçekleşir; yani bunlar krizlerden ve konjonktür yükselişlerinden kaynaklanan dalgalanmalardır. Yükselen kapitalizmde bu dalgalanmalar vardır; eğrinin yönü yukarıya doğrudur. Ama çöken, çürüyen kapitalizmde de aynı dalgalanmalar vardır; ne var ki bu sefer eğrinin yönü aşağıya doğrudur.

Kapitalizmde gelişme hep bu dalgalanmalar içinde; kapitalizme, sermayeye özgü iki hareketin seyri içinde gerçekleşir. Öyleyse kapitalizm, birincil hareketle ve birincil hareket temelinde gelişen ikincil hareketlerle karakterize olmaktadır. Yükseliş, çöküş, durgunluk; yani sermaye hareketinin yükseliş, durgunluk, kriz ve canlanma aşamaları kapitalizmin gelişiyor mu yoksa çöküyor mu olduğu konusunda bize bilgi vermez. Yani bu ikincil hareketler bilgi vermediğine göre birincil hareket bilgi veriyor demektir. Bunun tartışılacak bir yanı yok: Troçki istediği kadar radikal devrimci olabilir; dünya çapında doğrudan sosyalist devrimi ve sürekli devrimi savunabilir. Ama o yukarıdaki anlayışıyla devrime, işçi sınıfına inanmanın hikâye olduğunu anlatıyor; dalga yükselirse her türlü sınıf mücadelesi çabası boşunadır; dalga düşerse; eğrinin yönü aşağıya doğruysa bu çöken kapitalizme işarettir. Bu sefer de sınıf mücadelesine gerek kalmaz. Burada tabii sistem krizinden bahsedenlerin neden kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savundukları da açığa çıkıyor. Bu unsurlar bu Troçkist teori besliyorlar. Nelte’nin ne dediğini hatırlayalım: Kapitalizmi çökerten Nelte, çökertmeden önce, sistemin artık belini doğrultamayacağını; artı değer elde etme imkânının kalmadığını; yani artık yükseliş dalgasının söz konusu olamayacağını savunmuyor muydu?

Hakkını yemeyelim, Troçki üçüncü bir olasılıktan da bahseder: Durgunluk; yükselişin ve krizin birbirini dengelediği, gelişme eğrisinin aşağıya (kriz) ve yukarıya (yükseliş) doğru hareketinin, kriz ve yükseliş faktörlerindeki yenişememeden dolayı durma noktasında kalması (durgunluk).

Troçki, Kondratieff’i eleştiri de: Troçki’ye göre Kondratieff’in teorisi veya uzun dalgalar teorisi, kapitalizmin iç yasallıkları tarafından belirlenmemektedir; aksine dış koşullar, örneğin yeni ülkelerin, bölgelerin, hatta kıtaların kapitalist ilişkilere tabi kılınmaları, yeni hammadde yataklarının keşfedilmesi; işgal ve talan savaşları ve aynı zamanda devrimler uzun dalgaların seyrini belirler. Yani Troçki, kapitalizmin gelişme seyrini iradi olarak, kapitalist ekonominin nesnel yasalarının dışındaki faktörlerle belirleme yeteneğine sahip birisidir. Kendiliğinden çöküş teoricilerinin neden bu denli iradeci oldukları anlaşılıyor değil mi? Örneğin Nelte neden bu denli iradeci? Bunu Nelte’ye sormak lazım.
Bu kadar yeter. Troçki’yi geçelim.
Burjuva politik ekonominin temsilcileri Schumpeter ve Rostov da uzun dalgalar teorisinin yaman savunucularındandır. Onları da geçelim.

Son dönemlerin en tanınmış uzun dalgacısı E. Madel’dir (Bkz.: „Kapitalizmde Uzun Dalgalar“ ve „Geç Kapitalizm“). E. Mandel, uzun dalgalar teorisinden ne anlıyordu?

Mandel, Kondratieff’in yöntemlerini uygular ve hızlandırılmış büyüme ve yavaşlatılmış büyüme sonucuna varır:
-1823'e kadar; hızlanmış büyüme.
- 1824-1847 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1848-1873 arası; hızlanmış büyüme.
- 1874-1893 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1894-1913 arası; hızlanmış büyüme.
- 1914-1938 arası; yavaşlamış büyüme.
- 1940 (1945 veya 1948)- 1966 arası; hızlanmış büyüme.
- 1966 sonrası; yavaşlamış büyüme.

"Şimdi yeniden (1966'dan sonrası, çn.) ikinci, yavaşlamış sermaye birikimiyle karakterize olan II. Dünya Savaşıyla başlamış 'uzun dalga' dönemindeyiz". 'Önemli emperyalist ülkelerdeki durgunluklar (Fransa, 1962; İtalya 1963; Japonya 1964; Almanya 1966-1967; ABD 1969-1971; B. Britanya 1970-1971; İtalya 1971; Almanya 1971-1972) bu hipotezi doğrular gibi'.
Mandel’a göre uluslararası alanda kapitalizmin tarihi, sadece 7 ve 10 senelik çevrimler ile değil, birbirini takip eden uzun, yaklaşık 50 sene süren dönemle karakterize oluyormuş ve şimdiye kadar da dört "uzun dalga" biliniyormuş!:
–18. yy'ın sonundan 1847 krizine kadar süren uzun dalga.
–1847 krizinden başlayarak 1890'lı yılların başına kadar süren uzun dönem.
–1890'lı yıllardan II. Dünya Savaşına kadar devam eden uzun dönem.
–Bu uzun dönem Kuzey Amerika'da 1940 yıllarında, diğer emperyalist ülkelerde ise 1945-1948 yıllarında başlar (Bkz. E. Mandel, "Der Spaetkapitalismus", Frankfurt, 1973, 2. baskı, s. 101-115).

Mandel, sanayi kapitalizminde uzun dalgaları ilk defa teşhis edenin Parvus olduğunu söyler.
Troçkist Mandel anlatıyor;
"Genişleyen zeminli uzun dalgadan durgun zeminli uzun dalgaya (1966-'67) geçiş, artı değer oranı için mücadele ile sıkı bağ içindedir. Geç kapitalizm için ekonomik genişlemenin göreceli yavaşlamış bir periyodu, şayet bu kapitalizm, ücrete bağımlı olanların direncini kırmayı ve artı değer oranının yeniden göreceli yükselişini elde etmeyi başaramazsa, kaçınılmazdır. Bu ise, durgunluk olmaksızın, hatta reel ücretin geçici bir düşmesi olmaksızın düşünülemez. Bunun içindir ki, '60'lı yılların ortasında bütün emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin bir yoğunlaşma aşaması başlamıştır"(E. Mandel; Agk, s. 168).

Mandel’a göre sermaye birikimi, sanayi çevrimi sürecinde inişler ve çıkışlar gösterir. Yükseliş döneminde kar kütlesi ve kar oranı artar. Böylece sermaye birikiminin kapsamı ve ritmi de artar. Kriz ve durgunluk dönemlerinde ise tersi bir gelişme söz konusu olur. Yani kar ve kar oranı düşer, sermaye birikimin kapsamı daralır ve ritmi de düşer. Demek oluyor ki sanayi çevrimi, hızlandırılmış ve yavaşlatılmış sermaye birikiminin bir sonucudur.
Burada sorun, Marksist teoriye göre ekonomi/kriz çevriminin yanı sıra başka bir çevrimin varlığının kabul edilmesidir. Varılan sonuç şu: Marksist ekonomi çevrimi "uzun dalgalar" içinde gerçekleşir! Demek oluyor ki, “dalga“cılara göre kapitalist gelişmede; sermaye birikiminde, yatırımların gelişmesinde belirleyici olan, Marksist ekonomik devrevilik değil, Parvus'un keşfettiği ve Troçki'nin de benimsediği "uzun dalga"cılıktır veya da “uzun dalga”lardır!

Mandel, sınıf mücadelesinin gelişmesini "uzun dalgalar"ın hangi aşamasında olunduğuna bağlar; uzun dalga yükselirse sınıf mücadelesi geriler, uzun dalga alçalırsa sınıf mücadelesi yükselir.

Öyle partiye, bilinçli eyleme falan gerek yok; İşçi sınıfı, kendini “uzun dalga”nın seyrine göre ayarlar! Surfing yapar!
Bu anlayışa göre marksizmin ekonomik kriz teorisi bir hikâyedir! "Uzun dalga"cılar, Marksist ekonomik çevrimi reddetmezler, ama ona önem de vermezler.

Ama her Troçkist, Mandel’ı Troçkist ve Marksist olarak görmez. Örneğin Alan Woods’a göre Mandel, Troçkist değildir, Troçkist olmadığına göre Marksist de olamaz. Bu, onların bir iç sorunu. Eminin, bir kış mevsiminde Troçkizm dünyaya hâkim olursa, yıkılması için bu iç sorun en önemli bir neden olacaktır!

Mandel, uzun dalgaların nedenini kar oranı hareketinde arar. Rekabetten dolayı kapitalistler sürekli ekstra kar peşinde koşarlar; bunu da tekniğin modernleştirilmesiyle; yani değişmeyen sermayenin sabit kısmının (makinelerin vs.) yenilenmesiyle elde etmeye çalışırlar. Mandel’ı ilgilendiren, ekstra kar elde etmek için bu teknik yenilenmenin ne zaman ve hangi koşullarda gerçekleştiğidir; yani tekniği yenilenme dönemleri ne zaman ve hangi koşullarda başlar? Sorusunun cevabını da verir: Kar oranının aniden yükseldiği, kullanılmayan sermayenin yatırıma dönüştürüldüğü dönemlerde. Yani şu koşullarda:

1)Sermayenin ortalama organik bileşiminin aniden düşmesi durumunda; bu durum, organik bileşimi düşük sermayenin olduğu sektörlere ve ülkelere sermayenin yoğun girişi ile mümkündür.
2)İşin verimliliğinin artmasından ve hangi nedenden dolayı olursa olsun işçi sınıfının ağır bir yenilgisinden dolayı (uygun koşullarda dahi iş gücü fiyatını arttıramaması, ekonominin yükseliş aşamasında dahi iş gücünü değerinin altında satmak zorunda kalması) artı değer oranının aniden yükselmesi.
3)Değişmeyen sermayenin, özellikle hammaddelerin ani bir ucuzlaması (Hammadde ucuzlaması, aynen sermayenin organik bileşiminin aniden düşmesi veya iş verimliliğinin devasa artışından dolayı üretim araçlarında ani bir ucuzlama durumundaki etkide bulunur).
4) Dolaşan sermayenin çevrim süresinin aniden kısalması. Bu durum nakliyat ve komünikasyon sisteminin mükemmelleştirilmesi, dağıtım tekniğinin iyileştirilmesi durumunda söz konusu olur.
Bu gelişmelerin uzun dalga ile ne ilişkisi var, bunu bilmiyorum. Mandel’dan da bu kadar yeter.


Uzun dalgalar teorisi, iradecilik ve kapitalist ekonominin nesnel yasaları:
-Kapitalist ekonomide konjonktürel gelişme; 8-10 senelik çevrimlerin periyodik olarak sürekli yinelenmesi kapitalist ekonominin yasal bir yansımasıdır. Bunun böyle olduğu ve başka türlü olmadığı Marks tarafından kanıtlanmıştır. Ama uzun dalgalarda; 40-60 yıl süren gelişme eğrilerinde böyle bir yasallık yoktur ve bu teorinin savunucuları da bunu kanıtlayamamışlardır. Kondratieff’in konjonktür hareketinde çevrim olarak kabul edilmesini istediği bu uzun dalgalar, kapitalist ekonominin nesnel yasaları tarafından belirlenmemektedir; ne bu dalgaların uzunluğunda ve ne de içsel yapısında kapitalist ekonominin nesnel yasaları bir rol oynamaktadır. Örneğin yeni ülkelerin, evet kıtaların işgal edilmesi, yeni hammadde kaynaklarının bulunması, savaşlar, devrimler uzun dalgalara göre gerçekleşmedi, gerçekleşmiyor. Ama uzun dalgalar teorisine göre gerçekleşiyor deniyor; yani kapitalizmin gelişme sürecinde gündeme gelen dış faktörler, uzun dalgaların karakterini belirleyen faktörler olarak görülmektedir.

-İnsanlık tarihinde bilimsel buluşların, dünyanın bilinmeyen yerlerinin keşfi, yeni hammaddelerin bulunması, devrimler ve karşı devrimler önceden belirlenmiş bir plana göre gerçekleşmiyor; böyle bir gelişmenin olabileceğine inanmak başlı başına bir saçmalıktır. Ama uzun dalgacılar bu saçmalığa inanıyorlar. Onlar tam da bu nedenden dolayı; kapitalizmin önceden saptanan bir plana göre geliştiğine inandıklarından dolayı kadercidirler. Dalga diye ayrımını yaptıkları dönemler arasında, ayrım yapmayı beraberinde getiren ne gibi temel özellikler var diye sorsanız, bir dalga döneminde olmayan, ama başka bir dalga döneminde olan bazı dış faktörlere işaret etmenin ötesinde söyleyecekleri bir şey yoktur. (Önemli tarihsel gelişmelerin, örneğin devrimlerin, karşı devrimlerin, paylaşım savaşlarının vb. kapitalist ekonominin seyrinde hiçbir rol oynamadıklarını söyleyemeyiz, ama bu dış faktörlerin sermayenin çevrim hareketinde belirleyici olduğunu da savunamayız). Ama küçümsememek lazım; uzun dalgalar teorisi, her şeyin; en azından konumuzla ilgili olarak cevabını önceden biliyor olmak teorisidir. Geçmişin hesaplamasını bir kenara bırakalım ve yaşanan döneme bakalım: Bir dalgacı çevreye göre, savaş sonrası yükseliş yaklaşık 25 sene sürmüştür. 1970’li, 1980’li yıllar yaklaşık 25 sene süren bir gerileme dönemidir. Revizyonist Bloğun çökmesi, kapitalizme yeni uzun bir itilim vermiştir. Ama şimdi, 2015 yılında sonlanacak bir gerileme dalgası yaşıyoruz. Yaşanan kriz bir istisnadır. Tersin bir krizle karşı karşıya olunduğu yönündeki söylentiler abartılmamalıdır. 2015’ten itibaren yükselen dalgaya geçeceğiz. Alçalan ve yükselen dalgalar üzerinde surfing yaparak yaşamı sürdüreceğiz denmek isteniyor herhalde!

Kondratieff ‘in Marksizm’e “katkısı”:
Marks, sermayenin konjonktür hareketini; daha doğrusu bütün yönleriyle sermaye hareketini Kapital yapıtında ayrıntılı olarak analiz eder. Bu, burjuva iktisatçıların dahi kabul etmek zorunda kaldıkları bir analizdir. Kondratieff, uzun dalga çevrimi teorisini Marks’ın analizine dayandırarak açıklamaya çalışır. Ama ortada bir uyuşmazlığın olduğu açıktır. Marks, konjonktürün aşamalarını; yükseliş, kriz, durgunluk, canlanma ayrıntılı olarak ve kanıtlayarak açıklar. Ama Kondratieff, bütün çabasına rağmen, uzun dalgaların varlığını Marks’ın analizine göre açıklayamaz, bu dalgaların varlığını kanıtlayamaz. Ve kanıtlamak içinde Marksizm’e “katkı” yolunu seçer: Marks’ın ortalama 8-10 yıllık çevrim anlayışını kabul eder, ama sorun uzun dalgaların varlığını kanıtlamak olduğu için bu çevrim sürecini üretim sürecindeki yatırımların etkilediği görüşünü öne sürer. Yani temel üretim araçlarının (büyük sanayi tesisleri, demiryolları, limanlar, kanallar vs.) yıpranması, bundan dolayı yenilenmesi, giderek artmak zorunda olması, devasa yatırımların kaçınılmaz olması ve bu yatırımların gerçekleştirilmesi için oldukça uzun bir zamana ihtiyaç olması uzun çevrimlerin temelini oluşturur.
Böylece yenilenmesi uzun dönem alan yatırımlarla 8-10 yıllık dönemde gerçekleştirilen yatırımlar arasında bir bağ kurar. Yenilenmesi uzun dönem alan yatırımların neden belli bir süreklilik içinde değil de, dalga oluşturacak derecede sıçramalı geliştiğini kanıtlamak için de Tugan-Baronovski’nin teorisinden yararlanır: Bu burjuva iktisatçısına göre devasa boyutlarda yatırımların gerçekleştirilebilmesi için gerekli sermaye ancak belli koşullarda oluşturulabilir. Bu koşulların oluşması, yeni bir uzun dalganın başlaması veya çıkış noktası demektir. Bu anlamda Kondratieff dört koşuldan bahseder:
a)Tasarruf yoğunluğunda önemli bir yükseliş olmalıdır; yatırılmaya hazır sermaye bolluğu.
b)Faiz oranları düşük olmalıdır; böylece kredi üzerinde büyük miktarda sermaye elde edilebilmelidir.
c)Bu sermaye büyük tekellerin; sermaye gruplarının elinde olmalıdır.
d)Tasarrufların ve uzun süreli sermaye yatırımlarının gerçekleştirilebilmesi; harekete geçirilebilmesi için fiyatlar düşük olmalıdır.

Ne var ki, Kondratieff, sermayenin neden böyle hareket etmek zorunda olduğunu; bunun yasallığını; yani uzun yükseliş dalgasının başlaması için bu koşulların neden oluşması gerektiğini açıklayamaz. Biz de bunun açıklanmasını günümüzdeki uzun dalgacılara bırakalım!

Yeni buluşlar ve uzun dalgalar:
Kondratieff’e göre sermaye yetersizliğinden dolayı bazı buluşlar, teknik yenilenmeler hemen hayata geçirilemezler ve gerekli sermayenin sağlanması için belli bir süre bekletilirler. Bundan dolayı, gerekli sermayenin sağlanması için beklemek de uzun dalgaların; çevrimlerin temeline yatan bir neden olur. Bu anlayışın sermaye hareketinin; konjonktürün seyriyle ne türden bir ilişkisi olabilir, bunu bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da, sermaye yenilenmesi süreklidir; kapitalist azami kar için, ekstra kar için sermayesini sürekli yenilemeye çalışır. Kapitalizmin pratiği budur. Kapitalist, en fazlasıyla, mevcut teknolojiden yeteri kadar yararlanmak için yeni teknolojiyi çekmecede bekletebilir. Ama bu bekletme hiçbir zaman yeni bir uzun dalganın çıkış noktasını oluşturmaz. Tarihte bunun örneği görülmemiştir.
Sonra yeni teknoloji, yeni buluş demektir. Yukarıda bahsetmiştik. İnsanlı tarihinde yeni buluşlar, keşifler vs. belli bir zaman planına göre olmuyor. Bilimsel buluşlar belli bir araştırmanın sonucudur ve bu her dönem yapılmaktadır. Hele hele günümüzde yeni buluşlar veya üretimde teknoloji yenilemesi eskiye göre daha sık aralıklarla gerçekleştirilmektedir. Otomobil sektöründe teknoloji yenilemesi; sabit sermaye yenilemesi 4-6 yıllık bir zamana; elektroteknikte bir yıldan daha az bir zamana inmiştir. Kapitalizmin bu gerçekliği karşısında Kondratieff bu anlayışıyla çok zavallı durumuna düşüyor.

Uzun dalga ve savaş:
Kondratieff, savaş ve dalgalar arasında kurulmaması gereken bağı kurar: Ona göre devrimler ve savaşlar, dalganın yükseliş aşamasında ortaya çıkarlarken, yeni buluşlar da dalganın alçalış aşamasında ortaya çıkarlar. Kondratieff bu savı için herhangi bir kanıt gösteremez. Ama körü körüne savunur. Çalışmasında Kondratieff, savaşları ve devrimleri dalganın yükseliş aşamasını gösteren faktörler olarak sıralar. Keza yeni buluşları da dalganın alçalan aşamasının göstergeleri olarak sıralar. Anlaşılan o ki yaşanan gerçekliğin hiç de öyle olmadığı Kondratieff’i ilgilendirmez. Örneğin, 1914-1920 dönemi Kondratieff’e göre uzun dalganın alçalış döneminin başlangıcıdır. Dolayısıyla, onun savına göre bu dönemde devrimlerin, savaşların olmaması gerekir. Ama tam da bu dönemde I. Dünya Savaşı, Ekim Devrimi ve Avrupa’da başka devrimler ve ayaklanmalar yaşandı.

Uzun dalgalar ve sürekli yükseliş:
Bu teorinin gerici ve kapitalist sistemi ebedileştirme içeriği, dalgaların gelişmesiyle sınıf mücadelesi arasında bağ kurmasında ve yükselen ve alçalan dalgaları sürekli yükselen bir kapitalist ekonomi eğrisindeki gelişme olarak göstermesindedir. Bu teoriye göre işçi sınıfının mücadelesi dalganın seyrini belirlemez, tam tersine dalganın seyri işçi sınıfının o süreçte ne yapması ne yapmaması gerektiğini belirler, yani böylece işçi sınıfı, dalganın hangi aşamasında ne yaparsa nasıl sonuç alır gibisinden iradi tespitleri öne çıkartmaktadır.

Bu teoriyi savunanlar, açık ki her dalganın biraz daha ilerlemesini; her yükselmesini kapitalizmde artan refahla eş anlamlı görmekteler. Bunun böyle olduğunu yazısını aşağıda ele alacağımız Dr. Bahadır Kaleağası çok iyi dile getiriyor: “Her dalga, genel olarak kapitalizmi daha yüksek refah ve gelişmişlik düzeyine taşımaktadır”.

Aşağıdaki resimde/grafikte uzun dalga ile sürekli yükselen kapitalist gelişme ve her bir yükselen dalganın çıkış noktasını oluşturan bilimsel buluşları, teknolojik gelişmeyi görüyoruz. Alçalan dalga, kapitalist gelişmenin sıçrama yapması için geriye atılmış bir adım oluyor. Yükselen dalga bir sıçramadır ve sıçrama gerçekleştirildikten sonra gelen alçalan dalga, sıçramanın gerçekleştirildiği düzeye kadar inmiyor ve böylece dönemsel alçalmayı da içeren sürekli bir yükseliş; dönemsel yoksulluğu da içeren sürekli artan bir refah söz konusu oluyor.
Aslında bu uzun dalga teorisini savunanlar ile işçiler arasında bir toplantı düzenlemek ve işçilerin önünde bu dalga teorisini savunmalarına fırsat vermek gerekir. İşçilerden gerekli cevabı alacaklarından emin olabiliriz.
Kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin bir parça da olsa demagoji yapma şansları var; Marksist-Leninist politik ekonominin şu veya bu anlayışını ustaca, bilinçli olarak yanlış yorumlayarak inandırıcı olduklarını sanabilirler. Ama uzun dalgacıların bu şansı da yok: Onlar Marksist-Leninist politik ekonomiyi doğrudan reddediyorlar.

Dalga hatası ve gerçekler:
Kondratieff, 1815-1840 dönemini uzun dalgaların alçalış dönemi olarak tanımlar. Oysa bu dönem sanayi devrimlerinin doludizgin geliştiği; gelişmesinin son aşamasına geldiği; olgunlaştığı dönemdir. Bu dönem dünya pazarının, dünya ticareti temelinde oluştuğu dönemdir.
Kondratieff’in ikinci uzun dalga çevrimi (düşüş evresi) diye tanımladığı dönem de maddi hatalarla doludur: Bu dönem aslında Almanya ve ABD gibi ülkelerin dünya gücü olarak yükseldikleri dönemdir. Doğru, İngiltere bu dönemde gerilemeye başlamıştır. Ama onun gerilemesi, ABD ve Almanya’nın yükselmesi karşısında görece bir gerilemedir. Ama İngiltere geriliyor diye bu dönemi genel bir düşüş dönemi olarak tanımlamanın hiçbir maddi nedeni yoktur.

Uzun dalgalar teorisinin önemi nedir?
Kapitalist ekonominin sorunlarına çare bulmakta zorlanan ve iflas etmiş olan burjuva politik ekonomi krizdedir, çaresizdir. Bu nedenle kapitalizme ömür biçmeyen her teoriye sarılmaktadır. Bu nedenle “uzun dalgalar teorisi”ni güncelleştirmiştir. Bu çabasında burjuva politik ekonomi en büyük desteği bir kısım troçkist çevreden ve küçük burjuva akımlardan almaktadır.

Özellikle Keynesçi uygulamaların sona erdiği 1970’li yıllardan bu yana üretilen veya yeniden canlandırılan hiçbir teori, kapitalizmin krizine çare olamamıştır. Neoliberal tezler, Sovyet revizyonizminin çöküşüne eşlik eden yoğunlaştırılmış küreselleşme propagandası ve bu merkezde oluşturulan sayısız küreselleşme teorisi ne kapitalizmin ebediliğini ve ne de Marksizm’in öldüğünü kanıtlayabilmiştir. Ekonomik kriz ortamı, teori arayışını daha da yoğunlaştırmıştır. Her zaman olduğu gibi bu kriz döneminde de malum teori; kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi umutsuz “radikal sol” tarafından; yani şu oldukça keskin “Marksist” küçük burjuva tarafından bir daha teori piyasasına sürülmüştür; bunların bir kısmı kapitalizmi çökertirken, bir kısmı 20-30 senelik bir ömür biçmiş, Nelte gibi perişanlar da bir taraftan kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü açıklarken, diğer taraftan da –ne olur ne olmaz diye düşünmüş olabilirler- bu iş “daha ne kadar sürer” diye sormak zorunda kalmışlardır. Ama günün en akıllıları ise uzun dalgalar teorisinin savunucuları olmuştur. Bunlar emperyalist burjuvazinin takdirini kazanmış saygın unsurlar olmuşlardır. Emperyalist merkezlerde; düşünce üretme fabrikalarında, üniversitelerde hiç kimsenin anlamayacağı birtakım formüllerin, ipe sapa gelmez kanıtların eşliğinde uzun dalgalar teorisi uzun uzun anlatılmaya başlanmıştır. Çünkü bu teori nihayetinde kapitalizme ebedilik vermektedir. Şimdiye kadar hiçbir burjuva teori bunu başaramadı, ama uzun dalgalar teorisi, en azından lafta da olsa başardı. Emperyalist burjuvazinin oluk oluk para akıtarak ayakta tuttuğu hiçbir iktisat kurumu, hiçbir ekonomisti doğru analiz yapamadı; tahminlerini kısa bir zaman sonra düzeltmek ve düzeltilmişi yeniden düzeltmek zorunda kaldı. İnanırlıkları kalmadı. Tam da böyle bir zamanda uzun dalgalar teorisi, kapitalizmin imdadına yetişti: Alçalan dalgayı yükselen dalga takip eder; yükselen dalgayı alçalan dalga takip eder, alçalan dalgayı yeniden yükselen dalga takip eder ve bu ebediyen böyle gider. Uzun dalgalar teorisi nihayetinde bunu söylüyor. Yani her çıkışın bir inişi veya her inişin bir çıkışı vardır esprisi, uzun dalgalar teorisidir.

Uzun dalgalar teorisi, öyle sınıf mücadelesiyle falan ilgili değildir; kapitalizm bir çevriminden diğerine geçer; alçalan dalga aşamasındaysa yükselen dalga aşamasına geçer veya tersi, ama her halükarda bu böyle devam eder gider; sürekli gelişim, yükselme içindedir; bazen bir adım geri atar (alçalan dalga), sonra bir adım ileri atar (yükselen dalga); bu arada işçi sınıf da devrim yapacağı yerde dalganın iniş ve çıkışına göre “bir o yana bir bu yana” surfing yapar. Bütün toplum, kötü günleri (alçalan dalga) iyi günlerin (yükselen dalga) takip edeceğini bildiği için sabırla bekler!

Dalgaların başlangıç ve bitiş tarihlerinin Kotradieff’in tespit ettiği tarihlerle mutlaka çakışması gerekir diye bir sorun yoktur. Uygun bulduğunuz tarihlere göre uzun dalgalar oluşturabilirsiniz. Uzun dalgalar teorisi bu konuda oldukça demokratik ve liberaldir! 1848-1879, 1880-1893, 1894-1914, 1915-1939, 1940-1974 tarihlerine göre uzun dalgalar teorisin oluşturabileceğiniz gibi, 1820-1870, 1870-1913, 1913-1950, 1950-1973 ve 1973-1994 tarihine göre de uzun dalgalar teorisi oluşturabilirsiniz. İsterseniz Kondratieff’in bizzat düzelttiği yeni versiyonunu esas alarak uzun dalga teorinizi 1790-1810/1817; 1810/1817-1844/1851;1844/1851-1870/1875; 1870/1875-1890/1896-1890-/186-1914/1920 tarihlerine göre de oluşturabilirsiniz. Şayet bu da sizi kesmiyorsa 1790-1840; 1840-1890; 1890-1940; 1940-1990; 1990 ve sonrası diyerek bir uzun dalga teorisi sahibi olabilirsiniz. Şayet bunu da beğenmezseniz E. Mandel’ın uzun dalgasına göre hareket edebilirsiniz: 18. yüzyıl sonundan 1823;1824’ten 1847; 1848’den 1873;1874’ten 1893;1894’ten 1913;1914’ten 1939;1940-45 ya da 1940-1948’den (ülkelere bağlı olarak) 1966.
Buna da razı değilseniz, soruna daha uzun vadeli bakıp, 100, 200, 300 yılık süreçler bazında çözüm getirmeye çalışabilirsiniz. Bu konuda size, Örneğin, AB'nin veya genel anlamda emperyalist burjuvazinin akıl hocalığına soyunmuş olan „çiçeği burnunda“ „Think-tanks LEAP / Europe 2020“ yardımcı olabilir:
„Her iki yüz veya üç yüz yılda bir gerçekleşen bir altüst oluş döneminden geçtiğimizi göstermek için üç örnek vermek istiyoruz“ (Bkz.: GEAB'ın 18 Mayıs 2009 tarihli basın açıklaması). Bu da olmaz diyorsanız Paul Drucker yardımcı olabilir: Bu bay “Post- Kapitalist Toplum” adlı kitabında aslında büyük dönüşümlerin, altüst oluşların Kondratieff ve başkaca uzun dalgacıların savunduğu gibi her 50 senede bir değil 13. yüzyıldan itibaren her 200-300 yılda bir gerçekleştiğini ve yaşanan süreç itibariyle Batı ekonomilerinin böyle büyük bir dönüşüm/altüst oluş döneminden geçtiğini kanıtlamaya çalışıyor. Olmaz diyorsanız, geriye başvurulabilecek tek adres kalıyor: Nostradamus!

Türkiye bakımından uzun dalgalar teorisi:
25.04.2009 tarihli Radikal gazetesinde Dr. Bahadır Kaleağası’nın „Kondratieff dalgaları: Kapitalizmde yeni başlangıç mı?” başlıklı bir makalesi yayımlanır. Yazıda oldukça ayrıntılı bir dalga takvimine de yer verilir. Tamamen biçimsel bir takvim. Yazar, Kondratieff’in dalgalarını başlattığı tarihi Osmanlı tarihine yapıştırır.


Yazara göre:
„1. İlkbahar/Enflasyonlu Yavaş Büyüme (Ortalama 14 yıl): Bir evvelki kriz dönemi sonrasında sağlıklı mali yapılara kavuşmuş olan hanehalkı ve şirket gelirlerinin büyüdüğü, tasarruf ve yatırımların arttığı bir dönem ortaya çıkmaktadır. Hızlı toplumsal bir değişime tanık olunur.
2. Yaz/Enflasyonlu Hızlı Büyüme (Ortalama 12 yıl): Bu dönemde potansiyel büyümenin sınırlarına ulaşılır, kaynak kıtlıkları kendini gösterir ve rekabet ortamı sertleşir. Borçlanma hızlanır. Enflasyon ve gelir dağılımdaki bozulma toplumsal uzlaşmayı zorlar. Uluslararası gerginlikler artar.3. Sonbahar/Deflasyonlu Yavaş Küçülme (Ortalama 12 yıl): Hanehalkının tüketim kalıpları oturur ve pazarlarda daralma başlar. Borçlanma hızlanır. Yatırım ve tasarruflar geriler. Küçülme işaretleri bir dizi sektörde ortaya çıkmaya başlar. Şirketler, yeni pazar, yeni ürün ve inovasyon arayışlarına girerler. Toplumsal uzlaşma bozulmaya başlar. Devrimler ve rejim değişiklikleri gündeme gelir.4. Kış/Deflasyonlu Hızlı Küçülme (Depresyon) (Ortalama 16 yıl): Küçülme şiddetli krizlerle kendini gösterir. İlkbahar-yaz dönemindeki büyümenin yarattığı kurulu yatırımlar değer yitirirler. Servet çözülmeleri başlar, tasarruflar artar ve borçlanma oranları geriler. Toplumda, kriz ortamına soyut (dinsel, milliyetçi) açıklamalar artar, toplumsal çelişkiler keskinleşir“.

Bu arada Kondratieff dalgalarını eleştirenlere atıfta bulunmayı da unutmaz:
„Devresel teoriyi önemsemeyen, piyasa ekonomisinin sadece fiyat mekanizması ile dengelendiğini savunan, krizlerin dış müdahaleler nedeniyle oluştuğunu düşünen iktisatçılar için, iç dinamik kaynaklı olduğu düşünülen her devresel hareket gibi ‘Kondratieff Dalgaları’da ‘deli saçması’dır. Şüphesiz, küresel devrelerin gelişimine, her ülke için, erken-geç uyum nedeniyle, doyurucu açıklamalar getirilemez, ama anahatları itibarıyla açıklayıcı gücü kuvvetlidir“.

Bundan dolayı olsa gerek; yani Kondratieff dalgaları „ana hatları itibarıyla açıklayıcı gücü kuvvetli“ olduğu için yazar bu dalgaları Osmanlı-Türkiye tarihine uygulayarak geleceğimizi şimdiden söylemeye çalışır:
„Türkiye’de iktisat ve siyaset
Kondratieff dalgalarının küresel olduğu tezinden hareketle, artık dört adedi yaşanmış farzedebileceğimiz bu döngülerin Türkiye için ayrıntılı istatistiksel araştırması özgün bir bilimsel araştırmaya konu oluşturabilir… Kabaca 2011-2065 dönemini kapsayacak 5. Kondratieff Dalgası (K5) için bazı yorumlarda da bulunabiliriz. İlk 4 dalganın (K1, K2, K3, K4) küresel üretim dalgalanmalarını veri alarak, çok kısa başlıklar itibariyle dönemlerine damgasını vuran ülke yöneticilerimizi ve hamiliğini yaptıkları reformları ve(ya) rejimlerin niteliğini hatırlayalım:
K1: (1784-1844): Birinci devre, Osmanlı İmparatorluğu sırasında III. Selim (Nizam-ı Cedit) ve II Mahmut (Kamu Yönetim Reformu) ile geçiliyor. K2: (1845-1896): İkinci devreye damgasını vuran Osmanlı yöneticileri, I. Abdülmecit (1839 Tanzimat Fermanı), I. Abdülaziz (Mısır ve Avrupa gezileriyle dışpolitika açılımları), II. Abdülhamit (ordu reformu, eğitim reformu, demiryolları, karayolları, telgraf) olmaktadır. K3: (1897-1949): Üçüncü devrede, İttihat Terakki Cemiyeti (ITC) İktidarı (1908, II. Meşrutiyet), Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimi, 1929 kriziyle mücadele açısından İnönü’nün devletçilik uygulamaları tarihimize yön vermiştir. K4: (1950-2011): Dördüncü devre, Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan grubu siyasetçilerle tek parti veya koalisyon iktidarlarıyla geçilmiştir. Tarihsel olarak bize yakın olan bu dönemin özellikleri herkesçe malumdur.
1784-2011 döneminde 230 yıl sürecek olan dört Kondratieff dalgasının iç dinamiğinin damgasını vurduğu belirli siyasetçi tanımlarını da ortaya çıkarmaktadır. Siyasi rejimin ‘mutlakiyet’ olduğu dönemde bazı Osmanlı yöneticileri birden fazla mevsim sırasında iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Mevsimler değiştikçe sadrazamlar da değişmiştir. Ayrıca ‘demokratik’ rejim altında, siyasetçinin iktidar süresi, dalganın bölümlenme tarihlerine denk gelmese bile mevsime hakim politikaların çeşitli koalisyon hükümet yöneticileri tarafından da benimsendiğini varsaymak ve bu mantıkla aşağıdaki gruplamaları yapmak mümkündür:
*Büyüme sürecinin hızına kendisini kaptıran ve toplumsal dinamikleri zorlayan ilkbahar dönemi siyasetçileri (III. Selim, I. Abdülmecit, İttihat Terakki, Menderes)
*Büyüme sürecini kontrol altında tutmaya çalışan ve toplumsal uzlaşma arayışı içinde olan yaz dönemi siyasetçileri (III. Selim, I. Abdülmecit, İttihat Terakki, Demirel),
* Dinamiği kaybolan büyüme sürecini tekrar başlatmak için devrim veya devrimci reformlar yapan ve topluma çağ atlatmaya çalışan sonbahar dönemi siyasetçileri (II. Mahmut, I. Abdülaziz, Atatürk, Özal)
* Büyümeyi kriz ortamında sürdürmeye çalışan ve toplumsal çelişkileri bastırmaya çalışan kış dönemi siyasetçileri (II. Mahmut, II. Abdülhamit, İnönü, Erdoğan)“.
Demek ki, padişahların, vezirlerin, Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların karakterini, „devrimci“, karşıdevrimci, muhafazakâr, reformist olup olmadıklarını; örneğin reformcu olanların ne zaman devletin başına geçeceklerini Kondratieff dalgaları belirliyor. Tabii 1858 Arazi Kanunnamesi’nin neden o tarihli olduğunu ve başka tarihli olmadığını da Kondratieff dalgaları belirliyor.
İsterseniz Kondratieff dalgalarını inceleyerek şu veya bu padişah, vezir, Cumhurbaşkanı, Başbakan hakkındaki eleştirilerin doğru olup olmadığını da tespit edebilirsiniz. Hangi mevsimde iktidar olduğunu söyle, nasıl bir devlet adamı olduğunu söyleyeyim!
Aslında Türkiye’de darbe falan olmayacaktı, ama Kondratieff dalgaları darbeli düzenlerin gerekli olduğuna işaret ettiği için darbeler olmuştur!
Dördüncü dalganın ilkbahar dönemi olmasaydı (Menderes), dördüncü dalganın yaz dönemi gelmez ve Demirel de iktidar olamazdı. Dördüncü dalganın sonbaharında Özal iktidar olduğu için aynı dalganın kış döneminde Erdoğan iktidara gelmiştir!
Aslında seçimlere de gerek yok. Nasıl olsa Kondratieff dalgaları kimin iktidara ne zaman geleceğini belirliyor!
Demek ki, insanlık tarihi teoriye göre gelişiyor! En azından Osmanlı devleti ve Türkiye açısından kimin hangi mevsimde padişah, vezir, Cumhurbaşkanı, Başbakan olacağı veya hangi mevsimde bu görevlerden uzaklaştırılacakları Kondratieff dalgalarında yazılı. O zaman bir şey yapmaya gerek yok. Bütün sorun Kondratieff dalgalarını iyi, ama çok iyi okumaktan ve yorumlamaktan ibarettir. Bu dalgalara bakarak Türkiye’nin yazgısını, diyelim ki 2050 veya 2100’de nelerle karşı karşıya kalacağını daha bugünden tespit edebiliriz.

Uzun dalgalar teorisinin kapitalizmin içsel yapısıyla, çelişkileriyle; yasalarıyla ilişkisinin olmadığını, salt dış faktörlere göre belirlendiğini göstermesi bakımından yazar tamamen haklı. Takvime bir daha bakalım: Kapitalist üretimle, sermaye hareketinin, konjonktürün seyri ve çelişkileriyle hiç bir ilişkisi yok. Yazar „Her dalga, genel olarak kapitalizmi daha yüksek refah ve gelişmişlik düzeyine taşımaktadır“ dediğine göre o dönemin Osmanlı toplumunu da kapitalist bir toplum olarak kabul ediyordur. Herhalde!
Bunun ötesinde yazar bu teorinin bu gün neden güncel olduğu konusunda da doğru söylüyor: „Rus iktisatçı Kondratieff’in bugünlerde yeniden gündeme gelmesindeki neden ise, içinde yaşadığımız 2008-2009 krizi ve sonuçlarının 2011’e kadar sürüp ‘Dördüncü Kondratieff Dalgası’nı nihayete erdireceği konusundaki yaygın kanıdır“.
İşte kadercilik bu: Umudunu kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisine bağlayanları hatırlayalım. Sınıf mücadelesinde umudunu kesenler, en kısa yoldan kapitalizmi çökertmenin yollarını aradılar. Bu unsurların bir kısmı kapitalizme 20-25 senelik bir ömür biçti, bir kısmı Mart 2009’da çökertti, bir kısmı daha ne kadar devam edebilir ki, sıkın dişinizi dedi. Umutsuzlar dünyasının bu unsurları kaderciliğe bel bağlıyor; başka bir gücün bu işi yapacağına inanıyor. Şüphesiz, „uzun dalgalar“ teorisi kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabı üzerine kurulmamıştır, kapitalizmin ebediyen var olacağı üzerine kurulmuştur. Yukarıdaki sözleriyle Dr. Bahadır Kaleağası bunu çok güzel anlatıyor. “İçinde yaşadığımız 2008-2009 krizi ve sonuçları 2011’e kadar sürüp ‘Dördüncü Kondratieff Dalgası’nı nihayete erdireceği konusunda kanı yaygın”mış. Yani burjuvazi ekonomik krizle baş edemiyor ve umudunu teoriye bağlıyor.

Kondratieff dalgalarıyla geleceği okuyabilirsiniz:
Yukarıda demiştik, ama aslında Nostradamus’a da gerek yok. Uzun dalgalar üzerine tarihi yapıştırıp, kimin ne olduğunu ve ileride ne ile karşı karşıya kalınacağını okuyabilirsiniz. Bize bunu önderen yazar şöyle devam ediyor:
“Türkiye ve K5: 2011-2065
İlk 25 yıllık ilkbahar-yaz genişleme döneminde (2011-2036) yüksek oranlı büyümenin yakalanması ve Türkiye’nin 5. Kondratieff Dalgası’na uyumu amacıyla küresel rekabet gücünü artırarak azami refah payı elde etmesi açısından aşağıdaki hedeflere odaklanılması gerekir.
*Bireysel ve kollektif özgürlüklerin yasal güvencelerinin geliştirilerek demokratik siyasi alternatif yoluyla iktidar değişiminin olağanlaşması,
* Yeni dalganın sektörlerine yatırım, (bilgisayar ve iletişim, nano-bio, nükleer, çevre, enerji, eğitim, savunma, madde mühendisliği, robot, uzay ve havacılık)
*Dışa açıklık oranının yüzde 30’dan yüzde 40’a çıkması ve küresel pazarlarda ülke payının artırılması,
*Yatırım ve tasarruf oranlarının yükselmesini sağlamak için mali sistemin derinleşmesi, (emeklilik fonları, sigorta şirketleri gibi kurumsal yatırımcıları geliştirerek tasarruf artırıcı önlemler)
*Uluslararası rekabet gücünü artırmak açısından eğitim, girişimcilik ve inovasyonun teşviki,
*AB’ye tam üyelik sürecinin 1 Ocak 2014’de tamamlanması,
*AB Euro bölgesine 1 Ocak 2018’de girilmesi.
Türkiye’nin, demokrasi ve refah toplumunu bir adım ileriye taşıması açısından, uluslararası entegrasyona devam ederek, özellikle AB ile müzakere konumuyla ulaştığı yeri koruması ve daha ileri götürebilmesi gerekiyor. Bu doğrultuda 2011-2065 döneminde 5. Kondratieff dalgasının dört mevsiminin objektif şartlarını iyi değerlendirecek dört adet yaratıcı siyasetçiye ihtiyacımız olacak. Ülkemizin bu siyasetleri ve siyasetçileri üretmesi şart“.

Kondratieff dalgaları böyle emrettiğine göre öyle hareket etmek gerekir!
Ne diyeyim, kılavuzu Kondratieff olanın burnu kadercilikten çıkmaz!
*
Başka bir dalgacı da Akayev'dir. Kırgızistan'ın eski Cumhurbaşkanı Askar Akayev, Türkiye-Avrasya İş Konseyleri’nin 19 Haziran günü düzenlediği, “Dünyadaki Değişimler Işığı Altında Avrasya Nereye Gidiyor?” panelinde yaptığı konuşmada kapitalist ekonomide her yüz yıllık dönemde yaklaşık iki kez ortaya çıkan, uzun dönemli ekonomik gelişme döngülerininden; son iki asırlık dönemde dünya ekonomisinde Kondratyev’in yaklaşımına uymayan hiçbir gelişme olmadığından ve 2008 yılındaki gelişmelerin de bu çerçevenin dışına çıkmadığından bahsetti.