deneme

6 Aralık 2004 Pazartesi

AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN ASKERİ YAYILMACILIĞININ BOYUTLARI

Amerikan emperyalizminin dünya çapında mevcut saldırı üsleri ve yenlerini kurmaya çalışması, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşme boyutlarını göstermektedir.

İstanbul’daki zirvenin de gösterdiği gibi Amerikan militarizmi güdümünde NATO, yayılmacılık politikasını derinleştirmektedir. Kafkaslar, Orta Asya, „Büyük Ortadoğu Projesi“ adı altında Kuzey Afrika ve Orta Doğu, Amerikan emperyalizminin önümüzdeki dönemde ağırlık verdiği alanları oluşturmaktadır. NATO, Afganistan’da resmen ve Irak’ta da fiilen (26 NATO üyesinden 16’sı bu işgale katılmıştır)Amerikan emperyalizminin çıkarları için savaşmakta.
Afganistan ve Irak, enerji kaynağı ve nakliyat güzergâhı olmanın ötesinde, Amerikan emperyalizminin bundan sonraki savaşlarını yürütmesinde belirleyici önemi olan üs konumundalar. ABD, savaş alanlarını genişletmek, önce Pakistan’da başlayarak Suriye’yi, İran’ı ve muhtemelen Özbekistan’ı savaş alanlarına çevirmek için Afganistan’ı ve Ortadoğu’yu en uygun üs olarak kullanma niyetindedir.

Sadece bu bölgelerdeki savaş planları için değil, 21. yüzyılda dünya hâkimiyetini sürdürmek için Amerikan emperyalizmi, dünyadaki bütün üslerini yeniden yapılandırmaya başlamıştır. Esas amaç, silahlı güçlerin en kısa zamanda savaşa sokulabilir hale getirilmesidir. Savaşların tarihi, üslerin, öncelikle hâkimiyet alanını belirlemek ve bu alanda istikrarı sağlamak için kullanıldıklarını göstermektedir. Ama teknolojik gelişme ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra askeri açıdan rakipsiz büyük güç olan Amerikan emperyalizmi, mevcut ve potansiyel rakiplerinin kendisiyle boy ölçüşecek duruma gelmeden dünya hâkimiyetini kurmak için üslerini, müdahale savaşları için; güçlerini en kısa zamanda bir noktadan; bir müdahale alanından diğerine kaydırmak için, en azami kullanmak için yeniden yapılandırmaya başlamıştır.
Çok asker ve teçhizatın bulunduğu büyük üslerin yerine ihtiyaç duyulduğunda kısa zamanda inşa edilen ve kısa zamanda da sökülen ve az sayıda askerin konuşlandırıldığı ileriye dönük hareket üsler almaya başlamıştır.

Üslerin yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan başka nedenler de var: Önce sosyalist dünyayı, sonra da revizyonist dünyayı çevreleme stratejisinin doğrudan bir sonucu olarak Amerikan ve dolayısıyla NATO üsleri, SB’ne yönelik yapılandırılmışlardı ve Almanya, Japonya, Güney Kore, Türkiye gibi soğuk savaş döneminin cephe ülkelerinde kurulmuşlardı. Yani SB’nin sınırlarına yakın bölgelerde. SB’nin dağılmasından sonra durum tamamen değişti.

Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası çıkarları gereği yeni üsler, Rusya’yı çevreleyen ülkelerde ve enerji kaynağı olan bölgelerde, örneğin Ortadoğu’da kuruluyorlar. Buna ek olarak Amerikan emperyalizmi Batı Afrika’da da üsler kurmakta. Burada ABD’nin şimdiye kadar üssü yoktu. Petrol nedeniyle bu bölgenin önemi ABD açısında giderek artmaktadır. ABD, petrol ihtiyacının (ithalatının) yüzde 15’ini bu bölgeden karşılamaktadır.

Üslerin yeniden yapılandırılmasının diğer önemli bir nedeni de esnekliktir. Amerikan emperyalizmi, askeri hareket yeteneğini artırmayı ve duruma göre değişen ittifak oluşumlarına dayanmayı hedeflemektedir. Bu nedenle değişkenlik, her bir duruma uyum sağlamak esas alınmaktadır. Mevcut durumda Amerikan emperyalizmi, geleneksel ittifak sistemiyle nispeten az sayıda ortaklarla beraber hareket etmeye ve bu nedenle de uzlaşmaya zorlanmaktadır. Amerikan emperyalizmi bu dururumu aşmak ve farklı alternatifler kullanmak niyetindedir. Yani bir müttefiki, ülkedeki üssü kapatırsa, başka bir müttefikinin sunacağı üs olanağını değerlendirmek için müttefik sayısını çoğaltmak istemektedir.
Uzun vadeli bakıldığında Amerikan emperyalizmi, yeni üs ve müttefik kazanma politikasıyla üslerinin sayısını artırma, askeri hareket yeteneğini geliştirme ve aynı zamanda üs masraflarını azaltma olanaklarına sahip olacaktır.

Amerikan üsleri:

Ortadoğu:
Resmi açıklamalara göre Amerikan emperyalizmi, 2001’den bu yana Suudi Arabistan’daki askeri güçlerinin önemli bir kısmını geri çekti. Neden olarak da bu ülkedeki rejimin meşruluk sıkıntısı gösterildi. Ama her şeye rağmen Amerikan militarizminin Suudi Arabistan’da kapsamlı üs sistemi, tamamen Amerikan çıkarlarına göre inşa edilmiştir ve hala bu ülke tarafından kullanılmaktadır. ABD’nin S. Arabistan’dan askerlerinin belli bir bölümünü geri çekmesi, bölgedeki gücünde bir gerileme anlamına gelmez. Çünkü bir taraftan bu ülkeden asker çekilirken, diğer taraftan da Kuveyt, Bahrain, Birleşik Emirlikler, Oman ve Katar gibi ülkelerde yeni üsler kurmuştur. Bu ülkelerin hepsi Amerikan emperyalizminin saldırı hedeflerinin dibindedir

Doğu Avrupa:
Amerikan emperyalizmi Almanya’daki askeri güçlerini azaltıyor. Ama aynı zamanda Doğu ve Orta Avrupa’daki yeni NATO üyesi ülkelerindeki askeri güçlerini takviye ediyor. Özellikle Romanya ve Bulgaristan’daki askeri varlığını kapsamlaştırmayı hedefliyor. Bu her iki ülke, son bir kaç seneden bu yana Amerikan askeri güçlerine üsler sunmuşlardı. Örneğin Amerikan hava güçleri Bulgaristan’da Sarafevo Hava Üssünü ve Burgaz limanını ve Romanya’da da Michail Kogalniceanu askeri üssünü ve Köstence limanını kullanabiliyorlar.
Amerikan haydutlarının Irak’a saldırdıkları dönemde, Mart 2003’te bu üsler nakliyat ve askerlerin konaklaması bakımından önemli bir rol oynamışlardı.
Amerikan emperyalizmi, Macar hava üssü Taszar’ı da kullanmaktadır. Bu üs 1995’te Yugoslavya iç savaşına müdahale için kullanılmıştı.
Amerikan emperyalizmi Doğu Avrupa ülkelerini askeri tatbikatlar için de kullanmaktadır.

Orta Asya:
Yugoslavya savaşına müdahale, Amerikan emperyalizmine çevre ülkelerdeki askeri üsleri kullanma olanağı sağlamıştı. Aynı şekilde Afganistan savaşı vesilesiyle Amerikan emperyalizmi, Orta Asya ülkelerindeki askeri üsleri kullanmaya başladı ve bu ülkelerle bir dizi anlaşmalar yaptı. Böylece ABD, Rusya’nın güney sınırlarına ve Çin’in de batı sınırlarına sızarak 1990 öncesinde hayal edemeyeceği stratejik alanlara yerleşti.

Başkent Bişkek’in (Kırgızistan) yakınında bulunan Manas havaalanı Afganistan savaşında sevkiyat için kullanıldı. Bu havaalanı, ABD dışında savaşa katılan diğer NATO ülkeleri için de açık. Havaalanını 3000 askerin konuşlanacağı (havaalanında sürekli konuşlanmış asker sayısı şimdilerde 1200) ve 40 büyük savaş ve nakliyat uşağının inip kalkacağı şekilde genişletilmesi düşünülmektedir.
Amerikan militarizminin bölgedeki başka olanakları göz önüne getirilirse Manas havaalanının Afganistan savaşı için genişletilmesi pek inandırıcı değil. Açık ki bu havaalanı başka amaçlar için kullanılacak: Bölge ülkelerinde Amerikan çıkarlarına ters düşen gelişmelere, Çin ve Rusya’ya karşı bu üs, bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.

ABD’nin Orta Asya’daki en önemli müttefiki Özbekistan’dır. Bu ülkenin Canabad hava üssünde 1000 ila 1500 Amerikan askeri konuşlanmış durumdadır. Tacikistan da ABD’ye askeri üs sunmuştur. Ama teknik ve kapasite nedeniyle bu teklif değerlendirilmemiştir. Bunu ötesinde ABD’nin Afganistan ve Pakistan’da çok sayıda üssü vardır.

Afrika:
Amerikan emperyalizminin Afrika’daki askeri varlığı şimdiye kadar görece zayıftı. İstisnai durumu Somali yenilgisi dönemi (’90’lı yılların ilk yarısı) oluşturur. Sadece Kenya ile yapılan bir anlaşmaya göre ABD, 1980’den bu yana Mombasa limanını ve iki hava üssünü kullanma hakkına sahiptir.
11 Eylül 2001’den sonra ABD, yaklaşık 2000 askeriyle Kuzeydoğu Afrika’ya (Çibuti) yerleşti. Çibuti, coğrafi bakımdan kuzeyi (Yemen) ve güneyi (Somali) kontrol etmek ve gerektiğinde müdahale etmek için ideal bir yer. Bu küçük ülkede Fransa’nın sömürgecilik döneminden kalma askeri üssü var.

ABD’nin Çibuti’deki üssü, „terörizme karşı mücadele“ adı altında bütün bölgeyi kontrol etmek için kuruldu. Bu üste birçok NATO üyesi ülkenin de birlikleri bulunmaktadır. Aynı zamanda CIA da bu ülkeyi bölgedeki faaliyetlerinde merkez üs olarak kullanmaktadır.

Amerikan emperyalizmi, Afrika’ya yerleşme stratejisinin bir sonucu olarak şimdi Batı Afrika’da üsler kurmaya çalışmakta. Bu bölgenin seçilmesi de petrol yataklarından dolayıdır. 10-12 üssün kurulacağından bahsedilmekte. Amerikan emperyalizminin Kuzeydoğu Afrika için de benzeri planları var.
Üslerin „Müslüman“ ülkelerde - Senegal, Mali, Moritanya, Nijerya, Çad, Gana, Fas, Tunus- kurulması düşünülmektedir.

Birkaç aydan beri, her biri yaklaşık 200 askerden oluşan Amerikan „Special Forces“ Birlikleri, „terörizme karşı mücadele“ adı altında Kuzeybatı Afrika’da faaliyet sürdürmekteler. ABD, bölgenin Moritanya, Çad, Nijerya, Mali gibi ülkeleriyle sıkı ve kapsamlı bir askeri işbirliği içinde. Bu işbirliğine „Pan Sahra-İnisiyatifi“ deniyor. Söz konusu Amerikan birlikleri bu inisiyatifi oluşturan ülkelerin askerlerini „terörizme karşı mücadele“ için eğitiyorlar. Fas, Cezayir ve Tunus ile de benzeri anlaşmalar yapıldı.

Doğu Asya:
Yaklaşık 100 bin Amerikan askeri Güney Kore ve Japonya’da konuşlandırılmış durumda. Bu güçlerin bir kısmının geri çekilmesi ve Guam adasındaki (Pasifik) ve Avustralya’daki üslerin güçlendirilesi düşünülüyor. ABD, Singapur ve Malezya’daki askeri varlığını da güçlendirmeyi düşünüyor. ABD, Vietnam’da da askeri üs kurmaya ve Filipinler’deki 1992’de kapatılan üslerinin yeniden açılması için çalışıyor.

Kafkasya:
Azerbaycan ve Ermenistan, Afganistan savaşından dolayı ABD’ye hava sahasını kullanma hakkını tanıdılar. ABD’nin Azerbaycan’da büyük bir askeri üs kuracağı söylentisi ne doğrulanıyor, ne de yalanlanıyor.
Amerikan emperyalizmi Kafkasya’daki konumunu güçlendirmek için Gürcistan ile ilişkilerini geliştirdi. Gürcü ordusunun seçkin birlikleri Amerikan subayları tarafından eğitilmektedir.

Amerikan üslerinin bölgelere göre dağılımı:
Zamanın Amerikan Başkanı Potsdam Konferansında (1945) üslerle ilgili olarak şöyle diyordu:
„Çıkarlarımızı tamamen korumak ve dünya barışı için zorunlu oldukları için askeri üslerimizi muhafaza etmeye devam edeceğiz. Askeri uzmanlarımızın görüşüne göre gerekli olursa başka üsler de kuracağız. Bunları, Birleşmiş Milletler Şartı ile uyumluluk içinde kuracağız“.

Amerikan askeri uzmanlarının görüşü, üslerin sayısının azaltılması gerektiği doğrultusunda olmuş olacak ki, soğuk savaş döneminde ABD üslerinin sayısı giderek azalmıştır.
Örneğin, 1947’den 1988’e Amerikan üslerinin sayısı, Avrupa, Kanada ve Kuzey Atlantik’te 1947’de 505; 1953’te 446; 1975’te 633 ve 1988’de de 627 idi. Pasifik ve Güneydoğu Asya’da 1947’de 343;1953’te 291; 1975’te 183 ve 1988’de de 121 idi. Amerika’nın Güney Amerika ve Karaiblerdeki üs sayısı 1947’de 113; 1953’te 61; 1975’te 40 ve 1988’de de 39 idi. Yakındoğu ve Afrika’daki üs sayısı da giderek azalmış ve 1947’de 74’ten 1988’de 7’ye düşmüştür. Güney Asya’daki üs sayısı 1947’de 103 idi. Sonraki dönemde bu bölgedeki üslerin hepsi kapatılmıştır. Toplam üs sayısı 1947’de 1139; 1953’te 815; 1975’te 865 ve 1988’de de 794 idi.

Bugün, daha doğrusu Revizyonist Bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra durum yeniden değişmiştir. Amerikan emperyalizmi, dünya hegemonyası jeopolitikasını gerçekleştirmek, mevcut ve potansiyel rakiplerini kıskaca almak, dünyanın neresinde olursa olsun kendi çıkarlarına ters düşen gelişmelere ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların, ezilen halkların ayaklanmalarına anında müdahale etmek için dünyanın gerekli gördüğü her yerinde yeni üsler kurmakta, eskilerini yenilemektedir.

Resmi açıklamaya göre Amerikan emperyalizminin 2003 yılı itibariyle yurt dışındaki askeri tesislerinin sayısı 700’ün üstünde. Bunlara Pasifik ve Karaiblerdeki denizaşırı topraklarındaki 96 tesis dâhil değil. Bazı üsler, istatistikte hiç yer almıyor. Bütün bunlar hesaba katıldığında ABD’nin yurt dışındaki askeri üs ve tesisi sayısı 1000 civarındadır.

Amerikan emperyalizminin, savaşılan ülkeler dışında (Afganistan ve Irak) yurt dışındaki asker sayısı 250 bin civarındadır. Amerikan emperyalizmi, dünyanın her yerinde asker bulundurmayı ve üs kurmayı „uluslararası terörizme karşı mücadele“ ile meşrulaştırmaktadır.

4 Aralık 2004 Cumartesi

UKRAYNA VE EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİLER


 
Ukrayna, yer altı kaynakları bakımından zengin bir ülkedir (kömür, demir, doğalgaz, petrol, manganez). Sanayi üretiminin GSMH’daki payı yüzde 40. Ukrayna, aynı zamanda stratejik önemi de olan bir ülke. ABD’nin ve AB’nin Avrasya ve Kafkasya planlarında önemli yeri olan bir ülke.
Zenginliğinden ve konumundan dolayı bu ülke üzerine Rusya, AB ve ABD arasında rekabet seçimler nedeniyle bir kez daha açığa çıkmıştır.

Ülkenin doğu ve batı diye ayrılması tarihi ile ilgilidir. Ülkenin batı kesimi 1918’de kadar Avusturya-Macaristan’a bağlıydı ve bu kesimde Ukraynaca konuşuluyor. Ülkenin doğu kesimi ise Ekim devrimi öncesinde Rusya’ya bağlıydı ve bu bölgede de Rusça konuşuluyor.

Son seçimler vesilesiyle Ukrayna’da siyasi tansiyon oldukça yükseldi. Seçimin yapıldığı 21 Kasımdan bu yana yığınlar ayakta. Sokakları ve alanları dolduran yığınlar, seçime sahtekarlık karıştırıldığı nedeniyle zaferini ilan eden Yanukoviç’i seçimlerin galibi olarak tanımıyorlar ve yeni seçim talep ediyorlar.

Gece-gündüz Kiev sokaklarını ve meydanlarını boşaltmayan yüzbinlerin oluşturduğu hareketin önderliği, bu eylemlerinde, Gürcistan’da Şeverdnaze dönemini kapatan „gül devrimi“ni ve S. Miloseviç’i deviren hareketi örnek alıyor. Zora baş vurmadan, yığınların yığın gücüyle değişimi sağlamak.

Gece-gündüz sokakları ve meydanları boş bırakmayan göstericiler, aslında demokratik haklar talep ediyorlar. Yüz binler, demokratik hakların elde edilmesi için mücadele ediyor. Ama adayların ve temsil ettikleri politikaların, halkın demokratik haklar için direnişiyle ilgisi yoktur. Kitlesel direnişi, her iki taraf kendi çıkarları için kullanmak istiyor; her iki başkan adayı, göstericilerin amaçlarını yansıtmıyor. Her iki aday da bürokratik elit tabakanın adamı. Her ikisi de talancı burjuvazinin adamı. Muhalefetin adayı Yuşçenko da Kuçma’nın bir yetiştirmesi. Kuçma gibi o da Doğu Ukrayna’nın ağır sanayi oligarşisisinin bir unsuru.

Yuşçenko, Amerikan emperyalizmine tabi olmayı savunduğu ve bağımlılık içinde sıkı bir işbirliğinden yana olduğu için Kuçma tarafından Başbakanlıktan alındı.
Milyonlarca emekçiyi ilgilendiren, Yuşçenko’dan ziyade seçim haklarıdır, demokratik haklardır.
Emekçi yığınların bu hareketi aynı zamanda mevcut iktidar ile hesaplaşmaktır. Yığınlar memnuniyetsizliklerini dile getiriyorlar, böyle yaşamaya devam etmeye niyetli olmadıklarını ifade ediyorlar.

AB ve Amerikan emperyalizmi, Ukrayna’da tam batıcı, kendi görüşlerine sıkıca bağlı bir hareket geliştirmek için yılardan beri uğraşıyorlar. Örneğin Batı Ukrayna’da faal olan milliyetçi parti „Ruş“, Kanada’da yaşayan Ukraynalılar tarafından destekleniyor. Tekellerin, Ford’un, Unilever’in, Soros’un veya Amerikan partilerinin desteklediği Amerikan veya batı örgütleri, seçimleri izlemek için gerekli maddi olanakları sağladılar. Batılı elçiler, muhalefetin kazandığını gösteren anketler yaptırdılar ve böylece seçim sonuçlarını etkilemeye çalıştılar.
Özellikle Amerikan yanlısı örgütler, neoliberal ağlar, Ukrayna’da yığınların protesto hareketini yönlendirmek için büyük çaba harcıyorlar. Önemli olan, Ukrayna’nın Amerikan politikası doğrultusunda hareket etmesinin sağlaması ve kapıların uluslararası sermayeye tamamen açılmasıdır.
Bu ülkedeki gelişmeleri yönlendirmeye çalışan çok sayıda örgüt içinde en aktif olanlardan birisi PORA’dır. PORA, OTPOR’un (2000) Sırbistan’daki “gönüllülerden oluşan ağların en başarılı aktivitelerini“ ve Gürcistan’da da KHMARA’nın (2003) tecrübelerini örnek aldığını ve bu örgütlerin danışmanlığından gurur duyduğunu gizlemiyor. PORA’nın amacı, Amerikan yanlılarına iktidar yolunun açılmasıdır.
PORA, 1999’da Ukrayna hükümet dışı örgütleri tarafından kurulan Freedom of Choice Coalition’ın bir parçasıdır. Bu örgüte 300’den fazla grup dahil. Kendi ifadelerine göre Amerikan, İngiliz ve Kanada elçilikleri, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın başkanlığındaki National Democratic Institute, Soros ve Amerikan hükümetinin desteklediği International Renaissance Foundation ve Eurasia Foundation, Dünya Bankası, OSZE ve başkaca kurumlar tarafından destekleniyor.
Kendi açıklamasına göre International Renaissance Foundation, 1990’dan bu yana Ukrayna’da çeşitli hükümet dışı örülerin inşası için 50 milyon dolardan fazla bir miktar harcamış ve her yıl da bu türden faaliyetleri 5 milyon dolar harcayarak destekliyor.
Sırp örgütü OTPOR, 2000 yılında Milesoviç’i deviren gösterileri örgütlemişti. Aynı yöntem Gürcistan’da da başarıyla uygulandı ve şimdi de Ukrayna’da uygulanıyor.

O zamanki adıyla (Bugünkü adı Yeniden İnşa ve Gelişme için Avrupa Bankası) Doğu Avrupa Bankası, ‚90’lı yılların başından beri Ukrayna’da faaliyet sürdürmekte. Bu banka, Avrupa tekellerinin Doğu Avrupa’ya yatırım yapmalarını teşvik ediyor. 1000’den fazla Alman işletmesi Ukrayna’da yerleşmiş durumda.

Rus emperyalizmi daha pervasız hareket etmekte. Putin, Yanukoviç adına seçim propagandası yaptı. Rus emperyalizminin esas amacı, Rus sanayi için önemli olan bu pazar üzerinde kontrolün sağlanması ve Ukrayna ile geleceğe dönük kalıcı ittifakın kurulmasıdır. Rus tekellerinin Ukrayna’da petrol ve doğalgaz boru hatları, sahip oldukları liman hakları var. Bu olanakların kaybedilmesi istenmiyor. Rus ve Ukrayna silah sanayileri iç içe geçmiş biçimde çalışıyorlar.

Uluslararası ilişkilerin ne denli gerginleştiği ve rekabetin ne denli keskinleştiği Ukrayna’da seçimler vesilesiyle bir kez daha açığa çıktı.
Ukrayna’daki bu mücadele burjuva basında demokrasi ve diktatörlük arasındaki bir çatışma; her iki taraf arasındaki çelişkilerin açığa çıkması olarak yansıtıldı. Yani bir tarafta otoriter olan, diktatörlük uygulayan bir hükümet ve bunun karşısında duran demokratik bir muhalefet var imajı uyandırıldı. Bu tanımlama gerçeği yansıtmıyor. Çünkü her iki tarafı temsil eden başkan adayları Yuşçenko ve Yanukoviç aynı sınıfın, aynı elit tabakanın üyeleridir. Bu sınıf, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ukrayna’nın zenginliklerini kendi aralarında paylaştı.

Yuşçenko, 1993-1999 arasında Ukrayna Merkez Bankası başkanıydı ve 1999-2001 (Nisana kadar) arasında ise şimdiki Başkan Kuçma’nın Başbakanıydı. Merkez Bankası Başkanı ve Başbakan olarak Yuşçenko, Ukrayna’da özelleştirmenin, ekonomide liberalizmin mimarı olarak tanınır. Onun bu adımlarının sonucu bugünkü sosyal ve ekonomik yıkımdır.
Ukrayna’da emekçi yığınlar yoksullaşırken, örneğin ayda ortalama 65 Euro ile yetinmek zorunda kalırken, zengin daha da zenginleşmiş, yeni kapitalistler ülkenin zenginliklerini talan etmişlerdir. Onların bütün sorunu imtiyazlı konumlarını nasıl koruyacaklarıdır: Rusya ile ittifak içinde mi, yoksa ABD ve AB ile sıkı işbirliği içinde mi? Sorunları bu.

Kuçma, 1994’te Başkan oldu ve bugüne kadar da hep uluslararası dengeleri gözeterek hareket etti. Bir taraftan Rusya ile sıkı ilişkiler kurmak ve devam ettirmek. Diğer taraftan da AB ve ABD ile sıkı ilişkiler kurmak ve devam ettirmek.
Gürcistan’da Şeverdnadze’nin Kasım 2003’te Amerikan eseri “gül devrimi” ile iktidardan uzaklaştırılmasından sonra Kuçma, Moskova’ya daha da yakınlaşmaya başladı. (Beklide sıranın kendisine gelmiş olduğunu düşünüyordu). Ama diğer taraftan da ABD ve AB’yi yumuşatmanın yollarını arıyordu. Bu nedenledir ki, AB ile çok sayıda anlaşma imzaladı. NATO’ya girmek için uğraştı, ama başarısız kaldı. ABD’ye yaranmak için Irak’a 1500 asker gönderdi.
Kuçma’nın cambazlığının artık yürümeyeceği bu seçim döneminde açığa çıktı. Ukrayna üzerine bir taraftan Rusya ve diğer taraftan da AB ve ABD arasındaki rekabetin keskinleştiği görüldü. Her iki taraf da seçimlere taraf oldular, resmen karıştılar.
Ukrayna’da Rusya’yı Yanukoviç ve ABD ve AB’yi de Yuşçenko temsil ediyorlar.
Amerikan emperyalizmi ve AB için, özellikle de Alma emperyalizmi için Ukrayna belli nedenlerden dolayı önemli:
Ukrayna, 50 milyonluk nüfusuyla önemli bir pazar alanı. Petrol ve doğal gaz nakliyatında önemli bir koridor. (Batı Avrupa’ya nakledilen Rus doğal gazının yüzde 80’i Ukrayna’dan geçmektedir) ve Kafkasya’ya yakınlığı ve Rusya’yı çevreleme bakımından önemli bir alan.

Putin, Ukrayna’daki gelişmelerin Rus çıkarlarına zarar vereceğinden endişe ediyor. Rus emperyalizmi, Baltık ülkelerinin AB’ye girmelerini engelleyemedi. Doğu Avrupa’yı NATO’ya kaptırdı. Amerikan emperyalizminin Orta Asya’ya girmesini engelleyemedi. Gürcistan’dan sonra Ukrayna’yı da kaybetmekle karşı karşıya. Bu nedenle geriye kalanı kaptırmamak için mücadele ediyor.

Önde gelen Amerikan jeopolitikacısı Z. Brzezinski, Ukrayna’nın Rus emperyalizmi açısından önemini şöyle anlatır:„Baltık devletleri ve Polonya olmaksızın Ukrayna üzerinde kontrolü elinde tutan bir Rusya, kendine güveni olan bir Avrasya İmparatorluğunun önderliğini amaçlayabilir. Ama 52 milyonluk Slav nüfusuyla Ukrayna olmaksızın Rusya’nın, Avrasya İmparatorluğu kurmak için her çabası onu, Slav olmayanlarla ulusal ve din motifli çelişkilere sürükler. Çeçen savaşı, bu türden gelişmelerin nasıl olacağını gösteriyor.“

Soğuk savaş döneminde olduğu gibi bir durum var. Bir taraftan Rusya, diğer tarafta ABD önderliğinde klasik batı dünyası. Buna şimdi bir de AB katıldı. Rusya, ABD ve AB Ukrayna’daki çıkarlarının ne denli önemli olduğunu gösteriyorlar.

Yanukoviç, SB’nin dağılmasından sonra Ukrayna ağır sanayine el koyan oligarşinin temsilcisidir. El konan zenginlik her türlü kriminel yöntemle savunulmaktadır. Putin’in adamı Yanukoviç, Donezk havzasındaki kömür ve çelik sanayine dayanıyor. Bu bölgedeki ağır sanayi oligarşisi, batının rekabetinden çekiniyor ve bu nedenle de Rusya ile sıkı işbirliğinden yana. Bu bölgede (Doğru Ukrayna’da) nüfusun büyük bir kısmı Rus’tur).

Klasik batı, Rusya’nın Ukrayna seçimlerine karışmasını normal bulmazken, kendi müdahalesini normal bulmaktadır. Batının adamı olan Yuşçenko, „Batıya açılım“dan, „reform sürecinin devamın“ndan bahsetmektedir. Yani ABD’den AB’den tekelci sermayenin taleplerini savunmaktadır; Batıya açılmak, ülkenin batı sermayesine tamamen açılması ve reform sürecini devam ettirmek de ekonomide libreleştirmeye ve özelleştirmeye devam demektir.
Yuşçenko, Batı Ukrayna’ya dayanıyor. Batı Ukrayna, Ukrayna milliyetçiliğinin merkezidir. Ülkenin bu bölgesi yüzünü Avrupa’ya çevirmiştir. ABD ve AB tarafında maddi olarak desteklenmekte ve bu ülkelerden gönderilmiş danışmanlar tarafından yönlendirilmektedir.

Yuşçenko tarafının savunduğu „demokrasi“nin nasıl bir demokrasi olduğunu Doğu ve Orta Avrupa’nın Polonya, Macaristan ve. ülkelerimdeki uygulamalardan tanıyoruz. Bu ülkelerdeki demokrasinin görevi, ülkeyi tamamen batı tekellerine peşkeş çekecek ve işçi sınıfının azami sömürüsünü sağlayacak partilerin seçimleri kazanmasının yolunu açmaktır.

Yığınların mücadelesi sonuç vermiş ve seçim sonuçlarının geçersiz olduğu Ukrayna Yüksek Mahkemesi tarafından açıklanmıştır. Seçimlerin ikinci turu 26 Aralıkta yapılacak.
Dışarıdan yönlendirme faaliyeti devam etmekte ve Ukrayna halkının demokratik haklar talebi emperyalistler arası rekabetin sürdürülmesi için kullanılmaktadır.

17 Kasım 2004 Çarşamba

GENERAL MOTORS VE OTOMOBİL PAZARI ÜZERİNE REKABET

Firmaların, dev tekellerin neden birleştikleri üzerine çok şey söylenebilir. Nihayetinde birleşmeler rekabetin sonucudur. Rekabetin de birçok yansıma biçimi vardır. Tekellerin karını sınırlandıran, yığınların alım gücüdür. Ekonomik büyümenin nispeten yavaş ilerlemesinden dolayı, üretim ve sürümün azami kar dürtüsünün gereklerine göre artmadığı bir süreçte kar elde eden bir tekel ne yapabilir? Elde ettiği karı, yatırıma dönüştürür. Ama karını yatırıma dönüştürmesi için yeterli talebin olması gerekir. Yeterli talebin olmadığı koşullarda tekel, üretimini arttırmak için yatırım yapmaz. Bunun yerine başka firmaları satın almaya çalışır. Böylece en güçlü olan tekeller, birleşmelerle birbirlerinin pazar payını satın almış olurlar. Demek ki, “gönüllü” veya gönülsüz birleşmelerin arka planında pazar payının satın alınması söz konusudur. Satın alınan tekelin pazar payı yüzde 5 ve satın alan tekelin pazar payı yüzde 7 ise, birleşmeden dolayı satın alan tekelin pazar payı yüzde 12’ye çıkar. Böylece, Lenin’in ifadesiyle “süper tekeller” arasındaki rekabet daha da keskinleşir.
General Motors’un Avrupa’daki işletmelerini kapatma veya küçültme girişimi bu türden gelişmelere/rekabete en son örneği teşkil eder…

General Motors’un Opel işletmesine saldırısı şimdilik geri püskürtüldü. Ama ilk fırsatta yeniden gündeme gelecektir. Bu olay, dünya otomobil sektöründe tekil, istisnai bir durumu ifade etmiyor…
Dünya otomobil sektöründe Avrupa otomobil pazarı, rekabetin en çetin sürdürüldüğü pazardır. 2003’te dünya otomobil üretiminin üçte biri (14,2 milyon otomobil) bu pazarda satıldı. Bu nedenle önde gelen bütün otomobil tekelleri bu pazarda en büyük payı kapmak için mücadele etmekteler. Bu pazarda en büyük payı elde etmek için Ford ve General Motors (GM) gibi Amerikan tekelleri on yılar öncesinde başka otomobil firmalarını devralarak, satın alarak pazar paylarını artırmışlardır.
Avrupa pazarında otomobil satışı 1999’da 15,1 milyonla rekor seviyesine ulaşmıştı. Sonraki yıllarda satılan otomobil sayısı sürekli gerilemiş ve 2003’te 14,2 milyona düşmüştür. Otomobil tekellerinin rasyonelleştirme programları uygulamaları sonucunda verimlilik sıçramalı olarak artmıştır. Ama aynı zamanda kitlesel kronik işsizlikten ve düşük ücretlerden dolayı yığınların alım gücünün gerilemesi, otomobil satışlarını da olumsuz etkilemiş ve satışlarda gerileme olmuştur. Bu durum, otomobil tekelleri arasındaki rekabetin daha da keskinleşmesini beraberinde getirmiştir.
Japon otomobil üreticilerinin yanı sıra Güney Koreli üreticiler de ucuz markalarıyla 1990’lı yıllarda Avrupa otomobil pazarında rekabete girişmişlerdir. Şimdilerde ise Çin otomobil tekeli SAIC, BMW ile kurduğu ortaklık vasıtasıyla Avrupa pazarlarında söz sahibi olmaya çalışmaktadır. Bütün bu gelişmeler bu pazardaki rekabetin ne denli çetin olduğunu göstermektedir.

Önce uluslararası otomobil tekellerinin durumunu birkaç veriyle gösterelim:
Otomobil sektörü, uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesinin nispeten en çok gelişmiş olduğu sektörlerden birsidir. Son 20-30 sene zarfında dünya çapında otomobil üreticilerinin sayısı yarı yarıya azalmıştır. ‘90’lı yıllardan bu yana bu sektörde de büyük tekeller birleşiyorlar veya birbirlerini devralıyorlar. Artık otomobil sektöründe tekeller arasında değil, tekel grupları arasında rekabet esas olmuştur.

Uluslararası otomobil sektöründe söz sahibi olan tekel grupları ve güç durumları( Bu veriler için bkz.: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 6 Temmuuz 1999):

1-ABD: General Motors (Opel, Vauxhall, Saab, Oldsmobile, Buick, Saturn, Chevrolet, GMC, Holden, Isuzu); Ford (Volvo- binek arabası-, Mazda, Jaguar, Aston Martin, Lincoln, Mercury).
2-Almanya: Daimler-Chrysler (Mercedes-Benz, Chrysler, Smart, Dodge, Jeep, Plymouth); BMW (Rover, Land Rover, Mini MG).VW (Audi, Skoda, Seat, Rolls Royce, Bentley, Lamborghini, Bugatti);Porsche
3- Fransa: Renault (Nisan, Fuji Heavy-Subarnu); PSA (Peugeot, Citroën).
4- İtalya: Fiat (Alfa Romeo, Ferrari, Maserati, Lancia).
5- Güney Kore: Hyundai (Samsung, Kia); Daewoo (Ssang Yong).
6-Japonya: Honda; Mitsubishi; Toyota (Daihatsu).
7- Malezya: Proton (Lotus).

Tabloda yer alan on süper tekelin verilen yıllarda dünyanın en güçlü 200 uluslararası tekeli cirosundaki payı yüzde 11,3 ve dünya üretimindeki payı da yüzde 3,1 idi.
En büyük 10 otomobil tekelinin üretim açısından durumu:



Otomobil üretiminde söz sahibi olan en güçlü on tekelin (General Motors/ ABD, Ford/ ABD, Toyota/ Japonya, Volkswagen/ Almanya, DaimlerChyrsler/ Almanya, PSA/ Fransa, Fiat/ İtalya, Nisan/Japonya, Renault Fransa /, Honda/ Japonya) konumu:

1980’den 2000’e sadece Ford’un yurt dışı üretimi, yüzde 54,9’dan yüzde 48,1’e düşüyor. 1980 yılı verileri belli olan diğer 5 tekelin yurt dışı üretiminin toplam üretim içindeki payı 2 ila 3 misli artıyor.
General Motors’un dünya otomobil üretimindeki payı 1980’de yüzde 19,2’den 2000’de yüzde 13,7’ye; Ford’un payı yüzde 12’den yüzde 10,3’e; Toyota’nın payı yüzde 10,9’dan yüzde 8,7’ye düşüyor. Volkswagen’in payı ise aynı dönemde yüzde 7,2’den yüzde 8’e çıkıyor.

Bu 10 tekelin toplam üretimi 1980’den 2000’e yüzde 26,9 oranında artarken, aynı dönemde dünya otomobil üretimi yüzde 67,3 oranında artıyor. Buna paralel olarak da bu 10 tekelin dünya üretimindeki toplam payı 1980’de yüzde 82,2’den 2000’de yüzde 75,8’e düşüyor.

Otomobil sektöründe uluslararasılaşmış sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci bütün hızıyla devam etmektedir. GM’un Avrupa’daki bir kısım işletmelerini kapatma planı otomobil tekelleri arasındaki rekabetin bir göstergesi olarak görülmelidir.
Bu çetin rekabette en çok kaybeden Fiat tekeli olmuştur. Bu tekelin pazar payı 1990’dan 2003’e yüzde 50 düşmüştür. GM’un pazar payı da 1993’te yüzde 13,2’den 2003’te yüzde 9,8’e gerilemiştir. Sadece DaimlerChrysler’in pazar payı yüzde 3,2’den yüzde 6,5’ çıkmıştır.
DaimlerChrysler ve BMW gibi lüks modellerin satışı, ekonomik krize rağmen artmıştır. Bunun ötesinde küçük ve ucuz otomobillerin de satışında artış olmuştur. Bu artış, Opel gibi daha ziyade orta tabakalara hitap eden otomobil üreticilerinin aleyhine olmuştur. Bu nedenden dolayıdır ki, 2001 yılında Opel’in 300 binden fazla bir otomobil kapasite fazlalığı doğmuştu.

Opel’in, kaybedilen pazar payını yeniden elde edeceği beklentisi gerçekleşmedi. Bu nedenden dolayıdır ki GM, Opel’in 350 bin otomobil kapasitesi fazlalığını yok etme kararı aldı. Bunun anlamı şudur: 350 bin otomobil üretmek için gerekli sabit sermaye (işletme) ve işgücü yok edilecektir. Binlerce işçinin sokağa atılması planının altında yatan budur.

Avrupa otomobil pazarında çetin rekabet fiyat indirimi üzerinden de sürdürülmektedir. Ortalama tenzilat yüzde 15 civarındadır. Otomobil tekelleri tenzilattan dolayı doğan kayıplarını telafi etmek için sömürüyü yoğunlaştırıyorlar. DaimlerChrysler, GM ve VW, yaklaşık aynı içerikli programlarla ücretleri yüzde 20 ila yüzde 30 oranlarında düşürüyorlar ve aynı zamanda işin verimliliğini de sıçramalı artırıyorlar. Örneğin GM, 1999-2003 arasında Avrupa’daki işletmelerinde çalışanların sayısını 91 binden 63 bine düşürmüştür. Yani 28 bin işçiyi sokağa atmıştır. Ama aynı dönemde çalışan başına ciro sadece beş senede 288 bin dolardan 436 bin dolara çıkmıştır. Yani işçin verimliliği yüzde 51,4 oranında artmıştır. Bunun adı, sömürünün yoğunlaştırılmasıdır.

GM’un Avrupa Başkanı Forster „Paris Otomobil Salonu“nda, „istediğim, ücret hesaplamasında yoğun bir indirimdir“ diyordu Eylül ayında. Forster, „Avrupa’da iş (gücü) masraflarının bu on yılın sonuna kadar yüzde 30 oranında düşürülmesini iyi bir hedef“ olarak görüyor.
Rekabet gücünü artırmak için otomobil tekelleri –diğer alandaki tekeller de- bir taraftan ücretleri düşürmeye çalışırlarken, diğer taraftan da işçileri kitlesel olarak sokağa atıyorlar. Tekelci sermayenin jargonunda buna „işletmenin reorganizasyonu“ deniyor.

“İşletmenin reorganizasyonu”, Opel grevi döneminde açıklandığı gibi, „yönetim hatası“ değil, GM’un uygulamaya çalıştığı uluslararası bir stratejidir: İşletmelerin kapatılması ve işçilerin yığınsal olarak sokağa atılmaları son dönemlerde „yönetim hatası“ olarak açıklanıyor. Yani işletme yönetimleri hata yaptıkları için işletmeler kapatılıyor ve işçiler sokağa atılıyor! Bu kavramı, tekel yöneticileri üretmediler. Ona yaşam verenler sendika patronlarıdır. Bu unsurlar, aslında kapitalizm yaşanabilir bir sistemdir, sömürü sistemi kabullenilebilir, krizler olmayabilir, ama işletme yönetimlerinin hatalarından dolayı böylesi durumlarla karşılaşıyoruz diyorlar ve bu anlayışı yayıyorlar. Sendika bürokratları, tekeller arası rekabeti ve sonuçlarını „yönetici hatası-yönetim hatası“ olarak açıklıyorlar.

GM’un Avrupa’daki işletmelerinin bir kısmını kapatma kararı, belirttiğimiz gibi, bu sektördeki çetin rekabetin doğrudan bire sonucudur. Revizyonist bloğun dağılmasından sonra Doğu ve Orta Avrupa, uluslararası tekeller için bir cennet oldu. Diğer sektörler gibi otomobil sektörü de üretimi, sistematik olarak bu bölgeye kaydırmaya başladı. Amaç oldukça açık: Düşük ücretlerden, en uygun nakliyat olanaklarından, nispeten eğitimli işgücünden yararlanmak. Polonya bu olanakları sunan en tipik ülkedir…

„Adam Opel A.Ş. Açısından AB’nin Doğu Genişlemesi“ başlıklı yazıda AB’nin „Doğu Genişlemesi“nin genel olarak otomobil sektörü ve özel olarak da Opel için ne denli sevindirici bir gelişme olduğu anlatılıyor.(Bkz.:Alman İktisat Enstitüsü Köln).
Diğer sektörlerdeki tekeller gibi Opel de Berlin duvarının yıkılmasından hemen sonra Doğuya yönelmek için harekete geçer. 1992’de Eisenach’da (Doğu Almanya) „yeni, oldukça modern, oldukça verimli çalışan bir işletme“ kurar. Opel, daha o zaman Batı Almanya’nın yuttuğu Doğu Almanya’daki düşük ücretlerden ve yüksek iş verimliliğinden yararlanır ve rakipleri karşısında avantajlı bir konum yakalar.

Yukarıda adı geçen yazıda amacın ne olduğu şöyle açıklanıyor: „Orta ve Doğu Avrupa bölgesine (girmek için attığımız) en önemli adımın nedeni 1996’da Polonya’da (Gleiwitz) yeni bir işletme kurma kararımızdır“. Opel, Gleiwitz’deki işletmeyi Eisenach’dakinden daha verimli görüyor: „Rakamlar her şeyi açıklıyor. Almanya’da bir saatlik iş, ortalama olarak 31 Euro, Fransa’da 21 Euro ve Almanya’nın başkentinden yaklaşık 80 km doğuda… Polonya’da sadece 5 Euro“…

Uluslararası tekeler, bu bölgelerde de sömürünün en alt sınırına ulaşılmadığını keşfetmekte geç kalmadılar. Bu nedenden dolayıdır ki otomobil tekelleri, uzun zamandan beri Çin ve Asya pazarlarına yerleşmeye başladılar. Ücretlerin düşüklüğü konusunda Polonya, Çin ve Asya pazarlarıyla rekabet edecek durumda değil. Sonuç: Tekeller, rekabette üstünlük elde etmek için geliyorlar, işletme kuruyorlar ve sonra başka yerlerde daha uygun rekabet koşulları görünce işletmeleri kapatıyorlar, işçileri yığınsal olarak sokağa atıp gidiyorlar.

GM’un Avrupa’daki 63 bin işyerinden 12 binini -10 bini Almanya’da- kapatma planı adeta bir şok etkisi yaptı. GM, Siemens, DaimlerChrysler, Volkswagen gibi tekellerin izinden gidiyor. Yapılmak istenen, tekelci sermayenin işyerlerine, ücretler ve sosyal haklara cepheden bir saldırısıydı…

Emperyalist küreselleşme ve onun doğrudan bir unsuru olan GM, tekelci sermayenin, azami karı ve uluslararası örgütlenmesi için uluslararası bütün olanakları kullanması önündeki bütün engellerin yıkılmasını istiyor. Opel işletmelerinin kapatılması planı, bu stratejinin sadece bir parçasıdır…

Emperyalist küreselleşme, neoliberalizm ve bütün bunların motoru olan uluslararası tekeller, azami kar için toplumsal yaşamı yıkıyorlar ve bu yıkımda yönetimlerin de desteğini alıyorlar. Örnek: Trollhätten şehrinde (İsveç) belediye, işçiler üç vardiya usulü çalışsın ve GM işletmesi 24 saat üretsin diye kreşleri, anaokullarını geceleri de açık tutma kararı alır. Önemli olan, GM’un üretiminin aksamamasıdır. Sadece bu tavır, toplumsal yaşamın azami kara ne denli tabi kılındığının boyutlarını göstermektedir…

Opel işçileri, dünyanın her tarafından destek aldılar. Hangi ülkeden, işletmeden olursa olsun işçiler, Opel’de çalışan sınıf kardeşlerini desteklediler. Bunun ötesinde Bochum ve çevre halkı da işçileri destekledi. Opel işçileri 6 gün boyunca GM yönetimine, Alman hükümetinin tavrına, sendikanın ihanetine, burjuva medyanın kopardığı yaygaraya karşı gelerek grevlerini sürdürdüler…

Devrimci bir önderliğin olmaması geri adım atmalarının en büyük nedenidir. İşçilerin geri adım atmasıyla birlikte işletme temsilciliği ve sendika, direnen işçilerin, dahası bütün Opel işçilerinin üstüne çullanmakta gecikmedi. Sendika yönetimi, tecrübesine dayanarak her türlü ihanet oyunlarını sergiledi. Konuşmak, görüşünü dile getirmek isteyenler susturuldu. Sendika ve işletme yönetimi, demokratik kuralları bir kenara iterek, GM ve Opel yönetiminin çıkarları doğrultusunda hareket etmekten geri kalmadı. Öyle ki, kararın alındığı toplantıda tartışma yasağı kondu. Önemli olan, „çatlak“ ses çıkmasının engellenmesiyi. Başarılı da oldular. Böylece sendika ve işletme temsilciliği yöneticileri korunmuş oldu…

Sendika (IG Metall) ve işletme temsilciliği, Opel grevini sabote ettiler. Opel grevi, bunların ufkunu aşıyordu ve işçi sınıfı tarafından örnek alınmasının engellenmesi gerekiyordu. Bu nedenden dolayı grevi sabote ettiler.
Opel grevi, uluslararası tekellere karşı grev hareketinin uluslararası örgütlenmesinin ne denli önemli olduğunu, bu örgütlenmenin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterdi.
Opel grevi, işçi sınıfının mücadele dinamiğinin ne denli canlı olduğunu, sınıfsal çıkarları için mücadeleye hazır olduğunu gösterdi.
Opel grevi, aynı zamanda siyasal önderliğin olmaması durumunda devrimci bir çıkışın nasıl yenilgiye uğratılabileceğini de gösterdi.
Opel grevi, düzeni korumaktan ve yaşanabilir yapmaya çalışmaktan öte bir amacı olmayan, işçi sınıfını kapitalist düzene bağlı tutmaya çalışan burjuva reformist sendikaların ihanetçi rolünü bir kez daha gösterdi.

16 Kasım 2004 Salı

EKONOMİ VE SOSYAL HAREKETLER

Almanya’da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, altı seneden bu yana, Sosyal Demokrat/Yeşiller hükümeti döneminde, daha önceki muhafazakâr Kohl hükümeti döneminde olduğundan daha yoğun neoliberal saldırılarla karşı karşıya kaldılar.

Doğu Almanya’da işsizlik ortalama yüzde 20. Bütün Almanya’da resmi verilere göre işsizlerin sayısı 5 milyon sınırına yaklaşıyor. Ama reel işsiz sayısı 8 milyon civarında.

Alman işçi sınıfının Bismarck döneminden bu yana mücadele sonucu elde ettiği sosyal haklar, en son Hartz-Yasalarıyla nerdeyse tamamen yok ediliyor. 40’ından ve 50’sinden sonra iş bulma olanağı hemen hiç yok. Genç kuşağın da eğitimine göre iş bulması bir hayal.

Tekeller, milyonlarca işçinin işsiz olmasının kendilerine sunduğu olanakları kullanıyorlar. Örneğin, Siemens, DaimlerChrysler, Karstadt-Quelle, Opel ve VW gibi büyük tekeller, ücret artırımı için mücadelenin önünü almak ve bunun ötesinde ücretleri düşürmek için, sokakta çok sayıda işsiz var demenin ötesinde, işten atma tehdidini savurdular ve gerekirse üretimi, işçi maliyet masrafının daha düşük olduğu ülkelere taşırız dediler.

Bu gelişmeye karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınların tepkisi büyüyor. Son bir-iki sene içinde gördüğümüz gibi Almanya’da da yığınlar, on binler ve yüz binler, neoliberal saldırılara karşı sokağa çıkıyorlar. Yığınlar toplumsal geriye gidişi, sosyal ve ekonomik haklarının yok edilmesini kabullenmiyorlar. Örneğin bu senenin Nisan ayında Almanya’da yarım milyona yakın işçi ve emekçi, sosyal ve ekonomik hakların gasp edilmesine karşı tepkilerini sokakta dile getirdi. Hartz IV-Yasasına karşı mücadele kitleselleşti. Keza General Motors’un Bochum’da (Opel) binlerce işçiyi sokağa atma planı en azından şimdilik geri püskürtüldü.

Şu veya bu ülkede hangi içerikte olursa olsun neoliberal saldırılar, sadece işçi sınıfını, sadece işçi sınıfının çalışan kesimini ilgilendirmiyor. Bu saldırılalar, çalışıyor olsun olmasın bütün işçi sınıfını ve bütün emekçi yığınları ilgilendiriyor. Bunun ötesinde neoliberal saldırılar, sadece, sınıf bilinçli işçiler sokağa dökmüyor. Burjuvazinin politikası, sınıf bilinçli-sınıf bilinçsiz işçi yığınlarını, sendikaların bütün engelleme çabalarına karşı sokağa döküyor. Bu saldırlar, geniş yığınlarda mücadele etmezsen ezilirsin duygusunu geliştiriyor.

1950-1970 dönemindeki “sosyal devlet” anlayışına; bu reform politikasına geri dönüş artık olası değildir. Çünkü emperyalist küreselleşme, Lenin’in deyimiyle “süper tekeller”in bir propaganda manevrası değildir. Emperyalist küreselleşmenin; sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesinin ve taleplerinin boyutları ve derinliği “sosyal devlet” anlayışını dışlamaktadır.

Devlete çağrı yapmanın ve “bizim devletimizsin, bizi korumalısın” demenin de hiçbir anlamı yok. Olsaydı devlet, tekellerin çıkarlarını ifade eden neoliberal politikaların uygulanmasına karşı olurdu. Soruna hangi açıdan bakarsak bakalım, neoliberalizm, uyuyan yığınları, sosyal demokrasiye güvelenenleri de uyandırmaktadır.

Revizyonizmin ve sosyal reformların babası E. Bernstein, sosyal reformu amaçlaştırmıştı. Bu, işçi sınıfının kapitalist düzene karşı mücadelesini; bu düzeni yıkma mücadelesini kapitalist düzeni kurtarma mücadelesine dönüştürmekten başka bir anlam taşımıyordu. Sosyal demokrasinin bu mücadelesinde başarısız kaldığı söylenemez. Ama bugün bu silah geri tepiyor. On yıllar boyunca sosyal reformlarla, “sosyal devlet”le uyuttukları işçi ve emekçi yığınlarını daha da uyutacak bir olanakları kalmadı. Sosyal demokratlar da neoliberalleştiler.
Neoliberalizm ve kitlesel kronik işsizlik olgusu, ekonomik kriz ve sınıf mücadelesi arasındaki bağın yeniden yorumlanmasını kaçınılmak kılmaktadır. Şüphesiz ki, ekonominin krizde olduğu dönemlerde işçiler kitlesel olarak sokağa atılırlar. Ama son 20-30 senenin tecrübesi göstermektedir ki, ekonomi krizde olmasa da işçiler, kitlesel olarak sokağa atılıyorlar.
Ekonomik kriz, aynı zamanda yoğun olarak sabit sermaye kıyımı/yok edilmesi demektir. Kapitalist, kriz döneminde sabit sermayesini, örneğin makinelerini, başkaca teçhizatlarını, fabrikasını yeniler. Bu, “eskiyen” makinelerin vs. atılması demektir. Atılanların yerine yenileri alınır. Ekonomik kriz, aynı zamanda devasa boyutlarda sabit sermaye yenilenmesi demektir, yatırım demektir. Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarına kadar sabit sermaye kıyımı ve yenilenmesi, genellikle ekonomik kriz döneminde gerçekleştirilirdi. Bu nedenden dolayı da yoğun sabit sermaye kıyımı ve yenilenmesi, ekonomik kriz için, ekonominin seyri için bir kıstas olarak kabul edilirdi. Bugün bu, böyle bir kıstas olmaktan çıkmıştır. Çünkü dev adımlarla gelişen teknoloji, üretim araçlarının kullanım ömrünü kısaltmıştır. Rekabetini sürdürebilmek için tekeller, sürekli en yeni teknoloji kullanmak zorundadırlar. Böylece kapitalist, ekonomik devreviliğin sadece kriz aşamasında değil, hemen her aşamasında sabit sermaye yenilemesi yapmaktadır. Bu, işçilerin her dönem kitlesel olarak sokağa atılmaları anlamına gelir.

Demek oluyor ki, artık sadece ekonomik kriz dönemleri, işçi sınıfının mutlak ve görece fakirleştiği, genel olarak yoksulluğun yoğunlaştığı dönemler olmaktan çıkmıştır. Tabii bunu mutlaklaştırmamak gerekir. Ekonominin nispeten iyi gittiği, ücretlerin, mücadeleyle nispeten yükseltilmiş olduğu dönemlerde bu fakirleşme bir nebze frenlenir, ama günümüz koşullarında kitlesel kronik işsizliği ortadan kaldırma olanağı olmadığı için, işçi ve emekçi yığınların genel yoksullaşması devam eder.

Almanya’da gelişen işçi hareketinin ekonomik krizle bir ilgisi var mıdır? Alman ekonomisi krizde olmadığına göre böyle bir bağ da söz konusu olamaz. Şüphesiz Alman ekonomisi, burjuvazinin ve tekellerin beklentilerine tekabül edecek derecede büyümüyor. Ama ekonominin krizde olmadığı da bir gerçekliktir.

Marksist teoriye göre ekonominin devrevi hareketi ile devrimci hareketin devrevi gelişmesi arasında diyalektik bir bağ vardır. Ama bu, her koşul altında, her ekonomik kriz mutlaka devrimci bir duruma, devrime neden olur anlamına gelmez. Bu, mekanik bir anlayıştır. Devrimci mücadelenin, işçi hareketinin gelişmesini krize bağlayanlar ve devrim için krizi umut olarak görenler mutlaka vardır.
Birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da işçi ve emekçi yığınların kitlesel hareketi, mücadelesi söz konusudur. Yığınlar çeşitli nedenlerden dolayı sokağa dökülüyorlar. Onları sokağa döken nedenlerin bir kısmı daha önceleri ekonominin krizde olduğu dönemlerde söz konusu olan nedenlerdir. O nedenler bugün, ekonomik devreviliğin her aşamasında görülen sorunlar olmuştur. Örneğin Almanya’da ekonomi krizde olduğu için yığınsal mücadele gelişmiyor. Ekonomi krizde olduğu için Opel, VW, Siemens gibi tekeller işçileri kitlesel olarak sokağa atmaya kalkışmıyorlar. Ekonomi krizde olduğu için Alman tekelci burjuvazisi, hükümetine neoliberal politikalar uygulatmıyor; ekonomi krizde olduğu için sosyal haklar makaslanmıyor, Hartz-Yasalarıyla milyonlar daha da yoksulaştırılmıyor.
Alman tekelleri veya Alman tekelci sermayesi, dünya pazarlarında rekabet gücüne sahip olmak için yapılması gerekeni yapmaktadır. Bunun adı neoliberal politikaların uygulanmasıdır. Bu politikaların uygulanması ise sosyal, ekonomik kazanımların yok edilmesi, yığınların yoksullaştırılması vb.dir. Bu nedenle Almanya’da söz konusu kitlesel işçi eylemleri, ekonomik krizin beraberinde getirdiği sorunlardan kaynaklanan eylemler değildir. Bu anlamda da mevcut işçi eylemleriyle ekonomik krizin değil, neoliberal saldırıların ilişkisi vardır.

10 Ekim 2004 Pazar

YOKSULLAŞTIRMA PROGRAMI


 
Alman hükümeti, “vergi reformu”, “sosyal devletin yeniden yapılandırılması” “bakım sigortası”, “emeklilik sigortası”, “hastalık sigortası”, “işsizlik sigortası” adı altında çıkardığı yasalarla Alman işçi sınıfının mücadele sonucu elde etmiş olduğu sosyal ve ekonomik hakları kuşa çevirmektedir. Bu neoliberal saldırı karşısında Almanya’da da işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar susmadılar, bütün engellemelere rağmen, özellikle sendika yönetiminin engellemelerine rağmen dönem dönem, yüz binlerle ifade edilen eylemler gerçekleştirdiler. Bolluğun içinde yoksullaştırılmayı kabul etmeyeceklerini ifade ettiler.

Hangi ülkede olursa olsun neoliberal saldırılar, geniş emekçi yığınları yoksullaştırma programlarının uygulanmasıdır. Yoksulluk yasallaştırılmakta ve yasalarla korunmaktadır. Örneğin Almanya’da 1 Ocak 2005’ten itibaren Hartz IV-Yasası uygulamaya konacak. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar yasalarla şöyle yoksullaştırılacaklar:

1 Ocak 2005’te sosyal yardım ve işsizlik yardımı birleştiriliyor (Hartz IV).
Uygulama:
1- Yeni yasaya göre işsizlik parası, güncel sosyal yardım seviyesinin altına düşüyor. Çocuklu ailelerin durumu daha da kötüleşiyor.
2-Yeni yasaya göre işsizlik parası, doğrudan yoksulluğa götürüyor.
3-Yeni yasaya göre işsizlik parası sistemi, sosyal yardım sistemini anlamsızlaştırıyor.
4-Yeni yasaya göre işsizlik parası sistemi, ne pahasına olursa olsun çalışmayı zorunlu kılıyor. Gösterilen her işçi kabul etmek zorundasın, aksi taktirde işsizlik parası alamazsın deniyor.
Hartz IV ile Alman hükümeti, „teşvik etmeden talep etmeyi“ esas alıyor.
Hartz IV, çalışan işçilerle işsiz olanlar arasında ayrım yapıyor ve işçi sınıfının çalışan kesimiyle işsiz olan kesimini karşı karşıya getiriyor.

Değişen ne?
-İşsiz, kıskaç altına alınıyor:
-Yeni yasaya göre her işsiz ayda 345 Euro alacak. Ona bu miktarı vermemek veya yaşam koşullarını zorlamak için bir dizi kısıtlamalar getirilmektedir.
-İşsiz, mesleki niteliği göz önünde tutulmaksızın her türlü işi kabul etmeye ve işin olduğu yere gitmeye zorlanmaktadır.
-İşsizlik parası olarak verilen miktarın azlığı, bütün uzun dönem işsiz olanları, kronik işsizleri, kaçınılmaz olarak yoksulluğa itmektedir. Böylece yeni bir yoksulluk ve büyük şehirlerde yeni gettolaşma kaçınılmaz olmaktadır. Gençlerin, yardım almak için konan kurallara bir defaya mahsus olsa da uymamaları durumunda parasal yardımın yerini iaşe kartı ve eşya yardımı alacak.
-Kurallara uymayan işsizin yardım hakkı kesiliyor. Evsiz kalma durumu gündeme geliyor. En son durak, aşhaneler.
-Hartz-Yasalarıyla kronik işsizliğin yükü ailelerin sırtına yıkılıyor ve böylece çoktandır toplumsal bir sorun olan kitlesel kronik işsizlik, ailelerin sırtına yıkılarak “özel” sorun haline getiriliyor.

Almanya’da saat başına iş verimliliği 1991’den bugüne yüzde 24 ve üretim de yüzde 16 oranında artarken, harcanan iş saati de yüzde 7 oranında azalmıştır. Yani daha az sayıda işçi ile daha fazla üretim yapılıyor. 2003 yılında Alman ekonomisinde üretilen yeni değer miktarı 2,1 trilyon Euro. Buna rağmen, resmi tanımlamaya göre her on Almandan bir yoksul sayılıyor.

Dünyanın en “zengin” ülkelerinden birsi olan Almanya’da hükümet, tasarruftan bahsediyor. Tasarruftan anladığı da işçilerin ve emekçilerin cebinden çalmak ve tekellerin kasasına aktarmaktır. Şimdiye kadar çıkartılan yasalar bunu göstermektedir.

Hartz-Yasaları, tekelci sermayenin çıkarlarına göre hazırlanmış. Bu yasayla işgücünün daha da ucuzlatılması amaçlanmaktadır. Böylece sömürünün azami gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Alman tekelci burjuvazisinin Sosyal demokrat/Yeşiller koalisyon hükümeti vasıtasıyla uygulattığı ve uygulamaya konacak neoliberal yasalar veya Agenda 2010 Alman tekellerinin dünya pazarlarındaki konumunu güçlendirmeye hizmet etmektedir.

Alman işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu neoliberal saldırıları kabul etmeyeceklerini haftalardan beri sürdürdüğü protestolarla göstermekteler. Pazartesi Gösterileri olarak bilinen bu eylemlerin daha ziyade Doğu Almanya’da kitleselleştiği anlaşılmaktadır. Eylemlerin Batı Almanya’da da kitleselleştirilmesi çabasının da sonuçsuz kaldığı görülmektedir. Yapılan değerlendirmelerden eylemlerin hızının kesildiği ve kitleselliğinden çok şey kaybettiği anlaşılmaktadır. Gelişmenin böyle olmasının bir çok nedeni vardır.

-Bu kitle eylemi, her şeyden önce kendiliğinden gelişti ve siyasi önderlikten yoksundur.
-Daha önceki kitlesel eylemler döneminde görüldüğü gibi bu sefer de başta sendika yönetimi olmak üzere revizyonist çevreler ve Almanya attac’da örgütlü reformist ve troçkistler, protestoların şiddetlenmesinin, Hartz-Yasalarına karşı protesto olmaktan çıkarak sistemi sorgulayan bir hatta gelişmesinin, Batı Almanya’da da yaygınlaşarak daha da kitleselleşmesinin önünü almak için bölücülük yapmışlar ve bundan da başarılı olmuşlardır.
2 Ekimdeki merkezi yürüyüşten sonra da artık Pazartesi Yürüyüşleri düzenlemeyeceklerini açıklamışlardır.

Bu çevreler, neoliberal saldırıların, sosyal hakların rafa kaldırılmasının, kitlesel işsizliğin nedeninin kapitalist sistem olduğunun görülmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır.
Nispeten dinamik güçler, devrimci ve komünist güçler, Pazartesi Protestolarını sürdürmenin doğru olduğu anlayışındalar. Ne var ki bu güçler arasında hedef konusunda görüş birliği yok. Yıllardan beri işçi taarruzundan bahsedenler, siyasal kimliklerini açıklamadan eylemlere önderlik etmeye soyunanlar, kendiliğinden gelişen bu hareketi, yığınların bilinçli mücadelesi olarak değerlendirenler var. Almanya’da komünist partisinin olmaması, yığın hareketinin geliştiği böylesi dönemlerde işçilerin ve emekçilerin yol tayinini zorlaştırmaktadır. Mevcut komünist güçlerin dağınıklığı, küçük burjuva devrimcilerinin kendiliğindenciliğe tapışları, bu hareketin sıçrama yaparak kapitalist düzene karşı mücadele olarak gelişmesini engelliyor ve böylece reformizmin ve burjuvazinin bu eylemleri söndürme çabalarının başarılı olmasının önünü açıyor.

AVRUPA-ASYA EKSENİ



Kendi tanımlamasına göre ASEM, bölgesel bir işbirliği ve resmi olmayan bir diyalog forumudur. Kendisini bir “süreç” olarak görmekte ve ilgi duyan devletlere kapılarının kapalı olmadığını açıklamakta. Katılım, ancak üye devletlerin onayıyla mümkün oluyor. 26 ülkenin katılımıyla 1996’da Tayland’da kurulan bu foruma 15 AB ülkesi de katılımcı. AB’ye yeni katılan 10 ülkenin de bu foruma kabul edilmesi için görüşmeler sürüyor. Böylece ASEM’e, şimdilik 15 AB üyesi ülkesi, Avrupa Komisyonu, ASEAN (Güneydoğu Asya Ulusları Birliği) üyesi Brunay, Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam; Çin, Güney Kore ve Japonya üyeler. Bu “süreci”, her iki yılda bir dönüşümlü olarak Asya ve Avrupa’da devlet ve hükümet başkanlarının toplantıları yönlendiriyor. Son toplantı 8-9 Ekim 2004’te Vietnam’ın başkenti Hanoy’da gerçekleştirildi.

Bu forumun üç ana hedefi var: 1)Siyasi konular; 2) İktisadi ve mali sorunlar ve 3) Zihin yaşamın sorunları. Zihin yaşamın sorunlarından daha ziyade kültür ve eğitim sorunları anlaşılıyor ve karşılıklı olarak birbirini anlamanın ve öğrenciler, parlamenterler ve genç işverenler arasındaki ilişkileri geliştirilmenin teşviki anlaşılmaktadır.

Siyasi diyalogdan, her iki tarafı, yani Asyalı ve Avrupalı katılımcı devletleri ve böylece Asya-Avrupa (AB) eksenini ilgilendiren bölgesel gelişmeler, güvenlik sorunları, nükleer silahların yaygınlaştırılmaması, silahsızlanma ve BM’de işbirliği anlaşılmaktadır.

Bölgesel siyasi sorunların ASEM çerçevesinde ele alınması, AB’nin, bu bölgedeki siyasi, askeri gelişmelere doğrudan taraf olma; bu bölgenin ve ülkelerinin iç işlerine doğrudan karışma isteğinin açık ifadesidir. AB, siyasi sorunlarda, güvenlik sorunlarında, nükleer silahların yaygınlaştırılmaması sorununda, silahsızlanma sorununda bölge ülkelerini Amerikan emperyalizmine karşı yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda, bölge ülkeleriyle birlikte ABD’nin BM’deki hakimiyetini kırmaya çalışmaktadır. Bunun ötesinde Alma emperyalizmi, BM Daimi Temsilciliği için ASEM ülkelerinin desteğini aramaktadır.

İktisadi alan da ise özel sektör ve devlet sektörü işletmeleri arasındaki, maliye ve ekonomi bakanlıkları arasındaki işbirliğini güçlendirmek ve önemli sosyal-ekonomik sorunları tartışmak esas alınıyor. Bunun ötesinde ticaret ve yatırım akışının yoğunlaştırılmasına önem veriliyor.

ASEM oluşumu, doğrudan Amerikan emperyalizmine karşı bir örgütlenmedir. Öyle ki Amerikan emperyalizminin bölgedeki siyasi, ekonomik ve giderek de askeri gücünü geriletmek için bölgenin Japonya ve Çin gibi emperyalist ülkeleri AB ile işbirliğini geliştiriyorlar, AB’nin nispeten sorunsuz bir şekilde bölgeye girmesine sessiz kalıyorlar.
AB’nin bölge ekonomileriyle ilişkisinin hangi boyutlarda olduğunu karşılıklı ticaretin hacminde de görmekteyiz. AB ile Doğu ve Güney Asya’nın ticaret hacmi, daha 1996’da AB ile ABD arasındaki ticaret hacminden daha büyüktü. Bunun ötesinde AB ile bu bölge arasında anahtar sektörlerde (alt yapı, en modern teknoloji, telekomünikasyon vs.) daha sıkı işbirliği söz konusudur.

AB, yıllar boyu adım adım geliştirdiği Lome anlaşmalarıyla AKP ülkelerini (Afrika, Karaib, Okyanus ülkeleri) kendine bağlamıştı. Daha ziyade Fransa ve İngiltere’nin eski sömürgelerinden oluşan bu ülkeler, bu gün AB’nin yeni sömürgeleri durumundadırlar. AKP ülkeleriyle karşılaştırıldığında ASEM’in Asya ülkeleri öyle kolay yutulacak ülkeler değil. AB’nin bu bölgedeki amacı da öncelikle böyle bir ilişki geliştirmek de değil. Önemli olan, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasına karşı güçlerin ortak hareketini geliştirmektir. ABD’nin Avrasya jeopolitikasında „demokratik köprübaşı“ olarak gördüğü, bu jeopolitikasına koşacağını sandığı AB, dünyanın yeniden paylaşımında en büyük rakibi Amerikan emperyalizmini Doğu ve Güney Asya’da da sıkıştırmanın hesabını yapıyor. Öyle ki bu bölgeyi Avrupa’ya bağlamak için yeni bir „ipek yolu“ndan bahsedilmektedir. G. Kore’nin liman kenti Pusan’nı Seoul, Pjöngjang, Çin ve Rusya üzerinden Stokolm ve Paris’e bağlayan bir Trans Avrupa Demiryolu Ağı planları yapılmaktadır.

ASEM, sayısı giderek çoğalan ve önde gelen emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak için ittifak arayışlarını ifade den örgütlerden birisidir. Nasıl gelişeceği, AB’nin çıkarlarına hizmet edip etmeyeceği her şeyden önce Çin ve ABD gibi rakiplerin tavrına bağlı olacaktır.


8 Ekim 2004 Cuma

“SÜPER TEKELLER” DÖNEMİ

Siemens’in kurucularından W. Rathenau yaklaşık 100 sene önce şöyle diyordu: Birbirini tanıyan 300 erkek, kıtanın kaderini yönlendiriyor. 100 sene sonra bunların sayısı tekel bazında ve dünya çapında 500’e çıkmıştır. Dünyanın en güçlü 500 tekelinin başındaki bu 500 unsur, yüzlerce milyon işçinin ve emekçinin, bağımlı devletlerin ve ezilen ulusların geleceği ile oynuyorlar!

“Global 500”, ekonominin bütün sektörlerinden (sanayi, bankacılık, sigortacılık, tarım, ticaret, hizmetler vs.) dünya çapında en güçlü tekelleri kapsıyor. Lenin’in deyimiyle „süper tekeller“. Fortune dergisinin „Global 500“ olarak yayımladığı istatistik verilerin sonuçları, süper tekellerin dünya ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini gösteriyorlar. İlk sırada Amerikan tekeli Wal-Mart yer alıyor. Cirosu 263 milyar dolar. İkinci sırada BP yer alıyor. Cirosu 232 milyar dolar ve üçüncü sırada da Exxon Mobil yer alıyor. Cirosu 223 milyar dolar. Sadece bunlar değil, listede yer alan daha çok sayıda tekel, birçok devletten güçlü.

Bu 500 tekel, 2003 yılı itibariyle yaklaşık 46 milyon işçi ve emekçiyi istihdam ediyordu. Bunların toplam cirosu ise 14 873 milyar dolara varıyordu. Yani dünya gayri safi hâsılasının yüzde 45’ine yakın kısmını bu tekeller sağlıyordu. Veya da GSH bazında dünya ekonomisinin yaklaşık yarısını bu 500 tekel kontrol ediyordu. Toplam karlarının miktarı da 731 milyar dolara varıyordu.

Veriler, on yıllık bir gelişmenin karşılaştırılmasını yapmaya uygun. 1994-2003 arasında 500 süper tekelin cirosu yüzde 45 civarında artıyor; 10 300 milyar dolardan 14 900 milyar dolara çıkıyor.

500 tekelin 1994 dünya gayri safi hâsılasındaki toplam payı yüzde 40 civarındaydı. Bugün ise yüzde 45 civarında. Demek oluyor ki en güçlü 500 tekelin dünya ekonomisindeki ağırlığı on sene içinde pay olarak yüzde 5 (5 puan) artmış. Aynı dönemde bu tekellerde çalışan işçilerin sayısı ise ancak 11 milyon artıyor. Bu verileri şöyle ifade etmek gerekir: Ciro, çalışanların sayısındaki artışa oranla daha hızlı büyüyor. Bu kadar kar edildiğine göre, verimlilik, ciroya oranla daha hızlı artıyor. Marksist-Leninist politik ekonomide bunun adı, sermayenin organik bileşiminin artmasıdır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, aynı zamanda, işçilerin sokağa atılmaları demektir, işsizliktir.

Ülkelere göre tekeller:
10 senelik dönemde Amerikan tekelleri daha da güçlenmişlerdir. En çok kaybedenler ise Japon tekeller olmuştur. 1994’te „Global 500“ listesine giren Amerikan tekeli sayısı 151 idi ve bu tekeller, “Global 500”de yer alan tekellerin toplam cirosunun yüzde 29’unu kontrol ediyorlardı. 2003’te bu türden Amerikan tekeli sayısı 189’a çıkıyor ve bu 500 tekelin toplam cirosunun yüzde 39’unu kontrol ediyorlardı. Soruna NAFTA olarak bakarsak: bu çerçevedeki tekel sayısı 1994’te 158 ve 2003’te de 203. Bu tekeller, 500 tekelin toplam cirosunun 1994’te yüzde 29,4’ünü ve 2003’te de yüzde 40,8’ini kontrol ediyorlardı.

1994’te bu listeye giren Japon tekeli sayısı 149’du. Bu sayı 2003’te 82’ye düşüyor. Japon tekellerinin „Global 500“ün toplam cirosundaki payı 1994’te yüzde 37’den 2003’te yüzde 14,6’ya düşüyor.

AB’nin konumu: 1994’te 171 Batı Avrupa tekeli „Global 500“ listesinde yer alıyordu. Bu sayı 2003’te 167’ye düşer. Bu Batı Avrupa tekellerinin „Global 500“ün toplam cirosundaki payı da 1994’te yüzde 30,2’den 2003’te yüzde 37,5’e çıkar.
Blok olarak Batı Avrupa, NAFTA’nın gerisinde kalıyor.

Avrupa’da, AB’de, Alman tekelleri önder konumdalar. „Global 500“e giren Alman tekeli sayısı 1994’te 44’ten 2003’te 34’e düşer, ama Alman tekellerinin “Global 500” tekellerinin toplam cirosundaki payı yüzde 8,7’den yüzde 9,1’e çıkar.
Aynı listede Büyük Britanya’dan 37 ve Fransa’dan da keza 37 tekel yer alır.

“Global 500“de yer alan tekellerin sırlarının değişimi, aynı zamanda, son on sene içinde emperyalistler arası rekabetin ve ekonomik krizin boyutlarını da gösterir. Japon ekonomisi 1991-1994 dünya ekonomik krizinden bu yana durgunluk aşamasından hala çıkamamıştır.
Amerikan tekellerinin son on sene içindeki yükselişinde Amerikan emperyalizminin tekeller lehine saldırgan politikası önemli bir rol oynamıştır. 1991-1994 ekonomik krizinden erken çıkan ve 2000’e kadar nispeten dinamik bir gelişme içinde olan Amerikan tekelleri, ABD’nin dünya çapında sürdürdüğü savaşlar ve askeri harcamalarla daha da güçlenmişlerdir.

“Global 500”de yer alan tekellerin ülkelere göre dağılımı sermayenin, dolayısıyla üretim ve ticaretin horizontal ve vartikal (derinlemesine) uluslararasılaşmasının boyutlarını da göstermektedir. En büyük 500 tekelin ait oldukları ülke sayısı 31. Ama en büyük 200 tekelin ait oldukları ülke sayısı sadece 15. Bu tekellerden 77’si ABD, 28’i Japonya, 20’si Almanya, 20’si Fransa, 16’sı Büyük Britanya, 7’si Hollanda, 6’sı İsviçre, 5’i İtalya, 3’ü İspanya, 2’si Norveç kaynaklı. Finlandiya, Lüksemburg, Belçika, Meksika, Venezüella, Brezilya, Rusya, Malezya ve Hindistan’da birer tekel bu kategoriye giriyor. En büyük 200 içinde Çin’den 3 ve Güney Kore’den de 4 tekel yer alıyor.

1994’te en büyük 500 tekel arasında yer alan Çin tekeli sayısı ancak 3’tü. 2003’te ise bu sayı 15’e çıktı. Bu 15 „süper“ Çin tekelinin toplam cirosu ise 358 milyar dolara varıyor. Ama bu 15 tekelin 500 tekelin toplam cirosundaki payı ancak yüzde 2,4 oranında. Bunlar, daha ziyade Çin çapında “süper tekeller”.

“Global 500“ içinde „yükselen ülkeler“in durumu: „Global 500“ sıralamasında Hindistan’dan 4; Meksika ve Brezilya’dan birer tekel yer alıyorlar. En büyük 200 arasında G. Kore’nin 1994’te 6 tekeli vardı. Bu sayı 2003’te 4’e düşer.

Sektörlere göre tasnif: En büyük sektörü petrol oluşturuyor. En büyük 500 tekelin toplam cirosunda bu sektörün payı yüzde 12’yi aşıyor. Petrol ve türevleri ve otomobil, uçak ve silahlanma sanayi beraber alınırsa bu alanda faal olan tekellerin cirosu 3726 milyar dolar tutuyor. Yani en büyük 500’ün toplam cirosunun dörtte biri.

“Global 500“ içinde yer alan en büyük 25 sanayi tekeli, petrol çıkarımı, petrol işlemesi ve otomobil sanayi alanlarında faal. Elektronik, telekomünikasyon gibi yeni sektörlere rağmen bu grubun „Global 500“ içinde giderek daha da güçlendiğini görüyoruz.

Tekellerin karı devasa boyutlarda artıyor. Rekabet, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini kaçınılmaz kılıyor. Yani dünya pazarlarında var olabilmek için süper tekeller, teknolojilerini sürekli modernleştirirken, işçileri de sürekli sokağa atıyorlar.

16 Temmuz 2004 Cuma

SERMAYE BİRİKİMİ YOKSULLAŞTIRIYOR VE İŞSİZLEŞTİRİYOR (IV)


 
SERMAYE BİRİKİMİ-SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİNİN GELİŞMESİ VE İŞSİZLİK

Sermaye birikimi süreci, sermayede nicel değişimlerin olduğunu da gösterir. Bu değişimler, kapitalist üretim süreci boyunca ve sermayenin yapısındaki değişimle bağlam içinde; bu yapısal değişim temelinde gerçekleşir.

Sermaye bileşimi ve gelişmesinden anlaşılması gereken nedir?
Sermayenin iki tür bilişimi vardır; teknik ve değersel bileşim. Bu iki bileşim arasında fark vardır. Üretim sürecindeki her bir sermaye, maddesel (üretim araçları) ve işgücü olarak iki kısımdan oluşur. Buna, sermayenin iki bileşeni diyoruz. Bu her bir bileşenden hangisinin toplam içinde daha fazla veya daha az paya sahip olduğu mutlak değildir, değişkendir; koşula bağlıdır. Diğer bir ifadeyle: üretim sürecine dahil olan üretim araçlarının ve kullanılan işgücünün (canlı iş) kapsamı (üretim araçları) ve miktarı (işgücü), toplumsal üretici güç olan işin gelişmesi tarafından belirlenen orantıya bağlıdır. Bundan dolayı sermayenin bu bileşenleri arasındaki ilişki, değişmez değil, değişir karakterlidir,

Üretim sürecinde kullanılan üretim araçlarının işgücüne olan nicel ilişkisine sermayenin teknik bileşimi denir. Azami kar ve rekabet, kapitalistleri, sürekli yeni makineler, teçhizatlar; bir bütün olarak yeni teknoloji kullanmaya zorlar ve bu da sermayenin teknik bileşimini değiştirir; sermayenin teknik bileşimi, kapitalist ekonomi yasalarının, artı değer, rekabet gibi nesnel yasaların işlerliğinin kaçınılmaz doğrudan sonucudur.

Sermayenin teknik bileşimi, kendine özgü tarihsel görünüm biçimini sermayenin değersel bileşiminde gösterir: Bütün üretim unsurları sermaye olarak hareket ederler (üretim araçları değişmeyen sermaye ve işgücü de değişken sermaye olarak). Bu durumda üretim sürecinde olan bütün üretim unsurlarının teknik bileşimi, sermayenin değişmeyen ve değişen bileşenleri olarak görünürler. Marks, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye olan ilişkisini/oranını, sermayenin değersel bileşimi olarak tanımlar.

Sermayenin bu iki bileşimi (teknik ve değersel bileşimi) bir birinden kopuk değildir. Her iki bileşim arasında belli ilişkiler vardır; yeni makineler, yeni teçhizatlar, yeni/başka hammaddeler, enerji kaynakları vs. Bu, üretim araçlarının kapsamının değişmesi, her bir işgücü başına düşen miktarının da değişmesi anlamına gelir. Bu da sermayenin teknik bileşiminin değişmesi anlamına gelir. Bu değişim kaçınılmaz olarak, sermayenin değersel bileşimine de yansır; yani değişmeyen sermaye, değişen sermayeye nazaran daha hızlı büyür. Ne var ki sermayenin teknik ve değersel bileşimi, aynı oranda/ölçüde gelişmez. Örneklersek; işin verimliliğinin artmasıyla üretim araçları üreten sektörlerde (makine vs.) üretim araçlarının değeri düşer. Bu durumda, değişmeyen sermayenin hacmi, içerdiği üretim araçları kütlesinden daha yavaş büyür. Bundan dolayıdır ki, sermayenin değersel bileşimi, teknik bileşiminden daha yavaş büyür.

Marks:
Bunun nedeni şudur; işin üretkenliğindeki artışla, sadece onun tarafından tüketilen üretim araçlarının kapsamı değil, kapsamıyla karşılaştırıldığında değeri de düşer. Yani bunların değerleri mutlak olarak artar, ama kapsamı ile orantılı olarak değil. Bundan dolayı, değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki farktan doğan artış, değişmeyen sermayeye dönüştürülen üretim araçları kitlesi ile de değişen sermayeye dönüştürülen işgücü kitlesi arasındaki farktan çok daha azdır. Burada birinci fark, ikincisi ile birlikte artar, ama artış derecesi küçüktür” (K. Marks; Kapital C. I, s. 651/652).

Marks, sermayenin organik bileşimini şöyle tanımlar;
Ben, bunların ilkine sermayenin değersel bileşimi, ikincisine de teknik bileşimi diyorum. Bunlar arasında karşılıklı sıkı bağ vardır. Bunu anlamak için sermayenin değersel bileşimine, bunun, sermayenin teknik bileşimi tarafından belirlenmesi ve bu bileşimdeki değişmeleri yansıtması açısından, sermayenin organik bileşimi diyorum” (Agk, s. 640).

Sermayenin bileşenleri arasındaki oransal ilişkideki değişkenlik, sermayenin organik bileşiminde de söz konusudur. Sermayenin organik bileşiminin yüksek olması, bileşenleri karşılaştırıldığında, değişmeyen sermayenin payının değişene nazaran daha yüksek olması anlamına gelir. Sermayenin organik bileşiminin düşük olması durumunda bunun tersi söz konusudur. Bu durumda sermayenin bileşenlerinden değişen sermayenin payı, değişmeyenin payından daha yüksektir.

Bu ne anlama gelir? Açık ki, sermayenin organik bileşiminin veya da işin verimliliğinin artması, her bir işçi tarafından harekete geçirilen üretim araçları hacminin artması anlamına gelir. Veya; aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan üretim araçları kütlesini harekete geçirebilir ve giderek artan metalar üretebilir. Neden? Şayet aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan miktarlarda hammaddeleri, üretim araçlarını harekete geçiriyor ve giderek artan miktarda üretim yapabiliyorsa, orada, bu üretim sürecinde modern teknoloji kullanıyor demektir.

Azami kar, rekabet veya daha genel anlamda ifade edersek; sermayenin tam anlamıyla değerlendirilmesi/değerlendirilememesi kaygısı, kapitalistleri sürekli modern teknoloji kullanmaya zorlar. Bu da sermayenin organik bileşimini kaçınılmaz olarak yükseltir ve kapitalistler, mümkün olduğunca az sayıda işgücüyle; az miktarda değişken sermaye ile oldukça büyük kapsamlı değişmeyen sermayeyi harekete geçirmeyi amaçlar. Bugün devasa boyutlara varan birikmiş sermayenin, giderek azalan işgücü tarafından harekete geçirilmesi bu ters orantılı gelişmenin açık ifadesidir. Kapitalist veya tekelci sermaye, var olmak için bunu yapmak zorundadır. Bu kaçınılmazlık sonuçta, değişken sermayenin değişmeyen sermayeye oranla görece azalmasına neden olur. Yani işçiler sokağa atılırlar.

Marks şöyle diyor: “Birikimin ilerlemesi değişken sermayenin görece büyüklüğünü azaltıyorsa, bu onun mutlak büyüklüğünün artışını asla dışlamaz. Diyelim ki, bir sermaye bileşimi başlangıçta yüzde 50 değişmeyen, yüzde 50 değişen sermaye olarak ayrılmış olsun ve sonra bu bileşim yüzde 80 değişmeyen, yüzde 20 değişen şekline dönüşmüş olsun. Eğer bu arada başlangıç sermayesi -diyelim ki 6000 sterlin- 18000 sterline yükselmiş ise, bunun değişen kısmı da beşte bir artmıştır. Eskiden 3000 sterlin iken şimdi 3 600sterlin olmuştur. Ama eskiden sermayede yüzde 20 oranında bir artış, işe olan talebi yüzde 20 artırmaya yeterken, şimdi bu artış, başlangıç sermayesinde üç kat bir artış gerektirir” (Agk; s. 652).

Marks’ın bu anlayışına göre, değişken sermayenin görece azalması, onun mutlak büyüklüğü kütlesinin artışıyla bağlam içindedir. Sermayenin birikim sürecinde değişken sermaye de mutlak olarak artar. Yani daha çok sayıda işgücü sömürülür. Değişken sermaye mutlak olarak artar, ama görece olarak azalabilir.
Bu anlayış bugün de geçerli mi? En azından maddi değerlerin üretiminde geçerli mi? Yani artı değerin yaratıldığı üretim alanlarında geçerli mi? Bu sektörlerde, örneğin emperyalist ülkelerde sanayi sektöründe değişken sermaye; yani işçi sayısı mutlak olarak artmıyor, tam tersine azalıyor veya azalma eğilimi içinde.

Öyleyse:
Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, yani teknolojik gelişme, maddi değerlerin üretiminde zorunlu çalışmayı asgariye indiriyor ve bu alandaki işgücünün sayısal artışını durduruyor ve doğan görece çalışan nüfus fazlalığını hizmet sektörüne öteliyor veya işsizliğe mahkum ediyor. Bu durumda, maddi değerler üretimi sektöründe değişken sermayenin görece azalması yanında mutlak azalması eğilimini de görüyoruz.

Bu eğilimden değişken sermayenin görece azalması, işgücünün sömürülme derecesini düşürür sonucu asla çıkartılamaz. Tam tersi söz konusudur.

Tam tersine, metaların içerdikleri ek canlı işin toplam miktarı azaldığı halde , karşılığı ödenen kısma oranla ödenmeyen kısmı ödenen kısımdaki mutlak ya da nispi azalma nedeniyle büyür, çünkü, bir metadaki ek canlı işin toplam miktarını azaltan aynı üretim tarzı, mutlak ve görece artı değerde bir yükselmeyi de beraberinde getirir” (Marks; Kapital, C. 3, s. 249-250).

Bu böyle olmasaydı, neoliberal saldırıları; sermayenin çalışma sürecinde esneklik dayatmasını veya yoğun baskıları açıklayamayız veya da kapitalistin veya uluslararası tekellerin “kötü” niyetiyle açıklarız!

Sonuç itibariyle:
Buradaki sorun, kapitalist üretim biçiminin bir sorunudur. Hiçbir zaman çözemeyeceği temel çelişkilerinden birisidir. Nasıl çözsün ki?

İşgücüne olan talep, her şeyden önce sermaye birikiminin organik bileşiminin gelişmesine bağlıdır. Sermayenin organik bileşiminin gelişmesi de işin verimliliğinin gelişmesiyle bağlam içindedir: Sermayenin organik bileşimi yükseliyor; işin verimliliği artıyor ve maddi değerlerin üretiminde zorunlu işe olan ihtiyaç asgariye düşüyor. Yani bu sektörlerdeki işçiler, hizmet sektörüne veya da işsizliğe öteleniyor.

Demek oluyor ki, hacmi aynı olan sermaye, organik bileşimi yükseldikçe, daha az sayıda işgücü kullanır. Bir örnek; diyelim ki 100 işçi 8 saatte 1000 TL tutarında meta üretsin. Burada işçi başına 10 TL tutarında bir miktar düşer. Diyelim ki, sermayenin organik bileşimi yükseldi, yani kapitalist yeni makineler, modern teknoloji kullanmaya başladı. Bu durumda üretilen meta değeri artar. Diyelim ki 1000 TL’den 1200 TL’ye çıksın . Bu durumda her bir işçi 12 TL tutarında meta değeri üretmiş olur. Bu durumda kapitalistin 100 değil, 83 işçiye ihtiyacı vardır. Yani 17 işçi fazlalık olmuştur.

Hiçbir kapitalist, hiçbir uluslararası tekel, sistemlerinin yok olması pahasına da olsa bu süreçten geriye dönülmesi için çaba harcamaz. Bu “iş” ile uğraşmak için hükümetlerini görevlendirmişlerdir. Ve o hükümetler de işsizliğe karşı mücadele adı altında işsizlerle mücadeleyi esas almışlardır. Başka yapacakları bir şey de yok. Ama neoliberal dayatmaların uygulaşıcısı hükümetlerin yanı sıra başka açından başka güçler de işçi sınıfının devrimci gücünü etkisizleştirmek için boş durmuyorlar. Birkaç seneden beri yeni bir dünya vaat ediliyor. “Başka bir dünyanın olası”, “mümkün” ve “muhtemel” olduğundan bahsediliyor. Dünya çapında milyonlarca çalışan ve çalışamayan işçi ve emekçi, “sosyal devlet” için, eski günlere yeniden dönmek için; reforme edilmiş kapitalizm için “vatandaş” olarak mücadeleye çağrılıyor. Veya ülkemizde olduğu gibi, maddi zenginliklere el koyma, kapitalistin politik anlayışına indirgeniyor.

15 Temmuz 2004 Perşembe

SERMAYE BİRİKİMİ YOKSULLAŞTIRIYOR VE İŞSİZLEŞTİRİYOR (III)



KAPİTALİST BİRİKİMİN GENEL YASASI VE İŞÇİ SINIFININ DURUMU-SERMAYE BİRLEŞMESİ İLE İŞSİZLİK ARASINDAKİ BAĞ

Sermaye birikimi yoksulluk üretmektedir. Bu, kapitalist üretim biçiminin nesnel bir yasasıdır.
1970’lerden bu yana kapitalist üretimde süregelen durgunluk; inişler-çıkışlar gösteren küçük oranlı büyüme, kapitalist üretim sürecinde değişmelerin olduğunun ve bundan dolayı da sermaye birikiminin, maddi değerlerin üretiminde çalışan (sömürülen) işçilerin sayısında mutlak artışın artık bir kıstası olmadığını göstermektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Kapitalist üretim, giderek daha az sayıda artı değer üreten işgücüyle gerçekleştiriliyor. Bu nesnellik, aynı zamanda, işçi sınıfını tanımlamada üretimdeki konumun (artı değer üretiminin) yegane kıstas olarak alınamayacağını da gösterir. Bu gelişmeyi açıklamak için konuya ilişkin bazı kavramları kısaca açıklayalım.

Kapitalist birikimin genel yasasının tanımı:
K. Marks, kapitalist birikimin genel (veya da mutlak yasasını) şöyle formüle eder:
Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte) artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyük olursa, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır” (Aç. Marks, Marks-Engels Toplu Eserler, C. 23, Kapital C. I, s. 673/674).

Açıklaması:
1-Kapitalist birikim antagonist karakterlidir.
2-Kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli sosyo-ekonomik bağlamları içerir:

Birincisi; sermaye ve ücretli işi (çalışma), birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırırlar.
a- Sermeye birikimi, işçi sınıfının büyümesine (sayısal olarak çoğalmasına) neden olur.
b- Sermayenin birikim sürecinde bir kutupta sermaye giderek artar ve giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanır, diğer kutupta ise nüfusun giderek artan bir kısmı işçiye dönüşür.

Marks’ın bu anlayışından, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşmasının bir madalyonun iki yüzünü oluşturduğunun, bu kutuplaşmanın diyalektik bir bağ içinde olduğunu görüyoruz.

İkincisi; kapitalist birikimin genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğar. Yani sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, görece nüfus fazlalığına neden olur. Demek oluyor ki görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik, sermayenin birikim sürecinde doğuyor ve sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle ilişki içinde gelişiyor.

Üçüncüsü; kapitalist birikimin mutlak yasası, a) zenginliklerin ve iktidarın kapitalist sınıfın elinde toplanması ve b) işçi sınıfının artan sömürüsü ve baskı altına alınışı anlamına gelir.

Sermaye birikimi sürecinde ücretli işin sermayeye bağımlılığı artar ve her şey, bütün araçlar, ekonomik, mali, siyasi, idari vb. birikimin artışı ve üretimin gelişmesi için araçlara dönüştürülür.

Marks’ın bu anlayışına göre sermaye birikim süreci, aynı zamanda, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta da sömürü ve baskının birikimi demektir.

Dördüncüsü; kapitalist birikimin mutlak yasası, kapitalist birikimin tarihsel eğilimini de ifade eder:
a- Kapitalist birikim eninde sonunda, kapitalizmi yıkacak nesnel koşulları yaratır.
b- Kapitalist birikim, nihai olarak, bu üretim biçiminin tarihsel oluşunu, bir üst üretim biçimi tarafından (sosyalizm) yıkılacağını; toplumun kaçınılmaz olarak sosyalizme doğru geliştiğini ifade eder.

Bu tespitlerin bugünkü koşullarda ne derece hala geçerli olup olmadıklarına bakalım. Burada söz konusu olan, kapitalist birikimin genel/mutlak yasasını sorgulamak değildir. Bu yasanın geçerliliği tartışma dışıdır. Ama kapitalist üretim sürecindeki; sermaye birikimindeki içsel gelişmeler/değişimler, başka olguları da açığa çıkartmıştır. Bunu, sermaye birikimi ile işçi sınıfının büyümesi arasındaki ilişkide görmekteyiz.

Kapitalist birikimin mutlak, genel yasasının, açıklamaya çalıştığımız ikinci kısmının bazı noktaları artık gerçek anlamıyla geçerli değildir.

Kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli sosyo-ekonomik bağlamları içeriyor. Bu sosyo-ekonomik bağlamların neler olduğunu yukarıda belirttik. Bunlar, kapitalist üretim biçiminin gelişmesine göre değişebilen, tarihsel olan bağlamlardır.

a- Sermaye ve ücretli işi (çalışma) birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırıyorlar. Ama bu koşullandırma; sermaye birikimi, artık, eskiden olduğu gibi maddi değerlerin üretiminde çalışan işçi sınıfının büyümesine (sayısal olarak çoğalmasına) neden olmuyor. Tam tersine azalmasına neden oluyor.

b- Sermayenin birikim sürecinde bir kutupta sermaye giderek artıyor ve giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanıyor. Ama diğer kutupta ise nüfusun giderek artan bir kısmı artık maddi değerlerin üretiminde çalışan işçiye dönüşmüyor.

c- Kapitalist birikimin genel yasasına göre artı-nüfus, sermaye birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğuyor. Bu, tamamen doğru. Ama kapitalist birikimin genel yasasının bu yönünün/özelliğinin geçerliliğini açığa çıkartan koşullar, bugün, teknolojiye dayanan ekonomilerde artık pek görülmüyor: Sermaye yoğunlaşıyor ve merkezileşiyor ve sermayenin organik bileşimi yükseliyor. Ama mevcut kronik kitlesel işsizlikten dolayı, görece nüfus fazlalığına nasıl neden olduğu görülmüyor. Bu nedenden dolayı birtakım küçük burjuva avanak takımı, işçi sınıfının yok olduğundan, toplumun sınıfsal yapısının değiştiğinden vb. bahsedebiliyor. Böylece işçi sınıfı ve iktidar, perspektif olarak sosyalizm bir kenara atılıyor ve neoliberalizme, emperyalist küreselleşmeye karşı ve “sosyal devlet” için vatandaşların mücadelesi esas alınıyor.

Sonuç itibariyle:
Şimdiki durumda, en azından 1970’lerden bu yana bu sürecin gelişmiş kapitalist ülkelerde veya üretimde teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı ülkelerde geçerli olmadığını görüyoruz. Sermaye birikimi, maddi değerlerin üretiminde (sanayi, tarım) çalışan işçi sınıfını sayısal olarak büyütmüyor. Tam tersine, teknolojik gelişmeden dolayı zorunlu çalışmaya duyulan ihtiyaç azalması veya asgariye inmesi, işçi sınıfının bu alanda çalışan kesiminin sayısal olarak azalmasına neden oluyor. Bu durum da kar oranını olumsuz etkiliyor; kar oranı düşmeye devam ediyor. Bu, Marksist teorinin değil, kapitalist üretim biçiminin bir çelişkisidir.

Çalışabilir olanların sayısı artıyor, ama bunların hepsi çalışma sürecine katılamıyorlar. Ancak çalışır durumda olanların çalışma sürecinden ayrılmaları (ölüm ve emeklilik) durumunda veya yeni iş yeri açılması durumunda çalışma sürecine katılabiliyorlar.

Artı değerin sermayeye dönüştürülmesine sermeye birikimi deniyor. Sermaye birikiminin iki yönü vardır. Veya artı değerin bir kısmı değişmeyen sermayeye dönüştürülür (üretim araçları hammadde vs. satın alınması) ve bir kısmı da değişken sermayeye dönüştürülür (yeni işgücüne ödenen sermaye).

Demek oluyor ki, sermaye birikimi veya artı değerin sermayeye dönüştürülmesi, işgücü ve üretim araçlarında talep artışı anlamına gelir. Soru şu: Bu, bugün de geçerli mi? Şüphesiz ki, sermaye birikiminin; artı değerin sermayeye dönüştürülmesi gerçeğinde bir değişme olmamıştır. Ama sermaye birikimi sürecinde birtakım değişmeler olmaktadır. Örneğin; günümüz kapitalizminde sermaye birikimi, her koşul altında işgücüne olan talebin artması anlamına gelmiyor. Firma birleşmelerine, devralmalara bakalım. Bu transaksiyonlar, aynı zamanda sermaye birikimi demektir. Ama bu birikimlerde (birleşmelerde) işçiler daha ziyade sokağa atılıyorlar; bu birleşmeler işçi sınıfını sayısal olarak çoğaltmıyor, büyümesine neden olmuyor Veya devasa boyutlarda değişmeyen sermaye ve sabit sermaye yatırımı sonucunda kurulan modern fabrikalara bakalım. Buralarda giderek, eskiye oranla daha az sayıda işgücüne ihtiyaç duyulduğunu görürüz. Demek ki, günümüz koşullarında sermaye birikimi; artı değerin sermayeye dönüştürülmesi, her koşul altında işçi sınıfının çalışan kesiminin sayısal artışı anlamına gelmiyor.

Marks şöyle der:
Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir ... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (K. Marks. agk. s. 641, 642).

Bu tespitte yanlış olan bir şey yok. Ama günümüzdeki kapitalizmde görülen gelişmeler, bu anlayışın doğru kavranması için yeniden yorumlanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. “Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir” (Marks). Ama devasa boyutlarda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi; dev şirket birleşmeleri, sermayenin değişken kısmının; işgücüne dönüşmüş bileşeninin mutlaka büyümesi anlamına gelmiyor. Tam tersi bir gelişmeyi görüyoruz. Şüphesiz ki, “sermayenin büyümesi, … sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir ... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir” (Marks). Bu, bir gerçekliktir. Ama yeniden yorumlanması gerekir.

Çünkü bu anlayış maddi değerlerin üretimindeki değişken sermayenin büyümesi (bu alanda çalışan proletaryanın çoğalması) bazında artık pek geçerli değildir. Ama kapitalist sistemin dağıtım (dolaşım) ve hizmet sektörü bazında geçerlidir. Dolayısıyla bugün sermaye birikimi dendiğinde, proletaryanın maddi değerlerin üretiminde (sanayi ve tarım) değil de, daha ziyade hizmet sektöründe çoğalması anlaşılmalıdır.