ZAMAN'IN
RUHU!
Almanya
Türkiye'den ne istiyor veya da Türkiye Almanya'dan ne istiyor?
Çok
değil, 2 seneden bu yana Türkiye'yi en çok ziyaret eden yabancı
devlet ve hükumet başkanları arasında A. Merkel herhalde ilk
sırada yer alır. Savaştan kaçan ve göç yollarına düşen
Afganistan'dan, Pakistan'dan, Irak ve Suriye'den göçmenlerin AB'ye
girişinin engellenmesi gerekiyordu ve bu engellene işinde de
Türkiye kilit rol oynuyordu ve oynuyor. Bu nedenle Merkel de aynen
göçmenler gibi Türkiye yollarına düşmüştü. Göçmenlerin AB
kapılarına dayanmasını engelleyen anlaşma AB ve Türkiye
arasında imzalandı. Ama AB, anlaşma çerçevesinde mali
yükümlülüklerini yerine getirmedi. Bu arada Gümrük Birliği
anlaşmasının güncellenmesi de gündeme geldi. Bunun ötesinde AB
ülkelerinde seçimler de gündemdeydi ve gündemde. Bu arada
diktatör Erdoğan diktatörlüğünü kurumsallaştırmak için
anayasa değişikliğinden birtakım yasalara varana kadar yeni
düzenlemelerini gerçekleştirmek için hiçbir engel tanımayacağını
dünya aleme göstermeye başladı.
Erdoğan
önderliğinde AKP'nin hükümet olmasına destek sunanlar yıllar
sonra onun iktidar olmasından rahatsız olmaya başladılar. İktidar
olmasın, gitsin veya Erdoğan'sız AKP vb. senaryonalar ve
nihayetinde başarısız askeri darbe girişimi, faşist AKP
rejimiyle Batılı “dost”ları arasındaki ilişkilerin
bozulmasını ve çelişkiye dönüşmesini açığa çıkardı.
“Gülen Hareketi”ni destekleyen Batılı güçler, başta da ABD
ve AB, özellikle de Almanya “suçüstü” yakalanmışlardı.
Sandılar ki, eskiden olduğu gibi havucu gösteririz sonra da
kafasına vururuz. Olmazsa doğrudan kafasına vururuz; sustururuz,
eskiden olduğu gibi itaatkar olmasını cebren sağlarız! Bunların
hiçbiri olmadı. Hiçbir taraf, diktatör Erdoğan'ın
yazılı-yazılmamış kuralların dışına çıkacağına pek
ihtimal vermemişti. Buna Batılı güçlerin yanı sıra ne Rusya ne
de Türkiye'de “sol” ihtimal vermişti. Batılı güçler, II.
Dünya Savaşı'ndan bu yana Türkiye ile geliştirilen bağımlılık
ilişkilerinin Türkiye'yi yeteri kadar bağladığını ve dün
olduğu gibi bugün de istediklerini yaptırabileceklerini
düşündüler. Rusya ise başlangıçta, Türkiye'nin “geleneklere
aykırı” hareket edebileceğine pek akıl erdiremedi. Bu nedenle
“Batı'dan uzaklaşan Türkiye en iyi Türkiye'dir” modunda bir
süre kaldı. Ancak şimdilerde karşılıklı “güven” üzerinden
Türkiye ile ilişkilerini kapsamlaştırıyor ve derinleştiriyor.
Putin ve Erdoğan'ın dünya kamuoyu önündeki “domates geyiği”
Astana sürecinin ağır ilerlemesinde bir neden olmadı; ama Astana
süreci Türkiye ile Rusya'yı yakınlaştırdı. Bu arada domates
ithalatının da yolu açıldı!
Bu
işi neredeyse hiç anlamayan “sol” oldu. Kalıplaşmış
düşüncelerle hareket etmenin sonucu bu olurdu, oldu da. Neydi o
kalıplaşmış düşünce? Türkiye Batı'ya göbekten bağımlıdır;
ayrılamaz, kopamaz. Bir defa bağımlı hep bağımlı! Batı, NATO,
Türkiye'nin ipleri kopartmasına izin vermez veya Türkiye de zaten
buna yanaşmaz! Avanak küçük burjuvazi, nesnel zeminde;
gerçeklerin zemininde analiz edersem, sonuçta siyasi olarak Erdoğan
ile aynı paralelde olurum korkusuna kapıldı. Batı ile ilişkiler
resmen çelişkiye dönüşmüş durumda, yani Erdoğan, Batılı
“dostları”na sadece bağırıp çağırmıyor, onları
azarlamıyor; “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” adımlarını
atıyor. Atmıyor mu? Avanak küçük burjuvanın köhnemiş,
ciddiyetten yoksun emperyalizm ve yeni sömürge, bağımlı ülkeler
arasındaki ilişkileri kavrayışı ve yorumlayışı ruhunu
köreltmiş. Uşağın da efendisine kafa tutmasını başka ülkeler
için mümkündür diyebilecek olan küçük burjuva, söz konusu
Türkiye olunca imkansızları oynuyor; yani Erdoğan emperyalizme
karşı mücadele mi ediyor düşüncesi beynini kemiriyor! Söylemese
de, durumu anlayamadığı için değil, Erdoğan'la aynı paralele
düşerim korkusuyla emperyalizm ile yeni sömürge ülkeler
arasındaki bağımlılık ilişkilerini donduruyor; değişmezliğe
mahkum ediyor. Türkiye söz konusu olduğunda bu küçük burjuva
için kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının hiçbir hükmü
yoktur.
Astana
süreci Ortadoğu'da Batılı güçlere bir meydan okumaydı; şimdiye
kadar içinde yer aldığı ittifakın dışına çıkmaydı. S-400
alımı ise işin “tuzu-biberi” oldu.
“Sol”un
somut durumun somut analizini yapmadaki zafiyeti çok farklı
biçimlerde yansıyordu, yansıyor. Öyle bir Erdoğan
somutlaştırması yapılıyor ki, sanırsınız kişi olarak Erdoğan
tek başına hareket ediyor; o giderse işler rayına oturur! Onu
götürmek için de kendi gücüne değil, kendi dışındaki
olgulara bel bağladı. Ekonomik kriz patlak verir, Erdoğan
dayanamaz ve gider türünden görüşler vs.. Patlak vermesi bir
yana ekonomi 2. çeyrekte yüzde 5'in üzerinde büyüdü. Tutmadı.
Erdoğan'ın
Türk sermayesinin siyasette baş temsilcisi olduğu, onun adına
konuştuğu hep geri planda kaldı. Erdoğan, kendi adına, ailesi,
sülalesi, partisi adına değil, Türk sermayesi adına diktatörlük
yapmaktadır; Erdoğan, Türk sermayesi adına bir savaş
programıdır. Bu savaş programının bir parçası da ulusal
güvenlik konseptidir. Bu savaş programının diğer bir parçası
da askeri-sanayi kompleksidir. Bunlar birbirini besliyor; ulusal
güvenlik konsepti “milli yerli” silahlanma sanayi olmaksızın
bir hiçtir, içi boştur. Bu nedenle silahlanmada dışa bağımlılık
yüzde 40'a indi, yakında yüzde 20'ye inecektir diye boşuna
böbürlenmiyorlar.
Ulusal
güvenlik konsepti askeri-sanayi kompleksi Erdoğan'ın savaş
programının temelini oluşturmaktadır. Bu savaş programı, içte
baskı, faşizm, dışta saldırganlıktır. Erdoğan'ı
“tek”leştirme, toplumda emek-sermaye çelişkisini bir kenara
koyarak başkaca çelişkilerin gelişeceği hesabı üzerinden
Erdoğan'ı götürme senaryoları o kadar ağır bastı ki,
Erdoğan'ın bir savaş programı olduğu gerçeği yeteri kadar
analiz edilmedi.
Gelişmelere
akıl erdiremeyen veya akıl erdirip de çaresizlik içinde kıvranan
esas kesim AB'dir; AB içinde de Almanya'dır. Seçimlerde sağa
kayan oyları toplamak için Alman sosyal demokratları da Erdoğan'a
saldırmanın geçerli akçe olduğuna inanıyor. Alman muhafazakar
kesimden hiç bahsetmeye gerek yok. Alman burjuva partileri, ağız
birliği yapmış gibi, adeta bizim adımıza Erdoğan'a karşı
“demokrasi” için mücadele ediyorlar.
Almanya'nın
derdi gerçekten de sağa kaymış oyları toplamak için Erdoğan'ı
eleştirmek olamaz. Bunun altında başka şeylerin olması gerekir.
Öyle de.
Alman
emperyalizminin de “günü geçti”; dünyanın yeniden
paylaşılması rekabetinde Alman emperyalizminin ABD ve Rusya+Çin
veya da kendi başlarına Rusya ve Çin karşısında; jeopolitika
geliştirme ve uygulama gücüne sahip bu rakipleri karşısında
hemen hiç şansı yoktur. Alman emperyalizmi, aynen Fransız ve
İngiliz emperyalizmi gibi, tek başına önder dünya gücü olma
durumunda değildir artık; o eskidendi. Bu nedenle Alman
emperyalizmi, eskiden olduğu gibi (1. ve 2. paylaşım savaşlarında)
artık blok oluşturmanın merkezinde değil. Bu nedenle siyasi
olarak ölüm döşeğindeki ve ekonomik olarak da hala krizdeki
AB'ye sarıldıkça sarılıyor. Büyük Britanya ayrıldı. Şimdi
AB içinde İngiliz rekabeti olmaksızın Almanya, Fransa ile
birlikte AB'yi yönlendirmeye çalışıyor. AB'siz Almanya (ve
Fransa da) ABD, Rusya, Çin karşısında bir güç olamayacağı
gibi, Türkiye gibi ülkelere de söz geçirme durumu pek olamaz. Bu
nedenle her ikisi de ayrı ayrı olmanın dünya hegemonyası için
rekabette kendi çıkarlarına hizmet etmeyeceğini, ancak beraber
olurlarsa bir şey ifade edebileceklerini çok iyi biliyor. Bu
nedenle AB saflarını sıkı tutmaya çalışıyorlar. AB
genişlemesine paralel olarak NATO genişlemesi de AB'nin emperyalist
ülkelerine, özellikle de Alman emperyalizmine şunu göstermiştir:
Amerikan emperyalizminin, AB adı altında da olsa Alman
emperyalizmine “boş” alan bırakmaya hiç niyeti yoktur. Nitekim
AB'in orta ve doğu Avrupa'daki yeni üyeleri AB'den çok NATO'nun
boyunduruğu altındaymış gibi hareket ediyorlar.
AB'nin
gidişatı iyi değil, Almanya'nın ABD ile ilişkiler iyi değil.
Ortadoğu'da da durum pek iç açıcı değil. “Bağdat demiryolu”
dönemi artık kapandı; Alman emperyalizmi tek başına Ortadoğu'da,
I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı devleti üzerinden nüfuz
alanı olarak gördüğü bu bölgede şimdi söz sahibi olmaktan çok
uzaktır. Ortadoğu'da AB ve Almanya oldukça perişan (Fransa, ara
sıra da olsa Suriye'de sağa sola bomba atabiliyor). ABD ve
Rusya'nın yanında “birinci sınıf” oyuncu değil. En Batı
yanlısı olan Türkiye'ye söz geçirecek; Ortadoğu'da onu
yönetecek durumda hiç değil. Türkiye'nin de AB'ye veya Almanya'ya
Ortadoğu politikasını kabul ettirme diye bir derdi yok (Bu işin
“birinci sınıf” oyuncular ABD ve Rusya ile halledilmesi
gerektiğini biliyor). Öyle ki, Ortadoğu'da Türkiye, İran. S.
Arabistan, hatta Katar, AB ve Almanya'ya nazaran “birinci sınıf”
oyuncu durumundalar; Ortadoğu'da Türkiye, İran, S. Arabistan Alman
emperyalizminden daha fazla söz sahibidir. Alman emperyalizminin
hazmedeceği bir durum değil, ama nesnel gerçeklik böyle.
AB ve
özelikle de Almanya Ortadoğu'da var olmak için bölgesel bir gücün
elini tutması; yönlendirmesi gerekiyor, ama öyle bir güç de yok.
Şu hale bakın: I. Dünya Savaşı'nda bölge, Fransa ve İngiltere
tarafından nüfuz alanlarına bölündü
(Sykes-Pico
Antlaşması 16 Mayıs1916);
yenik Almanya buna seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi de yine
başka güçler (Rusya ve ABD) yanlarına yerel aktörleri de çekerek
bölgeyi çıkarlarına göre nüfuz alanlarına bölmenin oyunu
içindeler. Almanya yine yok orada; uzaktan bakıyor. Afganistan
işgalini meşrulaştırmak için o zaman Alman savunma bakanı
Struck’un dediği gibi, Almanya’nın çıkarlarını
“Hindikuşu”nda “savunmak” gerekiyordu. Şimdi bu savunma
alanı en fazlasıyla Kapıkule'de son buluyor.
Almanya,
en azından AB'ye bitişik denizlerde boy göstermek istiyor; tabii
AB'nin sınırlarını güven altına almak için. Aslında ise
göçmen akışını önlemek için. Ama bunu da beceremiyor. Burada
söz konusu olan esasen Akdeniz'dir. Alman donanması Akdeniz'in bazı
alanlarında dolaşabilir, ama emperyalistler arası ve kıyı
ülkeler arası rekabette söz konusu olan Doğu Akdeniz'de, Eğe'de
istenmez.
Şüphesiz
ki, Alman ekonomisi dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisidir.
Ama artık bu yetmiyor; jeopolitikayı belirleyen başka güçler
var.
Almanya
Türkiye'den ne istiyor?
Alman
emperyalizmi, şimdiye kadar olduğu gibi, gerekirse baskı
uygularım, tehdit ederim ve istediğimi kabul ettiririm havasında.
İncirlik'ten çıkmak zorunda kaldı. Bunu hazmedemedi. AB
“yardımları”nı kestirme tehdidinin ötesinde Türkiye-AB
ilişkilerini sonlandırmayı dile getirdi. Bu da tutmadı. Alman
sermayesini uyardı, ama şimdilik dinleyen yok. Son olarak da işi
silah ambargosuna getirdi. Tek istekleri, ilişkilerin eskisi gibi
devam etmesidir. Ama ilişkilerin eskisi gibi devam edemeyeceğini, o
dönemin geride kaldığını, dünyanın yeni bir Türkiye ile karşı
karşıya olduğunu söyleyen ve uygulayan faşist bir iktidar var
Türkiye'de. Batı'lı emperyalist güçler, başta da ABD ve Almanya
Türkiye'ye eskisi gibi hükmetmek istiyorlar, ama hükmedemiyorlar;
Türk burjuvazisini, eskisi gibi çıkarlarına koşmak istiyorlar,
ama koşamıyorlar. Türk burjuvazisi “eşitler arası” ilişki
talep ediyor. Batılı “dostları”nın tahammülsüzlüğü de
buradan kaynaklanıyor.
Ama
AB ve özellikle de Alman emperyalizmi, dananın kuyruğunun daha
kopmadığını, kopacağı zamanın da pek uzak olmadığını
bilmesi gerekir: Erdoğan, bir gece ansızın göçmen anlaşmasını
rafa kaldırırsa hiç şaşmamak gerekir. Kaldırırsa
ne olacağını AB'nin düşünüyor olması gerekir? Ege Denizi,
boğulmuş insan denizine dönüşürse bunun tek sorumlusu Erdoğan
olmayacaktır.
Diğer
taraftan ne Almanya ne de ABD, Türkiye'den kolay kolay
vazgeçmeyeceklerdir; kendi istedikleri Türkiye'yi yeniden kurmak
için mücadelelerine devam edeceklerdir; bu anlamda Erdoğan şimdi
Almanya seçimlerinde iç politikanın temel malzemelerinden biri
yapıldı. Ama yarın, Türkiye'deki seçimlere (2019)
hazırlanılacak; eski, uysal Türkiye talebi diri tutulacak vs.
Zamanın
ruhu mu değişti, ruhun zamanı mı değişti, orası meçhul. Ama
açık olan şu ki, o zamanın ruhu Erdoğan ve AKP'yi iktidara
taşımak için çalıştı. Bugün ise zamanın ruhu Erdoğan ve
AKP'yi iktidardan uzaklaştırmaya çalışıyor.