“FIRAT
KALKANI HAREKATI” VE “ZEYTİN DALI HAREKATI” TÜRK
BURJUVAZİSİNİN YENİ ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ’NİN
UYGULAMASIDIR
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin’den Öğrenemedik, Bari Sun Tzu’dan
Öğrenelim
Faşist
diktatörlüğün sınır ötesi operasyonları, somutta da “Fırat
Kalkanı Harekatı”ıyla Cerablus-Azez-El Bab alanını işgali ve
şimdi de devam eden Efrin’i işgal girişimi, sadece Kürt
özgürlük mücadelesine karşı bir saldırganlık değildir.
Şüphesiz, Türk burjuvazisinin kendine göre vazgeçilemez amacı,
Kürt ulusunun, inkarı, imhasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan bu yana bu, Türk burjuvazisinin bu coğrafyada bir
Türk varoluş felsefesidir; şovenizmi, ırkçılığı besleme ve
yönlendirme kaynağıdır. Ama burjuvazinin Rojova’da işgalci
girişimi salt bununla sınırlı değildir. Bu işgalcilik Türk
burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konseptinin uygulamasıdır.
Burjuvaziye göre Güney’de tehdit algılamasının esas aktörü
Amerikan emperyalizmdir; ABD Kürtleri vurucu güç olarak
kullanmaktadır. Bu nedenle somutta, bu konseptin güneyde
uygulanmasında karşısında duran, düşman olarak algıladığı
güç Rojava Kanton oluşumlarıdır.
Bu
konseptin, örneğin Batı Trakya, Ege ve Akdeniz ayağında ise
Yunanistan düşman güç olarak algılanmaktadır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, düşman olarak algılanan gücü sınır
ötesinde karşılamayı ve imha etmeyi, aynı zamanda ülkenin yakın
bölge; sınırlara bitişik alandaki çıkarlarını savunmayı da
içermektedir. Bunun tipik örneğini Ege sorunları ve şimdi Doğu
Akdeniz’de alevlenen enerji kaynaklı çıkar çatışmaları
oluşturmaktadır.
Türk
burjuvazisinin yeni güvenlik konseptinin ana hatlarına baktığımızda
bu gerçekliği görmekteyiz:
II.
Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere
Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası
örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik
politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist
dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını
beraberinde getirmiştir Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya
üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik
politikası/konsepti kalmamış; ulusal güvenlik NATO nezdinde
Amerikan emperyalizmine havale edilmişti.
NATO
şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar
kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya
koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin
de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal
olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı.
NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin
uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan
ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu.
Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü
ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı
Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini
açıklamasıdır.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı
eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal
güvenlik konsepti arasındaki temel değişimlerden birisi budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır; Türk burjuvazisi şimdiye
kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş
güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik
konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan
saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel
özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:
Türk
burjuvazisi, gelişmesinde, palazlanmasında “Lozan bir
zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli”dir aşamasına
gelmiştir. Türk burjuvazisi, “1923 psikolojisiyle hareket
edemeyiz” derken aslında yeni ulusal güvenlik politikasının
bir savaş, saldırganlık programı olduğunu açıklamaktadır.
Bunun diktatör Erdoğan çok bir biçimde dile getirmektedir:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” (Eski
ulusal güvenlik konsepti), “Bizi Cumhuriyet tarihimizin
tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride
bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte
bu anlayıştan gelmiştir” (Yeni ulusal güvenlik konsepti).
Böylece
Erdoğan, savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı
eksenli ulusal güvenlik politikasına geçme zamanının geldiğini
de açıklamış oluyordu.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan
eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD,
İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik
politikası uygulamaktalar.
Yeni
ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye'nin ulusal güvenliği
müttefiklere bırakılamaz. Bu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra
ABD, AB, NATO ilişkilerindeki gerginliğin çelişkiye dönüşmesiyle
belirginleşmiştir. Türk burjuvazisi, NATO ve ABD’ye, AB’ye
ulusal güvenlik, müttefiklik konusunda güvenmediğini açıkça
ilan etmektedir. Her fırsatta dile getirilen “Kendi göbeğimiz
kendimiz keseceğiz” esprisiyle ifade edilen budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir. Bu coğrafya “belalı” bir coğrafyadır. Bu
coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın.
(Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak
mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında,
ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında
yaşamıştır).
Kuşatılmak
istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır
dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın.(1)
Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu
nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak
böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi
boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü
olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi
Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak
görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin
güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt
Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin
tam sınırını çizmektedir.
Türk
burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini
savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ama sahtekarca başka
ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklama
yapmaktadır. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak
Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur; bu koridor tam
da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır (2).
Yeni
ulusal güvenlik konsepti ”proaktif” dış politika ve saldırı
eksenlidir:
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifine göre
açıklamaktadır.
Coğrafyanın
bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet
belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada
belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir;
bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya
rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı
altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar
ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve
böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün,
bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.
Güvenlik
tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu
derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası
ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır;
büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık
yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı
beraberinde getirmektedir.
“Sol”,
Ortadoğu'da Türkiye ile başta ABD olmak üzere Batı'lı
müttefikleriyle yaşamakta olduğu gerginliğin çelişkiye
dönüştüğünü, artık ABD'nin, NATO'nun bölgede sorunsuz
jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin olmadığını dahi
anlamıyor. Türkiye’nin ekonomik bakımdan güçlendikçe kendi
çıkarlarını önplana çıkartmaya başladığını, Gülen
Hareketi'nin ordudaki tahribatına rağmen hala oldukça güçlü ve
modern silahlara sahip, silah bakımından dışarıya bağımlılığını
yüzde 40'lara indirmiş bir orduyla rekabet gücünü artırdığını
dahi görmüyor.
Öyle
ki “Sol”, Türkiye'nin uluslararası alanda askeri varlığının
ne anlama geldiğinin farkında bile değil. Türkiye'nin son birkaç
yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede
görev alması ve askeri bakımdan uluslararası tecrübe kazanması;
son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede
askeri faaliyet sürdürmesi; örneğin Somali, Katar, Irak'ta mevcut
üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs
kurma çabaları, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı, “Sol”
için de çok düşündürücü olması gerekmez mi? Gerekmesine
gerekir de...
Sınıf
mücadelesinde en büyük zaaf, belki, iktidarını yıkmak
istediğimiz sınıf düşmanını bütün yönleriyle tanımamaktır,
onu küçümsemektir.
Türk
burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin
jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak
hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk
sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün
bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü
abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme
lüksümüz olmamalıdır.
Unutmamak
gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafksya/Haar Havzası-Ortadoğu
üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen
içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir. Kaderi,
coğrafyayla hiçbir ülkede görülmemiş derecede bütünleşmiştir.
Türk burjuvazisi gücündeki gelişmeye paralel olarak bu
gerçeklikten kurtulamayacağını anlamıştır. Bu coğrafyada
kapitalist dünyaya rağmen sosyalizm kurduğumuzda da bu
gerçeklikten kurtulamayacağız. Burjuvaziyle işçi sınıfının
bu coğrafyada kader ortaklığı belki de budur!
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin’den Öğrenemedik, Bari Sun Tzu’dan
Öğrenelim
“Sol”
olarak bu sınıf düşmanını ve gücünü anlamanın neresindeyiz?
Bu soruyu şimdiye kadar çok sordum, öyle ki gereğinden fazla
sordum. Ama amacım sorduğum soruya cevap verilmesi değildir. Esas
olan, genel olarak “Sol”un değerlendirmeleridir. Sorunu nasıl
anladığımızı bazı sorularla buraya aktarayım.
-Diktatör
Erdoğan en azından 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana
sürekli psikolojik savaş sürdürdü ve sürdürüyor. Ama
anlamadık; bağırıyor çağırıyor, yine “Ey” çekiyor, ABD,
Rusya kulağından çeker, bir şey yapamaz dedik. Demediysek de
böyle düşündük. Yani sessizce Amerikan ve Rus emperyalizminin
politikalarına veya da taktik tavırlarına bel bağlanırken;
örneğin Putin kurtarıcı olarak görülürken, diktatör Erdoğan,
Putin ile birlikte dediğini yaptı, yapıyor.
-Türkiye’nin
başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle
ilişkilerindeki yaşanan gerginliğin çelişkilere dönüştüğünü
anlamadık. Kafasına vururlar, ekonomiyle gırtlağını sıkarlar,
sustururlar, hizaya getirirler diye düşündük, her halde hala
böyle düşünenler vardır.
-Türkiye
emperyalizme bağımlıdır, efendilerinden ayrı kalamaz diye
düşünmüş olmamız gerekir ki, diktatör Erdoğan’ın
efendilerine karşı çıkmasını pek anlayamadık. Bunun
antiemperyalistlik olacağını, Erdoğan’ın da antiemperyalist
olamayacağına göre böyle bir şeyin olamayacağını düşünenler
az değildir. Ne kadar “derin” bir düşünce ve analiz değil
mi?
-Burjuvazi
ulusal güvenlik konseptini değiştirdi, bunu hiç mi hiç
anlamadık; korkudan saldırıyor demenin çok ucuz olduğunu ve
politik bir değeri olmadığını anlamak istemedik. ABD, AB, NATO
dışına çıkamaz dedik, ama adam çıkıyor; sana güvenmiyorum
diye yüzlerine söylüyor. Sanki “baş” düşmanımızın siyasi
temsilcisi değilmiş gibi davranarak hiç sorun yapmadık...
-Burjuvazi,
ulusal güvenlik başkasına teslim edilemez dedi, anlamadık. Daha
doğrusu bunu, Erdoğan, iktidarını kaybedecek korkusu içinde
olduğu için saldırıyor diye anladık...
-Propaganda
yapmanın değil, propaganda nasıl yapılmazın örneği olmak için
adeta direndik; Lenin’in dediği gibi “terbiyeli yalan” bile
söyleyemedik, düpedüz gerçek dışı söylemlere sarıldık...
-Gerçekliği
değil, hislerimizi konuşturduk; somut durumun somut analizi yerine
duygularımızı, hislerimizi analiz ettik...
-Şu
hale bakın...Adam iktidarının en güçlü dönemini yaşıyor, ama
biz onu iktidarını kaybetme korkusu içinde olan, krizden krize
yuvarlanan biri olarak gösterdik, gösteriyoruz ve bu nedenle
saldırıyor, kendini, iktidarını kurtarmaya çalışıyor dedik ve
demeye devam ediyoruz...
-Suriye
politikası çöktü, Suriye’de dışlandı dedik, ama adam,
Suriye’nin siyasi geleceğin belirleyen aktörlerden birisi olarak
karşımıza çıktı...
-Suriye’ye
giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik, ama adam gidi, yayılıyor ve
çıkmaya da hiç niyeti yok...
-Şu
hale bakın... Bir ABD’nin, bir Rusya’nın kucağında, piyon
falan derken adam bayağı aktör olmuş, Suriye’de “bensiz çözüm
olmaz”ı kabul ettirmiş de haberimiz olmamış!
-Cerablus’a
giremez dedik, El Bab’a kadar gitti. Girse de bataklığa gömülür
dedik, adam orada yeni bir düzen kuruyor. Bunu ora halkı, Esad
rejimi, ABD, Rusya vs. görüyor, ama sadece biz göremiyoruz veya
görmek istemiyoruz.
-Efrin’e
giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik; ABD mel mel bakarken, girmek
için Rusya ile çok önceden anlaşmış. Sadece biz buna inanmak
istemedik...
-Suriye’de
en büyük yalan nedir? En büyük yalan, Suriye’nin toprak
bütünlüğünden bahsetmektir. Anlaşılan o ki, işgalci (Rusya,
ABD ve Türkiye), işgal ettiği alanda kalmayı meşrulaştırmanın
maddi zeminini oluşturuyor. Bunun sonucunda Suriye’nin
parçalanması, Rojava devriminin boğulması tabii ki, işgalcilerin
bir kısmının isteğidir, bir kısmının da umurunda değildir.
-Artık
iş “meal”e kaldı; Kazakistan’ın başkenti Astana’da (16
Mart) Suriye konulu dışişleri bakanları toplantısı düzenlendi.
“Astana’nın meali: Biz Afrin’e ses etmeyelim sen de bizim
yanımızda durmaya devam et…”
Peki,
bu Türkiye ne menem bir uşaktır, piyondur ki, “yanlarında
durmaya devam etmesine” bu kadar önem veriliyor?
-Bari
bu sefer Münbiç’e giremez, girse de bataklığa gömülür
demeden önce -demesine diyelim de- nasıl bir sınıf düşmanıyla
karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha düşünelim...
-Adam
İdlib’e geri çıkmamak amacıyla yerleşiyor, biz hala
iktidarını kaybetme korkusuyla saldıran Erdoğan'dan, Putin’in
piyonu Erdoğan’dan, kendi “pisliğini” temizlemek zorunda
bırakılan Erdoğan’dan bahsediyoruz...
İdilib-Afrin
arasındaki bağı kuramayan anlayış ne Münbiç’i ne de Türk
burjuvazisinin yeni güvenlik konseptini anlar...
-Erdoğan’ı
durdurmayı, alaşağı etmeyi ekonomik krize, Batı’nın
baskılarına vb. Bağladık veya havale ettik ve bunu da açıkça
dile getirdik. Ama bu arada, bu mücadelede özne olarak ne
yapıyoruzu kendimize sormayı unuttuk...
-Ekonomisi
battı, kriz Erdoğan’ı götürür dedik, ama yine olmadı...Hiçbir
araştırma yapmadan adeta ekonomide kriz patlatma yarışına
girdik; ekonomi inşaata dayanıyor, inşaat sektörü ekonominin
motoru deme cehaletini ciddi ciddi ekonomi analizi olarak yazma
cüretini gösterdik. Oysa inşaat sektörünün ekonomideki ağırlığı
yüzde 7’nin üstüne pek çıkmamıştır...
-Köprü
yaptı zarar ediyor diyerek güya ekonomiyi, yapılanların yanlış
olduğunu söyleme cehaletini gösterdik... Bunun bir altyapı gereği
olduğu, bu ulaşım olanaklarıyla ekonominin başka alanlarda
(zaman, enerji tasarrufu sağladığını, ulaşımda toplumsal
tepkiyi gerilettiğini vs.) düşünmedik ve bu argümanlarla
kapitalizmin eleştirilemeyeceği aklımıza gelmedi...
-Silahı
yok, yerlisi hava cıva demeye getirdik, Erfin’de denemediği
modern teknoloji bazlı, yazılımı “yerli” silah kalmadı.
Yetmedi bir de silah ihracatçısı oldu...
-Faşist
diktatörlük Ege’de ve Doğu Akdeniz’de her şeyi göze aldığını
açıklıyor, ama bu bizi ilgilendirmiyor...
Bu
liste uzatılabilir hem de bayağı uzatılabilir. Ama anlamı yok.
Bu hal ve gidişe bakınca akılma Sun Tzu’nun 2500 küsur sene
önce yazdığı “Savaş Sanatı” kitapçığı geldi. Anlaşılan
o ki, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den öğrenemedik; en azından
yöntemlerini, somut durumun somut analizini yapmayı ve ona göre
hareket etmeyi öğrenemedik, bari Sun Tzu’dan öğrenelim; en
azından, hiç olmazsa öğrenmeye çalışalım...
Ne
diyordu Sun Tzu?
“Düşmanı
ve kendini tanıyorsan, yüzlerce muharebenin sonucundan korkmana
gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama düşmanı tanımıyorsan
kazandığın her zafer için yenilgiye uğrayacaksın. Ne düşmanı
ne de kendini tanıyorsan, her muharebede yenileceksin... Gerçeklere
bağlı kal”.
Nasıl
bir sınıf düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzu bir türlü
anlatamadım, belki de çare Sun Tzu!
*
1)
Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin
kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden
Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak
üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük
Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre
Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör”
örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk
burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli
devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha
edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın
coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul
olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını
istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir;
kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu
yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri
yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün
için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları
için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır.
Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da
girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için
sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile
sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve
Fırat'ın doğusunun da (Kobane ve Cizire Kantonları) hedef
alınacağını açıkça ilan etmektedir. Bugün Afrin’i işgal
girişimi de bu politikayı uyguladığını göstermektedir.
2)
Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var:
Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet
sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum
bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum,
Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu
yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol
etmek gerektiği anlayışındadır.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu. Bu
durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış
olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını
Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgal ve savaşına
katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için
Katar, Somali ve Afganistan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Türkiye
son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok
sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den
bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet
sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı
sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları
var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var.