deneme

18 Mart 2018 Pazar

“FIRAT KALKANI HAREKATI” VE “ZEYTİN DALI HAREKATI” TÜRK BURJUVAZİSİNİN YENİ ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ’NİN UYGULAMASIDIR




FIRAT KALKANI HAREKATI” VE “ZEYTİN DALI HAREKATI” TÜRK BURJUVAZİSİNİN YENİ ULUSAL GÜVENLİK KONSEPTİ’NİN UYGULAMASIDIR

Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den Öğrenemedik, Bari Sun Tzu’dan Öğrenelim

Faşist diktatörlüğün sınır ötesi operasyonları, somutta da “Fırat Kalkanı Harekatı”ıyla Cerablus-Azez-El Bab alanını işgali ve şimdi de devam eden Efrin’i işgal girişimi, sadece Kürt özgürlük mücadelesine karşı bir saldırganlık değildir. Şüphesiz, Türk burjuvazisinin kendine göre vazgeçilemez amacı, Kürt ulusunun, inkarı, imhasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bu, Türk burjuvazisinin bu coğrafyada bir Türk varoluş felsefesidir; şovenizmi, ırkçılığı besleme ve yönlendirme kaynağıdır. Ama burjuvazinin Rojova’da işgalci girişimi salt bununla sınırlı değildir. Bu işgalcilik Türk burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik konseptinin uygulamasıdır. Burjuvaziye göre Güney’de tehdit algılamasının esas aktörü Amerikan emperyalizmdir; ABD Kürtleri vurucu güç olarak kullanmaktadır. Bu nedenle somutta, bu konseptin güneyde uygulanmasında karşısında duran, düşman olarak algıladığı güç Rojava Kanton oluşumlarıdır.
Bu konseptin, örneğin Batı Trakya, Ege ve Akdeniz ayağında ise Yunanistan düşman güç olarak algılanmaktadır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, düşman olarak algılanan gücü sınır ötesinde karşılamayı ve imha etmeyi, aynı zamanda ülkenin yakın bölge; sınırlara bitişik alandaki çıkarlarını savunmayı da içermektedir. Bunun tipik örneğini Ege sorunları ve şimdi Doğu Akdeniz’de alevlenen enerji kaynaklı çıkar çatışmaları oluşturmaktadır.

Türk burjuvazisinin yeni güvenlik konseptinin ana hatlarına baktığımızda bu gerçekliği görmekteyiz:
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti kalmamış; ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmişti.

NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişimlerden birisi budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır; Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

Türk burjuvazisi, gelişmesinde, palazlanmasında “Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli”dir aşamasına gelmiştir. Türk burjuvazisi, “1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz” derken aslında yeni ulusal güvenlik politikasının bir savaş, saldırganlık programı olduğunu açıklamaktadır. Bunun diktatör Erdoğan çok bir biçimde dile getirmektedir:
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” (Eski ulusal güvenlik konsepti), “Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” (Yeni ulusal güvenlik konsepti).
Böylece Erdoğan, savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçme zamanının geldiğini de açıklamış oluyordu.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

Yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz. Bu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD, AB, NATO ilişkilerindeki gerginliğin çelişkiye dönüşmesiyle belirginleşmiştir. Türk burjuvazisi, NATO ve ABD’ye, AB’ye ulusal güvenlik, müttefiklik konusunda güvenmediğini açıkça ilan etmektedir. Her fırsatta dile getirilen “Kendi göbeğimiz kendimiz keseceğiz” esprisiyle ifade edilen budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir. Bu coğrafya “belalı” bir coğrafyadır. Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın. (Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır).

Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın.(1)
Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır.
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında “Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

Türk burjuvazisi Misak-ı Milli'yi, en azından güney kesimini kendini savunma hattı olarak gündeme getirmektedir ama sahtekarca başka ülkelerin topraklarında gözümüz yoktur diye açıklama yapmaktadır. Esas amacı, Güney Kürdistan'ı da katarak Akdeniz'den İran sınırına uzanan bir koridordur; bu koridor tam da Misak-ı Milli'nin güney sınırlarını oluşturmaktadır (2).

Yeni ulusal güvenlik konsepti ”proaktif” dış politika ve saldırı eksenlidir:
Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifine göre açıklamaktadır.

Coğrafyanın bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir; bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün, bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.

Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir.

Sol”, Ortadoğu'da Türkiye ile başta ABD olmak üzere Batı'lı müttefikleriyle yaşamakta olduğu gerginliğin çelişkiye dönüştüğünü, artık ABD'nin, NATO'nun bölgede sorunsuz jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin olmadığını dahi anlamıyor. Türkiye’nin ekonomik bakımdan güçlendikçe kendi çıkarlarını önplana çıkartmaya başladığını, Gülen Hareketi'nin ordudaki tahribatına rağmen hala oldukça güçlü ve modern silahlara sahip, silah bakımından dışarıya bağımlılığını yüzde 40'lara indirmiş bir orduyla rekabet gücünü artırdığını dahi görmüyor.

Öyle ki “Sol”, Türkiye'nin uluslararası alanda askeri varlığının ne anlama geldiğinin farkında bile değil. Türkiye'nin son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev alması ve askeri bakımdan uluslararası tecrübe kazanması; son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmesi; örneğin Somali, Katar, Irak'ta mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı, “Sol” için de çok düşündürücü olması gerekmez mi? Gerekmesine gerekir de...
Sınıf mücadelesinde en büyük zaaf, belki, iktidarını yıkmak istediğimiz sınıf düşmanını bütün yönleriyle tanımamaktır, onu küçümsemektir.

Türk burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme lüksümüz olmamalıdır.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafksya/Haar Havzası-Ortadoğu üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir. Kaderi, coğrafyayla hiçbir ülkede görülmemiş derecede bütünleşmiştir. Türk burjuvazisi gücündeki gelişmeye paralel olarak bu gerçeklikten kurtulamayacağını anlamıştır. Bu coğrafyada kapitalist dünyaya rağmen sosyalizm kurduğumuzda da bu gerçeklikten kurtulamayacağız. Burjuvaziyle işçi sınıfının bu coğrafyada kader ortaklığı belki de budur!

Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den Öğrenemedik, Bari Sun Tzu’dan Öğrenelim

Sol” olarak bu sınıf düşmanını ve gücünü anlamanın neresindeyiz? Bu soruyu şimdiye kadar çok sordum, öyle ki gereğinden fazla sordum. Ama amacım sorduğum soruya cevap verilmesi değildir. Esas olan, genel olarak “Sol”un değerlendirmeleridir. Sorunu nasıl anladığımızı bazı sorularla buraya aktarayım.

-Diktatör Erdoğan en azından 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana sürekli psikolojik savaş sürdürdü ve sürdürüyor. Ama anlamadık; bağırıyor çağırıyor, yine “Ey” çekiyor, ABD, Rusya kulağından çeker, bir şey yapamaz dedik. Demediysek de böyle düşündük. Yani sessizce Amerikan ve Rus emperyalizminin politikalarına veya da taktik tavırlarına bel bağlanırken; örneğin Putin kurtarıcı olarak görülürken, diktatör Erdoğan, Putin ile birlikte dediğini yaptı, yapıyor.

-Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ilişkilerindeki yaşanan gerginliğin çelişkilere dönüştüğünü anlamadık. Kafasına vururlar, ekonomiyle gırtlağını sıkarlar, sustururlar, hizaya getirirler diye düşündük, her halde hala böyle düşünenler vardır.

-Türkiye emperyalizme bağımlıdır, efendilerinden ayrı kalamaz diye düşünmüş olmamız gerekir ki, diktatör Erdoğan’ın efendilerine karşı çıkmasını pek anlayamadık. Bunun antiemperyalistlik olacağını, Erdoğan’ın da antiemperyalist olamayacağına göre böyle bir şeyin olamayacağını düşünenler az değildir. Ne kadar “derin” bir düşünce ve analiz değil mi?

-Burjuvazi ulusal güvenlik konseptini değiştirdi, bunu hiç mi hiç anlamadık; korkudan saldırıyor demenin çok ucuz olduğunu ve politik bir değeri olmadığını anlamak istemedik. ABD, AB, NATO dışına çıkamaz dedik, ama adam çıkıyor; sana güvenmiyorum diye yüzlerine söylüyor. Sanki “baş” düşmanımızın siyasi temsilcisi değilmiş gibi davranarak hiç sorun yapmadık...

-Burjuvazi, ulusal güvenlik başkasına teslim edilemez dedi, anlamadık. Daha doğrusu bunu, Erdoğan, iktidarını kaybedecek korkusu içinde olduğu için saldırıyor diye anladık...

-Propaganda yapmanın değil, propaganda nasıl yapılmazın örneği olmak için adeta direndik; Lenin’in dediği gibi “terbiyeli yalan” bile söyleyemedik, düpedüz gerçek dışı söylemlere sarıldık...

-Gerçekliği değil, hislerimizi konuşturduk; somut durumun somut analizi yerine duygularımızı, hislerimizi analiz ettik...

-Şu hale bakın...Adam iktidarının en güçlü dönemini yaşıyor, ama biz onu iktidarını kaybetme korkusu içinde olan, krizden krize yuvarlanan biri olarak gösterdik, gösteriyoruz ve bu nedenle saldırıyor, kendini, iktidarını kurtarmaya çalışıyor dedik ve demeye devam ediyoruz...

-Suriye politikası çöktü, Suriye’de dışlandı dedik, ama adam, Suriye’nin siyasi geleceğin belirleyen aktörlerden birisi olarak karşımıza çıktı...

-Suriye’ye giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik, ama adam gidi, yayılıyor ve çıkmaya da hiç niyeti yok...

-Şu hale bakın... Bir ABD’nin, bir Rusya’nın kucağında, piyon falan derken adam bayağı aktör olmuş, Suriye’de “bensiz çözüm olmaz”ı kabul ettirmiş de haberimiz olmamış!

-Cerablus’a giremez dedik, El Bab’a kadar gitti. Girse de bataklığa gömülür dedik, adam orada yeni bir düzen kuruyor. Bunu ora halkı, Esad rejimi, ABD, Rusya vs. görüyor, ama sadece biz göremiyoruz veya görmek istemiyoruz.

-Efrin’e giremez, ABD, Rusya izin vermez dedik; ABD mel mel bakarken, girmek için Rusya ile çok önceden anlaşmış. Sadece biz buna inanmak istemedik...

-Suriye’de en büyük yalan nedir? En büyük yalan, Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsetmektir. Anlaşılan o ki, işgalci (Rusya, ABD ve Türkiye), işgal ettiği alanda kalmayı meşrulaştırmanın maddi zeminini oluşturuyor. Bunun sonucunda Suriye’nin parçalanması, Rojava devriminin boğulması tabii ki, işgalcilerin bir kısmının isteğidir, bir kısmının da umurunda değildir.

-Artık iş “meal”e kaldı; Kazakistan’ın başkenti Astana’da (16 Mart) Suriye konulu dışişleri bakanları toplantısı düzenlendi. “Astana’nın meali: Biz Afrin’e ses etmeyelim sen de bizim yanımızda durmaya devam et…”
Peki, bu Türkiye ne menem bir uşaktır, piyondur ki, “yanlarında durmaya devam etmesine” bu kadar önem veriliyor?

-Bari bu sefer Münbiç’e giremez, girse de bataklığa gömülür demeden önce -demesine diyelim de- nasıl bir sınıf düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha düşünelim...

-Adam İdlib’e geri çıkmamak amacıyla yerleşiyor, biz hala iktidarını kaybetme korkusuyla saldıran Erdoğan'dan, Putin’in piyonu Erdoğan’dan, kendi “pisliğini” temizlemek zorunda bırakılan Erdoğan’dan bahsediyoruz...
İdilib-Afrin arasındaki bağı kuramayan anlayış ne Münbiç’i ne de Türk burjuvazisinin yeni güvenlik konseptini anlar...

-Erdoğan’ı durdurmayı, alaşağı etmeyi ekonomik krize, Batı’nın baskılarına vb. Bağladık veya havale ettik ve bunu da açıkça dile getirdik. Ama bu arada, bu mücadelede özne olarak ne yapıyoruzu kendimize sormayı unuttuk...

-Ekonomisi battı, kriz Erdoğan’ı götürür dedik, ama yine olmadı...Hiçbir araştırma yapmadan adeta ekonomide kriz patlatma yarışına girdik; ekonomi inşaata dayanıyor, inşaat sektörü ekonominin motoru deme cehaletini ciddi ciddi ekonomi analizi olarak yazma cüretini gösterdik. Oysa inşaat sektörünün ekonomideki ağırlığı yüzde 7’nin üstüne pek çıkmamıştır...

-Köprü yaptı zarar ediyor diyerek güya ekonomiyi, yapılanların yanlış olduğunu söyleme cehaletini gösterdik... Bunun bir altyapı gereği olduğu, bu ulaşım olanaklarıyla ekonominin başka alanlarda (zaman, enerji tasarrufu sağladığını, ulaşımda toplumsal tepkiyi gerilettiğini vs.) düşünmedik ve bu argümanlarla kapitalizmin eleştirilemeyeceği aklımıza gelmedi...

-Silahı yok, yerlisi hava cıva demeye getirdik, Erfin’de denemediği modern teknoloji bazlı, yazılımı “yerli” silah kalmadı. Yetmedi bir de silah ihracatçısı oldu...
-Faşist diktatörlük Ege’de ve Doğu Akdeniz’de her şeyi göze aldığını açıklıyor, ama bu bizi ilgilendirmiyor...

Bu liste uzatılabilir hem de bayağı uzatılabilir. Ama anlamı yok. Bu hal ve gidişe bakınca akılma Sun Tzu’nun 2500 küsur sene önce yazdığı “Savaş Sanatı” kitapçığı geldi. Anlaşılan o ki, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’den öğrenemedik; en azından yöntemlerini, somut durumun somut analizini yapmayı ve ona göre hareket etmeyi öğrenemedik, bari Sun Tzu’dan öğrenelim; en azından, hiç olmazsa öğrenmeye çalışalım...

Ne diyordu Sun Tzu?
Düşmanı ve kendini tanıyorsan, yüzlerce muharebenin sonucundan korkmana gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama düşmanı tanımıyorsan kazandığın her zafer için yenilgiye uğrayacaksın. Ne düşmanı ne de kendini tanıyorsan, her muharebede yenileceksin... Gerçeklere bağlı kal”.

Nasıl bir sınıf düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzu bir türlü anlatamadım, belki de çare Sun Tzu!

*

1) Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.
Bugün için bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye'ye girilmiştir. Bu nedenle, gerekirse Irak'a da girilecektir. Türk burjuvazisi ulusal güvenliğini sağlamak için sınır ötesi müdahalesinin sadece “Fırat Kalkanı” ile sınırlı kalmayacağını, Afrin'in (Kilis-Kırıkhan hattı) ve Fırat'ın doğusunun da (Kobane ve Cizire Kantonları) hedef alınacağını açıkça ilan etmektedir. Bugün Afrin’i işgal girişimi de bu politikayı uyguladığını göstermektedir.

2) Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır.
Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak için Afganistan işgal ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali ve Afganistan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.

Türkiye son birkaç yıla kadar BM barış gücü şemsiyesi altında çok sayıda ülkede görev almıştır. Ama son birkaç yıldır, BM'den bağımsız olarak çok sayıda ülkede askeri faaliyet sürdürmektedir: Somali, Katar, Irak'taki mevcut üslerinin yanı sıra Arnavutluk, Azerbaycan ve Gürcistan'da üs kurma çabaları var, Afganistan'da NATO kapsamında karargahı var.