deneme

1 Mart 2002 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ - TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN SEYRİ


AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN SEYRİ

1989/’91’de revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası ilişkilerde ve çelişkilerde derin değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu, iki süper güçlü, iki pazarlı dünyanın sonlanması, kapitalist dünya sistemi veya dünya burjuvazisi açısından bir milattı.


O zamana kadar “özgür dünya”nın savunulması ve geleceği için Amerika’nın patronluğunda hareket etmek ve “komünizm” tehlikesine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda korumak zorunda olan AB, revizyonist blokun ve SB’nin dağılması sonucunda, bir taraftan sosyal emperyalist hegemonyadan boşalan alanları doldurmaya yönelirken, diğer taraftan da “özgür dünya”nın geleceği için ABD ile mutlaka ortak hareket etme zorunluluğunun ortadan kalktığına inanıyordu.

AB, bütün ‘90’lı yıllar boyunca ve hâlâ birçok süreci bir arada yürütüyor.
a-Aşağıda ele alacağımız gibi entegrasyonu derinleştiren ve kapsamlaştıran zirveler.
b- Genişleme politikası.
c-ABD ile çelişkilerin keskinleşmesi; rekabetin yaygınlaşması ve derinleşmesi.
d-Bütün bu ilişkiler içinde Türkiye’nin değişen; önemlileşen konumu.

1963’te imzalanan ilk anlaşmadan bu yana, daha doğrusu AB’nin Türkiye’nin önemini yeniden keşfettiği ‘90’lı yılların ikinci yarısına kadar Türkiye, bekleme odasında bekletildi.
14 Nisan 1987’de yapılan tam üyelik başvurusu reddedildi. (Aralık 1989’da verilen cevap.)

Soğuk savaş döneminde Türkiye, Amerikan emperyalizmi patronluğunda kapitalist dünyanın kendine biçmiş olduğu rolü istenildiği gibi oynamıştı. NATO üyesi Türkiye, “komünizm” tehlikesine karşı ön cepheydi.
AB’ye göre Türkiye, SB’nin dağılmasından sonra bu stratejik önemini kaybetmişti. Bunun ötesinde Doğu ve Orta Avrupa, Balkanlar, daha öncelikle ele alınması gereken alanlar olmuştu. Bu nedenlerle Türkiye, aday üye olarak, aday üyelik başvurusu olmaksızın da beklemeye devam edebilirdi. Türkiye’nin AB’ye üye olması şart değildi. Bu, Gümrük Birliği üyeliğiyle giderilebilirdi. Öyle de oldu ve Türkiye, 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne üye oldu. Böylece AB, Türkiye için yapabileceğini yapmış oluyordu. AB’ye göre Türkiye-AB ilişkileri Gümrük Birliği’yle sınırlandırılmalıydı.

Ama AB, kısa bir zaman sonra, Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB çıkarları açısından önemini gecikmeli olarak keşfedecekti.

Tek kutuplaşan, çok rekabet merkezli, “küreselleşen” dünyada, bu gelişmelerin sonucu olarak beliren rekabet alanları ve Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası, Türkiye’yi kazanılması gereken bir ülke, bir alan konumuna getiriyordu. Emperyalistler arası rekabette, jeostratejik konumu her zaman önemli olan Türkiye, bu önemi nedeniyle AB tarafından yeniden keşfediliyordu.

MAASTRİCHT ANLAŞMASI'NIN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI

10 Aralık 1991’e Maastricht’te (Hollanda) bir araya gelen o zamanki adıyla AT (Avrupa Topluluğu) devlet ve hükümet başkanları, üye devletler arasında para birliğine geçilmesi kararını aldılar. Bunun ötesinde dış politika, içişleri, güvenlik ve adalet alanlarında ortak politikaların oluşturulması kararlaştırıldı.

Maastricht Antlaşması’nın Türkiye-AB ilişkileri açısından iki sonucu vardır:

a- Roma Antlaşması’nın 237. Maddesi değiştirilerek “tüm Avrupalı devletler Birliğe üye olma talebinde bulunabilirler...” anlayışına yer verildi. Bunun ötesinde AB’ye üyelikte uygulanan prosedür de değiştirilmiş, AB üyeliği için Tek Senet yerine Avrupa Parlamentosu’nun onayı gerekli görülmüştür. Avrupa kavramının tam tanımının yapılmaması ve Avrupa Parlamentosu’nun üyelik için onayının şart koşulması, Türkiye’yi tedirgin etmişti. Türk burjuvazisi, o zamana kadar kendi aleyhinde birçok karar alan Avrupa Parlamentosu’nun üyelik sorusuna sıcak bakmayacağı anlayışındaydı.

b- Maastricht Antlaşması’yla, Avrupa topluluklarının hepsinden önce kurulan BAB (Batı Avrupa Birliği), ortak güvenlik ve dışişleri politikasının uygulayıcı kurumu konumuna gelmiştir. BAB, hukuken AB’nin bir parçası, kurumu değildi. AB, NATO üyesi olan, ama BAB üyesi olmayan Avrupa ülkelerini bu kuruma üye olmaya çağırmıştır. Türkiye, bu çerçevede BAB’a “ortak üye” olacaktı. Ama bu statü, AB’nin tam üyesi olmadığı için Türkiye’yi AB’nin güvenlik ve savunma gibi konularında karar alma sürecinden dışlıyordu.

90’lı yılların başından AT (Maastricht Antlaşmasından sonra AB), Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile arka arkaya “Avrupa Anlaşmaları” imzaladı. Amaç, bu ülkeleri AB üyeliğine hazırlamaktı. Böylece bu ülkeler ön plana çıkıyorlar ve Türkiye, 1963’ten beri sahip olduğu “güçlü” ortak statüsüne rağmen geri plana itiliyordu. Geri plana itiliş, AB’nin mali ve teknik yardımlarının Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönlendirilmesiyle de kendini gösteriyordu.

90’lı yılların ilk yarısında Türkiye, yukarıda belirttiğimiz uluslararası altüst oluşlar nedeniyle önemsizleştiğine inanılarak, AB’nin genişleme takviminin tartışmalarının yapıldığı platformlarda ya hiç yer almadı, ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden, Malta ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden sonra söz konusu edildi.

KOPENHAG ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI

Lizbon Zirvesi’nde (25-27 Haziran 1992) diğer şeylerin yanı sıra, Türkiye ile ilişkilerin “...Ankara Anlaşmasının hedeflerine uygun şekilde ve siyasi bir diyaloğu da içeren biçimde geliştirilmesi” görüşü benimsendi. (Sanki yeni bir şeymiş gibi!) Ayrıca aynı zirvede EFTA üyesi olan Avusturya, Finlandiya, İsveç, İsviçre ve Norveç ile tam üyelik görüşmelerinin Maastricht Antlaşması’ndan hemen sonra başlatılması, AB Komisyonu’nun 1989 tarihli kararında yer alan “derinleşme hareketi ve tek pazar kurulması yönündeki çabalar sonuçlanmadan AT’ın yeni üyelik müzakerelerine” başlamayacağının sadece Türkiye’ye yönelik bir anlayış olduğu bir kez daha görüldü.

21-22 Haziran 1993’te Kopenhag’da gerçekleştirilen zirvede AB, genişleme süreci açısından büyük önem ifade eden kararlar almıştır.

, ’nde, Maastricht Antlaşmasının söz konusu maddesini tamamlayıcı karar alındı. Bu karara göre aday üyeler, tam üyeliğin gerekli kıldığı ekonomik ve siyasi koşulları sağladıklarında tam üye olabilecekler.

Kopenhag Kriterleri olarak bilinen bu koşullar üç başlık altında toplanabilir:

-Siyasi kriterler; demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, azınlıkların korunması.

-Ekonomik kriterler; işleyen ve aynı zamanda AB çerçevesinde rekabetçi baskılara ve diğer “serbest piyasa” güçlerine dayanabilecek bir pazar ekonomisi.

-AB mevzuatını benimseme kriteri; her bir aday ülke, siyasi, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine bağlı kalarak gerekli yükümlülükleri yerine getirme yeteneğine sahip olmalıdır.

Bu zirvede Türkiye ilgili olarak da şu karar alınmıştı:
AT Zirvesi, Türkiye ile işbirliğinin, bir gümrük birliğinin kurulmasıyla ilgili olduğu ölçüde, 1963 tarihli Ortaklık Anlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’de öngörülen perspektif içinde geliştirilmesi ve yoğunlaştırılması konusunda Lizbon’da toplanan AT Zirvesi’nde kabul edilen esasların etkili bir biçimde uygulanması Konsey’den istenmiştir.”

Böylece AB, Türkiye’yi üyelikten vazgeçmeye, Gümrük Birliği ile yetinmeye çağırıyordu. Ancak Türk burjuvazisi bunu, “gümrük birliği oluşturarak, AB’ye arka kapıdan girmek” olarak yorumladı.

LÜKSEMBURG ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI

AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladıktan sonra Türkiye, sıranın AB’ye tam üyeliğe geldiği anlayışından hareketle AB’den aday üye statüsünün tanınmasını ve tam üyelikle ilgili bir takvimin belirlenmesini talep etti. Bırakalım tam üyeliği, aday üyelik konusunda da en ciddi itirazlar bu dönemde, Gümrük Birliği anlaşmasından sonra gelmeye başladı. AB’nin önde gelen ülkeleri, örneğin Almanya, ilk kez “kültürel farklılık”tan bahsediyordu. Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya, İspanya Hristiyan Demokrat partilerinin Brüksel’de yaptıkları toplantıda (4 Mart 1997) Türkiye’nin adaylığına ilişkin olarak “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelli olan ciddi itirazlar yükseliyordu.

Bu dönemde Türkiye, hiçbir zaman üye olamayacak, istenmeyen “aday üye” konumundaydı.

AB Komisyonu, “Gündem 2000 Raporu”nu 16 Temmuz 1997’de açıkladı. Bu rapor, AB’ye üyelik konusunda Türk hükümetinde hayal kırıklığına neden olmuştur. Rapor da Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üyelikleri öngörülüyordu.

Türkiye, raporda ayrı bir başlık altında ele alınıyor ve Gümrük Birliği’nin memnun edici bir biçimde işlediğinden ve bunun devamından bahsediliyordu. Bunun ötesinde “Gündem 2000 Raporu”nda bir dizi ekonomi, demokrasi sorunlarını içeren eksikliklerden söz ediliyor, ama bir bütün olarak Türkiye’nin AB aday üye yeteneğinin olduğu kabul edilebiliyordu. Bu rapor, AB’nin genişlemeyle ilgili en önemli belgesiydi ve Türkiye’ye üyelikle ilgili bir perspektif verilmemişti!

12-13 Aralık 1997’de Lüksemburg’da gerçekleştirilen zirvede AB, “Gündem 2000” raporunu ele aldı ve rapor onaylandı. Sonuç bildirisinde Türkiye ile ilgili olarak şöyle deniyordu:

Konsey, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğe ehil olduğunu teyit etmektedir. Türkiye, diğer aday üyelerle aynı kriterler temelinde değerlendirilecektir. Üyelik müzakerelerine başlamayı sağlayacak siyasi ve ekonomik koşullar bulunmamakla birlikte, Konsey, üyeliğe hazırlanmak üzere Türkiye’yi her alanda AB’ye yakınlaştıran bir strateji tanımlamanın önemli olduğu görüşündedir. Bu strateji, Ankara Anlaşması potansiyelinin geliştirilmesi, gümrük birliğinin derinleştirilmesi, mali işbirliğinin uygulanmaya konması, mevzuatın yakınlaştırılması ve birlik müktesebatının ele alınması... çeşitli programlara ve kuramlara katılımın durum bazında kararlaştırılmasını içermektedir...”

Sonuç bildirisinde Türkiye-AB ilişkilerinin güçlendirilmesi için siyasi içerikli dört koşul öne sürülüyordu:
1- Türkiye’nin “insan haklan alanındaki norm ve uygulamalarının AB’ninkilere uyumlulaştırılması çerçevesinde başlattığı siyasi ve ekonomik reformların takibi”.

2- “Azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması.”

3- “Yunanistan ve Türkiye arasında tatmin edici ve istikrarlı ilişkilerin oluşturulması, anlaşmazlıkların özellikle uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözümlenmesi.”

4- Türkiye’nin “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarından hareketle Kıbrıs'da siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM’nin koruması altında yürütülen müzakerelere destek vermesi”.

Bunun dışında sonuç bildirgesinde AB’ye katılma istidadı olan, onun değerleri ile iç ve dış hedeflerini paylaşan Avrupa devletleri ile AB üye devletlerini bir araya getirecek bir Avrupa Konferansı gerçekleştirilmesi karar altına alınıyordu. Devamla “Konferans üyelerinin, barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkileri, egemenliğe saygı, AB’nin üzerine inşa edildiği ilkeler, dış sınırların ve uluslararası hukuk ilkelerinin bütünlüğü ve ihlal edilemezliği konularında karşılıklı taahhüdü ve aynı zamanda toprak anlaşmazlıklarının barışçıl yollarla, özellikle Lahey Uluslararası Adalet Divanı tarafından çözülmesi taahhüdünü paylaşmaları...” gerekiyordu. Davetiyede, Konferans öncelikle ilk aşamada “Kıbrıs, Orta ve Doğu Avrupa aday ülkeleri ve Türkiye’ye yöneliktir” deniyordu.

, , Türkiye’ye indirilen bir şamardı. Bu denli bir dışlanma beklemeyen hükümet, AB ile siyasi diyaloğu askıya aldı, belirtilen konferansa katılımın söz konusu olmadığını açıkladı.

Tabii sorun sadece, Türkiye’nin aday üyeliği konusunda değişen bir şeyin olmamasıyla sınırlı değildi. Bu zirvesinde AB, Türkiye’nin görmeye, tartışmaya yanaşmadığı, sorunları dile getiriyordu; demokrasi sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu vs.

AB’nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, AB ile mevcut ilişkiler çerçevesinde bağlantılı olan, AB üyesi olmayan bir Türkiye’yi, AB’nin çıkarlarına —aslında Almanya ve Fransa’nın çıkarlarına— en iyi hizmet eden bir Türkiye olarak görüyorlardı. O dönem “emekli” devlet ve hükümet başkanlarının şu veya bu parti, hükümet ve devlet temsilcisinin Türkiye’nin AB’ye alınmaması gerektiği üzerinde durmaları dikkat çekicidir. Bunlara örnek olarak Fransa eski cumhurbaşkanı Valery Giscand d’Estaing, Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt gösterilebilir.

HELSİNKİ ZİRVESİ'NİN TÜRKİYE AÇISINDAN ANLAMI

Lüksemburg Zirvesi’nden sonra Türkiye, AB’ye rest çekti, ilişkilerde gerilimin hakim olduğu bir süreç başladı. Ama AB, Türkiye’yi yumuşatma, güya onu arkalama/avlama tavrını izledi. O güne kadar AB’nin Türkiye’ye ilişkin bütün tavrını ve kararlarını homurdanarak da olsa kabul eden Türkiye’nin böyle bir tepkiyi açığa vurma cesaretinin olamayacağına inanan AB, şaşkındı.

15-16 Haziran (1998) Cardiff’de (İngiltere) yapılan zirvede AB, Lüksemburg Zirvesi sonuçlarına gönderme yaptı, tam üyelik açısından Kopenhag Kriterleri’nin önemi vurgulandı, ama bu zirvede Türkiye’nin aday üyeliğine bakışta belli bir yumuşama görüldü. Türkiye için ehil kavram yerine, aday üyeliği dolaylı ifade eden tanımlamalar kullanıldı. Mali destekten de bahseden AB, bu zirvesinde aldığı kararlarla Türkiye’yi yumuşatmayı hedeflemiştir. 11-12 Aralıkta (1998) gerçekleştirilen Viyana Zirvesi, mevcut durumun teyidi anla- mini taşıyordu.

AB Komisyonu’nun 1998 Yılı Raporu’nda Türkiye, adaylığı onanmış olan diğer 12 ülkeden ayrı olarak ele alınıyordu. Bu raporda Türkiye’ye ilişkin olarak şu tespitler yapılıyordu;

Türkiye’de “politik açıdan kamu otoritelerinin işleyişinde bazı anormalikler (var), insan haklan ihlalleri (devam ediyor)... azınlıklara muamele konusunda önemli eksiklikler (var), ordunun sivil denetime tabi olmaması kaygı verici... Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasi yaşamda oynadığı büyük rol bunu (yansıtıyor)... Güneydoğudaki duruma askeri olmayan sivil bir çözüm bulunması (gerekiyor)... Zira ülkede gözlenen medeni ve siyasi hak ihlallerinin pek çoğunun şu veya bu şekilde bu konuyla bağlantılı” olduğu ileri sürülmekteydi.

Ayrıca raporda açık tanımlama yapmadan Türkiye-Yunanistan ilişkileri kastediliyor ve Türkiye’nin “...muhtelif komşu ülkelerle tüm anlaşmazlıklarının uluslararası hukuka uygun barışçı yollarla çözülmesine yapıcı bir katkı sağlaması” gerektiği belirtiliyordu. Bunun ötesinde raporda, Türkiye’nin ekonomik kriterler bakımından “bir pazar ekonomisinin temel özelliklerinin çoğuna hayli gelişkin kurumsal ve hukuksal çerçeveye, dinamik bir özel sektöre ve liberal bir ticaret kurallarına...” sahip olduğu vurgulanıyordu.

3-4 Haziran 1999’da Köln’de (Almanya) gerçekleştirilen zirvede, Almanya’nın hazırladığı, Fransa ve İngiltere’nin desteklediği Türkiye’nin beklentilerini şu veya bu şekilde ifade eden taslak metin, Yunanistan ve bazı başka üye ülkenin olumsuz tavrı nedeniyle reddedildi.

AB Komisyonu’nun 1999 yılı İlerleme Raporu’nda Türkiye tam üyeliğe aday olarak gösteriliyordu ve Lüksemburg Zirvesi’nde diğer aday üyelere önerildiği gibi, Türkiye’ye de bir Katılım Ortaklığı stratejisi öneriliyordu.

Raporun siyasi kriterler bölümünde Türkiye için, “son gelişmelerin, Türkiye’de bir demokratik sistemin temel özellikleri mevcut olmakla beraber. Kopenhang siyasi kriterlerini hâlâ karşılamadığı... ” değerlendirmesi yapılıyordu.

Türkiye’nin tam üyeliğe hazırlanabilmesi için AB, Türkiye’ye somut bir katılım öncesi ortaklığı öneriyordu. 1999 Yılı İlerleme Raporu çerçevesinde (aynı öneri Lüksemburg Zirvesi’nde diğer aday üyelere de yapılmıştı) katılım öncesi ortaklığın belli başlı unsurları şunlardı:

-Siyasi diyaloğun derinleştirilmesi,
-Ortak Dış ve Güvenlik politikası çerçevesinde AB’nin ortak tutum ve faaliyetine ortak olunabilmesi olanağı.

-Katılım öncesi mali yardım kaynaklarının tek bir çerçeve içinde eşgüdümün sağlanmasına yönelik bir ulusal program ile birleştirilmiş bir katılım ortaklığının kurulması vs.

10-11 Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği kabul edildi. Alınan karara göre Türkiye, diğer aday üyelerle eşit konuma gelmiş oluyordu. Yani aday üyelerin yararlandığı olanaklardan yararlanması ve her bir aday üyenin, tam üye olmak için yapması gerekenleri yapması gerekiyordu.

Helsinki Sonuç Bildirgesi’nde Ege ve Kıbrıs ile ilgili tespitleri Türkiye, önce birer ön koşul olarak algıladı ve kabul etmeyeceğini ifade etti. Bu konularda sonuç bildirisinde şöyle deniyordu.

Ege sorunlarıyla ilgili olarak: Aday ülkeler, “Avrupa Birliği’nin antlaşmalarla ifade edilen değerlerini paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi anlaşmazlıkların BM Antlaşması’na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletlerini, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konulan çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunmadığı taktirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde uluslararası Adalet Divanı’na götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca Avrupa Birliği Konseyi, hatırlatır ki, Kopenhag’da belirlenmiş olan siyasi kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB’ye üye olarak katılımın temelidir.”

Sonuç bildirisinin 4. paragrafında bütün aday üyelere yönelik bu anlayış, aslında Ege sorunlarını ifade ediyor ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerini göz önünde tutuyordu.
Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşler sonuç bildirisinin 9(a) ve (b) paragraflarında yer alıyordu. Orada konuya ilişkin olarak şöyle deniyordu:

9(a); “...Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık (1999) tarihinde New York’ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözüme yenilik olarak başlatılan görüşmelerini memnuniyetle karşılar ve BM Genel Sekreteri’nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteği ifade eder.”

9(b); “... Avrupa Birliği Konseyi, siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılmamış olursa, Konsey’in üyelik konusundaki karan, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır.”

Söylenen açık; Türkiye, sorunun çözümü için ileri sürülen önerileri sonuca ulaştıracak bir şekilde yaklaşmalıdır. Aksi taktirde AB, Türkiye’nin istediği bir şekilde sorunun çözülmesini beklemeden Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye katılması kararını verebilecektir. Tabii bu, AB, Kıbrıs sorunu çözülmeden de Kıbrıs’ı mutlaka üye olarak kabul edeceği anlamına gelmiyor.

Helsinki Zirvesi’nde, Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye için belirlenen dört koşuldan ikisi kaldırılmıştı. Türkiye’ye ilişkin olarak Helsinki’de insan haklarından ve Kürt sorununda sivil çözümden bahsedilmiyordu. Ama diğer iki koşul, Kıbrıs ve Ege sorunu yukarıda aktardığımız gibi formüle edilmişti. Bu gelişme karşısında adeta şok durumu yaşayan Türk hükümeti, aynı gün (10 Aralık) görüşünü AB’ye bildirdi. Aynı gece yarısı, AB’nin Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Xavier Solana ve AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günther Verheugen, AB Dönem Başkanlığı’nı yürüten Finlandiya Başbakanı Lipponen’in bir mektubuyla Türk hükümetini ikna için geldiler. Başbakan Bülent Ecevit’e hitaben yazdığı mektubunda Lipponen şunları söylüyordu:

Bugün Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerine yeni bir yön vermiştir. Türkiye’ye diğer aday ülkeler statüsünde adaylık verme yolunda oybirliğiyle alınan karan size resmen tebliğ etmekten dolayı son derece mutluyum. Avrupa Konseyi’nde bu mektuba ilişkin karar taslağını görüştüğümüzde, hiçbir itirazla karşılaşmadan 12. paragrafta Kopenhag’dakilere eklenmiş yeni bir kriter olmadığını söyledim. Aynı şekilde itirazla karşılaşmadan 4. ve 9. paragraflara atıfta bulunulmasının üyelik kriterleriyle ilgili olmadığını, siyasi diyaloğun ima edildiğini söyledim. Ortaklığa kabul, Konsey’in bugünkü kuralları temelinde gerçekleşecektir. 4.paragrafta, 2004 tarihi uluslararası Lahey Adalet Divanı nezdinde anlaşmazlıkların çözüleceği son tarihtir. Kıbrıs’a gelince, siyasi bir çözüm, AB’nin amacıdır. Kıbrıs’ın üyeliğe kabulüne gelince Konsey karar alırken, tüm ilgili faktörleri göz önüne alacaktır. Bu açıklamaların ışığında sizi diğer aday ülkelerle birlikte yarın Helsinki’ye çalışmaya yemeğine davet ediyorum.”

Bu mektup ve Solana ve Verheugen’in çabası sonucunda ikna olan hükümet, Helsinki Kararları’nı Türkiye açısından bir zafer olarak ilan eder.

Peki, ne olmuştu da AB bu denli, Türkiye aday üye kabul edecek derecede değişmişti? Türkiye cephesinde, AB’nin öne sürdüğü koşullar çerçevesinde, özellikle Kopenhag Kriterleri bazında hiçbir değişme olmamıştı. Türkiye, eski Türkiye’ydi. AB’nin istediği, dayattığı değişimin olmadığı Türkiye’ydi. Görüşünü değiştiren AB’ydi ve bunun oldukça güçlü nesnel nedenleri vardı.

AB, özellikle de bu entegrasyonun başın çeken Almanya ve Fransa, Amerikan emperyalizminin Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzası üçgeninde hegemonya mücadelesini ve bunun, Avrasya jeopolitik anlayışını gerçekleştirmek için birer adım olduğunu ve bu planda Türkiye’nin konumunu yeni görmeye başlamışlardı. İtilen, hakaret edilen, onuruyla oynanan, aday üyeliğe dahi uygun görülmeyen bir Türkiye, Amerikan çıkarlarına tamamen angaje olmuş ve AB’ye, AB’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet etmeyen bir Türkiye, istenilen Türkiye olamazdı.

Helsinki Kararları’yla AB, 1998’in sonundan itibaren Türkiye’yi yeniden kazanmak için çaba harcamıştır. Helsinki Kararları, Türkiye üzerinde nüfuz sahibi olmak için sürdürülen AB-ABD rekabetini dolaylı ve dolaysız yansıtır. Bilenen o üçgende; Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkasya/Hazar Havzası’nda sürdürülen emperyalistler arası rekabette Türkiye, konumu ve potansiyeli bakımından vazgeçilemez, AB’nin kendi ordusunu kurma girişiminde NATO ile işbirliği içinde “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği”ni (AGSK) oluşturmasında dışlanamaz.

AB’nin güçlü bir rekabet merkezi olarak kendi çıkarları doğrultusunda adımlar atması, yani Amerikan emperyalizminin çıkar alanlarına göz dikmesi, ABD’yi rahatsız ediyordu. İngiltere’nin yanı sıra AB üyesi bir Türkiye, AB’nin, ABD’nin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesini kolaylaştırır veya AB’nin, ABD aleyhine faaliyeti kösteklenebilir.

Amerikan emperyalizmi, rakibi AB’yi denetlemekten yana olduğu ve bunda Türkiye’nin de katkısı olacağı için Türkiye’nin AB’ye üyeliğini, AB üyesi ülkeler üzerinde baskı kurarak sağlamaya çalışmıştır.

HELSİNKİ ZİRVESİ'NDEN ULUSAL PROGRAMA

AB, 8 Kasım 2000’de Katılım Ortaklığı Belgesi’ni (KOB) açıklar. KOB’da AB, öncelik alanlarını belirler. Kısa ve orta vadeli hedeflerini ortaya koyar. KOB, bir “yol haritası” dır. Ama hukuken sadece AB’yi bağlar. Çünkü bu belge, AB’nin tek yanlı irade beyanını ifade eder. Türkiye’yi ise dolaylı olarak, fiilen bağlayıcı karakterdedir. AB, Türkiye’nin oluşturacağı Ulusal Program’da KOB’daki beklentilerinin yer alması beklentisindedir. Nitekim KOB’un “Amaçlar” bölümünde, “... Ulusal Program, katılım ortalığının ayrılmaz bir parçası olmamakla birlikte, belgenin kapsadığı öncelikler katılım ortaklığına uymalıdır” denir.

KOB’da kısa ve orta vadeli yükümlülükleri kapsayan, siyasi, sosyal ve ekonomik boyutları olan konulara yer verilir.

Kısa ve orta vadede öngörülen öncelikli yükümlülükler/hedefler arasında şunlar vardı.
-İfade, din ve inanç özgürlüğü.
-Sivil toplumun tesisi -toplantı ve örgütlenme özgürlüğü bazında- önündeki engellerin ortadan kaldırılması.
-İnsan hakları ihlalleri ve işkencenin adli yollardan ve eğitim aracılığıyla ortadan kaldırılması.
-Kültürel haklar.
-DGM’ler dahil olmak üzere yargı reformu.
-Yargı mensuplarının AB hukuku alanında eğitimi.
-Olağanüstü hal uygulamasına son verilmesi.
-Bölgesel dengesizliğin ortadan kaldırılması.
-Anadilde yayın ve anadilde eğitim hakkı.
-İdam cezasının kaldırılması.
-Kamu harcamalarının denetim altına alınması, IMF ve Dünya Bankası ile hazırlanan istikrar ve yapısal reform programının uygulanması.
-Mali sektörde reform ve denetim.
-Tarımsal alanda reform.
-Merkez Bankası’nın bağımsız olması.
-Özelleştirme.
-Emeklilik ve sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanması.
-Yaygın ve düzeyi yüksek eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması vb.

AB, katılım ortaklığının uygulanıp uygulanmadığını Ortaklık Anlaşması çerçevesinde izleme kararı almıştı.

KOB’un Komisyon tarafından hazırlanıp Bakanlar Konseyi’nin onayına sunulan metninde Kıbrıs sorunuyla ilgili bir ifade, ortalığı yeniden karıştırdı. Orada “siyasi kriterler” başlığını taşıyan bölümde şöyle deniyordu: “...Siyasi diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreteri”nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarını kuvvetli desteklemesi...”

Bunun üzerine Türkiye Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye, Kıbrıs meselesine çözüm arayışları ile AB adaylığı arasında bir bağlantının varlığını hiçbir zaman kabul etmemiştir. Kıbrıs meselesi, adadaki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs Rum yönetimi arasındaki bir konudur. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan Kıbrıs konusuna ilişkin gözlemler, bu temel tutumumuzla uyumlu olduğu ölçüde tarafımızdan dikkate alınacaktır” açıklamasını yapar.

KOB’un onaylanması için Bakanlar Konseyi’nde oybirliği aranmamasına rağmen, yani Yunanistan’ın olası reddi sonucu değiştirmemesine rağmen, pürüzsüz bir kabul için Fransa’nın önerisi doğrultusunda hareket edildi.

Fransa’nın formülüne göre Kıbrıs ile ilgili paragrafta şöyle deniyordu;
Helsinki Sonuç Bildirisi’ne uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, Helsinki Sonuç Bildirisinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek...” ve Ege sorunlarına ilişkin olarak da “Helsinki Sonuç Bildirisi’ne uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların Birleşmiş Milletler Şartı’na (Anlaşmasına) uygun şekilde barışçı yollarla çözülmesi ilkesi kapsamında, Helsinki Sonuç Bildirisinin 4. Maddesi’ne atıf yapıldığı gibi, devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer konulan çözmek için her çabayı sarf etmek...” gerekir deniyordu.

KOB’un açıklandığı aynı gün (8 Kasım 2000) AB Komisyonu, 2000 Yılı İlerleme Raporu’nu da açıkladı. Bu raporda AB Komisyonu, Türkiye’nin demokrasi ve ekonomi alanlarında bazı olumlu adımlar attığı, ama bir bütün olarak Kopenhag Kriterleri’ne henüz uyulmadığı tespitini yapıyordu.

7-8 Aralık 2000’de gerçekleştirilen Nice (Fransa) AB Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesi, Türkiye açısından iki açıdan önemliydi. Birincisi, bu toplantıda Türkiye, genişleyecek AB içinde görülmüyordu. Öncelikle diğer 12 aday üyenin üye olmalarıyla AB’nin 27 ülkeli bir entegrasyona dönüşeceği, Türkiye için ise üyeliğe henüz hazır olmadığı, 2010 yılından önce de hazır olamayacağı tespiti yapılıyordu. İkincisi, Türkiye genişlemenin dışında bırakılıyor, ama bu zirvede ele alınan AGSK’ne katkıda bulunması talep ediliyordu. Yani ‘seni üye yapmıyorum, üye olmadığın için AGSK’nin karar verme mekanizmasına katılamazsın, AGSK’nın NATO’nun olanaklarını kullanmasını veto etme ve iradeni tanımadığımız halde AGSK’nm faaliyetine katıl’ deniyordu.

Nice Zirvesi, Türk burjuvazisi açısından olumsuz bir durumun ifadesi olmuştur.

KOB, 4 Aralık 2000’de AB Bakanlar Konseyi tarafından karara bağlandı. Katılım öncesi stratejiye ilişkin olarak Türkiye’ye verilmesi gereken yardımı da düzenleyen ve Türkiye ile AB arasında bir “katılım ortaklığı” kuran “Çerçeve Tüzük” de kabul edildi.

Sıra Ulusal Program’a gelmişti.
19 Mart 2001 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen ve 24 Mart 2001 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”, kısa adıyla Ulusal Program (UP), Ankara Anlaşması’ndan bu yana Türki- ye-AB ilişkilerinin bugüne kadar ulaştığı en üst noktayı ifade etmektedir.

Nasıl ki KOB, hukuki olarak AB açısından tek taraflı bir irade beyanını ifade ediyorsa, UP de hukuki olarak Türkiye açısından tek taraflı bir irade beyanını ifade ediyordu.

UP ile Türkiye, AB üyeliğinin gereklerini yerine getirme bakımından kendini belli bir takvime bağlıyordu.
KOB ile AB, Türkiye’ye takip edeceği bir “yol haritası” vermişti. UP ile Türkiye, eline tutuşturulan “yol haritası”nı nasıl kavradığını açıklamış oluyordu. KOB ve UP’nın tıpatıp aynı olmaları, işlerlik bakımından örtüşmeleri mutlaka gerekli değildi. Ama KOB ile örtüşen bir UP, üyelik sürecini kısaltabilirdi. Bu ve özellikle KOB’da ifadesini bulan talepleri karşılamak için Türkiye, KOB ile neredeyse tamamen örtüşen bir UP hazırladı.

KOB ile UP’nin ne derece örtüştüğünü siyasi kriterler bazında karşılaştırarak gösterelim.

KOB
UP
Kısa vadede
1-İfade özgürlüğü
uyumlu
2-Dernek kurma, toplantı, yürüyüş düzenleme özgürlüğü
uyumlu(1)
3-İşkenceyle mücadele
uyumlu(2)
4-Gözaltı koşullarının iyileştirilmesi
uyumlu(3)
5-İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi ve tazmini
uyumlu(3)
6-Kamu görevlilerinin insan hakları konusunda eğitimi
uyumlu(1)
7-Hakim ve savcıların insan hakları konusunda eğitimi
uyumlu(1)
8-İdam cezalarında dondurmaya devam
uyumlu (ama TBMM’nin yetkisine saygı bazında)
9-Anadilde yayın
uyumsuz
10-Bölgesel farklılıklar ve Güneydoğu’nun geliştirilmesi
uyumlu(3)
11-Kıbrıs sorununun çözümüne destek
kısmen uyumlu/şartlı destek. Bu sorun siyasi kriterler bakımından değil, görüş kısmında ele alınıyor ve çözüm için vade verilmiyor
Orta vadede
12-Dil, din, inanç ve cinsiyet farklılığının gözetilmemesi ve bu hakların anayasal güvence altına alınması
uyumlu(2)
13-Anayasının AİHS’ne göre revizyonu
uyumlu(2)
14-İdam cezasının kaldırılması
kısmen uyumlu; sorun TBMM tarafından ele alınacak
15-Uluslararası anlaşmaların onaylanması
uyumlu (vade belirtilmiyor)
16-Cezaevi koşullarının iyileştirilmesi
uyumlu(3)
17-OHAL’in kaldırılması
uyumlu(3)
18-Anadilde eğitim
uyumsuz
19-MGK’nın danışma organı niteliği alması
uyumlu(3)
20-Komşu ülkelerle iyi ilişkiler
kısmen uyumlu/diyaloğ yoluyla çözüm
KOB ve UP, sadece anadilde eğitim konusunda (kısa ve orta vade) tam uyumsuzluk içindeydi. KOB’da belirtilen ve o güne kadar Türkiye’nin yanaşmadığı veya duymak istemediği birçok konu; Kopenhag siyasi kriterlerini ifade eden konular UP’de bir şekilde formüle edildi.

AB-Türkiye ilişkileri KOB ve UP’nin ilanına karşın, başta AGSK gelmek üzere Kıbrıs ve Ege sorunlarına sıkışıp kalmıştı. Türkiye özellikle AGSK içerisinde yer almak istiyor ve bu yolda NATO üyeliğini kullanıyordu. NATO’nun patronu ABD çözüm inisiyatifini üstlendi. İngiltere, ABD, Türkiye üçlüsü “İstanbul Uzlaşması” ile AGSK konusunda Türkiye’yi tatmin edici bir sonuca ulaştı. Ancak bundan sonra 2001 yılının son aylarında AB- Türkiye ilişkileri yeniden hareketlenebildi.

Türkiye, UP’nin gereğini yerine getirmek, kısa ve orta vadeli taahhütlerini tutmak için “jet” hızıyla çalışarak ve ilk raundda 35 anayasa değişikliğini gerçekleştirmişti. Henüz bu süreç sonuçlanmadı.

Bununla birlikte Anayasa ve bazı yasaların değişimi için sürdürülen tartışmalar, ciddiyetsizliğin ve göz boyamanın ifadesidir.

Bu türden “değişim” ile Türkiye’deki rejimin değişmeyeceğini AB bilmiyor mu? Ama AB’nin temel sorunu, Türkiye’de anayasal ve yasal değişimden ziyade patron değişimidir. AB’ye göre Türkiye, ABD’den uzaklaşmalı ve AB’ye yaklaşmalıdır. Şayet AB’nin Türkiye’ye ilişkin olarak sorunu gerçekten demokrasi olsaydı, Türkiye’yi Helsinki’de aday üye olarak kabul etmezdi. AB’nin bu yaklaşımını Türk burjuvazisi de pekala biliyor ve anayasal ve yasal düzenlemeleri-değişimi, rejimin temelini sarsmayacak şekilde formüle ediyor. Rejimi doğrudan tehdit etmeyen, ama değişim çabası içinde gösteren kısmen de yasalar düzeyinde değiştiren yasal ve anayasal düzenlemeler heyecanla(!) yapılıyor. Ama rejimi doğrudan tehdit eden konularda içerik aynı kalıyor, formülasyon değişiyor veya “gelen gideni aratır” tabirinde olduğu gibi, yeni yasa, eskiyi aratır cinste düzenleniyor.

Ocak ayının son günlerinde AB Komisyonu temsilcisi Karen Fogg, beraberinde gelen heyetle birlikte Başbakan Ecevit ile görüşüyor. Atılan adımların yeterli olmadığı açıklanıyor. “Türkiye artık AB üyeliğini istemiyor” görüşü dillendiriliyor. Yani Helsinki’den bu yana demokratikleşme konusunda atılan adımların yetersiz kaldığı anlatılıyor.

Kısaca; AB, Türkiye’den UP’de taahhüt edilen anayasa ve yasaların AB kriterlerine ve özellikle de Kopenhag Kriterleri’ne uyum amacıyla hazırlanan TCK’nın 159. ve 312., TMY’nin 7. ve 8. maddeleri, CMUK ve MGK ile ilgili yasalarda değişikliği bir an önce tatmin edici bir biçimde düzenlemesini talep ediyor. Yani “mini demokrasi paketi” çerçevesinde değişim. Türkiye ise göz boyamaya çalışıyor.*

Komediyi, TCK’nın 159. ve 312. maddesi üzerine kopartılan fırtınayı buraya aktararak gösterelim.
TCK’nın 312. Maddesi
Eski hali:
Halkı, sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse 1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve 20 bin liradan 36 bin liraya kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı taktirde faile verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır”.
Yeni hali:
Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma olasılığını ortaya çıkaracak bir şekilde tahrik eden kimseye 3 yıla kadar hapis cezası verilebilir. Halkın bir kısmını aşağılayıcı ve insan onurunu zedeleyecek bir şekilde tahkir eden kimeyse de birinci fırkadaki 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir”.
TCK’nın 159. maddesi
Eski hali:
Türklüğü, Cumhuriyeti, TBMM’yi hükümetin manevi şahsiyetini, bakanlıkları, devletin askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler bir seneden altı seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar”.
Yeni hali:
Türklüğü, Türk milletini, Türk Devleti’ni, Cumhuriyeti, TBMM’yi, Bakanlar Kurulu’nu, bakanlıkları, adliyeyi, devletin askeri veya emniyet ve muhafaza kuvvetlerini veya bunları temsil eden bir kısmını alenen tahkir ve tezyif eden kimseye 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir”.
312. maddenin eski halindeki “açıkça tahrik”in anlamı, yeni halinde “olasılığa” yükleniyor. Bu durumda tahrik, açıkça olmasa da hakimler “olasılığı” göz önünde tutarak, yani “taktir yetkisi”ni istediği gibi kullanarak; geniş tutarak kullanabilir.
Doğruluğundan veya yanlışlığından, benimsenip benimsenmemesinden bağımsız olarak, bu yasanın eski hali, hangi durumda ceza verileceğini açık bir şekilde sınırlıyor, belirliyor. Yeni halinde bu yok. Yeni hali, mahkemeye istediği gibi hareket etme hakkını tanıyor.
159. maddede de aynı durum söz konu. Yasanın yeni haline göre iktidarı, hükümeti veya herhangi bir bakanı; bir bütün olarak yasada tanımlanan kurumları, katil, hırsız, dolandırıcı, emperyalizmin uşağı vb. şekilde tanımlamak yasaklanıyor. Öyle ki bir polise katil demek, bütün polis kurumuna katil demek olarak algılanıyor.
Her iki durumda da, “demokratikleşmek” isteyen, AB’ye uyum sağlamak isteyen Türkiye, yasaların kapsamını genişletmiştir.
TMY’nin 8. maddesi
Bu maddede “hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedefleyen...” tanımlamasının yerini “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla...” tanımlaması alıyor.
TMY’nin 7. maddesi
Bu maddenin “terör örgütü mensuplarına yardım edenlere veya terör yöntemlerine başvurmaya özendirecek şekilde örgütle ilgili propaganda yapanlara fiileri başka bir suç oluştursa bile ayrıca bir yıldan beş yıla kadar hapis veya 500 milyon liradan 1 milyon liraya kadar ağır para cezası verilmesi” şeklinde değiştirilmesi öngörülüyor.
MGK yasasındaki değişiklik ise tam bir göz boyama. Bu yasada yer alan, “MGK, devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konularında görüş tespit eder”, tanımlamasının yerini, “MGK, devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespitini ve uygulaması ile ilgili tavsiye kararları alır ve gerekli koordinasyonun sağlanması konularında görüş tespit eder”in alması kararlaştırıldı.
Böylece, söz konusu “mini demokrasi paketi”yle bütün Türkiye F tipine dönüşüyor, düşüncenin suç olarak algılanmasına devam ediliyor vs. vs.
Şimdiye kadar gerçekleştirilmiş olan anayasal ve yasal değişim, burjuvazinin isteyerek yapmış olduğu bir değişim değildir. Burjuva demokrasisi çerçevesinde dahi olsa demokratik bir Türkiye veya burjuva demokrasisinin şu veya bu şekilde uygulandığı bir Türkiye, faşist rejimle çatışmak anlamına gelir. Burada sorun, ya rejim korunacak, güya yeni yasalarla, demokratikleşme adımlarıyla tahkim edilecek ya da rejim; faşist diktatörlük, yıkılacak.
Geniş yığınların, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de görüldüğü gibi, yüz binlerin, milyonların tepkisi sokağa yansıyan değişim, faşizmi yıkma iradesi olmaksızın Türkiye’de faşist rejim, AB’ye girmek için yapısını değiştirmez. Değiştirse de, böyle değiştirdiği gibi, değiştirir.
KOB’u ve UP’ı, AB ve Türkiye, adeta danışıklı dövüş olarak karşılıklı kullanıyorlar. Türkiye, bütün koşulları yerine getirmekle AB’ye tam üye olamayabileceğini biliyor. AB, çıkarlarına uygun olduğu zaman Türkiye’yi tam üye yapar. Üye olmanın kriterlerini yerine getirmese de, getirmiş diyerek üye yapar. Aynen Helsinki’de aday üye yaptığı gibi.
Türkiye’nin AB’ye tam üye olması veya olmaması bir bütün olarak AB-Türkiye ilişkilerinin seyri, AB-ABD arasındaki rekabetin seyrine ve bu süreçte Türkiye’nin ne tarafta yer alacağına bağlıdır. KOB ve UP, AB-ABD arasındaki rekabetin nihai şekillenmesine, belli bir müttefikleşmeye, soğuk savaşın beraberinde getirdiği zoraki müttefiklik kurumlarının da -örneğin NATO- ayrışmasına kadarki süreci uzatmaya hizmet edecekler. Bu süreç içinde AB, Türkiye’ye bazen, olumlu gelişiyorsunuz, bazen, gecikiyorsunuz diyecek. Şimdiye kadar yaptığı gibi. Türkiye de bazan yapıyorum, yapacağım diyecek, bazı adımlar atacak. Bugüne kadar yaptığı gibi.

II- JEOPOLİTİK VE JEOSTRATEJİK AÇIDAN TÜRKİYE-AB 
     İLİŞKİLERİ

AB’nin jeopolitik bir anlayışı var mı? AB’nin jeopolitik bir anlayışı yoktur ve olamaz da.
Jeopolitika, coğrafi alan ile devlet arasındaki ilişkileri, siyasal gelişmelerin yönünü, mekan(alan) ve ırk vasıtasıyla açıklamaya ve kanıtlamaya hizmet eden teorileri ifade eder. Jeopolitikaya göre devletlerin politikası, coğrafi faktörler tarafından belirlenir. Yunanca “geo” (jeo)-toprak ve politika kelimelerinin birleştirilmesiyle üretilen kavrama göre devlet politikası ile coğrafi çevre arasında kopmaz bir bağ vardır. Jeopolitik açılım veya jeopolitika, devletin politikasının topraklarının büyüklüğüne, sınırlarının durumuna; komşu ülke sayısına, kıyı durumuna(deniz kıyısı), iç coğrafi durumuna ve başka faktörlere bağlı olduğunu çıkış noktası olarak alır.
Jeopolitika, zora başvurma, saldırganlık, ilhak ve savaş demektir. Jeopolitika, emperyalist ülke dış politikasının neden saldırgan, ilhakçı, hegemonyacı olmak zorunda olduğunu, doğal bir durumun ifadesi olarak açıklamak ve kanıtlamak görevini yerine getirir. Buna göre jeopolitika ile emperyalist ülkeler, başka ülkeleri talan etmelerini, başka ülkelere karşı saldırgan olmalarını, savaşmalarını ve işgal etmelerini gizlemeye çalışırlar.
Jeopolitika, emperyalist bir ülkenin saldırgan dış politikasını, dünya hakimiyeti için mücadelesini, ülkenin iktisadi, siyasi ve fiziki coğrafyasından hareketle haklı göstermeye çalışır.
Jeopolitika, ırkçılık, kozmopolitizm ve aynı zamanda neomaltusculuk demektir.
Jeopolitika, faşist ideolojinin bir yansıma biçimidir.
Jeopolitikanın sosyal ve ekonomik kökeni emperyalizmde; tekelci sermayenin özelliklerinde aranmalıdır.
Jeopolitikanın oluşumu ve gelişmesiyle emperyalist yayılmacılık, saldırganlık ve paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması çabası arasında kopmaz bir bağ vardır. Bundan dolayıdır ki jeopolitika, dünyayı yeniden paylaşma talebini yükselten ülkelerde (örneğin Almanya’da) ve en güçlü emperyalist ülkelerde (örneğin ABD), zorun, hegemonya mücadelesinin, saldırganlığın ve ırkçılığın ideolojik bir silahı olarak gelişmiştir.
Bir bütün olarak AB, bu özelliklere sahip değildir. AB, bir devlet değil, entegrasyon süreci, siyasal birliği sağlayacak boyutlarda henüz gelişmemiş bir kurumdur. Bundan dolayı AB’nin rekabet gücünde ve yöneliminde; stratejik açılımında bu entegrasyon içinde sürükleyici rol oynayan Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin çıkarları belirleyici olmaktadır. AB, Amerika Birleşik Devletleri gibi, “Avrupa Birleşik Devletleri” olmadığı için, her bir üyesinin bir bütün olarak sahipleneceği bir jeopolitik anlayışa sahip olamaz. AB içinde ancak Almanya ve Fransa, jeopolitika geliştirecek güçte olan ülkelerdir ve bu ülkeler, AB üyesi olmalarına rağmen AB içinde ve dışında kıyasıya rekabet içindeler. Siyasi bütünleşme olmadığı müddetçe farklı güçlerin/devletlerin ortak jeopolitika geliştirmeleri imkansızdır. En fazlasıyla ortak stratejik tespitler yapılabilir ve o doğrultuda hareket edilebilir.
AB, bugünkü mevcut yapısından dolayı ancak stratejik hedefler testip etme yeteneğine sahip bir rekabet merkezi konumundadır.
AB’nin yayılma, genişleme stratejisinde Almanya ve Fransa’nın çıkarları belirleyici olmuştur. Almanya, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru, Fransa da Güney’e doğru (Kuzey Afrika kıyı ülkeleri) genişlemesinde stratejik çıkarlar görmüşlerdir. Bu stratejide Türkiye’nin yeri yoktu. Bunun ötesinde AB, bu stratejisini tespit sürecinde Türkiye’nin bölgedeki önemini göremiyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi durum, ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren değişmeye başladı.
Türkiye, AB’nin jeopolitik açılımında değil, stratejik anlayışında önemli olmaya başladı.
Türkiye’yi önemli yapan ne? Bunu göstermek için emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği alanların önemini gösterelim.
 
Balkanların jeopolitik ve stratejik önemi:
Bu coğrafyayı önemli kılan, öncelikle yeraltı zenginlikleri, bu anlamda iktisadi potansiyeli değildir. Onu önemli kılan, daha ziyade stratejik konumudur; emperyalist ülkelerin jeopolitik çıkarları bölgeyi stratejik olarak önemli kılıyor:
Ortadoğu ve Akdeniz'e göz diken Alman emperyalizmi açısından Balkanlar, koridordur, bir geçiş alanıdır. Alman emperyalizmini bu niyetinde engellemek için bütün emperyalist ülkeler Kosova'yı işgal etmişlerdir.
Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin Hazar Havzası ayağındaki gelişmelerin ve petrolün Batı pazarlarına taşınmasının kontrolü için Balkanlar stratejik olarak önemlidir.
AB emperyalizminin Orta ve Doğu Avrupa'ya doğru yayılmasını kontrol etmenin ötesinde varlığını askeri olarak da göstermek için ABD ve Rusya, Balkanlarda.
Emperyalistler arası rekabet, Balkanları jeopolitik ve stratejik olarak önemli kılmaktadır.

 

Ortadoğu'nun jeopolitik ve stratejik önemi:

Ortadoğu'nun ve aynı zamanda Hazar Havzası’nın jeopolitik önemi, öncelikle enerji sorunu bazında ön plana çıkıyor.
Dünya petrol üretiminin yaklaşık dörtte biri ila üçte bir veya Irak'a uygulanan ambargonun kalktığı durumda dünya petrol üretiminin üçte birden fazlası Basra Körfezinde üretiyorlar. Bölgedeki altı ülkenin payı, toplamın üçte ikisi kadar, yani yüzde 63,8.
Bu özelliğinden dolayıdır ki emperyalistlerin gözü hep bu bölgede olmuştur. Bu bölge, petrolün bulunmasından, enerji kaynağı olarak öneminin artmasından bu yana, yani bütün bir yüz yı1 boyunca emperyalist jeopolitikanın, hegemonya mücadelesinin vazgeçilmez bir alanı olmuştur.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki bir çok ülkeyi kontrolünde tutmasına rağmen, jeopolitik çıkarı açısından mevcut hegemonyasıyla yetinmiyor. Türkiye, İsrail, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, ABD'nin jeopolitik çizgisindeler. Ama Irak petrolünün başka emperyalist ülkelerin kontrolüne geçmesi Amerikan hegemonya alanının merkezine atılmış bir bomba anlamı taşıyor. Amerikan emperyalizmi, kendisiyle kader birliği içinde olan İngiliz emperyalizmiyle birlikte Irak petrolü üzerine "bana yar olmayanı başkasına yar yapmam" taktiğini güdüyor. Her halükarda ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, Çin ve Japonya gibi önde gelen bütün emperyalist ülkeler Basra Körfezinde Irak petrollerini elde etmek için kıyasıya rekabet içindeler.
 
Hazar Havzası’nın jeopolitik ve stratejik önemi:
Mevcut potansiyeliyle Hazar Havzası dünya enerji kaynakların üçte birine sahip durumda.
Bölgede oynanan kumar büyük. Poker masasında kimler oturuyor? Bölge benimdir, "arka bahçemdir" diyen Rusya, hegemonal, jeopolitik çıkarlarından dolayı ABD, Çin, Japonya, bir bütün olarak AB. Bunların yanı sıra, sofradan pay kapmak için aç kurtlar gibi kıvranan Türkiye ve Iran.
Denize ve dolayısıyla dünya pazarlarına çıkışı olmayan petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olan Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan, bu yeraltı zenginliklerinin pazarlanabilmesi sorununda da rekabete konu oluyorlar. Öyle ki sevkıyat sorunu, yeraltı kaynaklarına sahip olmak kadar önemli oldu. Pazarlanamayan petrol ve doğal gazın ekonomik değerinin olmayacağını bilen taraflar, bu ülkelerdeki petrol ve doğal gaz çıkarımını kendi aralarında paylaştıktan sonra, ürünün dünya pazarlarına sevkıyatı için gerekli güzergahlar üzerinde de çetin bir rekabete giriştiler. Coğrafi konumundan dolayı Çin'i dışlayarak batının emperyalist ülkeleri, başta da ABD, bölge petrol ve doğal gazının Rusya sınırları dışında dünya pazarlarına ulaştırılması için büyük çaba harcıyorlar. Bu rekabet aynı zamanda güzergaha sahip olanın/kontrol edenin üretici ülkeyi de kontrol edeceği anlayışını içerdiği için oldukça sert oluyor.
Paylaşımı genel hatlarıyla şimdilik tamamlanmış olan Hazar Havzası petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması için güzergah (Iran Hattı, Afganistan‑Pakistan Hattı, Baku‑Novarosisk Hattı, Bakü‑Supsa (Gürcistan) Hattı, Odesa (Ukrayna)‑Avrupa Hattı, Çin Hattı ve Baku‑Ceyhan Boru Hattı) rekabetinde doğrudan angaje olmuş iki güç var: Rusya ve ABD.
Bugün Kafkasya ve Hazar Havzası, potansiyel bir Balkandır. Bölge, henüz de facto Balkanlaşmamıştır. Rusya güçlendikçe bölge üzerindeki rekabet de keskinleşecektir. Amerikan emperyalizminin Avrasya stratejisi bunun böyle olacağını gösteriyor.
Türkiye işte böyle bir alanın, belirtilen üçgenin tam ortasında yer almaktadır.
Peki nasıl bir Türkiye isteniyor? Jeopolitikacı Z. Brezenski’nin kaleminden Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin görevleri şöyle sıralanıyor. “Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı köktendinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye, muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden sağlanmasına yol açar”.
Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.
Bu nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.
Demek oluyor ki, siyasi ve ekonomik açıdan nispeten istikrarlı, en azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı, emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir Türkiye isteniyor.

Böyle bir Türkiye’yi, sadece Amerika emperyalizmi istemiyor. Artık AB’de, Türkiye’nin önemini yeniden keşfettikten sonra aynı Türkiye’yi istiyor.

Hem ABD ve hem de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’nin dışlanamayacağını görüyorlar.

ABD ve AB’nin Türkiye ile bugünkü ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlayamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi sürüyor. Ama onlar da biliyor ki Türkiye, derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güç; emperyalistleşme hevesinde olan, bu yönde adımlar atan bir güç. AB içinde böyle bir güç, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. AB’nin önde gelen ülkelerinin özellikle de Almanya’nın korkusu budur.

Türk burjuvazisinin böyle bir süreci uzun bir dönem yaşamaya, sürdürmeye niyeti yok. Bölgemizde rekabet eden güçlerin kendisine verdiği değerin/önemin nedenini bildiği için gerektiğinde Helsinki öncesine benzer bir restleşmeyi göze alabilecektir. Çünkü arkasında “kale” gibi duran ABD var.

*) Çerçeve içindeki kısım yazının orijinalinden alınmıştır. Buraya ben ekledim (İ. Okçuoğlu)

Teoride Doğrultu, Sayı 6, Mart-Nisan 2002.