deneme

28 Mayıs 2003 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİSİNİN GELİŞME SEYRİ


 
Hiçbir çaba, hiçbir tedbir, ne Amerikan ekonomisini ve ne de onunla birlikte dünya ekonomisini krizden kurtaramadı. Amerikan sanayi üretimi, krizin başlangıcında, 2, 2,5 sene geriye savruldu. Ancak devletin yoğun müdahalesi (faizlerin düşürülmesi, devasa silah siparişleri vs.) sonucunda ekonomide belli bir canlanma oldu, ama bu müdahaleler, ekonomik krizin seyrini etkilemekten öteye değiştiremedi. Bu müdahalelerin sonucudur ki, 2001’in son çeyreğinde en düşük üretim seviyesine ulaşan sanayi üretimi, bu tarihten sonra 2002’nin 3. çeyreğine kadar belli bir canlanma sürecine girmiş, ama sonra üretim yeniden düşmeye başlamıştır. Üretim düşüşü hala devam ediyor.

2000 yılının sonu itibariyle Alman ekonomisi de ekonomik krize girmişti. ABD ve Japon ekonomileriyle karşılaştırdığımızda Alman ekonomisi (sanayi üretimi, brüt yurt içi üretim) oldukça zikzaklı bir gelişme göstermiştir. 2002’nin ilk çeyreği itibariyle başlayan üretim artışı aynı yılın son çeyreğinde yeniden düşmeye başlamıştır ve bu trend devam ediyor.
1990-1994 dünya ekonomik krizinden buyana Japon ekonomisinde dikkate değer bir canlanma olmamıştır. 1992’de 6,1 oranında mutlak küçülün Japon sanayi üretimi bugün, 1990’daki seviyesine bile ulaşmış değildir




Diyagramda da görüldüğü gibi, 2000’nin son çeyreğinden 2001’nin son çeyreğini Amerikan sanayi üretimi yüzde 6; Japon sanayi üretimi yüzde 22; Alman sanayi üretimi yüzde 4; İngiliz sanayi üretimi yüzde 5; Fransız sanayi üretimi yüzde 2 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 6 oranlarında ve 2000’in son çeyreğinden 2002’nin son çeyreğine de Amerikan sanayi üretimi yüzde 7; Japon sanayi üretimi yüzde 6; Alman sanayi üretimi yüzde 3; İngiliz sanayi üretimi yüzde 3 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 5 oranlarında mutlak geriliyor. Sadece Fransız sanayi üretimi baz alınan dönemdeki seviyesine ulaşıyor.

Ekonomik krizden bahsedebilmek için üretimin, daha önceki en yüksek seviyesinin gerisine düşmesi gerekir ve krizden çıkabilmek için de üretimin, o seviyeyi aşmış olması veya en azından o seviyeye ulaşmış olması gerekir. Bu üç ülke ekonomide böyle bir gelişme görmüyoruz

Bu üç ülke dünya sanayi üretiminin 1990’da yüzde 52’sini (ABD: yüzde 26,4; Almanya8,6 ve Japonya: yüzde 18,7), 2000 yılında da yüzde 51’ini üretiyorlardı( ABD: yüzde 26,4; Almanya: yüzde 7,9 ve Japonya: yüzde 16,7). Dünya ticareti ve sermaye ihracında da bu üç ülke belirleyici konumdalar. Bu nedenlerden dolayı bu ülkelerin, özellikle de Amerikan ekonomisinin krize girmesi, bu ülke ekonomilerini ve dolayısıyla da bütün dünya ekonomisini krize sürüklemektedir.

Burjuva bilim adamları, ekonomistleri, 11 Eylül saldırısını dünya ekonomik krizinin başlangıcı olarak tanımlarlar. Oysa kriz, 2000 yılı sonu itibariyle önce Amerikan ekonomisinde patlak vermişti. 2001’in üçüncü çeyreğine gelindiğin de ise 20 OECD üyesi ülke ekonomilerinde üretimde düşüşü olmuştur.

11 Eylül demagojisi tutmadı. Ama yeni bir demagoji piyasaya sürüldü. Her kriz döneminde tekrarlandığı gibi bu sefer de yeniden „ücretlerin yüksekliği“ gündeme getirildi. Oysa ücretlerin son yıllarda reel olarak gerilediği çok ve yaygın bilinen bir gerçektir. Bunun ötesinde ücretlerin üretim masraflarındaki payı OECD ülkelerinde ancak yüzde 10’dur. 1970’de ise bu oran yüzde 25 idi.

Burjuva ekonomistler, hükümetlerin ısmarlama bilirkişileri, bu sefer pek „umut“ satamadılar ve dolayısıyla borsalarda da belli bir canlanmaya yol açamadılar. Emperyalist burjuvazinin işine yarar bir „teori“ de üretemediler. Bu türden ekonomistler için Marks, şu değerlendirmeyi yapar:Burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmesinden “sonra sınıf mücadelesi, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı“ (Kapital, C. 1, s. 21).
Bu unsurlar, en fazlasıyla, yığınların dikkatini başka alana çekmek; krizin nedenleri üzerine düşünmelerini engellemek için kapitalist düzeni savunmanın yollarını ararlar. Örneğin „küreselleşme“döneminin demokrasi dönemi olduğunu,“küreselleşme“ döneminde özgürlüklerin elde edileceğini vb. demagojileri tekrarlamaktan usanmazlar. Ama hiçbir zaman, ekonomik krizlerin nesnel nedenlerini açıklamazlar, çünkü bunu açıklayacak durumda değiller. Önemli olan, uluslararası tekellerin karlarının artmasına katkıda bulunmak ve krizin yükünü de geniş yığınların sırtına yıkmaktır. Onların görevi budur.
Marks’ın dediği gibi, “işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de, bunların kapitalist sınıf tarafından kârlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri , sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir“ (Kapital, C. 3, s. 501).

Bu anlayış günümüz koşullarında şöyle somutlaşıyor: Marks, ekonomik krizin nedenini, kar oranlarının eğilimli düşüş yasasına göre açıklıyor. Bu yasaya göre, sermaye kullanımı arttığı oranda kar oranları düşer. Ve aynı zamanda toplam sermayeye oranlar ücretler için yapılan harcamalar düşer. İşgücünden ziyade daha çok makinenin kullanılması, işçinin verimliliğini arttırır ve aynı zamanda ücret harcamasını azaltır. Ama yatırılan sermaye ile elde edilen kar arasındaki olması gereken oranı, kapitalistin beklediği oranı bozar. Son kertede, kapitalist, herkes satın alır diye üretir, ama yığınların alım gücü bu gelişmeden dolayı da sınırlanmıştır. Maddi bolluk içinde kriz başlar.

Bu gelişkinin çözümü ve dolayısıyla ekonomik krizlerin yok olması, ancak ve ancak, mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesiyle; sosyalist devrimle mümkün olur. Krizden, işsizlikten, baskı ve sömürüden kurtulmanın başka bir yolu yoktur.