deneme

13 Haziran 2008 Cuma

DEMOKRASİ DE DİKTATÖRLÜKTÜR - O HALDE NASIL BİR DİKTATÖRLÜK İÇİN MÜCADELE EDİLMELİDİR? VEYA “VELEV Kİ” DEVRİM OLDU!





Anayasa Mahkemesi kararından sonra Ankara'da “ortalık” karışmış gibi gözükse de aslında “ortalık” karışmadı. Sadece ve sadece rejim krizinin ne denli derin ve geriye dönüşü olmayan bir noktada olduğunu bir kez daha gösterdi. “Kuvvetleri” temsil edenlerin, parti liderlerinin konuşmaları çoktan beri çekilmiş kılıçların ne denli keskinleştirildiğini kamuoyuna yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

AKP cephesine göre Anayasa Mahkemesi kararı “meclis iradesinin ortadan kaldırılması”, “halk iradesine darbe”, yargıçlar oligarşisi”dir. Erdoğan, “Yasama ve yürütmenin yaptığı yargıdan döner, olmadı milletten döner. Yargının yaptığı nereden dönecek” diye sorar. “Burası TBMM. Millet iradesinin tecelli ettiği çatı. İstiklalimizin sembolü olan bu Meclis hiç bir vesayeti, hiç bir gölgeyi kabul etmedi. Bundan böyle de kabul etmeyecek” ve “İdeolojik hukuk yorumlarıyla, TBMM’nin iradesini bloke etmeyi ‘muhalefet’ zannetmek, doğrudan doğruya halkın taleplerine, milli iradeye açıkça tavır almaktır, objektif hukuk kurallarını sabote etmektir”  diyerek Anayasa Mahkemesi’ne gönderme yapar.

Baykal, “Kendileri yasama organına el atmaya çalışıyorlardı. Buradaki sorun anayasamızdaki laiklik ilkesinin delinmesine yönelik teşebbüsün engellenmiş olmasına kızgınlıktır” , “arabayı sen devirdin” diyerek Erdoğan'a cevap verir.

Ortalıkta bir “milli irade” geziyor ve bunun kimin nasıl temsil ettiği konusunda bir türlü aynı dilden konuşulamıyor. Bu arada asker de Anayasa Mahkemesi kararını “Malumun ilamı” diyerek memnuniyetini dile getirdi.

Taraflar birbirlerine demokrasi dersi vererek iktidar mücadelesini sürdürüyorlar. Bu iktidar mücadelesini O. Ekşi çok anlaşılır şekilde tanımlıyordu 12 Haziran tarihli Hürriyet gazetesinde: “GAYRETE bakın... "Biz Anayasa’ya aykırı bir yasa çıkartmayalım. Anayasal düzeni yozlaştıran eylemlere izin vermeyelim" demiyorlar. Örneğin, "kamu kurumlarında ve ilk/orta öğretim okullarında türban takılmasına karşıyız" demeye bile yanaşmıyorlar. Onun yerine "Anayasa Mahkemesi’ne başvurmayı zorlaştıralım. Şimdiki en az 110 imza koşulunu en az 184 imzaya çıkartalım" yahut "Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı Meclis geçersiz kılabilsin" diyorlar”.

Burjuvazinin klikleri arasındaki iktidar mücadelesi böyle tanımlanıyor. İktidar mücadelesi böyle sürdürülüyor. Açık ki taraflar geri adım atma niyetinde değiller, daha doğrusu geri adımın atılabileceği, yeni bir siyasi manevra için alanın açılabileceği evre çoktan aşılmış ve taraflar arasındaki iktidar mücadelesi şimdi “var olmak ve olmamak” mücadelesine dönüşmüş durumda.

İktidar olma mücadelesinde politik İslam adım adım buraya kadar geldi. Daha ilerisi yargıyı ve orduyu da ele geçirmek olurdu. Ama yargı işi karıştırdı. Durum, yeni bir 28 Şubat sürecine işaret ediyor. Buna, AKP'yi her vesile ile  “döve döve tavına getirmek” de diyebiliriz. Koşulları değişik bir 28 Şubat süreci başlıyor.

İktidar kavgası şiddetlendikçe “demokrasi”, “milli irade”, “yargı diktatörlüğü” kavramları bolca kullanılmaya başlandı. Peki, hangi demokrasiden bahsediyorlar? Onların anladıkları demokrasi TBMM'in duvarında yazılıdır: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”. Çok doğru bir söz. Ama burjuvazinin elinde bir aldatmacadır. Onların anladıkları demokrasi, yargı binaları ve duruşma salonlarında yazılıdır: "Adalet Devletin Temelidir" veya eski haliyle "Adalet Mülkün Temelidir".  

Yasamanın duvarında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”  ve yargıda ise "Adalet Devletin Temelidir" veya eski haliyle "Adalet Mülkün Temelidir" yazılı olduğuna göre yürütmeye düşen görev de milleti temsilen bu adaleti uygulamak olsa gerek.  Adalet devletin temelidir ya da adalet mülkün temelidir derken kimin adaletinden, kimin devletinden bahsediliyor? Soru bu. İşin içine mülk karışında, insanın aklına mülkün karşıtı da geliyor. Mülkün karşıtı da olsa olsa mülksüzlük olur. Bu durumda söz konusu olan, mülkü olanların adaletidir. Mülkü olanların adaleti de mülkü olmayanları dışlar. Yani iktidar, daha baştan toplumu ikiye bölmüştür: Mülkü olanlar ve mülksüzler. Adalet devletin temelini oluşturduğuna göre ve bu adalet de mülkü olanların adaleti olduğuna göre devlet de mülkü olanların devletidir. Yasamada ve yargıda yazılı bu sözler insanı böyle düşünmeye zorluyor. Demek ki burjuvazinin dilinden düşürmediği demokrasi, mülk sahiplerinin demokrasisidir, onların çıkarları temelinde bir demokrasidir, yani sınıfsal karakteri vardır.  Demek ki, bu düzen mülkü olanların düzeni olduğu için mülkü olmayanın adalet talebi olamaz. Şu demokrasi, devlet ve adalet kavramlarına hangi açıdan bakarsak bakalım,   sınıf diktatörlüğünün ifadesi oldukları gizlenemiyor.

“Adalet mülkün temelidir”den veya  “adalet devletin temelidir”den kastedilen herhalde mevcut adalet uygulamasıdır! Bu adalet değil mi milyonları açlığa ve sefalete mahkûm eden? Bu adalet değil mi milyonları işsizliğe mahkûm eden? Bu adalet değil mi zengini daha da zengin yapan? Bu adalet değil mi, adalet talebinde bulunanların üstüne giden? Bu adalet değil mi Tuzla'da iş cinayetlerine sesini çıkartmayan? Bu adalet değil mi “faili bilinenler”in elini kolunu sallayarak dolaşmasını sağlayan? Tabii bu adaletin uygulanması için bir de bekçiye gerek var. O da devlet olsa gerek! Burjuva düzenlerde bu hep böyledir. Adalet kimin içinse devlet de onun içindir.     

Soyut biçimde demokrasi kavramı, uluslararası tekeller ve genel anlamda burjuvazi tarafından giderek daha sık ve yaygın bir şekilde neoliberal politikaların dayatılmasını gizlemek, emperyalist çıkarlardan dolayı bağımlı, yeni sömürge ülkeleri işgal etmek için kullanılmaktadır. Öyle ki,  yaşanan rejim krizinde de görüldüğü gibi sorun, sistemde değil, “demokrasi”nin uygulanıp uygulanmamasında aranmaktadır. Tabii uygulama sorunu da görecedir, kimin hangi konuda ne anlamda dile getirdiğine bağlı olarak değişmektedir. Anayasa Mahkemesi kararının partiler tarafından değerlendirilmesi bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Demokrasi kavramının soyut olarak, sınıf sorununu dışlayarak kullanılması kaçınılmaz olarak bilimsel olmayan yaklaşıma/algılamaya neden olmaktadır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda; yaşadığımız bu toplumda bütün insanları kapsamına alan bir demokrasi; sınıflar üstü bir demokrasi olamaz. Ama burjuvazinin sınıfsal çıkarını bütün toplumun çıkarı olarak lanse etmek, burjuvazinin çıkarını “milli irade” olarak tanımlamak, bütün toplumu kapsamına alan bir demokrasiden bahsetmek burjuva partilerin ve başkaca düzen savunucularının temel görevidir. Onlar için bu normaldir. Tabii ki, bile bile yanlışı söylemek de, savunmak da herkesin yapabileceği bir iş değildir!

Bu baylara göre “milli irade”nin tecelli etmesi halkın çıkarlarının dile getirilmesi demektir ve bu da ancak demokrasinin uygulanmasıyla mümkün olabilir. Böyle deniyor.

Ücretli iş olmaksızın sermayenin de, dolayısıyla kendisinin de var olamayacağını burjuvazi sınıf olarak doğarken biliyordu. Bundan dolayıdır ki, 18. Yüzyılda Fransız ve Amerikan insan hakları açıklamalarında özel mülkiyet ve buna özgürce sahip olma hakkı ilan ediliyordu. Yani böylece mülk sahibi olmayan bir sınıfın; iş gününden başka bir “mülkü” olmayan bir sınıfın varlığı da daha baştan kabul edilmiş oluyordu. Türk burjuvazisi mülk ve adalet anlayışını bu açılamalardan almıştır ve böylece Türkiye Cumhuriyeti de daha baştan mülkü olmayan bir sınıfın varlığını kabul etmiş oluyordu. Dolayısıyla gerek söz konusu insan hakları açıklamaları ve gerekse de Türkiye Cumhuriyeti,   mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki mücadeleyi, sermaye ile emek arasındaki mücadeleyi bu sistemin temeline koymuş oluyorlardı. Yani mülkü olan sınıflar, mülksüzler karışında demokrasi adına sınıfsal diktatörlük kuruyorlar ve uyguluyorlar. Bu diktatörlüklerini yerine göre kuvvetler ayrımı temelinde, yerine göre de kuvvetler birliği temelinde uyguluyorlar.

Yaşanan rejim krizi, sermaye diktatörlüğünün uygulanmasında ortaya çıkan bir krizidir. Bu kriz devam ede dursun, biz de Erdoğan'dan esinlenerek bir “velev ki” çekelim!
“Velev ki” bu kriz devam ederken devrim oldu ve işçi sınıfı müttefikleriyle birlikte siyasi iktidara geldi. Bu durumda kuvvetler ayrımı, demokrasi, diktatörlük kavramları nasıl bir anlam kazanır?

Eski hâkim sınıfın tek başına siyasi iktidarı elinde tutamadığı, ama siyasi iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan yeni sınıfın da bu güçte olmadığı koşullarda kuvvetler paylaşımı uygulaması mümkün olur. Her halükarda kuvvetler paylaşımı durumu, kuvvetler paylaşımı temelinde iktidar, uzun süreli değildir. Her sınıf tek başına iktidar için mücadele edecektir ve kuvvetler paylaşımının yaşandığı süreç de bu mücadelenin sürdürüldüğü süreçtir. Nepal'de böyle bir süreç yaşanmaktadır.“Velev ki” bu kriz devam ederken devrim olduğunda iktidara gelen güçlerin kuracağı iktidar,-diyelim ki işçilerden-emekçilerden oluşan Sovyet tipi cumhuriyet-  doğrudan devrimci güçlerin iktidarı mı; halkın iradesi mi olur, yoksa bu iktidarda kuvvetler paylaşımı mı söz konusu olur, bu tamamen somut duruma bağlı olacaktır. Her halükarda bu iktidar gündeme geldiğinde kuvvetler paylaşımı da gündeme gelebilir. Ama işçi sınıf önderliğinde işçilerden-emekçilerden oluşan Sovyet tipi cumhuriyet,  kuvvetler paylaşımını kaldırmayı, uygulamamayı amaçlar ve bu anlamda da onu reddeder.

Bu iktidar devrimci-demokratik bir diktatörlüktür. Halk sınıf ve tabakalarının siyasal irade birliğini ifade ettiği için toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki -ekonomiden eğitime, savunmadan felsefeye- faaliyeti bu irade birliğinin uygulanması olacaktır. Bu uygulama bir programdır. Bu programın ne denli başarılı uygulanacağı, başka nedenlerinin ötesinde esas itibariyle kuvvetler paylaşımının olmamasına, irade birliğinin sağlanmış olmasına bağlıdır. Eski düzene yeniden dönmek isteyen veya elde edileni -demokratik cumhuriyeti- amaç edinip toplumsal ilerlemenin; sosyalizme geçişin karşısına dikilecek olan güçler, bu devrimci iktidar sürecinde kaçınılmaz olarak kuvvetler paylaşımını gündeme getireceklerdir. Montesquieu yeniden keşfedilecektir.(Devrimci burjuvazinin ideologları Montesquieu'nün (1689-1755) kuvvetler ayrımı anlayışını “kuvvetler paylaşımı”na dönüştürdüler. Bununla da mutlakıyetin iktidarını halkın çıkarına sınırlandırmayı ve dolayısıyla siyasi iktidarda yer almayı düşünmüşlerdi). Ama bir de Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)  vardır. Fransız Devriminin düşünsel hazırlayıcılarından Rousseau, halkı bir bütün olarak görür. Ona göre halk, devletin hem temsilcisi hem de taşıyıcısı olmalıdır.  Rousseau, yasaları, genel iradenin-halk iradesinin dile getirilmesi olarak kavrar. Halk hâkimiyetini, paylaşılmaz olarak görür ve dolayısıyla kuvvetler paylaşımını da reddeder. “Yasalara tabi olan halk, aynı zamanda onların yapıcısı da olmak zorundadır; sadece, bir toplum kurmak için bir araya gelmiş olanlar, bu toplumun koşullarını da düzenlemek hakkına sahiptirler”. (Jean-Jaques Rousseau: Toplumsal Anlaşma, Leipzig 1978. s.. 70).

Halk hâkimiyeti düşüncesini Marks ve Engels devrim yılı 1848'de birçok makalede ele alırlar. Marks, “özgür bir iktidarın ilk koşulu” diye öne sürülen “kuvvetler paylaşımını” reddeder, bunu “eski bir anayasa saçmalığı” olarak değerlendirir. “Özgür bir iktidar' için koşul, kuvvetlerin ayrımı değil, birliğidir... Hükümet mekanizmasını karmaşık ve gizemli yapmak, sürekli, soytarıların bir marifetidir” (Karl Marx: “Fransız Devriminin Anayasası”, Marks-Engels Toplu Eserleri, C. 7, s. 498).

Devrimci diktatörlükte hükümet, adı ne olursa olsun halkın iradesinin temsil edildiği meclise tabidir. Hâkimler bu meclis tarafından görevlendirilir, ama bu ömür boyu bir görevlendirme değildir; görevlerini yerine getirmeme durumunda her an görevden alınabilirler. Meclis üzerinde duran bir kontrol mekanizması yoktur. Hükümet ve başka idari makamlar karşısında yargı bağımsızdır, ama meclis karşısında değil. Meclisin yasalarını geçersiz kılacak veya meclisi dağıtacak bir güç mekanizması yoktur. Bu bir demokrasidir, burjuvazinin demokrasi diye anlattığıyla ve uyguladığıyla karşılaştırılamayacak kadar ileri bir demokrasidir. Kuvvetler birliğidir. Halkın irade birliğini ifade eden diktatörlüktür, mülksüzlerin ve halk sınıf ve tabakalarından sayılan küçük mülk sahiplerinin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük ve demokrasi, dışa bağımlılığı, emperyalist ülkelerle eşit olmayan ilişkileri, yabancı sermayeyi dışlar. İlişki kurmak isteyen hiçbir güç dayatamaz, ancak dayatmayla karşı karşıya kalabilir, koşullarını kendisi belirler. Bu, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”i gerçek anlamda, halkın iradesi olarak yerine getiren bir diktatörlüktür.

İktidarın sınıfsal karakteri değişince kavramların içeriği de değişiyor:
Burjuvazi için adalet, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için adaletsizlik demektir.
Burjuvazi için mülk, işçi sınıfı için mülksüzlük demektir.
Burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için baskı, diktatörlük demektir.
Burjuvazi için özgürlük, işçi sınıfı için özgürlüklerin sınırlandırılması demektir.
Burjuvazi için “milli irade” işçi sınıfı için sermaye iradesi demektir.
İşçi sınıfı için adalet ve mülk, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi demektir.
İşçi sınıfı için demokrasi, burjuvazi için baskı demektir.
İşçi sınıfı için özgürlük, burjuvazi için sınıf olarak yok olmak demektir.
İşçi sınıfı için “milli irade”, sınıfsal irade demektir.
İşçi sınıfı için iktidar, kuvvetlerin birliği üzerinde yükselen diktatörlüktür.