deneme

3 Temmuz 2008 Perşembe

„ÖNEMSİZLEŞEN” DEVLET, ZARARLARIN SOSYALLEŞTİRİLMESİ VEYA DEVLETLEŞTİRİLMESİ





  
Amerikan  emperyalizmi konut krizinin büyük bir kısmını ihraç etmişti. Bu nedenle Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi, daha baştan uluslararası bir karakter taşımaktaydı. ABD dışında en büyük etkisini de Almanya ve İsviçre başta olmak üzere Avrupa'da gösterdi.
Commerzbank uzmanı Peter Dixon'un analizine göre Nisan 2008 itibariyle konut kriziyle bağlam içinde oluşan toplam batıkların yaklaşık yüzde 17'si İsviçre, yüzde 15'i Alman, yaklaşık yüzde 5'i İngiliz ve 47'si de Amerikan bankalarının hesabına düşüyor. Aynı uzmanın hesaplamasına göre verili dönem içinde dünya çapında batık miktarı 400-500 milyar dolar civarında. Ama bu sadece bilinen, açığa çıkmış olan miktardır. IMF'nin hesaplamasına göre ise Amerikan konut krizinin dünya ekonomisine verdiği zarar bir trilyon dolardır.

Tabii başka hesaplar da var: Mart 2008 itibariyle borsaların dünya çapında kaybı 6,124 trilyon Avrodur. Amerikan konut krizinin sadece ilk beş ayında borsalarda buhar olan „değer“ miktarı 5,5 trilyon Avrodur. Başka bir hesaplamaya göre de Avrupalı borsacıların kaybı 1,9 ve Amerikan borsacılarının kaybı da 1,6 trilyon Avrodur.

Dünya çapında etkili olan banka ve kredi krizinin bilindiği kadarıyla maddi sonuçları oldukça ağır.  Konut krizi ve sonrasındaki gelişmeler borsaların büyük kayıplar verdiğini göstermektedir. 2007 Ekim ayının başından bu yana (borsa değerlerinin en yüksek olduğu dönem) 5,6 trilyon Avroluk bir değer yok olmuştur. ABD'nin brüt üretiminin yaklaşık 8 trilyon Avro olduğu göz önünde tutulursa bu değer kaybının ne anlama geldiği daha açık görülür.  

Zararların miktarı, buharlaşan „değer“ler bu yazının konusu değil. Bu nedenle sonuçların çelişkili olması pek önemli değil. Önemli olan zarar olarak gösterilen, yok olan, buharlaşan gerçek ve kağıt üzerinde var olan „değerler“in akıl almaz büyüklükte olmasıdır.

Banka ve kredi krizine dönüşmüş olan Amerikan konut krizi (spekülasyon krizi), bir taraftan mali sektörün uluslararası alanda ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösterirken diğer taraftan da ulus-devletin ne denli önemli olduğun göstermektedir. Aslında bu iki olgunun neoliberalizm açısından birbiriyle çelişmesi gerekir. Neoliberalizme göre; onun ideologlarının yaptığı propagandaya göre devlet, ekonomiden çekilmelidir, onun orada işi yoktur, pazar kendi kuralları içinde her şeyi halleder! Bu neoliberal anlayışı, uluslararası arenada, kendine Marksist diyen sayısız çevre tarafından „devletin önemsizleştiği“ teorisine dönüştürülmüştür. Bu unsurlar, -Lenin böylelerine „dar kafalı“ der-  ne anlama geldiğini kavramadan neoliberalizmin bu öğretisini kendilerine bayrak edindiler. Az kalsın devleti, ulus-devleti yok ediyorlardı!  Tam da bu arada kriz patlak verdi ve durum değişti!

Uzatmayalım: Neoliberalizmin devleti ekonomiden dışlama anlayışı ile uluslararası arenada aklı evvel küçük burjuvazinin devleti önemsizleştirme anlayışı aynı düşünceden kaynaklanmamaktadır. Sonuçta neoliberalizm, devlet olmaksızın sermaye hareketinin de olmayacağı, devlet olmaksızın işlerin yürümeyeceği anlayışında olduğunu, bu anlayışının hiç değişmediğini, devleti krize müdahale çağrısıyla ortaya koydu. Neoliberal ideologların desteksiz atışlarını kendilerine destek alarak devletin önemsizleştiği teorisini geliştirenler ise bu teorileriyle baş başa kaldılar. Yaşam bu unsurların 'devlet önemsizleşiyor' teorisini geriye hiçbir şey kalmayacak derecede paramparça etti. 

Bu kriz, uluslararası alanda mali yükümlülüklerin, ilişkilerin yoğun iç içe geçmişliğinin yanı sıra kapitalistlerin, uluslararası tekellerin, ulus-devlet olmaksızın uluslararası alanda rekabet yapamayacaklarını da gösterdi. Böylece yine 'devlete gerek kalmadı, uluslararası tekeller ve BM, IMF vb. kurumlar yönetiyor' teorisinden de geriye bir şey kalmadı.

Mali pazarların; mali sektörün önemi büyümüştür. Uluslararası alanda bazılarına göre bütün sermaye hareketini yönlendirecek derecede büyümüştür. Ama bu, devletin öneminin azaldığı, ulus-devletin yok olmaya başladığı, dünya düzeninin uluslararası tekeller tarafından yönlendiriliği anlamına gelmez. Tam tersi söz konusudur: Önemlileşen mali pazarlar; mali sektör, ulus-devleti de önemlileştirmiştir veya ulus-devletin kendisi açısından ne denli önemli olduğunu, vazgeçilemez olduğunu göstermiştir. Sermaye, azami kar için devlet tarafından konan, gümrük vb. bütün engellerin yıkılmasını talep ediyor ve devlet bu engelleri yıkıyor. Ama aynı zamanda aynı devletin sermayeyi korumasını da talep ediyor. Yani bir taraftan azami kar için engelleri yık derken, engel olan devleti, engel olduğu yerde yıkıyor, ama koru derken de koruması gerektiği yerde devleti önemlileştiriyor, devletsiz azami kar için dünyayı „kısa günde kırk kere“ dolaşamayacağını gösteriyor.

Döviz ve hisse senedi tüccarlarının, yatırım fonlarının faaliyetinin geçmişte ve bugün ekonomi ve toplumsal yaşam üzerinde ne denli büyük etkide bulunduğu tartışma götürmez. Geleceğin ve niyetin alınıp satıldığı borsalarda oynanan oyunların, bazılarına kısa zamanda milyonlar kazandırdığı, bazılarını da iflas sürüklediği bilinmiyor değil. Burada soru şu: Bu gelişme kapitalizmin hangi yasallığına göredir? Bu zaman zarfında ne türden bir artı değer üretiliyor? Hiçbir şey üretilmiyor. Hayalde olan, var olmayan şey alınıp satılıyor. Yani milyonlarla ifade edilen „değer“in el değiştirdiği kumar oynanıyor. Bu nedenden dolayı buna „Gazino-kapitalizmi“ denmektedir. Bu kapitalizmde borsalar işletme görevini üstlenmişlerdir ve bu „işletme“ler günün 24 saati açıktır. Örneğin New York borsası kapanırsa, oyun Tokyo borsasında oynanmaya devam eder, o borsa da kapanırsa Avrupa borsalarında kumara devam edilir.  
Spekülasyon karın kaynağı değildir. Olamaz da. Artı değer ve onun bir biçimi olarak kar, ancak ve ancak iş gücünün sömürülmesi sonucunda elde edilir. Borsalarda elde edilen de kazançtır, Ali'nin cebinden çıkanın Veli'nin cebine girmesidir, bir maddi değer büyümesi değildir.

Günümüzde dünya çapında bir sermaye bolluğu söz konusudur. Sermaye azami karlı yatırım alanı bulamadığı için spekülasyona yönelmektedir. Ve özellikle de kriz dönemlerinde azami karlı yatırım alanı daha da azalır. Böylesi dönemlerde sermaye devlete görevini hatırlatır veya „önemsizleşen“ devlet ne denli önemli olduğunu bir kez daha gösterir: 1-Sömürü ve baskının devam etmesi için kriz koşullarında siyasal aktifleşmeyi bastırmak; işçi sınıfı ve emekçi yığınların olası eylemlerinin önünü almak. Yani sömürünün devamı için gerekli ekonomik ve siyasi çerçeve koşullar oluşturmak.
2-Sermayenin gerekli gördüğü maddi desteği sağlamak: İflas eden veya iflasın eşiğinde olan sermayeye destek vermek ve sermayenin uluslararası rekabet gücünü artırmak.

Sermayenin uluslararasılaştığı günümüz koşullarında devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin değişmiş olduğu söylenecektir. Gerçekten de değişmiştir. Kriz söz konusu olduğunda değişmenin nasıl bir değişme olduğu bütün çıplaklığıyla yaşanır. Şimdi olduğu gibi. Dünya çapında ticaret ve üretim koşullarının kötüleştiği; genel konjonktürün gerilediği tartışma götürmez. Bu durumda ne oluyor? Bir avuç emperyalist devlet; yani „ulus-devlet“, dünya ekonomisini kendi stratejik hesapları doğrultusunda yönlendirmeye daha da ağırlık veriyor; emperyalist ülkeler arası çelişkiler keskinleşiyor. Bu ülkeler arasında bir ticaret savaşının başladığını söylemiyoruz, ama önde gelen emperyalist ülkeler arasında yaşanan krizle bağlam içinde alınan korumacı tedbirlerin aslında birbirlerine karşı tedbirler olduğu oldukça açıktır. Örneğin ABD ve AB, bazı, kendilerine göre stratejik önemi olan sektörlere Rus ve Çin sermayesinin girmemesi için tedbirler alıyorlar.
ABD'de konut krizinin patlak vermesinden bu yana bu krize sermayesi bulaşmış ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede devlet, zor durumda kalan bankalarını ve başkaca mali, sanayi kuruluşlarını kurtarmak, olası iflası engellemek için bir dizi tedbir almıştır.

Neoliberalizm, kendi ilkesi doğrultusunda, devlet ekonomiden çekilmelidir balonunu patlattı,  uluslararası arenada ise aklı evvel küçük burjuva takımı bundan devletin yok olduğu, önemsizleştiği sonucunu çıkardı. Oysa kapitalizmde devlet hiçbir dönem önemsizleşmemiştir. Sadece bazı görevleri dönem dönem yeniden belirlenmiştir. Bu nedenle ilginç olan, kriz döneminde veya genel olarak devletin ekonomiye müdahalesi ve zor durumda olan sermayeyi kurtarmaya çalışması değildir. Bunu her zaman yapar. Önemli olan, -politik açıdan sonuçlar çıkartmak istiyorsak- bu müdahale ve desteği nasıl yaptığıdır. Vurgu „nasıl“dadır.

Yaşanan banka ve kredi kriziyle bağlam içinde örneklersek:
Önce   Deutschen Bank'ın başkanı J. Ackermann, Mart ayında devlet güncel krize müdahale etsin çağrısını yaptı. Ackermann'a göre bankalar kendi başlarına krizin üstesinden gelecek durumda değiller, devlet desteği gereklidir.
Birkaç gün sonra Financial Times (Britanya) ABD ve Büyük Britanya'da devletin zor durumda olan sermayeyi (banka ve mali kuruluşları) kurtarmak için paket hazırladıklarını yazdı. Bu kurtarma planına göre devlet, bankaların batık kredilerini devralacak. 

Keynesçi düşünür ve ekonomist Paul Krugman böyle bir kurtarma planının maliyetini açıkladı: 3 trilyon dolar. Veya da Amerikan brüt üretiminin yüzde 20'si. Krugman, mali sektörün çökmesini göze almaktansa 3 trilyon doları harcamayı göze almalıyız diyor. Halktan vergi olarak toplanan paranın 3 trilyon dolarlık kısmının batan sermayeyi kurtarmak için kullanılmasını talep ediyor.

Kime, hangi bankaya veya işletmeye yardım edilecek sorusuna stratejik açıdan bakılıyor. Neye göre strateji vb. soruları tabii ki önemlidir. Kurtarma eylemi sonucunda ekonominin yükseliş aşamasının ve borsada kazancın yüksek olduğu sürecin yakalanmasını sağlayan veya bu sürecin yakalanması için katkıda bulunan işletmeler, kurtarmaya değer, stratejik işletmeler olarak görülmektedir. Kıstas bu.  

Devlet ve merkez bankalarının kurtarma paketlerinde yer alan olanaklar; kurtarma operasyonu türü sınırlıdır: a)Merkez bankalarının nakit yardımı; b)Merkez bankalarının para politikaları; c) Tek tek işletmelerin kredi ve başkaca yardımlarla desteklenmesi; d) Devletin bütçe politikası ve e) Mali pazarlarda yeni düzenlemeler.

Bu tedbirler şu veya bu biçimde ABD başta olmak üzere birçok ülkede uygulanmaktadır: Örneğin faizlerin indirilmesi, kapsamlı konjonktür programı ABD'de uygulanıyor. Merkez bankaları daha krizin başlangıç aşamasında bankaları nakit para ile desteklediler.

Ama bütün kurtarma operasyonlarına rağmen sonuç alınamadı ve Nisan başı itibariyle batışı/iflası garantili olan en azından dört banka devlet tarafından kurtarıldı. Bu bankaların sistem için ne denli önemli olduğu bilinmiyordu. Ancak kurtarma eylemine stratejik önemlilik kılıfı giydirildi. Northern Rock, İngiltere'de küçük bir bankadır. Ama 26 milyar Pfund verilerek bu banka devlet tarafından kurtarıldı. TV. kanallarının bu banka müşterilerinin paralarını çekmek için kuyruk oluşturduğunu göstermesi, bankayı stratejik önemli yapmış olsa gerek!

Almanya'da Sachsen LB ve IKB konut krizinin daha başında iflasla karşı karşıya kalmışlardı. Alman devleti bu stratejik önemli (!) iki bankayı kurtardı.

En tantanalı kurtarma eylemini Amerikan devleti ve merkez bankası gerçekleştirdi. Amerikan mali sermayesinin çınarlarından Bear Stearns devrilmek üzereyken, merkez bankasının 30 milyar dolarlık kefaleti eşliğinde JP Morgan Chase'e peşkeş çekildi. Yani gelecekte yeni bir zorluk, iflas durumunda zararı devlet üstlenecek. Kefillik böyledir!

Bear Stearns operasyonunda açıkça görülüyor ki, devlet kefil olmakla zararı üstleniyor, kamulaştırıyor, devletleştiriyor, ama kara dokunmuyor; kar özel elde kalıyor.
Bu alandaki son gelişme ise işin tuzu biberi oluyor: OECD, hazırladığı bir raporda ( “The Subprime Crisis: Size, Deleveraging and Some Policy Options-Financial Market Trends”, OECD 2008) Amerikan hükümetine batık kredisi olan bankalardan  „değerli“ kâğıtlarını satın almasını öneriyor. Yani OECD, Amerikan hükümetine, bankaların iflas etmesini, batmasını engellemek için onların beş paralık değeri olmayan „değerli kağıtları“nı satın alarak destekle diyor. Böylece bu durumda olan bankaların zararları devlet desteği üzerinden kamu zararı yapılıyor, ceremesi vatandaşa çektiriliyor, ama bu bankaların karına dokunulmuyor.
İster doğrudan destekle olsun, ister batık bankaların kurtarılması için kurulan fon üzerinden olsun, yapılan, sermayenin çıkarınadır. Devlet, böylesi durumlarda kimin, hangi sınıfın devleti olduğunu göstermektedir.  
“Kapitalizmin Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...”