deneme

6 Kasım 2008 Perşembe

EKONOMİK KRİZ VE DÜNYA EKONOMİSİ

 
Son dünya ekonomik krizinden (2000-2004) bu yana geçen süreç, bütün dünyada neoliberal saldırıların en yoğun uygulandığı bir dönem olmuştur. Genel olarak 2003 yılı itibariyle canlanma sürecine giren belli başlı emperyalist ülke ekonomilerinde krizden güçlü bir çıkış gerçekleştirilemedi. Son dünya ekonomik krizinden bu yana emperyalist ülkelerde burjuvazinin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirler ve uygulamalar; yani neoliberal politikalar, umulan sonuçları vermemiştir. Ekonominin böyle bir seyri hem tek tek ülkelerde hem de dünya çapında kapitalist ekonominin ne denli bir kırılganlık içinde olduğunu ve önceden tahmin edilemez riskler taşıdığını göstermektedir.
Mali kriz ve fazla üretim krizi hangi güçler dengesi koşullarında patlak vermiştir? Bu durumu aşağıdaki verilerde görüyoruz:

Ülke
Yıl
EMPERYALİST ÜLKELERİN EKONOMİK GÜCÜ (%)
Yurt içi brüt üretim
Sıra

İh-
racat

Sıra

En büyük 500 tekel

Sıra

En büyük
500 tekelin sermayesi
Sıra

Mali
ser-maye
Sıra

ABD
2005
28,1
1
8,7
2
34,0
1
26,5
1
41,6
1
2000
26,4
1
12,4
1
37,0
1
29,7
1
48,7
1
1990
24,7
1
11,5
2
32,8
1
37,9
1
35,3
1
Jap.
2005
10,2
2
5,7
4
14,0
2
10,8
3
11,5
2
2000
16,7
2
7,6
3
20,8
2
17,5
2
10,3
2
1990
18,7
2
8,4
3
22,2
2
18,2
2
33,3
2
Alm.
2005
6,3
3
9,3
1
7,0
5
9,5
5
2,9
7
2000
7,9
3
8,7
2
6,8
4
12,0
3
4,1
5
1990
8,6
3
12,0
1
6,0
4
7,1
4
4,0
4
Çin
2005
5,4
4
7,5
3
4,0
6
4,6
8
3,5
6
2000
3,0
6
7,2
4
2,4
7
4,1
8
2,0
10
1990
1,5
10
1,8
12
0,0
-
0,0
-
0,9
13
İng.
2005
4,9
5
3,7
7
7,8
5
11,7
2
7,4
3
2000
3,8
5
4,5
6
6,8
3
9,6
4
8,4
3
1990
3,9
5
5,4
5
8,8
3
7,8
3
9,7
3
Fran.
2005
4,8
6
4,4
5
7,6
4
10,0
4
6,5
4
2000
5,1
4
4,7
5
7,4
3
7,8
5
4,7
4
1990
5,6
4
6,3
4
6,0
5
7,0
5
3,5
5
İtal.
2005
3,9
7
3,5
8
2,0
10
3,3
9
1,9
11
2000
3,5
7
3,8
8
1,6
10
2,2
10
2,5
8
1990
3,9
6
5,0
6
1,4
12
3,4
6
1,7
6
Rus.
2005
1,7
10
2,3
11
1,0
15
0,4
16
-
-
2000
1,0
12
1,7
12
0,4
16
0,1
15
-
-
1990
2,1
8
3,0
10
0,0
-
0,0
-
-
-

Verili dönem içinde Amerikan emperyalizmi her bakımdan üstünlüğünü sürdürüyor. II. Dünya Savaşında bu yana sürekli düşen dünya sanayi üretimindeki payı -O dönem kapitalist dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını üretiyordu-1990 sonrasında artıyor. Aynı şekilde dünyanın en büyük 500 tekelindeki ve dünya mali sermayesindeki payı da artıyor. Dünya ihracatındaki payı ve daha güçlü olarak da en büyük 500 tekelin sermayesindeki payı düşüyor. En önemli gerileme Japon emperyalizminde görülüyor. Almanya kısmen zayıflasa da konumunu koruyor. Ama her bakımdan sıçramalı gelişme Çin ekonomisinde görülüyor. 1990'dan 2005'e, 15 sene içinde Çin'in dünya yurt içi üretimindeki payı 1,5'ten 5,4'e; ihracatı 1,8'den 7,5'e; en büyük 500 tekeldeki payı yoktan yüzde 4'e; en büyük 500 tekelin sermayesindeki payı yoktan yüzde 4,6'ya ve mali sermayedeki payı da yüzde 0,9'dan yüzde 3,5'e çıkıyor.
Bu tabloda, bu kriz döneminde ve sonrasında rekabet edecek güçler arasındaki eşitsizliğe dayanan “denge”yi görüyoruz.

I-ULUSLARARASI MALİ SERMAYENİN SERÜVENİ-MALİ KRİZ (SPEKÜLASYON,
   BANKA VE KREDİ KRİZİ)
ABD, hisse senetlerinin, istikrazların, başkaca değerli kâğıtların dünya çapında en çok depolandığı ülkedir. Depolanan miktarın değeri 56,1 trilyon dolar. 37,6 trilyon dolarlık miktarla Avro Alanı ikinci ve 19,5 trilyon dolarlık miktarla da Japonya üçüncü sırada gelmektedir. Bu ülkeler yerküreyi dolaşan sermayenin yüzde 80'ini çekiyorlar. Onları sermaye çekme bakımında zorlayan tek ülke Çin. Bu ülkede depolanmış miktar ise 8,1 trilyon dolardır.

Boston Consulting Group'un küresel özel para varlık miktarı araştırmasına göre bankaların, fonların, sigortaların ve başkaca mali kurumların yönlendirdiği miktar 1999’da 71,5 trilyon dolardan 2006’da 97,9 trilyon dolara çıkıyor. 7 senede yüzde 37 oranında artıyor.

MerrillLynch/Cap Gemini “World Wealth” raporuna göre dolar milyonerlerinin -en azından bir milyon dolarlık mali varlığı olan insanların- mali varlıkları 1997’de 19,1 trilyon dolardan 2007’de 40,7 trilyon dolara çıkıyor. 10 senede iki mislinden fazla artıyor.

Yatırım fonlarının, sigortaların vs. kontrol ettikleri sermaye miktarı 1995’te 21 trilyon dolardan
2005’te 56 trilyon dolara çıkarak 10 sene içinde yüzde 167 oranında artıyor.

Dünya çapında hisse senedi toplam değeri 1980`de 2,9 trilyon dolardan 2005’de 44,5 trilyon dolara; hisse senedi ticareti de keza aynı yıllarda 0,3 trilyon dolardan 51,1 trilyon dolara çıkıyor.

Borsalarda işlem gören tahvillerin yılsonu itibariyle değer miktarı 1990`da 6,6 trilyon dolardan 2005`de 25,8 trilyon dolara ve bunların ticareti de 3,1 trilyon dolardan 13,0 trilyon dolara çıkıyor.

Günlük döviz ticareti 1979/1980`de 120 milyar dolardan 2007'de yaklaşık 3.250 milyar dolara çıkıyor.

2007 yılında sadece türevler pazarında dönen sermaye miktarı ABD'de 180 trilyon dolara çıkıyor.

Döviz ticareti büyük bankalar tarafından yapılmaktadır. Sadece üç banka -Deutsche Bank, UBS ve City Bank- dünya çapında döviz ticaretinin yüzde 40'ını kontrol ediyor.
Hedge fonlar da bu alanda faaliyet sürdürmekteler. Döviz ticaretinin yüzde 30'unu da bunlar kontrol ediyor.

Dünya çapında banka sektörü son yıllarda oldukça güçlenmiştir. Bankaların karı/kazancı 2000 yılında 372 milyar dolardan 2006 yılında 788 milyar dolara çıkarak rekor kırmıştır. Bu karla bankalar petrol ve gaz tekellerini geride bırakmışlardır.
En büyük 1000 bankanın varlığı 1998'de 33,2 trilyon dolardan 2007 yılında 74,2 trilyon dolara çıkmıştır.

Yatırım bankaları: Sanayi yatırımları için banka kredileri artık tali bir rol oynamaktadır. Günümüzde büyük bankalar ya mevduat bankacılığından yatırım bankacılığına dönüşmüşler ya da yatırım bölümlerini oldukça güçlendirmişlerdir.

2007'de yatırım bankalarının karı 84,3 milyar dolarla rekor seviyedeydi.

2006/2007 döneminde dünyanın en büyük 15 bankasından 4'ü Büyük Britanya'ya; 3'ü ABD'ye, 3'ü Çin'e; 2'si Japonya'ya; 2'si Fransa'ya ve biri de İspanya'ya aitti. Yani dünyanın bu en büyük 15 bankasının ulusal kökeni belli!

Emeklilik fonlarını, sigorta ve yatırım fonlarını kapsamına alan kurumsal yatırımcılar tarafından yönlendirilen sermaye miktarı 1980'de 2.900 milyar dolardan 2006'da 61.800 milyar dolara çıkarak 21 misli artmıştır.

Topladıkları sermayeyi aldıkları kredi ile birkaç misline çıkartabilen Hedge fonlar ve Private Equilty fonlar hiçbir kontrole ve düzenlemeye tabi değiller ve bunların sayısı ve kontrol ettikleri sermaye miktarı ancak tahminlere dayanmaktadır. Bir kaynağa göre (International Financial Markete 2008) Hedge Fonların sayısı 1996'da 3000'den 2006'da 8. 500'e ve yönlendirdiği sermaye miktarı da 130 milyar dolardan 9000 milyar dolara çıkmıştır.

Hedge fonlar, oldukça hızlı ve devasa miktarları harekete geçirebildikleri için uluslararası mali pazarları etkileyebiliyorlar. Bu özelliklerinden dolayı kazancın azami olacağını sandıkları ülkelerin para birimlerine karşı spekülasyon da yapabiliyorlar.

“Çekirge” şirketler (Private Equity Şirketleri-Özel Katılımcı şirketler): Bu işletmelerinin kontrol ettiği varlık miktarı 1985'te 8 milyar dolardan 2006'da da 709 milyar dolara çıkmıştır.

“Çekirge” işletmelerin mülkiyetinde olan firmalarda öz sermaye-borç oranı 1990'da 21'e 79'du, 2005'te ise bu oran 34'e 66 olmuştur. Şimdilerde ise bu oran 30’a 70'dir. Demek oluyor ki, bu firmalarda sermayenin yüzde 30'u “çekirge” işletmeye aitken geriye kalan yüzde 70'i borçtur.

Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12 trilyon dolardan 1990’da 43, 1995’te 66, 2000’de 94, 2001’de 92, 2002’de 96, 2003’te 117, 2004’te 134, 2005’te142 ve 2006’da da167 trilyon dolara çıkmıştı. 2006 yılı itibariyle bu miktarın bileşiminde hisse senetlerinin payı 54; özel senetlerin payı 43; tahvillerin payı 26 ve mevduatların payı da 45 trilyon dolardı.

Dünya çapında her türden mali varlıkların miktarı 1980-2006 arasında yaklaşık 14 misli, 1990-2006 arasında yaklaşık 4 misli ve 2000-2006 arasında da yüzde 177,6 oranında artıyor.

Dünya gayri safi hâsılası miktarı ise 1980’de 10 trilyon dolardan 1990’da 22, 1995’te 29, 2000’de 32, 2001’de 32, 2002’de 33, 2003’de 37, 2004’te 42, 2005’te 45 ve 2006’da da 48 trilyon dolara çıkmıştı.

2006 yılında 48 trilyon dolarlık dünya GSYİH şu veya bu biçimde maddi değerlerin parasal ifadesidir. Ama aynı yılda 167 trilyon dolarla akıl almaz bir büyüklüğü ifade eden dünya mali varlıkları, dünya GSYİH'nın üç mislinden fazla bir miktar. Soru şu: Maddi değerlerin toplam miktarı belli olduğuna göre (48 trilyon dolar) bu 167 trilyon dolarlık miktarın kaynağı nedir?

Kapitalist ekonomide iki türden sermaye vardır (Kendi içinde türevlenmesini bir kenara bırakıyoruz): a) Gerçek değerleri ifade eden sermaye; üretken sermaye ve faiz taşıyan sermaye veya para sermaye ve b) gerçek değerleri ifade etmeyen sermaye; hayali olan, sadece kağıt üzerinde yazılı olan sermaye, fiktif sermaye.
Kapitalist ekonominin gelişme seyri içinde özellikle değerli kağıtlar, hisse senetleri biçiminde “fiktif sermaye” önemli olmaya başlamıştır.

Gerçek sermaye, yatırımlarla makineye, fabrika binasına veya hisse senedine dönüşerek ancak bir defa kullanılır. Değerli kâğıtların sahiplerinin elde ettikleri kazancın ise gerçek değerle, maddi değerle bir ilgisi yoktur. Bunların sadece hesap değeri (defter değeri) vardır ve bu değer de beklenti satışına göre değişir. Ama kapitalist ekonomide gerçek değerler ile kâğıt üzerinde var olan değerler birbirine karışmış, ekonomide; üretimde, ticarette işleri “kolaylaştıran her şey spekülasyonu da kolaylaştırır” olmuştur. 'Çoğu durumda her ikisi de, birinin nerede bittiğinin, diğerinin nerede başladığının kolay kolay söylenemeyeceği kadar sıkı bir şekilde iç içe geçmiştir' (Marks; Kapital, 3, s. 420).

Sürecin başında bir işletmenin gerçek değerini ifade eden hisse senedi zamanla gerçek değerinden kopar. Borsalarda söz konusu işletmenin gerçek değeri değil, işletme üzerine beklentilerin seyri alınıp satılır; hisse senetlerinin “değeri” beklenti bazında artar veya düşer. Hisse senedi sermayesi, klasik hayali sermayenin temel biçimidir. Bu bir kumardır ve her gün bütün dünya borsalarında oynanmaktadır. Yukarıya aktardığımız hayali değerler, bu kumarın hangi boyutlarda oynandığını göstermektedir.  Yaşanan banka ve kredi krizi bu kumarın bir sonucudur.

Teknolojinin üretimde yoğun kullanılması, verimliliğin artması sonuçta azami kar peşinde koşan bir sermaye birikimine neden olmuştur. Bu sermaye azami karı maddi değerlerin üretiminde bulamadığı için mali alana akmaya başlamıştır. Bunun sonucu, derinleşen, kapsamlaşan ve şişen spekülasyondur.

Mali krizler, spekülasyon krizleri kapitalizmin yasallığından kaynaklanmazlar; bunlar kapitalizme özgü krizler değildir. Bu krizler, kapitalizmin yasallığından kaynaklanmadıkları için engellenebilir.“Borsa krizi, asla, ekonomik krizin nedeni değildir. Tersine borsa krizinin patlak verme nedeni, ekonomik krizin olgunlaşmasıdır” (Komünist Enternasyonal; “Internationale Pressekorrespondenz”, Nr. 12, s. 270, 3 Şubat 1930). ABD’de 1929'da patlak veren ve etkisini bütün dünya borsalarında gösteren o büyük borsa krizini düşünelim. 29 Ekim 1929’da borsa krizi patlak verdiği için 1929-1932 fazla üretim krizi gündeme gelmemişti. Tam tersi söz konusuydu; borsa krizinin patlak vermesinin nedeni, çelişkileri olgunlaşmış olan ekonomik krizdi. Şimdiki krizi de öyle değerlendirmek gerekir. ABD'de patlak veren konut spekülasyonu ve bunun dünya çapında banka ve kredi krizine dönüşmesinden dolayı fazla üretim krizi patlak vermedi. Tam tersine, yeni bir fazla üretim krizinin koşulları olgunlaştığı için mali kriz patlak verdi.
Kapitalizme özgü olan, kapitalist ekonomide nesnel yasallığı olan, fazla üretim krizidir. Fazla üretim krizi olmayan kapitalizm düşünülemez. Fazla üretim krizi nesneldir; hiçbir güç patlak vermesini engelleyemez. Fazla üretim krizi en fazlasıyla geciktirebilinir.

Spekülasyon veya çok kullanılan kavramla ifade edersek bir spekülasyon köpüğü/balonu nasıl oluşur?

Marks Kapital'de 'Yedek sermayesi, hatta öz sermayesi olmadan çalışan ve bundan dolayı da tamamen para kredisine dayanarak faaliyet sürdüren çok sayıda spekülatör’lerden bahseder (Marks; Kapital, C. 3, s. 505).

Marks'ın tanımladığı bu parasız-pulsuz spekülatörlere artık pek rastlanmıyor. Onların yerini sermaye ile çalışan kurumsal yatırımcılar almış: Yatırım fonları, sigortalar, emeklilik fonları. Bunlar akıl almaz yöntem ve türevlerle devasa miktarları harekete geçiriyorlar; “paradan para” kazanıyorlar.
Devasa boyutlardaki sermaye, maddi değerlerin üretiminde kendini değerlendirilme olanağı bulamıyor. Yani Marks'ın bahsettiği döneme göre günümüzde spekülasyon, bol sermayeli oluşuyor ve oyun da bu sermayenin yatırımından doğan kazanç beklentisi üzerine oynanıyor. Devasa boyutlardaki hayali sermayenin aşırı birikimi kaçınılmaz olarak balonların oluşmasına neden oluyor. Spekülasyon kriziyle bu balonların patlaması kast ediliyor. Amerikan konut pazarındaki spekülasyon köpüğü bunun en son örneğidir.  

2000-2004 dünya ekonomik krizinden sonra kredi ve türev bolluğu şişmeye başladı. 2006’nın ikinci yarısından itibaren de bu şişmenin patlayabileceği ve bir mali krize yol açabileceği görülüyordu. Krizin öncelikle hangi ülkede patlak vereceği de biliniyordu. Bilinen gerçekleşti.
Amerikan merkez bankası FED’in faiz indirimi sonucunda ABD'de kredi-konut pazarında krizin sona ereceğine ve çarkın eskisi gibi dönmeye devam edeceğine inananların sayısı az değildi. FED’in daha önceki faiz indirme operasyonlarını göz önünde tutarak, faiz düşürülürse gayrimenkullerin fiyatı artar ve kriz de sona erer düşüncesindeydiler. Ama gelişmeler beklentiyi boşa çıkardı.
Kriz, Amerikan menkul kıymetler piyasasına bulaşmış uluslararası mali kurumları da etkisi altına aldı ve zincirleme bir tepkiye neden oldu. Sonuç, 2007'in ilk yarısında borsalarda, banka sektöründe çalkantılardı.
ABD’de verilen bu kredilerin hepsi, gelişmelerin de gösterdiği gibi geri dönmedi. Çünkü kredi alanlar ödeyecek durumda değillerdi.

Amerikan emlak piyasasındaki durumdan taraflar belli bir dönem oldukça memnun kaldılar. Çünkü
kredilerin kabul edilebilir seviyede olmasından yana olanlar -düşük gelirli olanlar- konut piyasasının durumundan memnunlardı. Memnunlardı, çünkü normal koşullarda hiçbir zaman alamayacakları kredilerle ev sahibi oluyorlardı. Müşterilerine bolca kredi veren ipotek bankaları da durumdan oldukça memnunlardı. Böyle kolayca kredi veren bu bankaların bir bildikleri vardı: Bu kredi ilişkisinde üstlendikleri orta ve uzun vadeli riskleri başka mali kurumlara satıyorlardı ve böylece hiçbir riske girmeden bolca kazanıyorlardı. Fonlar da ucuz krediden oldukça yararlandılar ve geri ödemelerde aksama olmayacağından hareket ettikleri için yüksek kazanç üzerine spekülasyon yapıyorlardı.

Bu çark, belli bir dönem mali spekülatörlerin çıkarları doğrultusunda döndü. Ama politikacısından spekülatörüne; bankalara, fonlara kadar herkes bu çarkın bir gün dönmeyeceğini ve şişen balonun patlayacağını çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu.

Amerikan emlak pazarında pay kapmak için kredi veren uluslararası mali kurumlar da bu krizden paylarına düşeni aldılar: Kredi alan ama ödeme gücü olmayan ev sahiplerine verilen krediler geri dönmüyordu. Bu durumla ilişkin olarak faizler giderek yükselirken konut fiyatları da düşüyordu. Böylece, Amerikan emlak piyasasına kredi veren bankaların, fonların büyük oyunu, bu kredilerle ilişkili olarak bütün dünya borsalarını ve mali pazarlarını etkisi altına aldı.

Dalga dalga yayılan ve mali sektörün çınarlarını deviren, kapitalist ekonomide, özellikle de mali sektörde deprem etkisi yapan bu spekülasyon krizi, kısa zamanda banka ve kredi krizine dönüşerek maddi değerlerin üretimi üzerinde de etkileyici bir faktör (kredi üzerinden) oldu.

Dalga dalga yayılan bu mali krizin; Amerikan konut sektöründe başlayan spekülasyon krizinin ve sonrasında dünya banka ve kredi krizine dönüşen bu mali krizin gelişme seyri kısaca şöyledir:

Birinci dalga: Temelleri 2000-2004 dünya ekonomik krizi sürecinde, krizden çıkmak için atılan Amerikan konut piyasasında spekülasyon köpüğünün 2007 yazında patlaması.
İkinci dalga: Devralmaları, birleşmeleri finanse etmek için iştirakçi şirketlere verilen kapsamlı kredilerin batık çıkmaya başlaması, yani geriye dönmemesi ve sonucunda da bankaların, yatırım bankalarının zarar yapmaya başlamaları.
Üçüncü dalga: Mali sistemin çökeceği korkusundan dolayı iflasla karşı karşıya kalan Amerikan dev yatırım bankası Bear Stearns’in devletleştirilmesi. Amerikan devleti, ölümcül yara alan bu yatırım çınarını JP Morgan'a peşkeş çekerek durum o gün için atlatıldı.
Böylece Amerikan emperyalizmi, neoliberalizmin ekonomiye müdahale etmeme temel ilkesini ayaklar altına alarak ekonomiye müdahale etti.
Dördüncü dalga: Krizin derinleşmesi ve kapsamlaşmasında nicel gelişme.
Beşinci dala: Bu dalga, iflas etmeleri durumunda Amerikan gayrimenkul pazarının çökmesine neden olabileceklerinden dolayı iki dev ipotek bankası; „Fannie“ ve „Freddie“ devletleştirilmesiyle başladı ve 700 milyar dolarlık “kurtarma” paketinin kabul edildiği 4 Ekime kadar sürdü.

Beşinci dalga dönemi, büyük iflaslar ve devletleştirmeler dönemidir. Örnekler:
–14 Eylül: Lehman iflas etti, Merrill Lynch Amerikan Bankası'na satıldı.
–16 Eylül: FED (ABD Merkez Bankası) 85 milyar dolar karşılığında sigorta devi AIG'i şimdilik kurtardı.
–8 Eylül: İngiliz Bankası Lloyd TSB en büyük rakibi HBOS'u 12 milyar paun karşılığında satın aldı.
–20 Eylül: Bush yönetimi 700 milyar dolarlık yardım paketini Kongre'ye sundu. Aynı gün Barclay's Lehman'ın ABD'deki faaliyetini satın aldı.
–21 Eylül: Goldman Sachs ve Morgan Stanley mevduat bankacılığına dönüştürüldü. Bu kararla yatırım bankacılığının iflası fiilen kabul edilmiş oldu.
–22 Eylül: Japon Nomura, Lehman'ın Asya'daki varlıklarını satın aldı.
–24 Eylül: Warren Buffet'ın sahip olduğu Berkshire Hathaway, Goldman Sachs'tan 5 milyar dolarlık hisse aldı.
–26 Eylül: Amerikan hükümeti, ülkenin en büyük bankası Washington Mutual'a el koydu ve arkasından da bankanın varlıkları 1,9 milyar dolara JP Morgan'a satıldı.
–28 Eylül: Fortis'in yüzde 49'u kamuya geçti, İngiliz hükümeti Bradford&Bingley'e el koydu.
–29 Eylül: Citigroup, Wachovia'yı satın aldı.
–29 Eylül: Temsilciler Meclisi 700 milyar dolarlık yardım paketini reddetti ve borsalarda tarihi bir çöküş yaşandı.
–3 Ekim: Temsilciler Meclisi 700 milyar dolarlık yardım paketini kabul etti.      
-4 Ekim: Fortis,  tamamen devletin (Hollanda) kontrolüne geçti.

Kriz, çoktan Amerikan konut sektörüyle sınırlı bir spekülasyon kriz olmaktan çıkmış, dünya çapında etkili bir banka ve kredi krizine dönüşmüştü. Kurtarma paketleri etkili olmadı ve kredi üzerinden kriz maddi değerlerin üretimini; sanayi sektörünü güçlü bir biçimde etkilemeye başladı. Kurtarma paketlerinin etkili olmaması, çare olmayacağını da gösterdi. İflasların, en azından Amerikan ekonomisi açısından pek önemi de kalmamıştı. Örneğin Amerika'da iflas ettiği zaman ekonomiyi doğrudan etkileyecek, bir mali kurum dahi kalmadı. Amerikan emperyalizminin beş mali “çınarı”; beş yatırım bankasının beşi de iflas etti. Şimdi bu işlerle neoliberalizmin motoru Amerikan devleti uğraşıyor!

Kurtarma eylemi Amerikan emperyalizmi açısından 60 trilyon dolarlık bir risk oluşturmuştur. Bazı hesaplara göre de Amerikan devleti 50 trilyon dolar derinliğinde bir çukura düşmüştür.

Kriz paketi hazırlamak sadece ABD ile sınırlı kalmamıştır. AB ülkelerinden Japonya'ya kadar bir dizi ülke aynı amaçlı paketler hazırlamışlardır. Ne AB-Asya ülkeleri zirvesinden ne AB'nin önde gelen ülkelerinin (Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya) toplantısından ne G-7 grubu ülkelerinin çabalarından ne İstanbul'da toplanan “Dünya Ekonomik Forumu”ndan ve ne de son olarak toplanan (Kasım ortasında) G-20 ülkeleri zirvesinden bir sonuç alınabilmiştir.

21. Yüzyılın en büyük gazinosu kapılarına kilit vurmak zorunda kaldı ve kapitalizmin tarihinde görülen en kapsamlı sermaye kıyımı ve devlet müdahalesi gerçekleştirildi. Bu süreç devam ediyor.

21. yüzyılın en büyük sermaye kıyımını biraz somutlaştıralım (Yok edilen sermaye miktarı konusunda çok değişik veriler var):
-Şimdiye kadar kurtarma operasyonları, devletleştirme için harcanan miktar: 7,8 trilyon dolar. Bu miktar dünya ekonominin yüzde 12’sine eşittir.
-Dünya çapında mali kuruluşların zararı: 2.8 trilyon dolar. Bunun bir trilyon Avrosu banka zararlarıdır.
-2007 Ekiminden bu yana dünya borsalarda yok olan değer miktarı: 26 trilyon dolar. Bu 26 trilyon doların dökümü şöyle:
-Wall Street'te yok olan miktar: Yaklaşık 7 trilyon dolar.
Büyük Britanya'da yok olan miktar: 1,7 trilyon dolar.
Çin'de yok olan miktar: 1,7 trilyon dolar.
Hongkong'da yok olan miktar: 1,5 trilyon dolar.
Japonya'da yok olan miktar: 1,5 trilyon dolar.
Fransa'da yok olan miktar: 1,3 trilyon dolar.
Almanya'da yok olan miktar: Yaklaşık bir trilyon dolar.
Brezilya ve Kanada'da yok olan miktar: Her birinde yaklaşık 700-800 milyar dolar.
Dünyanın geriye kalan borsalarındaki toplam kayıp: 8,7 trilyon dolar.

CNBC'nin haberine (19 Kasım 2008) göre sadece Amerikan hükümeti, son 12 ay içinde mali krizle mücadele adı altında 4,28 trilyon dolar harcamıştır. Enflasyondan arındırılmış olarak bu miktar, II. Dünya Savaşının bütün masraflarından daha fazladır.

Boston Consulting Group'a (BCG) göre (12.11.2008) mali krizden dolayı dünya çapında yatırım varlıkları, 2007'deki rekor seviye 59 trilyon dolardan 53 trilyon dolara düşecek. Yani 6 trilyon dolarlık bir gerileme olacak.

II-21. YÜZYILDA İKİNCİ FAZLA ÜRETİM KRİZİ

Konjonktürün kriz aşamasında olduğunu söyleyebilmek için söz konusu ülke, bölge ve dünya ekonomisinin baz alınan yıla, aya veya çeyreğe göre arka arkaya en azından birkaç ay veya 2 çeyreklik dönemde mutlak küçülmesi gerekir. Bu gelişmeyi destekleyen başka faktörlerle birlikte bu durum söz konusu olduğunda o ekonominin fazla üretim krizinde olduğu söylenir. Böyle bir gelişmeyi burjuva ekonomistler, ekonominin „resesyon“a girmesi diye tanımlarlar. Bunun Marksist kavramla ifadesi fazla üretim krizidir veya ekonomik krizidir. Dünya ve tek tek ülke ekonomilerinin seyrini göstermek için sanayi üretimi değerlerini ölçek alacağız. Bakalım veriler biz hangi sonuçlara götürecek!

21. yüzyılın ilk fazla üretim krizi 2000-2004 döneminde yaşandı. 20. Yüzyılın sonunda, 21. yüzyılın başında burjuva bilim adamları, özellikle de ekonomistleri kapitalist ekonominin konjonktürel krizlerinden artık kurtulduğunu açıkladılar. Aslında her kriz yaklaşırken yaptıkları açıklamaları günün koşullarına uydurarak yinelediler. Neler uydurulmadı ki? Enformasyon teknolojisini kast ederek “Yeni Ekonomi”nin konjonktür açısından “erdemleri”ni anlata anlata bitiremediler. Enformasyon teknolojisi sayesinde dünyanın her tarafına yayılmış mali pazarlar vs. giderek artan üretimin ve gerek duyulan sermayenin sağlanmasının temel direkleri olarak görüldü. Artık kriz geride kamıştı!

Ama sonra, ne olduysa oldu ve krizsiz kapitalizm hayali üzerine kurulan şatolar arka arkaya yıkıldı. Borsalar, zıpkın yemiş balık gibi hareket etmeye başladılar ve umut bağlanan yeni ekonomi de eski ekonomiden hiç farklı olmadığını göstermekte gecikmedi. İflaslar birbirini kovaladı. Dünya ekonomisini çekip çeviren üçlü –ABD, AB ve Japonya- krize girmişti. Bu ülke ekonomilerinin krize girmesiyle birlikte dünya ekonomisi de krize girmiş oluyordu. Yıl 2001.
1990-1994 dünya ekonomik krizi ve sonrasında kurulan neoliberal hayal dünyasını 2000-2004 krizi yerle bir etti. Şimdiki kriz de neoliberal hayal dünyasının iflasını ilan ediyor.

Tarihinde burjuvazi şimdiye kadar 230'dan fazla kriz nedeninden bahsetmiştir. Ama hepsi, gerçeği ifade etmeyen neden olarak kalmıştır. Şimdi de yeni bir şey söylemiyor. Şu veya bu kişinin, bankanın, fonun vb. kar hırsından, mali pazarların kuralsızlaştırılmasından bahsediyor. Kendi eserini, neden olarak öne sürüyor.

Burjuvazinin kriz teorilerinde bütünsellik yoktur, kapitalizmin o andaki gelişmesinin ortaya çıkardığı sorunlar neden olarak öne sürülür. Şöyle olmasaydı, böyle olmasaydı türünden saçmalıklar neden olarak sunulur.
Sosyalizm, Marks ve Engels tarafından bilim seviyesine çıkartıldı ve onlardan sonraki dönemde de sürekli bilim olarak geliştirildi. Bu geçeklik ve Marksist politik ekonomi anlayışının oluşturulması,                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                işçi sınıfının elinde burjuvaziye karşı büyük bir “silah”tır. Burjuvazi bu “silah”ın tehlikesini kavramakta gecikmemiş ve ona karşı da teoriler üretmiştir. Ama her konuda olduğu gibi, ekonomik kriz konusunda da tarih, Marksizm'in doğruluğunu ve doğru olduğu için de çürütülemeyeceğini ortaya koymuştur. Burjuvazinin çırpıntısı boşunadır. Kriz konusunda uydurmasyonlarının ömrü en fazlasıyla bir konjonktür süresi kadardır, yani bundan sonraki krize kadar, diyelim ki 7-10 senelik bir ömür.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

Kapitalizmde mali krizler değil, ekonomik krizler/fazla üretim krizleri zorunludur ve dönemseldir. Dönemsel krizler kapitalizmin makineli üretim aşamasının, sanayi kapitalizminin ürünüdür. Şüphesiz ki, kapitalizmin makineli üretim aşamasından -19. yüzyılın ilk çeyreğinden- önce de krizler vardı. Ama bu krizlerin belli bir dönemselliği yoktu ve özgün nedenlerden kaynaklanıyorlardı (para, banka, spekülasyon krizleri vs.).

Kapitalizmin makineli üretim aşamasında krizin olasılığının gerçekliğe dönüşmesinin koşulları oluşur. Fazla üretim krizlerinin genel nedenleri, kapitalist ekonominin genel çelişkilerinde aranmalıdır. “Krizlerin genel koşulları, ... kapitalist üretimin genel koşullarından hareketle açıklanabilir” (Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, 2. kitap, s. 515/516).

Toplumsal üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisini de; üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki çelişkiyi de geliştirir. Bu temel çelişki, kapitalizmde dönemsel krizlerinin de nedenidir. Marksistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklarlar. Üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin nihai nedenidir. Şüphesiz ki bu çelişki, krizin doğrudan nedeni değildir. Ama bu çelişkinin derinleşmesi, kapitalizmde krize neden olan çelişkilerinin olgunlaşması anlamına gelir. Bunların neler olduğunu belirterek geçiyoruz.

1-Üretim ile pazar arasındaki çelişki.
2-Çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki.
3-Ortalama kar oranı.
4-Kar oranının eğilimli düşüşü.
5- Kredi mekanizmasının gelişmesi.
6-Dünya pazarındaki gelişmeler (Dış pazar).

Bunlar, aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.

Yukarıdaki 6 faktörü açtığınızda karşınıza bir biçimde “Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni... kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” (Marks, Kapital, C. III, s. 501) çıkar. Burada söylenen şudur: Üretimin sınırsız büyüme eğilimiyle pazarın ağır, sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkide belirleyici olan, kitlelerin alım gücüdür, kitlelerin tüketimdeki sınırlı hareketleridir.

Fazla üretim krizi, bu çelişkilerin veya faktörlerin gelişmesinin sonucunda zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini zorunlu kılacak derecede gelişmiş                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                olmalarıdır. Günümüzde bu, kredi ilişkileri ve kitlelerin alım gücünün düşük olması; pazarların metalarla dolup taşması faktörleri olarak gözükmektedir.

Şimdi 21. Yüzyılın ikinci fazla üretim krizinin gelişme seyrini bazı verilerle gösterelim.

1-21. Yüzyılın ikinci fazla üretim krizinin gelişme seyri

2000-2007 döneminde dünya sanayi üretimi

Yıllara göre toplam sanayi üretimi, 2000=100 olarak
Ülkeler
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2005'ten 2006'ya değişim, +, -
2006'da 2007'ye değişim, +, -
Fransa
100,0
101,3
100,0
99,7
102,0
102,3
102,8
104,3
0,5
1,3
Almanya
100,0
100,1
99,1
99,5
102,6
106,0
112,2
119,1
5,8
6,1
İtalya
100,0
98,8
97,5
97,0
96,7
95,9
98,2
98,0
2,4
-0,2
Japonya
100,0
93,7
92,6
95,7
100,2
101,6
106,1
109,0
4,4
2,7
Kore
100,0
100,6
108,7
114,7
126,6
134,6
145,9
155,9
8,4
6,8
İspanya
100,0
98,5
98,7
100,0
101,6
102,3
106,3
108,3
3,9
1,9
Türkiye
100,0
91,3
99,9
108,7
119,3
125,7
133,1
140,2
5,9
5,3
B, Britanya
100,0
98,6
96,9
96,3
97,4
95,9
96,7
97,2
0,8
0,5
ABD
100,0
96,6
96,5
97,7
100,1
103,4
105,7
107,4
2,2
1,6
AB
100,0
100,2
99,8
100,5
102,9
104,3
108,4
111,9
3,9
3,2
Avro Alanı
100,0
100,4
100,0
100,3
102,5
103,9
108,1
111,7
4,0
3,3
G7
100,0
97,1
96,5
97,5
100,0
102,1
104,9
107,2
2,7
2,2
OECD – Av.
100,0
99,8
99,8
100,9
103,9
105,7
110,2
114,1
4,3
3,5
OECD – Top.
100,0
97,7
98,0
99,4
102,7
105,1
108,9
112,0
3,6
2,8
OECD üyesi olmayan ülkeler
Brezilya
100,0
101,6
104,4
104,4
113,1
116,6
119,9
127,1
2,8
6,0
Hindistan
100,0
102,7
107,7
114,8
124,5
134,4
148,5
163,3
10,5
10,0
Rusya
100,0
102,9
106,2
116,3
125,6
132,1
140,6
149,5
 6,4
6,3
Kaynak: OECD

2008'de dünya ekonomisinin durumunu açıklamamıza yardımcı olacağından; dünya sanayi üretimin nereden nereye geldiğini göstermek, bir genel fotoğrafını çıkartmak için üye olmayan ülkelerle birlikte (Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya) önde gelen OECD-ülkelerinde sanayi üretiminin gelişmesini tabloda olduğu gibi vermeyi doğru bulduk. OECD-ülkelerinin dünya ekonomisindeki toplam payı yüzde 85-90 civarındadır. Dolayısıyla dünya ekonomisinin seyrini belirleyen bir ağırlığına sahiptir.

Tabloda ancak genel bazı eğilimleri görebiliyoruz.
Birincisi: Emperyalist ülkelerde sanayi üretiminde büyüme oranları düşüktür. Ancak Alman sanayi 2000'e göre 2007'de yüzde 19,1 oranında sıra dışı bir büyüme sergilemiştir. AB, OECD-Avrupa ve OECD toplamında sanayi üretiminde büyüme 2000'den 2007'ye yüzde 11 ila yüzde 12 arasında gerçekleşmiştir. Bu büyüme oranlarını yıllık büyüme bazında ele alırsak ve daha sağlıklı olması için 2000-2004 krizi sonrasını göz önünde tutarsak, yani 2005-2007 arasını, Almanya, İtalya ve İngiltere hariç diğer emperyalist ülkelerde sanayi üretiminin yıllık olarak yüzde 2 ila 4 arasında büyümüş olduğunu görürüz. Almanya'da bu büyüme oranları 2006 için yüzde 5,8 ve 2007 için de yüzde 6,1 idi.
İkincisi: İtalyan ve İngiliz sanayi üretimi 2000-2004 krizi sonrasında da krizi atlatamamıştır. Örneğin İngiltere'de sanayi üretimi 2007'de de 2000'deki seviyesinden yüzde 2,8 ve İtalyan sanayi üretimi de yüzde 2 oranında mutlak küçülmüş durumdaydı.

Sanayi üretiminin yıllık ortalama büyüme oranları bu gelişmeyi gösteriyor.

Sanayi üretiminin yıllık ortalama büyüme oranları
Ülkeler
1984-1990
1994-2000
2004-2006
Almanya
3,4
2,4
4,6
Fransa
2,2
2,7
0,3
İngiltere
3,1
1,5
-1,0
İtalya
2,8
2,2
0,9
Japonya
4,3
1,3
3,0
Kanada
2,0
4,9
0,3
ABD
2,2
4,9
3,6
OECD-Toplam
3,0
3,7
3,2
Kaynak: OECD


1994-2000 dönemine göre 2004-2006 döneminde sadece Alman sanayi üretimi yaklaşık 2 misli ve Japon sanayi üretimi de 2,3 misli artmıştır. Aynı dönemlerin karşılaştırılması bazında sanayi üretimi büyüme oranları Fransa'da 88,8 (2,4 puan); İtalya'da yüzde 59,1(1,3 puan); Kanada da yüzde 94 (4,6 puan); ABD'de yüzde 32 (1,3 puan) ve OECD toplamında da yüzde 13 (0,5 puan) oranında küçülmüştür. Bunlar büyüme oranlarındaki küçülmenin boyutlarıdır. İngiltere'de ise mutlak küçülme olmuştur.

Üçüncüsü: Emperyalist burjuvazinin “yükselen pazarlar” diye tanımladığı Güney Kore, Türkiye, Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi ülkelerde sanayi üretimi bu dönemde sıçramalı bir büyüme sergilemiştir. Örneğin 2000'de 2007'ye sanayi üretimi Kore'de yüzde 55.9; Türkiye'de yüzde 40,2, Brezilya'da yüzde 27,1, Hindistan'da yüzde 63,3 ve Rusya'da da yüzde 49,5 oranında büyümüştür. Bu büyüme oranları bu ülkelerde sanayi üretiminde sıçramalı bir gelişmenin olduğunu göstermektedir.

Yıllara göre toplam sanayi üretimi, 2000=100 olarak
Ülkeler
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
Kore
100.0
100.6
108.7
114.7
126.6
134.6
145.9
155.9
Türkiye
100.0
91.3
99.9
108.7
119.3
125.7
133.1
140.2
OECD üyesi olmayan ülkeler
Brezilya
100.0
101.6
104.4
104.4
113.1
116.6
119.9
127.1
Hindistan
100.0
102.7
107.7
114.8
124.5
134.4
148.5
163.3
Rusya
100.0
102.9
106.2
116.3
125.6
132.1
140.6
149.5

Bu gelişmeyi grafikleştirirsek:
Aşağıdaki grafikte 2007'nin II., III., IV. ve 2008'in de I. ve II. çeyreklerinde Brezilya, Rusya ve Hindistan sanayi üretiminin gelişme seyrini (mutlak büyüme içinde olduğunu) görüyoruz.
 



Dördüncüsü: Batının klasik emperyalist ülkelerinde sanayi üretimi büyüme oranları, bu ülkelerde ekonominin genel olarak inişli-çıkışlı bir durgunluk içinde olduğunu göstermektedir. Örneğin “sanayi ülkeleri”nde brüt yurt içi üretim 2004'de 3,3 oranında ve 2005'te de 2,6 oranında büyüyebilmişti. Aynı dönemde brüt yurt içi üretim Çin ve Japonya hariç Doğu Asya ülkelerinde yüzde 5,7 ve yüzde 4,7 oranlarında; Çin'de yüzde 10,1 ve yüzde 9,9; Latin Amerika'da yüzde 5,8 ve yüzde 4,1, Rusya'da yüzde 7,2 ve yüzde 6,4 oranlarında ve dünya ekonomisi de yüzde 5,2 ve yüzde 4,4 oranlarında büyümüştü. Salt bu veriler, 2000-2004 dünya ekonomik krizi sonrasında söz konusu bu ülkelerde, bölgelerde ve genel olarak dünya ekonomisinde yeniden bir küçülmenin; en azından büyüme oranları bazında bir daralmanın yeniden başladığını göstermektedir.

Soruna yılın çeyrekleri bazında baktığımızda yukarıdaki sanayi üretiminin gelişmesinin yönü daha belirgin olarak gözükmektedir.



Yılın çeyreklerine göre toplam sanayi üretimi, 2000=100 olarak

Ülkeler
2007'nin çeyrekleri
2008'in çeyrekleri
2008'in çeyreklerinde değişim, + veya -
2.
3.
4.
1.
2.
3.
1'den 2'ye
2'den 3'e
1'den 3'e
Avustralya
108,8
108,7
109,9
111,4
111,8
,,
0,4
-
0,4
Avusturya
130,9
134,6
133,5
138,7
136,1
136,5
-1,9
0,3
-1,6
Belçika
112,7
112,2
111,7
115,7
115,1
113,1
-0,5
-1,7
-2,2
Kanada
101,2
100,9
99,5
97,4
96,8
,,
-0,6
-
-0,6
Çek Cum.
160,5
161,5
166,3
168,8
170,4
168,0
0,9
-1,4
0,5
Danimarka
105,7
109,1
110,6
111,2
111,5
109,2
0,3
-2,1
-1,9
Finlandiya
124,5
125,9
127,1
127,0
126,9
127,1
-0,2

0,08
Fransa
103,6
104,8
104,9
104,9
103,2
102,7
-1,6
-0,5
-2,1
Almanya
117,9
120,4
121,3
122,8
121,8
,,
-0,8
-
-0,8
Yunanistan
100,5
102,6
102,7
99,3
98,9
100,7
-0,4
1,8
-1,4
Macaristan
153,0
159,0
158,4
160,3
158,7
154,7
-1,0
-2,5
-3,5
Irlanda
138,3
145,7
147,7
149,1
144,6
146,9
-3,1
1,6
-1,5
İtalya
98,3
98,9
96,8
97,3
96,7
95,0
-0,6
-1,8
-2,4
Japonya
108,1
109,9
110,6
110,2
109,2
107,9
-0,9
-1,2
-2,1
Kore
153,9
157,9
162,8
166,2
168,4
164,8
1,3
-2,1
-0,8
Luxemburg
116,5
115,8
119,1
115,3
119,0
116,7
3,2
-1,9
1,2
Meksika
107,6
108,6
108,7
108,5
107,5
106,8
-1,0
-0,6
-1,6
Hollanda
106,8
110,5
114,5
109,7
111,8
110,6
0,8
-1,1
0,8
Yeni Zelanda
111,4
111,6
115,3
113,1
114,0
,,
0,8
-
0,8
Norveç
92,2
95,1
94,3
94,6
93,4
91,8
-1,3
-1,7
-3,0
Polonya
157,3
160,0
163,3
169,4
170,1
163,9
0,4
-3,6
-3,2
Portekiz
104,3
104,9
104,9
102,7
101,2
103,0
-1,5
1,8
0,3
Slovak Cum.
158,9
160,2
161,5
166,9
169,0
164,6
1,3
-2,6
-1,4
İspanya
108,6
108,8
108,1
107,3
103,1
102,4
-3,9
-0,7
-4,6
İsveç
116,0
116,4
116,4
116,4
115,3
114,8
-0,9
-0,4
-1,4
İsviçre
118,1
122,4
123,5
118,4
125,3
,,
5,8
-
5,8
Türkiye
139,3
140,3
142,9
147,9
143,5
137,4
-3,0
-4,3
-7,1
B. Britanya
97,4
97,2
97,5
97,1
96,4
95,3
-0,7
-1,1
-1,9
ABD
107,2
108,1
108,2
108,3
107,5
105,8
-0,7
-1,6
-2,3
AB
111,5
112,9
112,9
113,4
112,6
,,
-0,7
-
-0,7
Avro Alanı
111,2
112,8
112,7
113,1
112,5
111,3
-0,5
-0,9
-0,5
G7
106,8
107,9
108,0
108,0
107,1
,,
-0,8
-
-0,8
OECD – Avr.
113,4
115,0
115,3
115,9
114,9
,,
-0,9
-
-0,9
OECD – Top.
111,4
112,8
113,2
113,4
112,6
,,
-0,7
-
-0,7
OECD üyesi olmayan ülkeler

Brezilya
125,9
128,3
130,4
130,8
133,7
135,9
2,2
1,6
3,9
Hindistan
162,6
164,0
167,4
170,3
171,1
,,
0,5
-
0,5
Rusya
149.0
150.8
152.4
153.7
157.1
..
2,2
-
2,2
Kaynak: OECD

Bu verileri önde gelen ülkeler bazında grafikleştirirsek:




Bu tabloyu ve grafiği şöyle okuyabiliriz:
Birincisi: 2007'nin 2. çeyreğinden 4. çeyreğine önde gelen ülkelerde sanayi üretiminde dikkate değer bir artış olmamıştır. Sadece Fransa'da yüzde 0,2'den 0,3'e; OECD-Avrupa'da yüzde 0,3'ten 0,4'e çıkmış ve Japonya'da aynı oranda kalmıştır (yüzde 0,6).
İkincisi: Önde gelen diğer ülkelerde sanayi üretimi büyümesi verili dönemde ya küçülmüş ya da mutlak gerilemiştir. Örneğin İngiltere'de sanayi üretimi büyümesi yüzde 0,7'den yüzde 0,2'ye; AB'de yüzde 0,6'dan yüzde 0,3'e; OECD-toplamında yüzde 0,6'dan yüzde 0,3'e; G-7 grubu ülkelerinde yüzde 0,6'dan yüzde 0,1'e; Almanya'da yüzde 0,8'den yüzde 0,7'ye ve ABD'de ise yüzde 0,8'den yüzde 01'e düşmüştür. Aynı dönemde sanayi üretimi İtalya'da yüzde -0,4'ten yüzde -2,2'ye düşmüştür; mutlak küçülme derinleşmiştir.
Üçüncüsü: Aynı dönem “gelişen pazarlar” denen ülkelerde sanayi üretimi büyümesinde belli bir istikrarsızlığın oluştuğu görülmektedir. Örneğin Türkiye'de sanayi üretimi 2007'nin 2. çeyreğinde yüzde 0,8 ve 4. çeyreğinde de yüzde 1,8 oranında büyürken, Hindistan'da yüzde 1,6 ve yüzde 2,3 oranlarında, Brezilya'da yüzde 1,9 ve yüzde 1,6 ve Rusya'da da yüzde 2,1 ve yüzde 1,8 oranlarında gerçekleşmiştir. Türkiye ve Hindistan'da bir artış, Rusya ve Brezilya'da bir gerileme söz konusudur.

Burada mutlak küçülme ile yüzde 2 gibi mutlak büyüme, ama genellikle yüzde 0,0 ila yüzde 2 arasında değişen rakamlar aslında dünya sanayi üretiminin 2007 yılında süreklilik arz eden bir küçülme; büyüme oranlarında bir küçülme ve bazılarında da mutlak küçülme -2000'deki seviyenin altına düşme- sürecine girdiğini açık bir biçimde göstermektedir. 2008'de dünya sanayi üretiminin gelişmesi bunu tamamen doğrulamaktadır. Yukarıdaki ülke kıstaslarıyla devam edelim:

2008'in 3. çeyreği verileri olmayan ülkelerin -2.çeyrek-3.çeyrek ve1.çeyrek-3.çeyrek karşılaştırması olamayacağı için- 1.çeyrek-2.çeyrek karşılaştırmasını, 1.çeyrek-3.çeyrek karşılaştırması sütununa aktardık ve böylece aynı sütunda bütün değerleri toplu olarak görebiliyoruz.


.................................2007’nin çeyrekleri.............................2008’in çeyrekleri

Yukarıdaki grafikte 2007'nin II., III., IV. ve 2008'in de I. ve II. çeyreklerinde belirtilen ülkelerde ve alanlarda sanayi üretiminin gelişme seyrini görmekteyiz. 2008'in I. çeyreğinden itibaren değerler mutlak büyümenin altında kalmıştır; mutlak küçülmüştür.

Bu veriler neyi gösteriyor?
Birincisi: OECD ülkelerinden Avustralya, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Kore, Luksemburg, Hollanda, Yeni Zelanda, Polonya, Slovak Cumhuriyeti ve İsviçre sanayilerinde 2008'in birinci çeyreğinden ikinci çeyreğine üretiminde mutlak gerileme olmamıştır. Bu ülkelerde sanayi üretiminin dünya ekonomisinde önemli bir ağırlığı yoktur.
İkincisi: Geriye kalan OECD ülkelerinde sanayi üretimi 2008'in 1. çeyreğinde mutlak gerilemiştir.
Üçüncüsü: 2.çeyrekten 3.çeyreğe karşılaştırma yapıldığında sadece Avusturya, İrlanda, Yunanistan ve Portekiz sanayilerinde mutlak gerilemenin olmadığı görülür.
Dördüncüsü: 1.çeyrek-3.çeyrek karşılaştırması, sadece Avustralya, Çek Cumhuriyeti, Finlandiya, Luksemburg, Hollanda, Yeni Zelanda, Portekiz ve İsviçre sanayilerinde mutlak gerilemenin olmadığını göstermektedir. (Bu sütundaki Avustralya, Finlandiya, Yeni Zelenda ve İsviçre ile ilgili veriler 1. çeyreğin 3. çeyrekle karşılaştırmasının değil, 2. çeyrekle karşılaştırmasının sonucudur).
Beşincisi: 2008'in 2. ve 3. çeyreklerinde Alman, Fransız, İtalyan, Japon, ABD, AB, Avro Alanı, G-7, OECD-Avrupa ve OECD-Toplam sanayi üretimi mutlak gerilemiştir. Böylece kapitalist ekonomide belirleyici ağırlığı olan ülkelerde sanayi üretimi 2008'in 2. çeyreğinden itibaren, 1. çeyreğindeki mutlak gerilemenin devamı olarak fazla üretim krizine girmiştir. Bu, 2000-2004 dünya ekonomik krizinden sonra 2008'in ortasında patlak veren 21. yüzyılın 2. fazla üretim krizidir.

Aşağıdaki grafik bu gelişmeyi bütün çıplaklığıyla gösteriyor:



Altıncısı: Brezilya, Hindistan, Rusya ve Çin sanayi üretiminde istikrarsızlık, üretimde büyüme oranlarının küçülmesi devam etmiştir.

Yukarıdaki tablo ve grafiklerden hareketle tek tek ülkeler, entegrasyonlar ve bölgeler açısından:

Almanya: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Fransa: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. Ancak Hazirandan Temmuza üretim mutlak büyümüştür. Sanayi üretiminin gelişme yönü göz önünde tutulursa bu üretim artışı istisnai olarak görülmelidir.
İtalya: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İtalyan sanayi üretimi 2002'deki seviyesine 2007'de de ulaşamamıştır. 2007 sonu itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2 oranında mutlak küçülmüştü.
İspanya: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
İngiltere: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İngiltere'de sanayi üretimi 2007 yılı sonu itibariyle de 2000 yılındaki seviyesine ulaşamamış, 2007 yılı itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2,8 oranında mutlak küçülmüştür.
Japonya: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
AB: Bu entegrasyon alanında sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
G-7: Bu ülkeler toplamında sanayi üretimi son iki çeyrekte sürekli mutlak küçülmüştür.
OECD: Bu örgüt üyesi ülkeler toplamında sanayi üretimi son iki çeyrekte sürekli mutlak küçülmüştür.
Avro Alanı: 15 ülkeyi kapsayan bu alanda sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Avro Alanı ülkeleri bankaları korumak ve kurtarmak için 1,3 trilyon Avro tahsis ettiler. Bu Alan ülkelerinde perakende satışları, Ağustostan Eylüle yüzde 0,2 oranında, ama geçen senenin Eylül ayına nazaran da yüzde 1,6 oranında gerilemiştir. Bu Alanın 15 ülkesi arasında Almanya'daki perakende satışlarındaki gerileme Eylül ayında Ağustos ayına nazaran yüzde 2,3 oranında, İspanyada ise yüzde 7,1 oranında olmuştur.
ABD: Bu ülkede sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında mutlak küçülmüştür.
Amerikan konut pazarında fiyatların düşmesinden sonra 8,8 milyon hane -nüfusun yüzde 10'u-                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                sahip olduğu gayrimenkullerin değerinden daha fazla borçlu duruma düştü. Sadece ev sahibi olmaktan dolayı Amerikalılar, 2007 yılı sonuna gelindiğinde 1,9 trilyon dolar zarar ettiler. Salt bu gerçek, Amerikan pazarının ne denli küçüldüğünü; alım gücünün ne denli gerilediğini göstermektedir. Eylül ayında tüketim maddeleri siparişlerinin yüzde 5,5 oranında gerilemesi çok şey anlatıyor.

ABD'de çöküş ruh hali hâkim. ABD, yaklaşık 10 trilyon dolarlık borçla dünyanın en çok borcu olan ülkesidir. Ama bu miktar, borcun sadece görünen kısmıdır. Gerçek borç miktarının 60 trilyon dolar olduğu hesap edilmektedir. ABD, çarkı çevirebilmek için her gün 1,7 milyar dolarlık borç almak zorundadır.
Borç almanın da bir sınırının olduğunu Amerikan emperyalizmi henüz kavramamışa benziyor. Borç miktarı belli bir seviyeye gelince alacaklılar -başta da Çin, Almanya, Japonya, G. Kore, İngiltere gibi ülkeler- ABD'nin kapısını çalacaklar. Verdikleri paranın tahsili derdine düşecek olan bu ülkeler veya ABD'nin alacaklıları, ellerindeki Amerikan devlet istikrazlarını pazarlayacaklardır. Bu da ABD'nin çöküşünü hızlandıran tarihsel bir adım olur.
Amerikan emperyalizmi kendi koşulları üzerinde yaşamanın sonuna gelmiştir. “Borç yiğidin kamçısıdır”ın ABD açısından artık geçersiz olduğu noktaya geliniyor.
Doların son günlerde yükselişi geçicidir, boşunadır. Ekonomik krizi, ABD'de doların çöküşünü hızlandırabilir.

Yukarıdaki sanayi üretimiyle ilgili veriler, kapitalist dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine girdiğini göstermektedir. Bu kriz, 2008'in 2. çeyreğinde patlak vermiştir. Henüz başlangıç aşamasında olan bu krizin ekonomi ve toplumsal yaşam üzerindeki esas etkisi önümüzdeki dönemde görülecektir.

Kapitalist dünya üretiminin çok büyük bir kısmını oluşturan bu ekonomiler açık ki, baş tarafta belirttiğimiz ekonomik kriz nedenlerinin hepsinin birden etkide bulunmaları sonucunda değil, onlardan bir-iki faktörün doğrudan etkide bulunmasından dolayı yeni bir fazla üretim krizine girmişlerdir. Bu nedenlerin başında kredi sıkıntısı; yaşanan kredi dar boğazı; üretimin ve ihracatın doğrudan etkilenmesi ve kitlelerin alım gücünün düşük olması, maddi değerlerin üretiminin (Burada sanayi üretimi) arka arkaya birkaç çeyrek ve ay sürekli mutlak küçülmesine, yeni bir ekonomik krizin patlak vermesine neden olmuştur. Maddi değerlerin üretiminde süreklilik kazanmış mutlak küçülme, ekonomilerin yeni bir fazla üretim krizine girdiğinin açık ifadesidir.

Mali kriz gibi ekonomik kriz de şu veya bu ülkede değil, kapitalizmin kalesi sayılan emperyalist ülkelerde, öncelikle de ABD'de patlak vermiştir. Bu ülkelerde maddi değerlerin üretiminde -sanayide- siparişler, durmanın ötesinde mutlak gerilemektedir. Tekellerin devletten yardım talep etmelerinin de gösterdiği gibi kredi, nakit yakıcı bir sorun olmuştur. Nakit yetmezliğinden ve güven ortamının kalmamış olmasından dolayı büyük uluslararası tekeller de dahil üretim birçok alanda durmuş ve kitlesel işten çıkartmalar başlamıştır.
Bankaların kredi koşullarını ağırlaştırmaları, risk primlerini yukarı çekmeleri, kaçınılmaz olarak kredi alma koşullarını zorlaştırmakta, güveni ortadan kaldırmaktadır.

Bu yeni durumla birlikte dünya ekonomisinde krizde olan, durgunluk içinde olan ve krizde olmayan ülkeler ayrımı silikleşmiştir. Durgunluk içinde olan ve dünya ekonomisi bakımından belli bir ağırlığı olan ekonomi kalmamıştır. Oysa bundan birkaç ay öncesi veya 2007 yılında önde gelen ekonomilerin çoğunluğu bu konumdaydı. Şimdi bunlar da krize girdiler. Krizde olmayan ekonomilerden Türkiye de krize girmiştir. Diğerlerinde -Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya- ekonomide büyümede yavaşlamaya başlamıştır.

Bu ülkelerde de ekonomi dünya mali krizinden (banka ve kredi krizinden) etkilenmiş ve bu etkilenme üretimin seyrine de yansımıştır. Bu gruba Rusya ve Türkiye de dâhildi. Ama son gelişmeler, mali kriz -banka ve kredi krizi- sürecinden geçmeden Türk ekonomisinde de ekonomik krizin patlak verdiğini ve Rus ekonomisinin durumunun da sallantıda olduğunu göstermektedir.

Çin ekonomisi:

Sanayi Üretimi (Bir yıl öncesine göre artış, eksiliş)
Yıllar
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006

11,5
9,9
12,6
17,0
16,7
16,3
16,5
Gayrisafi Yurtiçi Üretim (Bir yıl öncesine göre artış, eksiliş)

8,4
8,3
9,1
10,0
10,1
10,2
10,7
Kaynak: Institute of International Finance ve Çin İstatistik Dairesi

Çin'de sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 9,7, 2002’ye yüzde 23,6, 2003’e yüzde 44,3, 2004’e yüzde 67,8, 2005’e yüzde 94,5 ve 2006’ya da yüzde 124,4 oranında büyümüştür. 2007’nin ilk çeyreğinde sanayi üretiminin büyüme oranı bir yıl öncesinin aynı dönemine göre yüzde 18,3 oranındaydı. 2008 yılı verileri bu ülkede de sanayi üretiminde belli bir yavaşlamanın olduğunu göstermektedir. Kasım 2008 itibariyle son üç çeyrekte Çin brüt ülke içi üretimi ancak yüzde 9 oranında büyümüştür. Çin yönetimi 2009 için büyüme oranının yüzde 8 olacağını tahmin etmektedir. Bazı analistlerin oldukça iyimser olarak gördükleri yüzde 8'lik büyüme ile Çin ekonomisi krizden oldukça uzakta kalıyor, ama daha önceki büyüme oranları göz önüne getirilirse bu, ekonomide oldukça önemli bir küçülme anlamına gelir.
Ekonomide büyüme oranlarının küçülmesinin yeteri kadar işaretleri görülmektedir. Örneğin güney Çin'de yaklaşık 20 bin fabrika iflasla karşı karşıyadır. Bu fabrikaların iflası milyonlarca işçinin işsiz kalması anlamına gelmektedir.
ABD ve AB'nin krizde olmasının sonucu Çin ekonomisinde kapasite fazlalığı olacaktır. Bu kapasite fazlalığı daha şimdiden krizin başlangıç aşamasında oluşmuştur. Bu kapasite fazlalığı da kaçınılmaz olarak önce stoklamaya, sonra muhtemelen fiyatların düşmesine ve sonunda da işletmelerin kapanmasına ve işçilerin sokağa atılmasına neden olacaktır. Daha şimdiden Çin'de 67.000 ihracatçı firmanın iflas topunun ağzında olduğu dillendirilmektedir. Bu ülkede gayri safi üretimin üçte biri ihracat kaynaklıdır. Bundan dolayı 67 bin ihracatçı firmanın iflas etmesi ekonomide büyük tahribata yol açacaktır.

Çin ekonomisinin bu denli hızlı gelişmesinde yabancı sermayenin payı oldukça önemlidir: Çin’e gelen yabancı sermaye miktarı 1979-1982 arasında sadece 1,77 milyar dolardan 2005’te yaklaşık 60 milyar dolara çıkmıştır. Bu ülkedeki toplam yabancı sermaye yatırımları 500 milyar dolardır. Çin’de üretim birimleri, fabrikalar yabancı doğrudan yatırımlarla inşa edilmiştir. Uluslararası tekeller, masrafları düşürmek ve böylece kar oranının düşüşünü engellemek veya en azından durdurmak için bu denli yoğun yatırımlar yapmışlardır.

Çin, dünyanın ikinci büyük ihracatçısı konumuna yükselmiştir. Bu ülkenin ihracatı 1980’den 2005’e 41 misli artmıştır -yıllık ortalama olarak yüzde 16 oranında büyümüştür.
Çin ekonomisinde büyümenin dinamiği ihracattır.

Ekonominin dünya ekonominden olumsuz etkilenmesinin önünü almak için Çin yönetimi 460 milyar Avroluk bir konjonktur paketi hazırlayacağını açıkladı.

Domino etkisi ve krizin dalga dalya yayılması:
Asya ülkelerinde durum:
Ekonomik kriz Asya ülkelerini de sarsmaya başladı. Çin ve Hindistan hariç hemen bütün Asya ülkelerinde artık sorun sadece banka iflasları ve borsaların çöküşü olmaktan çıkmıştır. Bu ülkelerde de ekonomi fazla üretim krizindedir. Dünyanın bu bölgesinde, daha doğrusu Güneydoğu Asya ülkelerinde ekonomi, ihracatın seyrine bağlıdır. İhracat yoksa ekonomide büyüme de yoktur. Bu ülkeler ürünlerinin çok önemli bir kısmını ABD ve Avrupa'ya ihraç ediyorlar. ABD ve Avrupa'nın krizde olmasından dolayı talebin düşmesi, Asya ülkelerinin tekstil, oyuncak, elektronik ürünlerini satamayacakları anlamına gelir. Sonuçta işletmeler iflas edecekler ve işçilerin sokağa atılacaklar.

ABD'den AB'ye emperyalist ülkelerde Çin'i, krize girmemek için umut olarak gören anlayışlar bir ara yaygındı. Bu anlayışa göre Çin ekonomisi lokomotif olabilir ve böylece dünya ekonomisinin krize girmesini engelleyebilir. Ama yanılgı kısa zamanda anlaşıldı. Şüphesiz ki Çin ve ekonomisi büyüktür. Ama onun büyüklüğü ABD ve AB karşısında şimdilik görece bir büyüklüktür. Güçlü bir büyüme göstermiş olsa da Çin, dünya ekonomisini yönlendirecek güçte bir ekonomiye sahip değildir ve bu anlamda da ne Amerikan ekonomisinin ne de AB'nin oynayabileceği rolü oynayacak durumdadır. Örneğin, 1,3 milyar nüfuslu Çin'de halk, 2007'de tüketim için ancak 1,2 trilyon dolar harcamıştı. Aynı yılda sadece 300 milyonluk ABD'de bu türden harcama 9,7 trilyon dolardı. 

Japon ekonomisi ise 1990-1994 dünya ekonomik krizinden bu yana hep çelişkileriyle boğuşmak zorunda kalmıştır. Bu ülke büyük bir iflas dalgasıyla karşı karşıyadır. En azından uzmanları bu görüşteler.
ABD ve AB'de ekonomik kriz, Çin ihracatı gibi Japon ihracatını da olumsuz etkileyecektir.
Dünyanın bu bölgesinde krizin ne denli etkili ve korkutucu olduğu, Çin, Japonya, Güney Kore ve 10 Asean devletinin (Brunay, Birma, Endonezya, Kamboçya, Laos, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam) likidite sorununu çözmek için kredi fonu oluşturmalarından da anlaşılmaktadır.

Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri:
Ekonomik kriz, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini de sarsıyor. Bu bölgedeki ülkelerin çoğu iflasın ve uzun dönem sürecek bir durgunluğun eşiğindedir.
Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra bu bölgedeki ülkeler dünya kapitalizminin işgücü ve hammadde tedarikçisi durumuna gelmişlerdi. 1990-1994 krizi döneminde bu ülkelere akan sermaye ile uluslararası tekeller giderlerini düşürmeye (ucuz işgücü, az düşük vergi) çalışmışlardı.
General Motors, Volkswagen ve Nokia gibi uluslararası tekeller, bu ülkelere yüzlerce milyon dolarlık yatırım yaparak yeni işletmeler kurmuşlar, bu ülkelerdeki kalifiye işgücünden yararlanmışlardı. Batının mali kurumları da bu ülkelerde inşa edilen sanayi yapılarının, altyapının finansmanında karlar elde etmişlerdi. Şimdi bu kaynaklar kurumaya başladı ve bu ülkeler uluslararası talanın sonucunda iflasla karşı karşıya kaldılar. Bu ülkelerde ekonomilerin hemen hepsi uluslararası pazarlardan alınan kredilere bağımlı durumdadır. „Institute of International Finance“ın tahminine göre, Rusya da dâhil eski Revizyonist Blok ülkelerine ve Türkiye'ye akan kredi miktar yaklaşık 400 milyar dolardı. Şimdi, krizden dolayı bu kredi akışının 2008 yılında tahminen 260 milyar dolara düşeceği hesaplanmaktadır.
Rusya hariç bu ülkelerin uluslararası pazarlardan aldıkları borç miktarı 1,6 trilyon dolardır. Şimdi bu borç ve faiz ödemelerinde güçlüklerle karşılaşmaya başladılar.
Baltık ülkelerinin durumu ise diğerlerinden farklı değildir.
Bu ülkelerde kriz etkisini kaçınılmaz olarak AB'ye yansıtacaktır.

Latin Amerika:
Burada da durum aynı. Batı Avrupalı bankaların „gelişen pazarlar“a (Aysa, Orta ve Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerine) verdikleri kredinin toplam miktarı 4,7 trilyon dolardır. İsviçre bankalarının „gelişen ülkeler“e ve Doğu Avrupa ülkelerine verdiği kredi miktarı GSH'sının yüzde 50'sine; İsveç'in verdiği kredi GSH'nın yüzde 25'ine eşit. Bu oran İngiltere açısından yüzde 24, İspanya açısından yüzde 23 ve ABD açısından da ancak yüzde 4'tür. İspanya'nın sadece Latin Amerika ülkelerine verdiği kredi miktarı 316 ve ABD'ninki de 172 milyar dolardır. Sorun, bu paranın geri ödenmesindedir ve bu ülkelerin hiçbiri bu miktarı ödeyecek durumda değil.

Mali krizle birlikte başlayan süreçte emperyalizme bağımlı, „gelişen ülkeler“e sermaye akışı durmuş ve gelen sermaye de kaçmaya başlamıştır.

2-Krizin yansıma alanları:
Sanayi üretimindeki gelişme krizi açıkladığı için tek tek sektörlerde üretim seyrini ayrıca ele almanın bir anlamı olmaz. Bu nedenle dünya ekonomisinde çok önemli bir yeri olduğu için otomobil üretimindeki gelişmeyi ele almanın ötesinde diğer sektörlerde durumu belirtmekle yetiniyoruz.
Otomobil sektörü:
Otomobil üretiminde dünya çapında bir durgunluk, tıkanma yaşanmaktadır. Otomobil ve yan sektörlerinde durum, sermaye açısından “felaket”e doğru gitmektedir.

Otomobil sektörünün Amerikan ekonomisi açısından önemi:
„Big Three“ denen General Motors, Ford ve Chrysler artık Amerikan emperyalizminin medar-ı iftiharı olmaktan ziyade sırtına vurulmuş bir yük durumundadır. „General Motors için iyi olan Amerikan emperyalizmi için de iyidir“ deyimi artık geçmişe özgüdür. Bu üç uluslararası üretim tekeli, fiilen iflas etmiş durumdalar. Kurtarılmak ve böylece Amerika'nın prestijini kurtarmak için devletten milyarlarla ifade edilen yardım talep diyorlar.
ABD'de on yıllardan bu yana en ağır otomobil krizi yaşanmaktadır. ABD'de otomobil satışı, bir sene öncesine göre bu senenin Eylül ayında yüzde 27 oranında gerilemiştir. Amerika'nın bu „üç büyükleri“nin „para kazanmak“ için yıllık olarak 10 milyondan fazla otomobil satmaları gerekmektedir ve bugün bu kadar otomobili satamıyorlar. ABD'de Eylül 2008'de Chrysler'in satışı yüzde 33, Ford'un satışı yüzde 34,6, ve General Motors'unki de yüzde 16 oranında gerilemişti.
Bu tekellerin batması durumunda 4,5 milyon insanın etkileneceği de biliniyor.

Amerikan otomobil tekellerinin bu durumu, başka ülkelerde otomobil tekelleriyle rekabeti kaybetmek ve dünya pazarlarında önemsizleşmek anlamına gelmektedir. 

Özellikle otomobil sektöründe Avrupa tekelerin durumu Amerikan tekellerininkinden pek farklı değil.
Motorlu araç ruhsatlarındaki gelişme ekonominin durumunu gösteren önemli kıstaslardan birisidir. Motorlu araç ruhsatlarındaki gelişme Almanya, Fransa, İspanya ve İngiltere'de gerileme sürecindedir. Haziran ayında Avrupa çapında otomobil ruhsatları yüzde 8 oranında geriledi. Bu oran İspanya'da yüzde 31 ve İtalya'da da yüzde 20 idi. Eylül ayında Avrupa'da alınan otomobil ruhsat sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8,2 oranında gerileyerek 1,305 milyona düştü. Ekim ayında ise yeni otomobil ruhsat alımı, örneğin Almanya'da yüzde 8 ve yeni siparişler de yüzde 12 oranında; otomobil ihracı yüzde 10, yurt dışından otomobil siparişleri ise yüzde 24 oranında; Fransa'da otomobil satışları yüzde 7 oranında; İngiltere'de yeni otomobil satışı bir sene öncesine göre Ekim ayında yüzde 23 oranında ve İspanya'da ise otomobil satışı yüzde 40 oranında gerilemiştir.

Alman ekonomisinde her yedi işyerinden birisi  otomobil sektörüne bağımlıdır.  Sadece Kasım ayında Alman otomobil pazarı yüzde 18 oranında gerilemiştir: Bu gerileme Opel'de yüzde 36; Daimler-Benz'de yüzde 30; BMW'de yüzde 21; VW'de yüzde 19 ve Porsche'de de yüzde 21 oranlarında olmuştur.

Alman otomobil birliği, Almanya'da otomobil satışlarının 2009 yılında 2,9 milyona düşeceğini tahmin ediyor. Böylece otomobil satışında Alman pazarı, 1990'daki seviyesinin altına düşmüş olacak.
Otomobil sektöründe Avrupa tekelleri, işçi çıkartarak veya zorunlu izin yaptırarak üretimi yavaşlatma kararı aldılar. Avrupa'nın ikinci büyük otomobil üreticisi olan PSA tekeli, üretimi yoğun bir biçimde düşürmüştür. Almanya'da Daimler, VW, BMW, Opel, Ford otomobil tekelleri haftalarca sürecek üretime ara vermeyi planlıyorlar. Kısa devre çalışması da ilk tedbir olarak yaygın biçimde uygulanmaktadır.

Doğu Avrupa ülkelerinde de otomobil satışlarındaki gerileme bu ülke ekonomilerinin durumu hakkında bilgi veriyor.

Otomobil pazarında kriz Asya'da da etkili olmaya başlamıştır. Özellikle Japon otomobil tekelleri dünya çapında sürüm sorunları olduğunu; satışların kısmen büyük oranlarda gerilediğini açıkladılar. Japon arabalarının en çok pazarlandığı Avrupa ve ABD'nin krizde olması, otomobil alımını olumsuz etkilemektedir.

Hindistan'da Eylül ayında yeni ruhsat alımında yüzde 14,4 oranında gerileme olmuştur. Bu, 2000 yılından bu yana en güçlü gerilemedir. Böylece iç pazarda umudu kırılan otomobil tekellerinin Hindistan gibi „yükselen pazarlar“da da umutları kırılmış oldu.

Bu sektörün, önde gelen ülkelerin ekonomisindeki yeri oldukça önemlidir. Örneğin motorlu araç üretimi Orta ve Doğu Avrupa'da yüzde yüz; Rusya'da yüzde 75; Çin'de yüzde 50; Hindistan'da yüzde 40 ABD, AB ve Japon (kısmen de Kore tekeli Hyundai) tekellerinin kontrolü altındadır.
Ekonomik krizin daha bu aşamasında motorlu araç sürümünün önemli olduğu ülkelerde ve bölgelerde sürümde büyük boyutlara varan düşüşlerin, mutlak gerilemelerin olduğu görülmüştür. Bundan en güçlü etkilenen şüphesiz ki Kuzey Amerika pazarıdır. Onu Avrupa ve Japon pazarları takip etmektedir.

Bu sektörde krizin varmış olduğu boyutlar 2009 yılında dünya çapında genel olarak motorlu araçların sürümünün yüzde 7 ve otomobil sürümünün de yüzde 10'da daha fazla gerileyeceği hesabının yapılmasına neden olmaktadır. Bu durumda dünya çapında 1,5 milyon otomobil işçisinin işsiz kalacağı açıktır.

ABD'de Chrysler'in iflasına „kesin“ gözüyle bakılmaktadır. General Motors ve Ford da ancak Amerikan hükümetinin müdahalesiyle ayakta kalabilir tahminleri yapılıyor. Avrupa'da ise iki tekelin (muhtemelen Fiat ve Seat) yok olacağı hesabı yapılıyor.

Mali kriz sürecinde banka iflaslarını engellemek için hükümetlerin aldığı tedbirleri sanayi sektöründe de iflasları engellemek için alınacağı açıktır. Bu durumda sanayi sektöründe de bazı devlerin devrilmesi geçici olarak engellenebilir mi, burası bilinmez. Ama bilinen bir gerçek, hükümetlerin mali sektörü desteklemesi ile sanayi sektörünü desteklemesi her zaman aynı sonucu vermeyeceğidir. Sanayi sektörü üreten sektördür. Bu sektörü desteklemek üretimi devam ettirmek demektir. Ama ürünler satılmazsa destek de o tekelin ömrünü biraz uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Bu gelişmelerin nasıl olduğunu göreceğiz.

Otomobil tekelleri de devlet yardımı bekliyorlar. Mali sektör devlerinden sonra sanayi sektörü devleri de devletin yardımıyla sanki son muharebeye hazırlanıyorlar.
Mali sektörde çınarların devrilmesinden sonra sıra şimdi sanayide çınarların devrilmesine geldi.

Ekonomik kriz, otomobil sektöründe de kartların yeniden karıldığı süreci başlatmıştır. Bu süreçte bankacılık vb. sektörlerde olduğu gibi otomobil sektöründe de yeni dünya devleri ortaya çıkacaktır.

İnşaat sektörü:
Konut krizinin olduğu bütün ülkelerde, başta ABD olmak üzere İngiltere, İspanya'da, İrlanda'da inşaat firmaları iflasla karşı karşıya kalmışlardır. Amerikan konut sektöründe spekülasyon krizi etkisini, patlak vermesinden hemen sonra inşaat ve konutla ilgili başka sektörlerde de göstermişti. Bir dizi inşaat firması iflas etmiş, binlerce işçi sokağa atılmıştı.
Amerika'da başlanan inşaat sayısı 1959'daki seviyesine düşmüştür. Konut inşattı sayısı Ocak 2006'da 2,07 milyonla en üst seviyedeydi. O günden bu güne gerileme yüzde 65,7 oranında olmuştur. İnşaat ruhsatlarının sayısı da 1960'daki seviyesine düşmüştü.

Krizden dolayı birçok ülkede alt yapı yatırımlarının durması inşaat firmalarını doğrudan etkilemektedir.

Banka sektörü:
Kasım ayında ABD'de 20. banka iflası yaşandı (Community Bank, Georgia). ABD'de 8500 banka var. Bunlardan 90'ı resmi olarak FDIC'nin (ABD-Bankaları Devlet Yatırım Garanti Fonu) denetimi altında. Bu sayının giderek artacağından, özellikle küçük bankaların çoğunun iflasla karşı karşıya kalacağından korkulmaktadır. ABD'de iflasla karşı karşıya olan bankaların sayısı tam olarak bilinmiyor, ama 90 ila 300 bankanın krizle karşı karşıya olduğu tahmini yapılıyor. „Herald Tribune“e göre ise önümüzdeki 12-18 ay içinde 7500 küçük ve orta boy bankadan 150 kadarı iflasla karşı karşıya kalacak. Dünya mali sermayesinin merkezi konumunda olan bu ülkenin tek bir yatırım bankasının kalmaması Amerikan tekelci sermayesi açısından durumun vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.
Banka iflasları başka ülkelerde de yaşanmıştır (İngiltere, Almanya, Hollanda, Belçika vs.). İflas eden hemen bütün bankaların devlet tarafından devralınması; devletleştirilmesi de neoliberalizmin bir “özelliği” olsa gerek artık!

Çelik üretiminde durgunluk:
Dünya ekonomik krizi demir çelik sektörünü de altüst etti. Üretimde, cevher ve mamul mal fiyatlarında ve navlunda baş döndürücü düşüşler yaşanıyor. (Dünya demir cevheri fiyatları 2003 ile 2008 arasına yaklaşık yüzde 350 artmıştı).  
Geçen Mayıs ayında 120 milyon ton olan dünya çelik üretimi Eylül ayında 108, Ekim ayında da 100 milyon tona düştü. 
Çelik ürünleri talebinin gerilemesinden dolayı dünyanın en büyük çelik üreticisi ArcelorMittal  tekeli, Batı ve Orta Avrupa'daki 26 işletmesinden 13'ünde üretimi geçici olarak durdurma kararı aldı. ThyssenKrupp ve Salzgitter işletmelerinde de çeşitli çelik ürünlerinde daha az üretilmeye başlanmıştır.
Ukrayna'da da çelik üretimi Ekim ayında bir yıl önceki döneme göre yüzde 49 oranında mutlak küçülmüş, 40 kadar yüksek fırının yarıya yakını üretimi yavaşlatmıştır. Bu durum kömür tüketimini de etkilediğinden dolayı yüz binlerce çelik ve kömür işçisi işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

Elektronik sanayi de krizden etkilendi:
Bu sektörün 3 dünya devi zararlarını açıkladı: Toshiba, bir çeyrek yılda 272 milyon dolar zarar etti. Fujitsu'nun karı yüzde 21 ve Sony'nin karı da yüzde 72 düştü.

Kimya sektörü:
Dünyanın en büyük kimya tekeli olan BASF, dünya genelinde 80 fabrikasını geçici olarak kapatma kararı aldığını ve 20 bin çalışanına ücretli izin vereceğini açıkladı. Bu kararın alınmasında özellikle otomobil sektörü siparişlerindeki gerilemenin önemli bir rol oynadığı söyleniyor.
Kapatılacak 80 fabrikanın 50'si Avrupa'da, 20'si Asya'da, 10'u da Kuzey Amerika'dadır.

Kriz etkisini taşımacılık sektöründe de göstermiştir:
Uçak yolcu sayısı geçen senenin Eylül ayına göre bu Eylül ayında yüzde 2,9 oranında geriledi. Meta taşımacılığındaki gerileme de yüzde 7,7 oranındadır.
Dow Jones-taşımacılık şirketleri Mayıstan bu yana yüzde 35 oranında değer kaybettiler.
Kriz, taşımacılıkta talebin düşmesine neden olmuştur.
Gemi üretiminde siparişler ya geri alınmakta ya da dondurulmaktadır.

Dünya çapında iflaslar artıyor:
32 „sanayi ve gelişen ülkeler“de yapılan bir araştırmaya göre yaklaşık 300 bin işletme iflasını açıklamıştır. İşletme iflasları son yıllarda dramatik artmıştır. Bu seneki iflaslar on seneden bu yana görülen en büyük artıştır. 2008 sonu itibariyle 2007'ye nazaran yüzde 15 oranında daha fazla işletmenin iflas edeceği tahmin edilmektedir. 2009'da ise iflas eden işletmelerin yüzde 9 oranında olacağı sanılmaktadır. Bu, yaklaşık 288 bin işletme demektir.(Tagesanzeige, 07.11.2008)

Bu alandaki istatistiklerin gerçeği tam yansıtmadıkları tartışma götürmez. Buna rağmen fikir vermek bakımından oldukça önemlidir.
Tek tek ülkeler bazında bakıldığında İspanya'da iflas eden işletme sayısında 2008 için yüzde 161 ve 2009'da da yüzde 22 oranında bir artış beklenmektedir.
ABD'de iflasların 2008'de yüzde 46 oranında ve 2009'da da yüzde 50 oranında (62 bin işletme) ve Almanya'da da 2009'da yüzde 10 oranında (yaklaşık 31 300 işletme) artacağı beklenmektedir.
Japonya'da iflas eden işletme sayısı Eylül ayında 2007'nin aynı dönemine göre yüzde 34 oranında daha fazlaydı.

Mali kriz ülke iflaslarını da gündeme getirmiştir. Örneğin İzlanda'nın iflası. Sırada Macaristan, Ukrayna, Pakistan vs. var. Bu ve başka birçok ülke, bu arada “ümüğünü” sıktırmayan Türkiye de “ümük” sıkmakla ünlü, kundakçı IMF'nin kapısını çalıyor.

3-Ekonomik kriz ve işsizlik sorunu:
Mali ve şimdi patlak veren ekonomik krizden dolayı dünya çapında ne kadar işçinin sokağa atıldığı pek bilinmiyor. Ama daha Amerikan konut krizinin patlak verdiği dönemde Amerikan konut ve banka sektörlerinde çalışan on binlerce işçi ve banka çalışanı sokağa atıldı. Bu yılın başından bu yana ise ABD'de krizden dolayı işsiz kalanların sayısı 760 bindir.

Wall Street'in mali şirketleri bu sene içinde 110 bin çalışanını sokağa attı. 2009 ortalarına kadar da toplam 250 bin çalışanını işten atacağı hesap edilmektedir. Bu, 1929-1932 krizinden bu yana en büyük işten çıkarma dalgası olarak tanımlanmaktadır.
Yılsonu itibariyle 375 bin kişiyi istihdam eden Citigroup’un 53 bin kişiyi işten çıkaracağı söyleniyor.

İngiliz Sunday Telegraph gazetesine (17.11.2008) göre de JPMorgan Chase bankasının gelecek yıl dünya çapında 3 binden fazla kişiyi işten çıkaracak.

Ekonomik krizden oldukça etkilenen Amerikan otomobil sektöründe çalışan işçi sayısı 350.000. İlgili sektörlerle birlikte toplam çalışan işçilerin sayısı 4,5 milyon. Krizin derinleşmesi durumunda on binlerce iş yeri kapanma ve on binlerce işçi de sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Avrupa'da otomobil sektöründe krizden dolayı 100 bin işçinin işsiz kalacağı tahmin edilmektedir. Avrupa'da otomobil sanayinin çekirdek sektörlerinde çalışan işçilerin sayısı 2,1 milyondur ve bu sektörlerle ilişki içinde olan diğer sektörlerde çalışanlarla birlikte işçi sayısı 12 milyonu geçiyor. Yani 12 milyondan fazla işçi, iş bakımından otomobil sektörüne bağımlı. Demek oluyor ki, otomobil sektöründe yaşanan kriz, bu kadar insanı doğrudan etkiliyor.
Medyada çıkan haberlere göre sadece VW tekeli, 25 bin işçiyi işten atmayı planlamaktadır.
Yahoo tekeli çalışanlarının yüzde 10'unu (1.500 kişi) işiten atmıştır. Bu senenin başında ise 1000 çalışanını işten atmıştı.

Sadece mali krizden dolayı dünya çapında işsiz kalanların sayısının 20 milyon olacağı tahmin ediliyor.
BM'in hesabına göre dünya çapında işsizlerin sayısı krizden dolayı 210 milyona çıkacak. Bu sayıya İLO'nun verileri de dâhil. İLO, bugünden 2009 sonuna kadar 20 milyon insanın işsiz kalacağını hesap ediyor.
Dünya çapında işsizlerin sayısı ise bir milyara varmaktadır.
Aşağıdaki tabloda işsizlik oranlarının yükseliş trendinde olduğunu görmekteyiz.

OECD'de işsizlik oranı
2007
2008-Çeyrekleri
2008-Aylar

2005
2006
2007
4. çey.
1.
2.
3.
Nis.
Ma.
Haz.
Tem.
Ağus.
Eylül
OECD
6.7
6.1
5.6
5.5
5.5
5.7
6.0
5.6
5.8
5.8
5.9
6.0
6.0
G-7
6.2
5.8
5.4
5.4
5.5
5.6
5.9
5.5
5.7
5.8
5.8
6.0
6.0
AB
8.9
8.2
7.1
6.9
6.8
6.9
6.9
6.8
6.9
6.9
6.9
6.9
7.0
Avro Alanı
8.8
8.2
7.4
7.3
7.2
7.4
7.5
7.3
7.4
7.4
7.4
7.5
7.5
Fransa
9.3
9.2
8.3
7.9
7.7
7.7
7.9
7.7
7.7
7.7
7.8
8.0
7.9
Almanya
10.6
9.8
8.4
8.0
7.6
7.4
7.2
7.4
7.4
7.3
7.3
7.2
7.1
İtalya
 -
-
-
-
7.7
6.8
6.2
6.3
6.7
6.8
6.8
6.8
6.8
İngiltere
4.8
5.3

4.8
5.4
5.3
5.1
5.1
5.3
5.2
5.3
5.5
5.6
Japonya
4.4
4.1
3.9
3.8
3.9
4.0
4.1
4.0
4.0
4.1
4.0
4.1
4.0
ABD
5.1
4.6
4.6
4.8
4.9
5.3
6.0
5.0
5.5
5.5
5.7
6.1
6.1
Kaynak: OECD, Main Economic Indicators

Ekonomik kriz yoksulluğu dünya çapında derinleştirecektir. Dünya nüfusunun yüzde 15'i -1 milyar insan- günde bir dolardan daha az bir miktarla; dünya nüfusunun yüzde 25'i -1,6 milyar insan- ise günde ancak 1 ila 2 dolar arasında bir miktarla geçinmek zorunda bırakılmıştır. Yani dünya nüfusunun yüzde 40'ı -2,6 milyar insan- 2 dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda iken AB, her ineği 2 dolarla sübvanse ediyor.
ABD'de en üst kesimin yüzde 1'inin kazancı dünyanın en yoksullarının yüzde 57'sinin kazancına eşit.
Yoksul ile zengin arasındaki fark giderek açılmaktadır. 1969'da dünyanın en zenginleri (en zengin beşte birlik kesim) istatistik olarak en yoksullardan 30 misli daha çok kazanıyordu. Bu fark 1990'da 60'a 1 ve 2004'te de 90'a 1 oldu. Krizden dolayı bu fark daha da açılacaktır.

4-Bir karşılaştırma:

1929-1932 ekonomik krizi:
29 Ekim 1929’da ABD’de patlak veren borsa kriziyle ilgili olarak Komünist Enternasyonal'in bir organında şu değerlendirme yapılıyordu:
“Tarihte görülmüş en büyük… borsa krizi 29 Ekimde patlak verdi. 16 milyon hisse senedi New York borsasında, ayrıca 6 milyon hisse senedi de yan borsalarda… pazara sürüldü. Değer kaybı korkunçtu.
Büyük bankalar, Morgan önderliğinde borsada satın alışla, çöküşün devamını engellemek için birleştiler. Düşüşü durduramadılar. Hatta yeni bir değer artışı da sağladılar. Ama Kasımda değerler yeniden düşmeye başladı.
Değer düşmesi; hisse senedinde ifadesini bulan toplamı fiktif (farazi) sermaye miktarını 50-60 milyon dolar kadar azalttı” (“Internationale Pressekorrespondenz”, Nr. 12, s. 270, 3 Şubat 1930).

1929=100 bazında kapitalist dünya sanayi üretimi[1]
Ülkeler
1929
1930
1931
1932
1933
1934
1935
1936
1937
1938
ABD
100
80,7
68,1
53,8
64,9
66,4
75,6
88,1
92,2
72,0
İngiltere
100
92,4
83,8
83,8
86,1
98,8
105,8
115,9
123,7
112,0
Almanya
100
88,3
71,7
59,8
66,8
79,8
94,0
106,3
117,2
125,0
Fransa
100
100,7
89,2
69,1
77,4
71,0
67,4
79,3
82,8
70,0
Japonya
100
-
-
97,8
113,2
128,7
141,8
151,1
170,8
165,0


Bazı Ülkelerde Sanayi Üretiminin Seyri-(1929=100)
Yıllar                                                                              
ABD
İngiltere
Almanya
Fransa
1929
100
100
100
100
1930
80,1
92,4
88,3
100,7
1931
68,1
83,8
71,7
89,2
1932
53,8
83,8
59,8
77,4
1933
64,9
86,1
66,8
77,4



1932’de 1929’a göre sanayi üretimi ABD'de yüzde 46.2 oranında; İngiltere'de yüzde 16.2; Almanya'da yüzde 40.2 ve Fransa'da da yüzde 22.6 oranında mutlak gerilemişti.
Şimdiki krizin nasıl gelişeceği, sanayi üretiminin bu oranlarda mutlak gerileyip gerilemeyeceği bilinmez. Ama buharlaşan borsa “değerleri” bakımından şimdiki mali kriz 1929'daki borsa krizini gölgede bırakmıştır.

III-BAZI SONUÇLAR, EKONOMİK KRİZ ÜZERİNE BAZI ANLAYIŞLAR VE
       KISA ELEŞTİRİSİ

1-Bazı sonuçlar
Kapsamlı bir değerlendirme yapmak için henüz erken. Ama dünya ve tek tek ülke ekonomilerindeki gelişmelere bakarak bazı sonuçlar çıkartabiliriz.

Sanayi üretimiyle ilgili veriler, 2000-2004 dünya ekonomik krizinden sonra, dünya ekonomisinin seyrini belirlemede etkili olan emperyalist ülkelerin krizden güçlü bir çıkış gerçekleştiremediklerini göstermektedir. Bellik başlı ekonomilerdeki büyüme oranları –Çin ve kısmen de ABD hariç- bu gelişmeyi ve bir bütün olarak kapitalist ekonominin ne denli kırılgan bir süreç içinde olduğunu göstermektedir.

Son dünya ekonomik krizinden sonra emperyalist ülkelerde burjuvazinin, ekonomiyi canlandırmak için gerçekleştirdiği neoliberal saldırılar beklenen sonuçları vermemiş ve ötesinde özellikle son aylarda önde gelen emperyalist ülkelerde korumacılık eğilim güçlenmiş ve kendi sanayini başka sermayelere karşı korumak için devlet tedbirler almaya başlamıştır.

Ekonomik kriz sürecinde, krizin olmadığı dönemlerden daha yoğun olarak sermaye merkezileşmesi; firma birleşmeleri, iflas eden veya iflasın eşiğinde olan tekellerin rakip tekel tarafından yutulması yaşanacaktır.
Bu krizin, uluslararası dev üretim tekellerinin de devrildiği; etkisi sadece tekelci olmayan sermaye ile sınırlı olmayan, yani tahribatı güçlü olan bir kriz olma ihtimali oldukça yüksektir.

Ekonomik kriz sürecinde, emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, uluslararası tekeller arasındaki rekabet keskinleştirecek ve 1929-1932 krizinden sonraki krizlerden farklı olarak, devletlerin kendi sermayesini korumak için yoğun tedbirler almalarına neden olacaktır. Bankalarını (mali sermayesini) korumak için tedbir alan emperyalist ülkeler, doğal olarak sanayilerini de korumak için tedbirler alacaklardır. ABD, Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeler bu yönlü adımlarını kapsamlaştırmaya hazırlanıyorlar. Gelişmeler, ekonomik kriz sürecinde, mali kriz sürecinde görüldüğü gibi (bankaların devletleştirilmesi) iflasla karşı karşıya kalan üretim tekellerinin de devletleştirilmesine yol açabileceğini göstermektedir.

Bu kriz sürecinde devlet iflasları da yaşanabilir. Önde gelen emperyalist ülkeler başta olmak üzere devasa boyutlara varan banka kurtarma harcamaları, birçok ülkede devlet maliyesinde krize neden olabilir. Daha şimdiden bu kurtarma hareketi için dünya çapında harcanan miktar 3 trilyon doları aşmış durumda.
Bu sefer iflasın eşiğinde olan sadece emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler değil. İflasla karşı karşıya olan ülkelerin başında ABD gelmektedir. ABD'de kamu borcu kontrolden çıkmış bir biçimde artmaktadır. Kamu borcu GSH'nın yüzde 37'sine eşit. Buna yarı devlet, yarı özel işletme ve kurumların borcunu da eklersek, GSH'ının yüzde 66'sına eşit olan bir miktar ortaya çıkar. Mali krizden kaynaklanan borçların GSH'ya oranı ise yüzde 20 ila yüzde 30 arasında. Bütün bu miktarların toplamı, ABD'nin borçlarının GSH'na eşit olduğunu gösteriyor. Borç bakımından yeni bir İtalya veya Japonya ile karşı karşıyayız. ABD konumunu korumak için para bulmak, bulamıyorsa basmak ve harcamak zorundadır.

Bir zamanlar paraların parası olan Sterlinin sonu, doların geleceğini göstermektedir. Bu son kaçınılmazdır. “Üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu” gerilemeye, çökmeye başlayınca Sterlin de kaçınılmaz olarak çöktü. Amerikan emperyalizmi de geriliyor ve buna bağlı olarak dolar da kaçınılmaz olarak gerileyecektir. Ama ortada ABD'nin ve doların yerini alacak ülke ve para                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                henüz yok. Örneğin dünya brüt üretiminin yüzde 28'ini ABD sağlıyor. Çin'in payı ise sadece yüzde 5. Bütün Asya'nın payı yüzde 24. Bütün AB'nin payı ABD'ninki kadar. Ama AB, üyeleri arasındaki emperyalist rekabetten dolayı bir ulus-devletin oynadığı rolü oynayacak durumda değil.

Dolara bağlı kalmak ve bu para birimi üzerinden dış ticaret hesabı yapmak istemeyen ülke sayısı giderek çoğalmaktadır. Özellikle Rusya ve Çin dolara ölümcül son darbe vurmak için sadece uygun zamanı bekliyorlar. Bu eğilim, AB, İran, Venezüella ve bazı petrol zengini Arap ülkeleri                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                tarafından da destekleniyor.

Dünya mali sisteminin, Amerikan banka sisteminin ve doların çökmesi ile ilgili olarak göz önünde tutulması gereken en önemli nokta şu olmalıdır: Dolar-petrol paritesi, petrol hesaplarının dolar üzerinden yapılması sonlandığı an, doların kesin çöküşünün başladığı an olarak görülmelidir. 1971'de dolar-altın paritesinin kaldırılmasından sonra uluslararası alanda petrol hesaplamasının dolar üzerinden yapılmasına devam edildi ve böylece dolar, dünya parası olarak kaldı. Tabii ki bunda ABD'nin ekonomik gücü belirleyiciydi. Ama şimdi durum değişiyor. Petrol hesaplarını dolar üzerinden yapmak istemeyen ülkeler seslerini yükseltiyorlar (Saddam ilk karşı çıkanlardan biriydi). Dolar bu rolünü oynadığı müddetçe dünya mali sistemi, Amerikan banka sistemi büyük yaralar almış olur, ama bu sistemin çökmesi ancak ve ancak doların dünya parası olma özelliğini kaybetmesiyle gerçek anlamda gerçekleşmiş ve dünya mali sermayesi yeni bir merkeze kaymış olur. Bu merkez de büyük bir ihtimalle Çin olacaktır. Böylece Amerikan emperyalizmi 1929-1932 krizinden sonra dünya mali sermayesinin merkezi olma konumunu kaybetmiş olacaktır.
Amerikan emperyalizmi mevcut konumunu korumak, pekiştirmek ve hegemonya alanını genişletmek için mücadeleye devam edecektir.

Bırakalım fazla üretim krizini salt mali kriz, son 10-15 yıl içinde, diyelim ki revizyonist Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve emperyalist burjuvazinin yoğunlaştırılmış “küreselleşme” ve genel anlamda antikomünizm propagandasından bu yana kapitalist, emperyalist sistemde yeni gelişmeler, buna bağlı olarak devletin rolü, ulus-devlet ile neoliberalizm ilişkisi, sermaye hareketinde spekülatif sermayenin rolü vb. üzerine uluslararası alanda üretilen teorilerden geriye fazla bir şey bırakmadı.
Ekonomik krizinin gelişme seyri içinde o teorilerin tozu ve dumanı dahi kalmayacaktır. Bu teorilerin bir konjonktür devreviliği, bir ekonomik devrevilik; sermaye hareketinin 5-8 veya 8-10 senelik bir süreci kadar ömrünün olmadığı bizzat yaşam tarafından kanıtlandı. Batan, iflas eden her banka, buhar olan, uçup giden her “hayali” sermaye, sermayesini kurtarmak için planlar hazırlayan ve uygulayan emperyalist devletlerin her adımı, şu bir senelik pratik, düzmece “teoriler”i güneş altında kalmış kar gibi eritti. Bu da bir yıllık banka ve kredi krizinden çıkartılması gereken bir sonuçtur.

II. Dünya Savaşı sonrasındaki dünya ekonomik krizi bakımından konjonktür devreviliklerini göz önünde tutarsak, bu kriz devreviliğinin erken geldiği görülür. II. Dünya Savaşı sonrasının ilk dünya ekonomik krizi 1974/1975'te yaşandı. 1981-1983'te ikinci; 1990-1994'te üçüncü ve 2000-2004'te de dördüncü dünya ekonomik krizi yaşanmıştı. Mali krizin değil, fazla üretim krizinin patlak verme zamanını 2008'in ikinci çeyreği olarak hesaplarsak bu krizin diğerlerine nazaran erken geldiğini, 4 sene sonra geldiğini görürüz. Ekonomik krizlerin kısa aralıklarla patlak vermesi 1920-1940 arasında görülmüştü. Bugünkü gelişmenin bir eğilim olup olmayacağını zaman gösterir. İzlemek gerekir.

Fazla üretim krizi nasıl aşılır sorusuna Marks ve Engels Komünist Manifesto'da şu cevabı veriyorlardı: „Burjuvazi krizleri (fazla üretim krizleri kast ediliyor) nasıl aşarlar? Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“.

Üretici güçlerin kıyımı, sermaye kıyımıdır; fabrikaların kapatılması, makinelerin hurdaya çıkartılması, savaşlar vs. Bunu krizde olan her sermaye yapar, yapmak zorundadır, aksi taktirde rekabet iddiası kalmaz. Bu, krizi aşmanın sadece bir yanı. Diğer yanı ise eski pazarların adamakıllı sömürüsü ve yeni pazarların fethedilmesidir. İşte bunu her sermaye yapamaz. Bu, giderek keskinleşen rekabet demektir. Yeni pazarları fethetmek, başkasının elindeki pazarı almak demektir. Çünkü dünyada sermayenin girmediği, talan etmediği, nüfuz etmediği alan kalmamıştır. Demek ki, emperyalist ülkeler henüz başlangıç aşamasında olan bu fazla üretim krizinin üstesinden gelebilmek için üretici güçlerin kıyımının yanı sıra birbirlerinin pazarlarına göz dikmek ve elde etmek için her bakımdan silahlanmak zorunda kalacaklar. Kimse kimseye barışçıl bir şekilde nüfuz alanını terk etmez. O halde işin sonu zor kullanmaya varacaktır. Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası, güçler dengesinin görece olduğunu, sürekli birkaç ülkenin en güçlü olacağını; yani başkasının pazarı konumunda olacak ülkelerin sürekli olacağını gösterir. Gelişen, güçlenen, zayıf düşenin üstüne çullanacaktır. Sömür ve talan sistemlerinde bu kaçınılmazdır.

Diğer taraftan, eski pazar anlayışı da artık pek geçerli değil! Yoksa geçerli mi? Ne de olsa neoliberalizm eski-yeni pazar arasında bir fark bırakmadı; kuralsızlaştırmayla bütün dünyayı aynılaştırdı. Ama mevcut krizden dolayı yeniden devletleştirme, korumacılık rüzgârları esmeye başladı. Belki de eskisi gibi pazarlar arasında yeniden bir ayrım yapılabilir. Ama her halükarda bu krizi aşmak için sermaye kıyımının yanı sıra pazarlar sorunu emperyalistler arası çelişkileri çok keskinleştirecektir: Pazar sorunu, azami kar sorunudur ve azami kar elde etmenin olanakları da artık kalmadı; sermaye az karla, düşük kar oranıyla yetinmek zorundadır. On yıllardan beri bu böyle.

Aşırı sermaye birikimi olduğu müddetçe ki bu, teknolojinin gelişmişlik boyutlarını ve verimlilikteki artışı göz önünde tutarsak devamlı olacaktır. Sürekli azami kar arayan bu sermayeyi dizginlemek kolay olmaz. 1980'lerden bu yana giderek kurallardan arındırılarak; kuralsızlaştırılarak uygulanan neoliberalizm, bu krizin sermaye açısından ortaya koyduğu sorunlardan dolayı devlet destekli neoliberalizm olarak sürdürülebilir. Birtakım kurallar getirilecek, belli düzenlemeler yapılacak ve bunda devlet önemli bir rol oynayacak. Tabii bu Keynescilik değildir. Bu olsa olsa devlet destekli neoliberalizm veya devletçi neoliberalizm olabilir. Veya da Keynesci neoliberalizmdir veya da neoliberal Keynesciliktir. Tekelci sermaye bir süre de bu yöntemle talanını devam ettirmek eğiliminde; sistem “kurtarıcıları”, ne pahasına olursa olsun, neoliberal mali-keynescilik paradoksunu sonuna kadar denemeye çalışacaklardır. Tabii bu arada yine bir dizi teori de üretilecektir.

2-Ekonomik kriz üzerine bazı anlayışlar ve kısa eleştirisi

Her kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de o bitmeyen tartışmalar yeniden başlamıştır. İflah olmaz siyasi akımların yaklaşık 100 senedir aynı şeyi tekrarlamalarında şaşılacak bir şey yok aslında. Bu şaşkınların klasik iddiaları, kapitalizmin klasik konjonktür hareketi tarafından sürekli çürütülmüştür. Ama buna rağmen, mademki dönem kriz dönemi olduğuna göre iddiaların ne olduğuna bakmak gerekir:

1-Mali (Spekülasyon, borsa, banka, kredi krizleri) kriz ile fazla üretim krizi arasında fark görmeyen anlayışlar.
2-Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini vaaz eden anlayışlar.
3-Kapitalist dünya ekonomisinin bütünleştiğini vaaz eden anlayışlar.
4-Emperyalist küreselleşme krizi, sistem krizidir anlayışları.

Şüphesiz ki bunların her biri başlı başına birer yazı konusudur. Ama kısa da olsa biraz bahsetmekte yarar var.

1-Mali (Spekülasyon, borsa, banka, kredi krizleri) kriz ile fazla üretim krizi arasında fark görmeyen anlayışlar:
Bu anlayış emperyalist burjuvazinin, ideologlarının, ekonomistlerinin, burjuva, liberal, bazen de “sol” renkli gazeteci ve yazarların, burjuva üniversitelerinin, burjuva “fikir üretme fabrikaları”nın değişmeyen temel kriz tanımlamasıdır. Ekonomideki krizi, maddi değerlerin üretiminde de krizi salt bu kavramla açıklarlar. Onların teori anlayışlarında doğal olarak fazla üretim krizi diye bir kavramın yeri yoktur. Salt bu kavramı kullanmakla kapitalist sistemi sorgulamak durumunda kalacaklarının farkındalar. Mali kriz demekle sorun kişilerin, şirketlerin kar hırsına, hükümetlerin yanlış politikasına yıkılmış ve böylece sistem kurtarılmış olur.

“Sol”dan başka bir yaklaşım da mali krizleri (borsa, banka, kredi krizleri) fazla üretim krizi olarak görür. Her bir krizin kendine özgü olan özellikleri olması; her bir krizin başlı başına bir kavramla tanımlanıyor olması bu anlayışta olanları ilgilendirmez. “Şeker sütün içindedir”! Bunlara göre, görünürde şeker yoksa aramaya gerek yoktur. Çünkü o, sütün içindedir! 2008 yılının ilk aylarında ve 2007 yılında; yani mali kriz döneminde fazla üretim krizi için göstergelerin olmaması önemli değildir. Çünkü fazla üretim krizi mali krizi içindedir veya ta kendisidir. Soru bu kadar basit. Peki, fazla üretim krizinin yegane kıstası nedir? Belli bir dönem üretimin sürekli mutlak küçülmesi değil mi? Peki 2008 yılının ilk aylarında ve 2007 yılında; yani mali kriz döneminde maddi değerlerin üretiminde; sanayi üretiminde mutlak küçülme oldu mu?

Marksist teori, krizler arasında ayrım yapar. Bizzat Marksist teori, borsa, para, kredi, spekülasyon ve nihayetinde fazla üretim krizleri diye kavramları kullanmaktadır ve bu kavramlara dayanarak kriz açıklaması yapmaktadır. Marksist kriz teorisi, mali krizin fazla üretim krizi olmadığını, her bir krizin kendine özgü olan özelliklerinin olduğunu ve kapitalizmde yasallığı olan tek krizin fazla üretim kriz olduğunu açıklar. Bu açıklama doğrudur. Mali kriz patlak vermeksizin de kapitalizm var olabilir ama bu, kapitalizmde mali kriz olmaz anlamına asla gelmez. Mali kriz, kapitalizmde nesnel bir ekonomik yasanın ifadesi olmadığı için öznel olarak, bilinçli faaliyetle engellenebilir veya sonlandırılabilir. En yakın örneğini 1987'deki borsa krizi oluşturur. Bu kriz engellenmiştir. Ama fazla üretim krizi, üretimden kaynaklanan bu kriz, kapitalizme özgüdür, nesneldir, kaçınılmaz olarak belli aralıklarla patlak verir. Bu krizin öznel faaliyetle ortadan kaldırılması imkânsızdır. En fazlasıyla geciktirilebilir.

Bir fazla üretiminden bahsedebilmek için, krizi işaret eden ve etmeyen bütün diğer faktörlerden bağımsız olarak veya onları bir kenara koyarak, maddi değerlerin üretimin; sanayi üretiminin en azından birkaç ay, ama en isabetli olması için birkaç çeyrek arka arkaya mutlak gerilemesi gerekir. Bu, Marksist literatürde genel geçerli bir kıstastır. Üretimde böyle bir mutlak gerileme yoksa fazla üretim krizi de yok demektir. Bu arada borsa, zıpkın yemiş balık gibi hareket edebilir, bankalar batabilir, kredi, likidite zorluğu gündemde olabilir ve bütün bunlar yaklaşan yeni bir fazla üretim krizine işaret eden faktörlerin ötesinde bir anlama sahip değildir. Ancak üretimde mutlak gerileme olduğunda ve diğer faktörler bu mutlak gerilemeyi tetiklediğinde onlar da patlak veren yeni fazla üretim krizinin birer yansıması olurlar.
Kriz konusunda bunlar Marksist teorinin abc'sidir.

Bu abc ile burjuva ideolojisini savunanların bir ilişkisi yoktur. Ama her mali krizi fazla üretim krizinin başlangıcı görme gafletine düşenlerin ilişkisi olmalıdır. Adı üzerinde: Kredi kriz, banka krizi, borsa krizi vs. Bütün bu krizler, kendilerini o kriz yapan ve başka kriz yapmayan özellikler taşıdıkları müddetçe o krizdir: Kredi krizi, kredi krizi özelliğini; borsa krizi, borsa krizi özelliğini; spekülasyon krizi, spekülasyon krizi özelliğini taşıdığı müddetçe bir kredi krizidir, bir borsa krizidir, bir spekülasyon krizidir. Ne zaman ki, bu krizler, kapsamlaşmaları ve derinleşmeleri sonucunda üretimi etkilemeye başlarlarsa orada bir nitel değişim gündeme gelir; belli bir aşamadan sonra kredi krizi kredi kriz olmaktan, banka krizi banka krizi olmaktan çıkar ve başka bir kriz olur. O başka krizin adı fazla üretim krizidir. Bu süreci; krizler arasındaki diyalektik bağı, “şeker sütün içindedir” anlayışıyla açıklayamayız. Bu nedenle her mali kriz, banka ve kredi krizi, mutlaka ve mutlaka fazla üretim krizi değildir, olamaz. 

Mali krizi de fazla üretim krizinden sayan anlayış, Marksist değer teorisinden bihaber olan veya bu teoriyi anlamayan anlayıştır. Kapitalizme özgü; onun çelişkilerinden kaynaklanan, nesnel yasalarının ifadesi olan kriz; fazla üretim krizi analizi, Marksist değer teorisi ve aynı zamanda Marksist kriz teorisi hesaba katılmaksızın yapılamaz. Bunlar değeri; var olan maddi değeri hesaba katan, onun üzerinde yükselen teorilerdir. Değeri hesaba katmadan kriz teorisinden bahsetmek, spekülatif sermayeye değer ürettirmekle eş anlamlıdır.

Güncel olarak patlak veren kriz de aynen Marksist teoride açıklandığı gibi, evet aynen kitaplarda açıklandığı gibi gelişmektedir: Spekülasyon, kredi ve banka krizi (mali kriz), çelişkileri oluştuğu için fazla üretim krizinin patlak vermesini tetiklemiştir. Tersi değil; bunlar başından beri fazla üretim kriz değildi.

2-Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini vaaz eden anlayışlar:
Kapitalizmin kendi çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmeyeceği anlayışı, Marksist-Leninist politik ekonominin en temel anlayışıdır. En temel anlayışıdır, çünkü nihayetinde bu, sınıf mücadelesi ve devrim sorunudur. Ama uluslararası alanda sermayenin aşırı birikimi, nüfuz edeceği yeni alanlarının kalmaması, sermayenin, genişletilmiş yeniden üretimini ve sistemin devamını sağlama sorununu gündeme getirmektedir anlayışı, nihayetinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceği sonucuna götürmüştür. Yeni bir teori değil. Roza Luksemburg tarafından temellendirilen bu teori, başkaları tarafından da savunulmaktadır. Yaklaşık 100 seneden beri bu teori savunulur, ama kapitalizm çökmemiştir. Güncel olarak bu teoriyi bir kısım troçkist akımlar savunmaktadır. Şüphesiz ki başkaları da savunmaktadır. Yani bazıları bu konuda Marksist-Leninist politik ekonominin en temel anlayışını reddetmeyi ve kendiliğinden çöküş teorisini savunmayı meslek edinmiştir.

Bu konuda Roza Luksemburg'un savı:
“Bir bütün olarak kapitalist birikimin, tarihsel somut süreç olarak iki farklı yanı vardır. Bunlardan biri artı değerin üretim yerlerinde –fabrikada, madende, tarımsal işletmede- ve meta pazarında gerçekleşir. Birikime salt bu yandan bakıldığında o, önemli aşaması kapitalist ve ücretli işçi arasında cereyan eden safi ekonomik bir süreçtir...  
Sermaye birikiminin diğer yanı, sermaye ile kapitalist olmayan üretim biçimleri arasında cereyan eder. Bunun gerçekleştiği alan, dünya sahnesidir...Oluşumuyla birlikte kapitalist üretim ile kapitalist olmayan çevre arasında bir mübadele ilişkisi gelişmek zorundadır“ (Rosa Luksemburg; Sermayenin Birikimi, C. 5, s. 397 ve 429). 

Luxemburg, 'kapitalizm, artı değeri realize etmek için kendi hâkimiyet sınırları dışında kalan tüketiciye ihtiyacı var' der. Kapital Cilt 2’de geliştirilen yeniden üretim şemasının yanlış olduğunu savunur. Buradan hareketle kapitalizm için tipik olan ve Marks tarafından analiz edilen üretici güçlerin sınırsız gelişmesi, toplumun tüketim kapasitesinin genişlemesiyle temel çelişki içindedir sonucuna varır. Bunun sonucu olarak katışıksız kapitalizmde genişletilmiş yeniden üretim kendi sınırlarına varıp dayanır. Bu koşul altında da kapitalizm kaçınılmaz olarak kendiliğinden çöker. (Kapitalizmin kendiliğinden çöküş teorisi). Böyle bir sonla karşı karşıya kalmamak için kapitalizm, „kapitalist olmayan çevre“de yaygınlaşmaya yönelir. Roza'nn anlayışı böyle.
Onun bu anlayışından hareketle bir dizi çöküş teorisi üretilmiştir. Her çevre, kendi açısından, kapitalizmin şu veya bu gelişme özelliğini ön plana çıkartarak bir çöküş teorisi üretmiş ve kıyamet gününü bekler gibi kapitalizmin çökmesini beklemeye başlamıştır. Her kriz döneminde bu teoriler yeniden piyasaya sürülür, çok “iddialı” savlarla desteklenir, ama yine de kapitalizm bildiği gibi hareket eder!

Kapitalist ekonomi bir nesnel çelişkiler abidesidir. Bu çelişkiler sonucunda kapitalizm dönem dönem ekonomik krizleriyle boğuşur. Kapitalizm, kapitalizm olduğundan bu yana veya da kapitalizmin makineli üretim aşamasından bu yana -bunu 1825 kriziyle başlatırsak- 1825'ten bu yana her 8-10 senede bir patlak veren, bazen de çok ağır ekonomik ve toplumsal sonuçları olan ekonomik krizlerine rağmen çökmemiştir. Kapitalizmin, kendini ölüm döşeğine sürükleyecek ve yok olmasına neden olacak krizi yoktur. Bu işi ancak ve ancak devrimci proletarya yapabilir. 

Sorun Roza'nın anlayışını da aşmış ve kapitalizmin nihai kriziyle karşı karşıya kaldığını savunanlar da çıkmıştır. Bunlara kıyamet günü tellalları denir. Kapitalizmin çürüyen sistem olmasından, üretici güçleri artık geliştirememesinden, tam tersine gelişmeleri önünde engel olmasından, genişletilmiş yeniden üretim olanaklarının sonuna gelmiş olmasından ve nihayet “emeğin” değerinin kalmamış olmasından (üretimi makinelerin yapması esprisi!) hareketle herkes kendine göre bir çöküş teorisi üretmiştir.

Kapitalist üretim biçimi emperyalizm aşamasında uluslararasılaşmıştır; kelimenin gerçek anlamıyla sermaye ve üretimin uluslararasılaşma bu aşamasında gerçekleşmiştir. Kapitalizmin emperyalizm çağı veya da sermaye ve üretimin gerçekten uluslararasılaştığı bu çağ, aynı zamanda kapitalizmin çürüme çağıdır. En azından Lenin böyle diyordu. Lenin'in kavramlarını kullanacak olursak “çürüyen”, “çöken” kapitalizm veya üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olan kapitalizm, kapitalizmin üretici güçleri hiç geliştirmediği, genişletilmiş yeniden üretim olanaklarının yok olduğu ve böylece de kendiliğinden çökeceği veya kendiliğinden çöküş sürecine girdiği anlamına asla ve asla gelmez. Bu tanımlamalarıyla Lenin, emperyalizm çağında kapitalizmin bütün iç çelişkilerinin olgunlaştığını,, tarihsel olarak yaşama olanağının kalmadığını açıklıyordu. Lenin'n emperyalizm tanımlamasından hareketle, asalaklaşmış sermayenin rolüne bakarak, bu çağda artık ekonomide büyüme olmaz, artık çöküş gündemdedir diyenleri Lenin şöyle eleştiriyordu: “Bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesi önünde engel olacağını sanmak doğru değildir... Kapitalizm, genel olarak, eskiye nazaran çok daha büyük bir hızla gelişmektedir” (Emperyalizm,  s.150)

Doğru, kapitalizm aşırı sermaye birikimi sorunuyla karşı karşıyadır. Henüz girmediği ve talan edemediği ülke ve bölge kalmadı. Yani sermayenin yeniden üretim koşulları daraldı; Kapitalist olmayan alan yok ki, oraya girsin ve genişletilmiş yeniden üretimini dizginsiz sağlasın, kar oranını yükseltsin. Sermayenin gelmiş olduğu bu halden hareketle kapitalizm kendiliğinden çökecek sonucuna varılıyor. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışı bir hayaldir. Kapitalizm hiçbir zaman kendi çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmez. Marksizm-Leninizm'in, Marksist-Leninist politik ekonomi öğretisinin abc'sidir bu.

Bu konuda desteksiz atanlara kapitalizm her seferinde bir ders vermiştir. Her seferinde kriz döneminde ortaya çıkan çelişkilerini o aşamada çözmüş ve daha güçlü bir şekilde yeni bir krize hazırlanma sürecine girmiştir; konjonktürün yükselme aşaması. Bu, kapitalizmin tarihidir. Ama sermaye birikimini, başka ülkelerin; yeni sömürgelerin talanıyla sınırlandıran iflah olmaz anlayışlar kapitalist birikimde esas olanın işgücü sömürüsü olduğunu, artı değer olduğunu nedense hep unuturlar.

Ne diyorlardı bu konuda Marks ve Engels? Komünist Manifesto'da “Burjuvazi (fazla üretim krizlerini) nasıl aşar? Bir taraftan üretici güçler kütlesinin zorunlu yok edilişiyle ve diğer taraftan da yeni pazarların fethi ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle”.

Aslında sorun bu kadar basit. Demek ki burjuvazi şimdi üretici güçler kütlesini yok edecek; devasa boyutlarda sabit sermaye kıyımına gidecek; modern fabrikaları, teknolojiyi “eski”di diye hurdaya çıkartacak, akıl almaz boyutlarda metayı; satmak için üretip de satamadığı ürünleri yok edecek ve sonra başka emperyalist güçlerin kontrolünde olan pazarlara sızmaya, bu pazarları ele geçirmeye çalışacak. Tabii bu kolay olmayacak. Yani emperyalist ülkeler arasında yeni ve eski pazarlarda aslan payını kapmak için korkunç bir rekabet başlayacak. Şimdi, krizin bu başlangıç sürecinde hepsi buna hazırlanıyor. ABD'de iflasla karşı karşıya olan otomobil tekellerinin ayakta kalmasını veya başka otomobil tekelleri tarafında yutulmasını, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini, sermayenin genişletilmiş yenide üretim olanaklarının kalmadığını savunanlar asla anlamazlar. Şimdi bu tekellerin, geleceği olması için yenilenmesi gerekir; yani sabit sermaye kıyımı gerçekleştirilecek ve böylece sermaye genişletilmiş yeniden üretimine yol açacak. 1825'ten bu yana; kapitalizmin ilk fazla üretim krizinden bu yana bu hep böyle olmuştur. Ama anlamak istemeyen anlamazsa, Marksist teori ne yapsın?! Ve nihayetinde “eski” pazarlar denen kapitalizmin merkez ülkelerinde daha fazla artı değer için sömürü yoğunlaştırılacak. Sonra sıra yeni sömürge ülkelere gelecek. Bu çevreler bunun ne anlama geldiğini anlarlar mı? Anlamazlar. Anlasalar, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sorunundan kapitalizmin kendiliğinden çökeceği sonucunu çıkartmazlar. Bu ne anlama gelir? Şu uluslararasılaşan sermaye ve üretim hareketine bakarsanız, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmaktan çok bölgeselleştiğini görürsünüz: ABD-AB-Japonya ekseninde veya üçgeninde sermaye gidip geliyor. Az bir kısmı bu ekseni terk ediyor. Yani? Sermaye, genişletilmiş yeniden üretin sorununu merkez pazarlarda “eski pazarların adam akıllı sömürüsü”yle çözüyor.

Sermayeyi artı değer üretiminden, sömürüden, dolayısıyla işgücünün sömürüsünden ayrı olarak ele alarak sermayeyi sermaye yapan bu özelliklerinden koparttıktan sonra, genişletilmiş yeniden üretim koşullarının zorlaştığından bahsetmek ancak D. Harvey'in Marksizm'den anladığı kadar Marksizm'den anlamak anlamına gelir. Sermayeyi var oluş koşullarından kopardıktan sonra genişletilmiş yeniden üretimini sağlama zorluğundan bahsetmek, sermayenin “paradan para” kazanmasını reel sanmak anlamına gelir. Yani ekonomiyi “hissedilen” varlığa, sermayeye; sermaye birikimine veya da “hissedilen” sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının zorluklarına indirgemek anlamına gelir ki bunu yapmak için de Marksist-Leninist politik ekonomiyi cepheden reddetmek gerekir.

Troçkist grupların çoğunluğu Parvus'un geliştirdiği, ama daha önce başkası tarafından oluşturulan ve Mandel tarafından savunulan „uzun dalgalar“ teorisine inanırlar, ama her nedense onların bazılarında “acayip” bir Roza Luksemburg tutkusu vardır. Bu tutku diğer şeylerin yanı sıra özellikle onun Marks'ın genişletilmiş yeniden üretim anlayışını eleştirmesinden kaynaklandığı açıktır. En azından böyle olduğunu sanıyoruz. „Uzun dalgalar“ teorisi kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabı üzerine kurulmamıştır. Ama aynı zamanda devrim hesabı üzerine de kurulmamıştır. „Dalga“nın iniş ve yükselişine göre işçi sınıfına surfing yaptırır, ama devrim yaptırmaz. Bunların bir kısmı, Roza Luksemburg, genişletilmiş yeniden üretim hesabını yaparken hata yapmıştır (matematiksel hata) der. Yani pazarın sınırlarını tam hesap edememiştir der. Ama bir kısmı da Roza Luksemburg'un teorisinin doğruluğuna inanır. İşte bunlar, her kriz döneminde olduğu gibi şimdi de daha yoğun bir biçimde kapitalizmin çökeceği hesabını yapıyorlar. Bu matematiksel bir hesaptır ve „kıyamet günü“nün 10 ila 15 sene sonra geleceğine inanırlar. Bunlara „işgücü“nün artık değeri kalmadı, „3. sanayi devrimi“ koşullarında üretimi makineler yapıyor anlayışında olanları da eklemek lazım.

„Kıyamet günü“ tellallarının troçkist kanadı, kar oranı yüzde 2'ye, yüzde 1'e düştü ve kar oranı sıfır noktasına yaklaşıyor anlayışından hareketle ve diğerleri de emeğe ihtiyaç kalmadı, makineler üretiyor anlayışından hareketle kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunurlar. Emeğin değeri kalmadı anlayışını bir kenara koyalım. Diğer teorinin, yani kar oranı sıfır noktasına yaklaşıyor -sıfır noktası kapitalizmin çökeceği noktadır- teorisinin maddi zeminini sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanağının kalmadığı anlayışı oluştur. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olanağı kalmadı veya daraldı tespiti, Marksist değer yasasını anlamamanın ve dolayısıyla Marksist değer teorisini anlamamanın veya kapitalist üretim biçimi politik ekonomisini anlamamanın açık ifadesidir. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanağının kalmadığını savunmak, kar oranının eğilimli düşüş yasasını reddetmek veya artık geçersiz saymak temeli üzerinde yükselir. Kar oranını eğilimli düşüş haline getiren faktörler kapitalizme özgü faktörlerdir ve kapitalistler bu faktörleri kullanarak yasanın mutlak düşüş yasası olmaktan çıkmasını sağlarlar. Kapitalizm var olduğu müddetçe veya sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi söz konusu olduğu müddetçe kar oranının düşüşüne karşı etkide bulunan faktörler de var olacaktır. Yani: Kapitalizmde pazarın sınırı yoktur (fiziki sınırı kast etmiyoruz). Pazarın sınırı yoksa sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları da vardır (zorlaşsa da vardır). Bu koşullar var olduğuna göre, kapitalizm de kendiliğinden çökmeyecektir.

Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlayamaması doğrudan pazar sorunudur. İster matematiksel hesabı yapılarak ve tarih verilerek savunulsun, isterse de sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları kalmamıştır diye savunulsun (Bu aynı zamanda sürekli kriz teorisine de maddi temel teşkil eder), son kertede söylenen, pazar sorunudur. Pazarsız kapitalizm düşünülemeyeceğine göre, koşulları giderek zorlaşsa da, bütün pazar damarları tıkansa da kapitalizm pazarını bulacaktır. Her kriz nihayetinde bir pazar sorunudur ve kapitalizm her krizini kötüleşen pazar koşullarını görece iyileştirerek; sermayenin genişletilmiş yenden üretimini sağlayarak aşmıştır. 1825'ten bu yana aşmıştır, bu sefer de aşacaktır.

Her seferinde olduğu gibi bu kriz sürecinde de devasa boyutlarda sabit sermaye kıyımı gerçekleştirilecek, işsizlik artacak, ücretler üzerinde baskı artacak ve bütün bunlar kar oranının yeniden yükselmesini beraberinde getirecek ve kar oranının yükselmeye başlamasıyla yeni bir konjonktür dönemi de başlamış olacak. Sermaye genişletilmiş yeniden üretim damarlarını böyle açacak, 1825'ten bu yana açtığı gibi.

Sürekli kriz veya kapitalizmin kendiliğinde çökeceği anlayışı deli saçması bir teoridir.

Ayrıca: Yeni pazarlar bağlamında emperyalizm, yeni sömürgeleri neoliberal politikalar (dayatmalar) sonucunda çoktandır yeniden yapılandırdı. Diyelim ki 1970'lerin sonundan itibaren yapılandırdı. Bu yapılandırma dışında yeni sömürgelerle ilgili olarak burjuva üniversitelerde, liberal yazarlar vb. tarafından üretilen ve devletsel bağımsızlığı olan her ülkenin bu bağımsızlığının elinden alınmasını; işgal edilmesini sömürgeleştirme olarak gören burjuva-liberal anlayışla sermaye genişletilmiş yeniden üretim sorununu aşmıyor. Bu ülkeler klasik anlamda yeni sömürge olarak kalsalar da veya bu burjuva-liberal anlayışa göre yeniden sömürgeleştirilmiş olsalar da sömürü, baskı ve talan mekanizmasında ve bunun örgütlenmesinde nitel bir değişim olmuyor.

3-Kapitalist dünya ekonomisinin bütünleştiğini vaaz eden anlayışlar:
Sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması boyutlarına bakarak kapitalist dünya ekonomisini bütünleştirenler Leninist emperyalizm analizini reddedenlerdir. Zaten “yeni” adına “eski”miş olan Marksist teorileri reddetmek de günümüzde moda oldu. Lenin'e göre dünya ekonomisi, tek tek halkalardan oluşan bir zincirdir. Bu halkalar -tek tek ülkeler arasında güç dengesi değil dengesizlik esastır; yani eşitsiz gelişme yasası geçerlidir. Bu yasa emperyalizm çağında kapitalizmin nesnel yasasıdır ve bu yasanın sonuçları, kapitalist dünya ekonomisinin hiçbir zaman bütünleşemeyeceğini (teorik olarak mümkündür) göstermektedir, en azından 80-90 senedir göstermektedir. Şimdi, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasından bu yasanın artık geçersiz olduğu; rekabetin bütünleşmiş dünya ekonomisi çerçevesinde gerçekleştiğini savunulur var. Bu anlayış, bizim bildiğimiz Kautsky'nin “Ultra-emperyalizm” teorisinin öbür adıdır.

Denecek ki sermaye ve üretim gerçekten böyle bir teoriyi savunacak kadar, Kautsky'cilik yapacak kadar uluslararasılaştı mı? Lenin'in anlayışının yanlışlığı, Kautsky'nin anlayışının doğruluğu sermayenin uluslararasılaşmasıyla gerçekten kanıtlandı mı? Yani Lenin'in tanımladığı tek tek halkalardan oluşan zincirin; dünya pazarının; uluslararasılaşmış sermaye ve üretimin yerini Kautsky'nin savunduğu, eşitsiz gelişme yasasının geçersiz olduğu, rekabetin bütünlük sınırlarını zorlama olanağının kalmadığı bir uluslararasılaşma mı aldı? Bunun böyle olduğunu bir Marksist savunamaz. Savunabilmesi için gelişmelere gözünü kapatmış olması gerekir.
Sonra nedir bu uluslararasılaşmanın boyutları? Söyleyelim. Sermaye 1913'te ne kadar uluslararasılaşmışsa 1965'te ve 1991'de de o kadar uluslararasılaşmıştır. Yani 1913'teki uluslararasılaşma boyutuyla 1991'deki uluslararasılaşma boyutu arasında bir fark yok. Topu topu yüzde 25. Sermaye 1913'te ve 1991'de de ancak yüzde 25 oranında uluslararasılaşmıştı. Bu onun uluslararasılaşmadaki en yüksek oranıdır. Uluslararasılaşması bu kadar olursa, teorinin çapı da o kadar olur: Yüzde 25!

İsterseniz bu yüzde 25'lik bütünleşme veya uluslararası bütünleşme teorisini grafikleştirelim:








Buyurun 1850'den 1965'e, oradan da 1991'e bütünleşmenin ve küreselleşmenin çapı ve boyutu: Yüzde 25'in bir milim ötesinde değil. (Aslında bu oran 24 ve virgülden sonrasıdır, yani 24'ten fazla ama 25'te azdır!)
Kapitalizmin krizi değil de, “Emperyalist küreselleşme krizi”nin çapı da olsa olsa bu kadar olur: Yüzde 25.
Şimdi bu kriz, bu yüzde 25'i de geriye çekti. Aynen II. Dünya Savaş döneminde olduğu gibi. Bu savaş yıllarında sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi 1850'nin altına düşmüştü. Yukarıdaki her iki grafik de 1850 ile başlıyor ve 1965'te sonlanıyor. Alttaki grafiğin ortasından başlayan ve sağ tarafa doğru giden nispeten düz çizgideki 9, 1, 2, 5 rakamları 1939, 1941, 1953 ve 1945'tir. Sütunlu grafikte de 1939, 1941 ve 1944 gözükmektedir. Bunların 1850'dek değerlerin altında kaldığı açıktır.

Dünya üretimi/ihracatı bazında sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi (%)
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi-
En yüksek yıllar
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi-
En geri yıllar
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma derecesi
-
-
1850
14,4
-
-
1855
12,3
1913
24
-
-
-
-
1939
13
-
-
1940
13
-
-
1941
13
-
-
1942
13
-
-
1943
13
-
-
1944
13
-
-
1945
13
1965
24
-
-
1991
25
-
-

Niye böyle acaba? 1800'lü yılları bir kenara bırakalım. Peki 1939-1945 arasında sermaye ve üretimin uluslararasılaşması; yani emperyalist küreselleşme neden bu kadar gerilemiş? II. Dünya Savaşından dolayı. Peki, savaş sermayeye ne yapıyor? Savaş döneminde sermaye geldiği yere geri dönüyor veya “ulusal” limanına dönüyor ve orada azami kar olanağı buluyor. Hani savaş, üretici güçleri tahrip ediyor veya silah sanayini geliştiriyor ya. İşte tam da bu benzer nedenlerden dolayı geri dönüyor. Demek ki emperyalist savaş, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını frenleyen, gelişmesinin düz bir hatta ilerlemesini engelleyen nesnel bir faktördür. Haksız savaşlar kapitalist sistemin bir özelliği olduğuna göre, sermaye de bu savaştan dolayı kendi doğrultusunda doludizgin uluslararasılaşamıyor.
Ekonomik kriz de aynı rolü oynuyor. Her bir ekonomik kriz döneminde uluslararasılaşmış sermaye geri çekilir; uluslararasılaşma derecesi düşer.







Bu grafiklerde de uluslararasılaşan sermayenin ekonomik kriz döneminde neredeyse yarı yarıya geri çekildiğini; uluslararasılaşma derecesinin gerilediğini görüyoruz. Öncesini bırakalım ve 2000-2004 dünya fazla üretim krizi yıllarında sermaye hareketine bakalım. Ne görüyoruz? İsrail oğullarının Mısır'dan çekildiği gibi her türden sermayenin geri çekildiğini; uluslararasılaşma derecesinin düştüğünü görüyoruz. Demek ki ekonomik krizler de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını frenleyen, gerileten bir nesnel faktördür ve krizsiz kapitalizm düşünülemeyeceğine göre sermaye de hiçbir zaman yüzde yüz uluslararasılaşamaz ve genişletilmiş yeniden üretim olanaklarını geldiği yerde; “ulusal” limanında arar. Marks'ın deyimliye “eski pazarları adam akıllı sömürmek”te arar.

Sermayenin uluslararasılaşması teorisinin çapı bu kadar. Bu çapın ne kadar olacağını belirleyen nesnel faktörler; kapitalist sisteme özgü faktörler vardır. Bu faktörler olmaksızın, etkide bulunmaksızın kapitalizm de olamayacağına göre, sermaye de hiçbir zaman bütünlüklü, çelişkileri tali kalan bir kapitalist dünya ve ekonomisi oluşturamaz. Yani bu, kapitalist sistem gerçekliğinin doğasına aykırıdır. 

4-Emperyalist küreselleşme krizi, sistem krizidir anlayışı:
Emperyalist küreselleşme krizi uluslararası alanda üretilen en son moda kavramdır. Aslında küreselleşmeyi” insanlık tarihinde “yeni bir aşama” olarak, emperyalizm ötesi bir gelişme olarak veya emperyalizmin bir üst aşaması olarak görenlerin dillendirdikleri bir anlayıştır. Pek de yeni sayılmaz, ama henüz daha yenisi olmadığı için en son moda diyoruz. Bunlar açısında arık kapitalizmin kriz diye bir kavram kalmamıştır.
Kavramın söylediği oldukça açık: Yaşanan kriz kapitalizmin değil, emperyalizmin değil, emperyalist küreselleşmenin krizidir. Veya başlangıcında mali kriz, sonunda fazla üretim krizi değildir veya sadece fazla üretim krizi değildir. Bu, sistemin, sistem de bugün açısından emperyalist küreselleşme sistemi olduğuna göre bir sistem krizidir. Demek ki şimdi kapitalist sistemdeki gelişmeler, yaşananlar, kapitalizmin -emperyalizmin- daha önceki dönemlerinde yaşanmamış.
Peki, bu krizi diğerlerinden ayıran nedir?
Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon daha önceki konut sektörü spekülasyon krizlerinden nitel olarak farlı mıydı?
Sonrasında banka ve kredi krizi olarak gelişen mali kriz daha öncekilerden nitel olarak farklı mıydı?
Sanayi sektöründe üretimdeki mutlak gerileme, şu veya bu sektörde üretimin gerilemesi, satılmayan mallarla pazarların dolması daha önceki bu türden kriz olgularından nitel olarak farklı mıydı?

Bu türden soruları çoğaltabiliriz. Ama sonuç hep aynıdır. Kapitalizmde krizlerin patlak verme nedeni hep aynıdır, vesilesi ve patlak verme biçimi farklıdır. Nedeni, kapitalizmin temel çelişkisinde; somutta da 'kitlelerin alım gücü' durumunda aranmalıdır. Ama “emperyalist küreselleşme krizi” anlayışının bununla pek ilgisi, bir sonunu yok. Orada çok farklı bir anlayış işleniyor: Bu kriz anlayışına göre sorun, sadece bir fazla üretim krizi değildir. Sorun, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sorunudur. Yani kriz, sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanağının kalmamasından kaynaklandığı için, sadece bir fazla üretim krizi olarak görülemez. O, bir sistem krizidir ve sistem de emperyalizm değil, emperyalist küreselleşme olduğu için kriz, emperyalist küreselleşmenin krizidir ve sermaye bu krizinden kurtulamayacağı için de sistem çöküyor.
Böylece “kapitalizmin kendiliğinden çökeceği” tezi, bir de “emperyalist küreselleşmenin krizi” anlayışıyla açıklanmış oluyor.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar, bu çöküşü bekleyebilirler. Yaşanan fazla üretim krizini “emperyalist küreselleşmenin krizi” yapanlar da sistemin çöküşünü bekleyebilirler.
Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanakları daraldığı, tıkandığı için sistemin çökeceğini bekleyenler de, bu çöküşü bekleyebilirler. Ama sermayenin bu uydurma teorilere göre hareket etmediğini bizzat yaşamın kendisi göstermektedir.

Bu kriz, neoliberalizmin iflasını açıklayan; neoliberalizm koşullarında gerçekleşen, isterseniz emperyalist küreselleşme koşulları diyelim, 21. yüzyılın ikinci fazla üretim krizidir. Nicelik farkı ötesinde kapitalizmin daha önceki krizlerinden hiçbir farkı yoktur.

1929-1932 krizi, “Manchester-Kapitalizmi”ni yıkmış, “sosyal devlet”li kapitalizmi -Keynescilik”- kurmuştu. Bu kapitalizm 1970'lere kadar sürdü. Sonra yerini Neoliberalizm aldı. Neoliberalizmin zaferi, uluslararasılaşan mali sermayenin zaferiydi. Neoliberalizm, „değer“den kopartılmış bir ekonomi yarattı. İşte şimdi bu “değer”den kopartılmış ekonomi, sistem ve geleceği üzerine teoriler üretiliyor. Bu sistemin krizinden bahsediliyor. Gerçek kapitalizmden değil. O tarihe karıştı! Hani sermayenin aşırı birikimi var ya, işte o sermayenin krizi; genişletilmiş yeniden üretimi olanaklarının sınırlanmasından kaynaklanan sorunu, karşımıza sistem sorunu olarak çıkmaktadır. Sorun bu aşamaya getirilince ister istemez sormak zorunda kalıyoruz: Şimdiye kadar 26 trilyon dolar battı, ama sanayi tekellerinin hiç sesi çıkmadı. Hiç kimse bu miktardan bahsetmiyor. Niye? Kağıt üzerinde olduğu için. Kâğıt üzerinde olan “değer”e verilen değer bu kadar. Bu teorilere verilen “değer” de ondan fazla olmaz.

Belirttiğimiz gibi burada sorun ekonomik krizle sınırlı değil. Zaten sistem krizinden,  emperyalist küreselleşme krizinden bahsedenlerin nezdinde patlak veren ekonomik kriz, aslında devam eden krizin su yüzüne çıkmasıdır. Bugünkü kriz, emperyalist küreselleşmenin başlamasından bu yana devam eden krizin son görüntüsüdür. (Nedense emperyalist küreselleşme '70'li yıllarda başlatılır!) Bu kriz, sermayenin, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama olanağının sınırlandırılmış olduğunu göstermektedir. Yani sermaye, sermaye olarak var olmasının sonuna gelmiştir. Sorun bu noktaya getirilince karşımıza farklı teoriler çıkıyor:
1-Sermaye, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama olanağı kalmadığı için yok olacaktır; yani kapitalizm kendiliğinden çökecektir.
2-Sermaye, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama olanağı olmadığı için sürekli kriz içindedir. Sürekli krizin sonu da çöküştür.
3-Sermaye, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama olanağı olmadığı için, yani artı değer üretilemediği için; işgücü sömürüsü ortadan kalktığı için, kapitalizmin var olma koşulu ortadan kalkmıştır. Artık “üçüncü sanayi devrimi” döneminde her şeyi makineler üretmektedir. Ne tesadüftür ki bu “üçüncü sanayi devrimi” de '70'li yıllarda başlar!

İsterseniz yukarıdaki ilk iki noktayı, kapitalizmin kar oranlarının düşme yasasından kaynaklı sistem krizi, çöküşü olarak da anlayabilirsiniz. Bazı aklı evveller, özellikle de troçkist çevreler kar oranı ile kapitalist sistemin çöküşü arasında tek yanlı bir ilişki; kar oranları düştüğü için sistemin kaçınılmaz olarak tıkandığı ve çökeceği bazında ilişki kuruyorlar. Kar oranlarının düşmesine karşı etkide bulunan faktörlerin olması ve bu faktörlerin karşı etkisinden dolayı da kar oranının düşme yasasının eğilimli düşme olarak gerçekleşmesi ve savaş, kriz gibi nesnel faktörler tarafından da bu eğilimli düşmenin geçici olarak kaldırılması, yavaşlatılması -kar oranında yeniden yükselme- ve bunun kapitalizmin tarihinde hep böyle devam ediyor olması, bu unsurları zerre kadar ilgilendirmemektedir. Kar oranı hareketiyle -kar oranının düşme eğilimli yasası hareketiyle sermayenin uluslararasılaşma hareketi arasında; daha doğrusu kar oranının düşme eğilimli yasası ile sermayenin uluslararasılaşma yasası arasında bağ kurmak diye bir sorunları yoktur bu bayların. Bu bağı kurmaları durumunda kapitalizmin kendiliğinden çökmeyeceğini, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama koşullarını yeniden elde edebileceğini görürler. Kapitalizm, ne kadar ağır olursa olsun ekonomik krizlerini, genişletilmiş yeniden üretim koşullarını yeniden elde ederek aşar.

1857'de patlak veren ekonomik kriz, ilk dünya krizi olarak tanımlanır. Bu krizden bu yana kapitalist dünya veya ekonomi, şimdiki kriz de dahil 12 konjonktür dönemi yaşamıştır. Bu dönemlerin her birinde irili-ufaklı, etkili-etkisiz 12 dünya ekonomik krizi patlak vermiştir. Kapitalizm her seferinde bu krizlerini bir biçimde aşmıştır. Ve hiçbir Marksist,  bu krizleri, sistem krizi olarak açıklamamıştır. 

Bu teoriler nerede üretiliyor ve kimler tarafından savunuluyor?
-Marks'ı yanlış anlayan “bizim Roza”nın hatasından türevlendirilen anlayışlar, 1920'li yıllarda yaygınlaştı ve sonra 1970'li yıllarda ve bugün de yeniden güncelleştirildi.
-Kautsky, emperyalizmi “ultra-emperyalizm” yapmaya çalıştı; çelişkilerini teoride yumuşattı; yani bütünleşmiş bir dünya emperyalizmi (ekonomisi) hayali yaydı. Kautsky, Avrupa Sosyal Forumu kaynaklı reformistler ve bazı “Post Marksist”ler, özellikle de Leninist emperyalizm analizini duyunca cin çarpmışa dönenler tarafından Lenin'e alternatif olarak sunuluyor.
-Özellikle 1970'li yıllardan itibaren Batının emperyalist ülkelerinde -üniversitelerde, emperyalizmin “fikir üretme fabrikaları”nda- ortaya atıla emperyalizm, küreselleşme üzerine düşünceler küçük burjuva unsurlar tarafından kabul gördü.
-Bu düşüncelerin yaygınlaşmasında uluslararası alanda bazı troçkist akımların da belli bir rolü oldu. Özellikle sistem krizi; “emperyalist küreselleşme krizi” ve dolayısıyla kapitalizmin sonuna geldiği, artık kurtuluş yolunun kalmadığı; yani sermayenin, genişletilmiş yeniden üretimini sağlama olanaklarının sonuna gelindiği, sistemin tıkandığı anlayışını sürekli işleyenler onladır.
-Başka bir çevre de “üçüncü sanayi devrimi” emeği değersizleştirmiştir; kapitalizm çökecektir diye 10-15 seneden bu yana kıyamet gününü ilan edip duruyor.

Sonuç itibariyle:
Marksizm, spekülasyon, borsa, banka, kredi krizlerinden ve bunların ötesinde de kapitalist sisteme özgü olan fazla üretim krizlerinden bahsediyorsa, bunun bir nedeni olmalıdır. Kapitalizmin her dönemsel krizi sürecinde spekülasyon, para-banka-kredi krizleri olmuştur, ama ne hikmetse bütün bu krizlere rağmen Marksizm, kapitalizmin dönemsel krizini fazla üretim krizi diye açıklamış; bu krizler arasında birbirine karıştırılmaması gereken farkların olduğunu sürekli vurgulamıştır. Bu gerçeklikte değişen bir şey olmamıştır. Ve Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi kısa zamanda banka ve kredi krizine dönüşmüştür ve bu kriz de sanayi üretimini etkilemiş; fazla üretim krizini tetiklemiştir. Dolayısıyla ne Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizi ne de sonrasında gelen banka ve kredi krizi 2008'in ikinci çeyreğinde patlak veren fazla üretim kriziyle eş anlamlıdır. Bunlar farklı krizlerdir.
Hangi yansıma biçiminde olursa olsun, küçük burjuvazinin savunduğu sürekli kriz “deli saçması”dır. En azından Marks, sürekli kriz diye bir şeyin olmadığını vurgulamıştır. Onun salt kapitalizm analizi, ekonomik kriz analizi bunu gösterir.

Marksist-Leninist politik ekonomi, yıkmak için müdahale edilmediği müddetçe kapitalizmin çözemeyeceği hiçbir krizinin olmadığını öğretir; kapitalizm kendi krizinden; iç çelişkilerinden dolayı kendi kendine yıkılmaz. Er veya geç her krizini sonlandırmak için, ne pahasına olursa olsun bir çözüm yolu bulur. 

Son bir nokta: Aslında “emperyalist küreselleşmenin krizi” anlayışını, kapitalizmin genel krizinin dördüncü aşamasındaki sorunlarını; çelişkilerini açıklamak için kullanılan bir kavram olarak yorumlamak da mümkün. Ne var ki bunu yapabilmek için bu anlayışı savunanların günümüz kapitalizmini Leninist emperyalizm analizine göre yorumlamaları gerekir.

Kapitalist üretim biçiminin, diyelim ki her krizi olmasa da en azından büyük krizleri, geçmişin teorilerini ve teoremlerini tarihin denek taşına kor ve sorgular. Şimdiki kriz de bunu yapıyor. Kimseye de sormuyor!
Sormadan sorguluyor!



[1]           -Stalin; XVII. Parti Kongresine sunulan rapor, C. 13, Syf., 256.
             - Stalin; XVIII. Parti Kongresine sunulan rapor, C. 14, Syf., 183.