deneme

21 Ocak 2012 Cumartesi

EKONOMİK KRİZİN İDEOLOJİK SİSİNDE YOLUNU ŞAŞIRANLAR (III)


(POSTMODERN “MARKSİST” FELSEFE VE GELECEĞİN TOPLUM BİÇİMİ)

III-POSTMODERN “MARKSİST” FELSEFE VE GELECEĞİN TOPLUM BİÇİMİ

Son olarak, yüksek teknolojiye dayanan neoliberal küreselleşmiş kapitalizmin yeni eleştirmenlerinin veya postmodernizmin ürünü olan ideoloji tasfiyecilerinin konumuza ilişkin toplum dizaynlama anlayışlarını özetlemeye çalışalım.

Anadolu coğrafyasında Marksizme sarılarak Marksizmi reddetmeye çalışanlar, revizyona tabi tutanlar sürekli olmuştur. Bunlar saymakla bitmez. Ama Marksizme Nelte'ci, Kurz'çu (bu her iki vatandaş birer semboldür) tarzda cafcaflı avangardist havalarda saldıran pek çıkmamıştı, en azından ben tanımıyorum. Birincileri klasik dönekler ve revizyonistlerdir; ilkeleri ilkesizliktir, teoride, ideolojide, örgütlenmede tasfiyecilikleri klasiktir. Ataları komünist hareket içinden çıkmıştır; örneğin Bernstein, Kautsky, Troçki gibi. Ama ikincilerinin öyle klasik bir geleneği yok. Onlar moderndir, ataları hiçbir zaman Marksizm-Leninizm yanlısı olmamıştır; Marks'a, Lenin'e hep “eleştirel” bakmışlar, Stalin'i “öcü” olarak görmüşlerdir. Partiyi, sınıfı reddetmişler, devrimi, öznesi sınıftan ve müttefiklerinden oluşmayan kendiliğindenci bir gelişme olarak görmüşlerdir. Bu unsurların Marksizmden bahsederek Marksizmi reddetmeleri bir başkadır. Klasik inkârcılar ve tasfiyeciler, devrimi ve işçi sınıfını hiçbir zaman reddetmemişlerdir, ama ikincileri işçi sınıfının yok olduğunu veya yok olma sürecinde olduğunu savunma derdine düşmüşlerdir. Bunların tarihi yenidir; en fazlasıyla 1970'lerden bu yanadır. Bunlar neoliberalizmin saldırıları karşısında dünyanın değiştiğini sanan, 1990'lı yıllardan sonraki büyük “değişime” ayak uyduran, çözemediği, teslim olduğu sorunları Marksizmin yetmezliği olarak gören, bu nedenle aşılması gerektiğine inanan postmodernistlerdir. Sanılmasın ki, burjuvaziye mal edilen postmodernizmden bahsediyorum. Bu unsurlar devrimci ve komünist hareket içinde de varlar. Bunlar, hangi düşüncelerden ilham aldıklarını söyleme cüretinde olmayacak derecede zavallıdır. Bir Weber ne düşündüğünü açıkça söyledi. Negri ne düşündüğünü açıkça söylüyor, bir Kurz ve Nelte ne düşündüklerini açıkça söylüyorlar. Ama onların düşüncelerinden etkilenerek “yeni” teoriler üretenlerde bu cüret yok. Öyle ki bunlar, kapitalizmi, artı değer üretme kanallarını tıkayarak kendiliğinden çökmeye mahkum ederken; kapitalizm koşullarında “emeği” değersizleştirirken -yani özgürleştirirken- Marksizme de elveda dediklerini açıklayacak cürete sahip değiller. Marksizmi, işçi hareketini, komünist hareketi böyle “tarih” yapıyorlar. Bu unsurlara göre günümüzde “emeğin” değerinden bahsetmek, artı değer üretiminden bahsetmek; yani işçi sınıfından bahsetmek dinozorluktur, tarihin gerisinde kalmaktır. Onlara göre günümüzde kapitalizm, kendi kendine çökecek iç çelişki olgunluğuna ulaşmıştır; artık üretim tarzı kriziyle karşı karşıyayız, artık işçi sınıfının, köylülüğün, gençliğin -ben de ekleyeyim kadınların, çocukların, yaşlıların- var oluş krizi gündemdedir, artık dünya krizi olgunlaşmıştır: “Emek” değersizleşiyor, yani özgürleşiyor, kapitalizm kendi kendine yıkılıyor!


Bu unsurlar, Marks'ın değer kavramı üzerinde oynuyorlar, ama hangi tarafa yönelirlerse yönelsinler sonuç alamıyorlar: Fazla seçenekleri de yok; en fazlasıyla ya ileriye gidersin ya da geriye gidersin. Tarihin tekerleği yan tarafa gitmekle dönmüyor! “Emeği” değersizleştirmekle ileriye ve geriye gitmeyi kabul etmiş oluyorsun. Geriye, kapitalizmin ilk aşamalarına (manifaktür, elbirliği, hızını alamıyorsan feodalizme doğru da gidebilirsin) gitsen “emeğin“ varlığını, üretimin, artı değerin işgücü harcamasına, sömürüsüne dayandığını kabul edeceksin. İleriye gitsen -aslında bunu Nelte, Kurz ve Negri'ye sormak gerekir- mübadele ekonomisini kabul edeceksin; yani yeniden meta ekonomisini kabul edeceksin.

Ama unutmamak gerekir ki, hangi ideolojinin adına konuşurlarsa konuşsunlar postmodern dünyanın postmodern teorisyenleri -küçümsemeyelim, ideologları- birer kâhindir, evet birer peygamberdir. Bir çırpıda bir toplum formasyonunun -somuta da kapitalist üretim biçiminin sonunu getirirler. Nedenini sormayacaksınız. “Üçüncü sanayi devrimi”nin üstadı R. Kurz, internetin kapitalizmin sonunu getireceğini duyurdu. İnternetin kapitalizmin sonunu getirmesiyle “emeğin” değersizleşmesi; özgürleşmesi arasında ve bu anlamda kapitalizmin üçüncü aşamasına -çöküş aşaması- geçmiş olması arasında hiçbir fark yoktur. Birisi “mahşer günü”nü internete bağlıyor, diğeri de “emeğin” değersizleşmesine, sermayenin “emeği” boşamasına bağlıyor. “Emeği” değersileştiren ise teknolojidir, otomasyondur, bilgisayardır.
Aralarında bir fark var mı?

Kurz'un, Nelte'nin, Negri'nin veya “en Marksistler”in faytonuna binerek onların “harikalar diyarı”nda biraz gezinti yaparsanız Marksizmin, tasfiye edilmek için nasıl “postmarksist” kıvama getirildiğini görürsünüz. Dünyalarına çok da dalmaya gerek yok; anlaşılır olmak için her dünyalının anlayacağı bir biçimde yazıyorlar: Örneğin rekabeti ortadan kaldırıyorlar, artı değer üretmenin olanaklarının kalmadığından bahsediyorlar, özellikle Kurz cephesi her şeyi artık teknoloji üretiyor diyerek “emeği“ değersizleştiriyor; “emeği” değersileştirmenin işçi sınıfını ortadan kaldırmak anlamına geldiğini onlar da biliyor vs.

Bu unsurlar için önemli olan, Marksizmi, “postmarksist” bir tarzda ortadan kaldırmaktır; tasfiye etmektir. Yani Marksizmi, “postmarksist” tarzda değerlendirebilmek, günümüzde Marksizm budur diyebilmek için yapılması gereken, onun içini boşaltmaktır, devrimci ruhundan ayırmaktır. Yaptıkları budur. Nasıl mı?

Bir örnek:
Emeğin” inkârı veya yadsınması...
İşçi sınıfının “yargısız infazı”...
“Emek” kavramı da başlı başına bir sorun. Sorun kavramın kendisinden kaynaklanmıyor, onu yanlış kullananlardan kaynaklanıyor. Emekle işgücü birbirine karıştırılıyor ve sonucunda da ortaya emek=işgücü çıkıyor. Yani değeri olmayanla değeri olan eş anlamlı kullanılıyor. İş gücü metadır, değer yaratır, alınır ve satılır. Emek meta değildir, metaların değerini yaratır, ama bir değere sahip değildir. Günlük yaşamda “emeğin değeri” diye tanımlanan şey, aslında işgücünün değeridir. Demek oluyor ki, emeğin değeri kalmadı, değersizleşti diyenler, sermaye ile emek arasındaki diyalektik bağı kopartanlar veya sermaye emeğin kendine tabi olma koşullarını bizzat ortadan kaldırıyor diyenler, aslında sermaye ile işgücü arasındaki diyalektik bağı kopartıyorlar, işgücünün değerinin kalmadığını savunuyorlar veya sermaye ile işgücü arasındaki zoraki birliğin yok olduğunu söylüyorlar. Bu durumda emeğin özgürleşmesi, işgücünün özgürleşmesi oluyor. Böylece kapitalizmin elementar var oluş koşulunu ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Hal böyle olunca rahatlıkla kapitalizmin kendiliğinden çöküyor olduğunu savunabilirsiniz. Bu aynen, çok katlı bir binayı ayakta tutan ana kolonları kestikten sonra, bina kendi kendine çöküyor tespiti yapmaya benzer. Müthiş, “çığır açıcı” bir tespit! Bina kendi kendine çöküyor!
Sermaye, işgücünü azlettiği veya kendine tabi olma koşullarını bizzat ortadan kaldırdığı için kapitalizm çöküyor!
Binanın, ana kolonları yıkıldığı için bina çöküyor!

Kurz'undan “en Marksist”ine varana kadar kapitalizmi kendi kendine yok eden o geniş yelpazede yer alanlar bu “çığır açıcı” tespitleriyle kapitalist sistemi yıkıyorlar...
Tabii her biri kendine göre tutturduğu yoldan giderek bu işi yapıyor...

Burada Marks'ın konuya ilişkin bir anlayışına yer verelim:
Üretim ve geçim araçları kendiliklerinden nasıl sermaye değilse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi, ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin, yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir; bir yanda, başkalarına ait işgücünü satın alarak, ellerindeki değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri: Öte yanda, kendi işgücünü ve dolayısıyla çalışmasını satan özgür işçiler. İki anlamda özgür işçiler: Çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. gibi üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler; demek ki, bunlar, kendi üretim araçları bulunmayan, böyle bir engel ve yükten kurtulmuş kimseler olmalıdırlar. Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem, işçilerin, işgücünü gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim, ayakları üzerinde doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, bunu gitgide artan boyutta yeniden üretir de. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç, işçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli işçilere dönüştürür” (K. Marks, Kapital, C. III, s. 742).

Marks, “Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur” diyor ama anlaşılan o ki yanılmış! Artık bu mümkün değildir diyenlerin türediği bir dünyada yaşıyoruz. Kendiliğinden çöküş teorisi şaşkınları bütün “ciddiyetleriyle” Marks'ın yukarıdaki anlayışının; kapitalizmin hangi koşullarda var olacağı anlayışının artık geçersiz olduğunu savunmuyorlar mı?
Marks, hangi koşullarda kapitalizmin var olduğunu açıklıyor ve sermayeyi sermaye yapan elementar faktörlerden bahsediyor. Ve birileri çıkıyor, artık durum Marks'ın anlatığı gibi değil, sermaye ile işçi arasındaki bağ kopuyor; sermaye, işçiyi kendine tabi kılan olguları bizzat yok ediyor diyebiliyor. Bunu söyleyince “emek” de, işgücü de ve sonuç itibariyle işçi de özgürleşiyor.
Aynen ana kolonları kesilmiş binanın yıkılması gibi, işçisiz kalan sermaye de sermaye olmaktan çıkıyor, dolayısıyla kapitalizm de kendi kendine çökmüş oluyor...

Bunun adı işçi sınıfının “yargısız infaz”dır. İşgücünün değersizleştiğini, sermaye ile bağının kalmadığını veya kalmama sürecinde olduğunu; sınıf olma özelliklerinin ortadan kalktığını, artık toplumda sadece birer birey olarak yaşıyor olduklarını bir de işçilere anlatsanız nasıl olur? Özgürleştiklerini, hür vatandaşlar olduklarını, artık sermayeye tabi olmadıklarını, isterlerse çalışmayabileceklerini, yani çalışmama ve aç kalma hakkını kullanabileceklerini bir de onlara anlatsanız nasıl olur? Hak talebi için, siyasal talepler için, sosyalizm için örgütlenmelerine gerek kalmadığını, toplumsal ilerlemenin tarihin gerilerine doğru gidiş olduğunu bir de onlara anlatsanız nasıl olur? Çocuklarına şeker almama, ısınmama, giyinmeme, kira ödememe hakkını özgürce kullanabileceklerini bir de onlara anlatsanız nasıl olur? Belki de işin farkında değiller, “insanlık hali” bilmiyor olabilirler. Mademki onların geleceği üzerine karar verme cüretini kendinizde buluyorsunuz, durumu onlara da anlatma cüretini göstermelisiniz. Kabul etmek gerekir ki, bu konuda en cüretkâr olanlar Kurz, Nelte ve Negri'dir. Bu unsurlar bir çırpıda kapitalist sistemi, dolayısıyla işçi sınıfını yok sayabiliyorlar. Bunu nasıl yaptıklarına yazı boyunca sürekli değindik. Ama “en Marksistler”de bu cüret yok. Henüz açıktan açığa bunu söyleyemiyorlar. Şimdilik kapitalistle (sermaye) işçinin (“emeğin”) bağını koparmakla meşguller. Bu bağ kopartıldıktan sonra, Marks'ın yukarıdaki anlayışında da gördüğümüz gibi, kapitalizm ortadan kalkar; işçi sınıfı, (aynı zamanda kapitalist sınıf da) sınıf olma özelliğini kaybeder...
Toplumu sınıfsızlaştırmanın veya “çokluk”laştırmanın teorisini böyle yapıyorlar...

Devam edelim.
Kapitalizm koşullarında artı değer üretiminin olanaksız olduğu; “emeğin” değersileştiği savunularak Marksizm, “İşçi Hareketi Marksizmi” veya “Emek Marksizmi” ve gerçek Marksizm; yani “postmarksizm” olarak ikiye ayrılmış oluyor.
Kurz efendi şöyle yazıyor: “Emek Marksizminin en son Mohikanları açısından emeğin radikal yadsınması, Marksist teorinin en son yeni yorumlanmasının en tahammül edilmezini ifade edebilir”
(s. 137).

Peki, kapitalizm koşullarında “emek” -işgücü- nasıl yadsınır? Kapitalizmi yok saymakla, işçi sınıfını yok saymakla! Veya “emeği” -işgücünü, işçiyi- özgürleştirmekle, yani sermayeye tabi olma koşullarını ortadan kaldırmakla. Peki kapitalizm koşullarında “emeğin” sermayeye tabi olma koşullarını ortadan kaldırmak ne anlama gelir? Kapitalizm koşullarında “emeği” yadsımak, kapitalizmi yıkılmış sistem olarak görmek, işçi sınıfını yok saymak anlamına gelir...

Yazı boyunca yeri geldikçe değindiğimiz “emeğin” özgürleştirilmesi veya da yadsınması sorunu üzerinde biraz duralım:
Kapitalizmde sermaye ve “emek” bir bütündür. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Sistem, sermaye ve “emeğin” bu zoraki (“emek“ açısından zoraki“) birliği üzerine kurulmuştur. Kapitalizmde “emek” sürekli sermayeye tabidir. Sistemin diyalektiği budur. “Emeğin” sermayeye bağlı veya tabi olmadığı bir sistem kapitalizm olamaz. Burada “emek” açısından bir özgürlük yoktur; sermaye aşısından bir özgürlük vardır. Ama sermayenin bu özgürlüğü, “emeği” kendine bağımlı kılma koşullarını ortadan kaldırma özgürlüğü değildir, tersine bu bağımlılığı ne pahasına olursa olsun devam ettirme özgürlüğüdür. Sermayenin bu özgürlüğü, “emeği” kendine bağımlı kılma koşullarını ortadan kaldırma özgürlüğü olarak yorumlanırsa, kaçınılmaz olarak, sermaye kendi kendini ortadan kaldırıyor sonucuna varılır; sadece bu sonuca varılır, başka bir sonuca varılmaz. Diyelim ki, sermaye, “emeği” kendine bağımlı kılma koşullarını ortadan kaldırdı. Bu durumda kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırılmış olur; sömürü ortadan kaldırılmış olur; çalışmak bir külfet, zorlama olmaktan çıkmış olur. Yani “emek” özgürleşmiş olur. “Emeğin” özgürleşmesi, sermayenin yok olması demektir. Yani sermaye, “emeği“, uğruna intihar edecek derecede mi seviyor ki, onu özgürleştiriyor?! Kapitalizmde “emeğin“ yadsınması, özgürleşmiş emektir, bu da ancak ve ancak komünizmde mümkün olur. Bu anlamda da kapitalizmin yadsınması komünizmdir. Peki bu yadsıma, inkâr nasıl gerçekleşir? Sermayenin, kendi varoluş koşullarında (kapitalizm koşullarında) “emeği” azletmesi ile mi olur? Bu, öznel amaç ne olursa olsun, nesnel olarak sermayenin devrimciliğidir; sınıfsal intihar eylemidir, evet kendini yadsımasıdır. Evet, sermayenin, “emeği” kendine bağlı kılan koşulları -sermayeyi sermaye yapan koşulları- bizzat ortadan kaldırması, işçi sınıfının sermayeyi ortadan kaldırma devrimi kadar bir devrimdir. Yani şimdi yaşamakta olduğumuz koşullar sermayeyi işçi sınıfından daha da devrimci yapan koşullar mı oluyor? “En Marksistler”e göre böyle olması gerekir. Nesnel olarak böyle olması gerekiyor. O halde sermaye, karşı devrimci değil, devrimcidir. Gerçekten de devrimcidir, hatta komünisttir; sosyalist devrim değil, doğrudan komünist devrim yapıyor; “emeği” özgürleştiriyor! İşçi sınıfı sermaye düzenini yıkarak önce sosyalizmi kuracak, sonra da komünizme geçecek. Bu kadar uzun dolambaçlı yola ne gerek var. Sermaye şu anda; yaşamakta olduğumuz koşullarda bunu yapacak duruma gelmiş! Hem de komünistlerden daha profesyonel, toplumu altüst edecek derecede güçlü bir örgütlenmeye sahip. Kapitalizm koşullarında “emek” ile sermaye arasındaki diyalektik bağı kopartıp, “emeği” özgürleştirirseniz, bu “derin” felsefi anlayışın sonuçlarına da katlanmak, sermayeyi komünist devrimi gerçekleştiren özne yapmak zorunda kalırsınız.
Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır”(Hegel/Engels). Peki zorunluluğu kavramak nedir? “Emek” bağlamında çalışmanın bir zorlama değil, bir gereksinim olarak görülmesidir. Özgürlük ise “emeğin” gereksinim olduğu yerde geçerlidir. “Emeğin” özgürleşmesi budur. Bu da ancak ve ancak komünist toplumda söz konusu olabilir...

Bu konuda Engels şöyle diyor:
Üretim araçlarına, toplum tarafından el konulması ile, meta üretimi ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama mücadelesi son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum yaşamlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye değin, karşılarında doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum durumunda yaşama, şimdi onların gerçek ve özgür eylemleri durumuna gelir. Şimdiye değin tarihi egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan başlayarak kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan başlayarak onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışıdır bu” (Engels, Anti-Dühring).
Engels burada sömürü dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayıştan; “emeğin” nasıl, hangi koşullarda özgürleşeceğinden bahsediyor...

Kapitalizm koşullarında “emeği” özgürleştirenlerle Engels'in anlayışı arasındaki fark açık değil mi? Engels, sınıf mücadelesinden; üretim araçlarına toplum tarafından el konulmasından (yoksa üretim araçlarına toplum tarafından el konulması sınıf mücadelesinin sonucu değil mi?), yeni toplumun örgütlenmesinden bahsediyor. Yani “emeğin” özgürleşmesinin kapitalizmi yıkarak komünist toplumda gerçeklik olacağından bahsediyor. Kapitalizme alternatif olarak komünizmi gösteriyor. Ya diğerleri, “en Marksistler”i de dahil diğerleri neden bahsediyorlar? Sınıf mücadelesinden, üretim araçlarına toplumun el koymasından bahsetmiyorlar; kapitalizmin alternatifinin sosyalizm (komünizm) olmayacağından; “emeğin” bu sistemde -kapitalizmde- özgürleştiğinden (değersizleştiğinden), bundan dolayı toplumun ileriye doğru değil de geriye doğru yuvarlandığından; geriye sıçradığından, bu anlamda da kapitalizmin tek alternatifinin barbarlık olduğundan bahsediyorlar.

Mahşer günü” mesajları...
Marksizmin postmarksizme dönüştürülmesi...
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken kapitalizmde ortaya çıkan yeni görüngü biçimlerini emperyalizm olarak kavramanın devrim konseptiyle sıkı bir bağı vardı. Rusya'da oluşan ve o günkü dünya komünist hareketini giderek etkilemeye başlayan Bolşevik hareket, bunu kavradı ve geliştirdi. Ama “Marksist Ortodoksluk”un o günkü baş temsilcileri olan K. Kautksy ve R. Hilferding bu gelişmeyi; kapitalizmde yeni olanla, emperyalizmle devrim arasındaki bağı kavramadılar. Kautsky ve Hilferding, bir “dünya süper devletinin, bir “ultra-emperyalizm”in, bir “dünya tekeli“nin oluşumuna doğru bir gelişme olacağını; bunun “doğal” bir eğilim olduğunu sanıyorlar ve bu eğilimin gerçekleşmesini; yani “ultra-emperyalizm” ve “dünya tekeli”ni sosyalist dünya toplumunun basamağı olarak kavrıyorlardı...

20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçilirken Kautsky, emperyalist küreselleşme düzeniyle; dünya tekeli anlayışıyla, bütünleşmiş dünya ekonomisi-pazarı anlayışıyla -isterseniz buna Negri'nin “İmparatorluk” anlayışını da ekleyebilirsiniz- göklere çıkartılmaktadır. Kautsky mi Lenin mi “sorgulaması” boşuna, anlamsız değildir; 20. yüzyılın başında kapitalizmdeki yeni olanı kavrayamayanlar, Lenin'i, emperyalizmi kavrayamayanlar aynı yüzyılın sonunda da kapitalizmde yeni olanı kavrayamadılar; daha doğrusu bir yüzyıllık emperyalizmi kavrayamadılar. O gün devrim ve emperyalizm arasında ilişki kuramayalar bugün de devrim ve emperyalizm arasında ilişki kuramıyorlar ve kapitalizmde yeni olanı, “dünya tekeli”, ulus-devletin yok oluşu, ulusal pazarların yerini uluslararasılaşmış sermaye güdümünde birleşmiş dünya pazarı ile açıklamaya çalışıyorlar ve ötesinde kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini de savunuyorlar. Bu paradoksluğu, birbirine zıt bu iki anlayışı bir arada savunmak, 21. yüzyılın eşiğinde emperyalizmi kavramayanların bir başarısıdır.

Kurz efendi, “bütün üretici güçleri yıkıcı güçlere dönüştürmüş olan hakim üretim biçimine son verilmelidir” diyor. Sadece Kurz değil, Nelte ve onların yolunda gidenler de öyle diyorlar... Ne kadar tanıdık bir düşünce! “En Marksistler” de dahil bu unsurlar, kişiselleştirilmiş bizatihi çelişkidir; spontan düşünce tarzını güçlendirirler, sizi değiştirmek, dönüştürmek, evet uzun soluklu mücadele için yoğurmak yerine duymak istediğinizi söylerler. “Bütün üretici güçleri yıkıcı güçlere dönüştürmüş olan hakim üretim biçimine son verilmelidir”. İyi de sanıl son verilecek? “Emek“ değersileştirildi veya sermaye “emeği” boşadı, işçi sınıfı ortadan kaldırıldı. Artık her şeyi makineler üretiyor; bu durumda üretici de kalmadı, sadece bireyler kaldı. Yoksa bunlar Marks'ın “üreticilerin birliği” kavramını “bireylerin birliği” kavramına dönüştürmüş olmasınlar? Açık ki bunlar, “emeğin” değersizleştirilmesinden veya “ortadan kaldırılmasından” ücretli işi değil, genel olarak işi/çalışmayı anlıyorlar. Öyleyse “nihai son”dan anladıkları Marks'ın kapitalizmin yıkılmasından anladığı olamaz. Ne de olsa üreticiyle birey arasında bir fark vardır: Üreticiler birer bireydir, ama her birey mutlaka bir üretici değildir. Bir kataküllü ile Marksizmin içi postmodern tarzda boşaltılıyor, devrimci ruhu öldürülüyor; sermayenin bile kabul edeceği hale getiriliyor: İşçi sınıfı yok, devrim yok, sosyalizm yok!

Dünya sermayesi, küreselleşme ve kapitalizmin iç sınırı üzerine Nelte, Kurz, “en Marksistler” ve onların etkisinde olanlar...
Kurz, “Dünya Düzeni Savaşı” kitabında “sanayi devrimleri”ni inceler. Bu çalışmasında küreselleşme döneminde “dünya sermayesi”ni safi kavramsal biçimde ele alır. Kurz için önemli olan, bütünün kavranmasıdır. Ama bunu yaparken ayrıntılara, hele hele küreselleşmenin ampirik analizine hiç önem vermez. Böylesi önemsiz işleri “akademik uzman beyinsizler”e ve hemen her yerde rastlanan “fonksiyon beyinsizleri”ne bırakır. Ne de olsa çağımızın kıymeti bilinmeyen filozofudur, öyle Marks ve Lenin gibi ayrıntıyla, ampirik analizlerle vakit öldürecek birisi değildir. (Gerçekten de Kapital, Marks'ı, örneğin Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi, Lenin'i Kurz'a göre “akademik uzman beyinsizler“ durumuna düşürmüş oluyor!). Kurz bu çalışmasında şu veya bu ülkede kapitalizmin gelişmesinden genelleştirebileceği sonuçlar çıkartmıyor, “genel olarak sermaye” kavramının gelişimini, “modern toplumun ekonomik hareket yasalarını” ele alıyor. Yani ayakları yere değmeyen; somutlaştırılmayan bir soyutlama ile teorik analiz yapıyor. Marks da soyutlama ile sonuçlara varmıştır. (Örneğin Marks'ın değer teorisi, soyutlama yöntemine dayanır. Marks, bu türden analizinde mantıksal olarak, yani kapitalizmin gerçek yaşamdaki gelişmesinden bağımsız olarak, kapitalist toplum düzeninin bir “iç”, yani “tarihsel bir sınırı”nın olacağını göstermektedir. Bu “tarihsel sınırı” ilk defa bütün yönleriyle analiz eden de Marks'tır)...

Peki, Marks neyi gösteriyor ve Kurz ve “en Marksistler” bunu nasıl anlıyorlar?
Her dünyalının anlayabileceği açıklıkta Marks şunu diyor: Safi matematik olarak bakıldığında sermayenin organik bileşimi, artı değer oranı ve değişmeyen ve değişen sermaye birikim oranı karşılıklı etkileşim içinde olduklarında yatırılan sermayenin artık kâr vermeyeceği bir noktaya varılmış olabilir. Bu nokta sermayenin artık değerlendirilemediği, değerin anlamsızlaştığı noktadır. Marks, bu çöküş eğiliminin sorunsuz ve hele hele kendiliğinden olamayacağını da açıklar. Marks'ın vardığı bu sonuca genel anlamda sermaye analizi ile hiç bir zaman varılamaz. Peki bundan yüksek teknolojiye dayanan neoliberal küreselleşmiş kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni eleştirmenler; Nelte'ler, Kurz'lar, “en Marksistler” ne anlıyorlar?
Genel anlamda -soyut- sermaye analizi ile somut kendiliğinden çöküşe varılabileceğini anlıyorlar.
Kurz ve “en Marksistler” açısından dünya çapında yaşanmakta olan kriz, öyle sıradan bir kriz değildir, “modern meta üreten sistemin veya kapitalizmin iç sınırlarını” gösteren bir krizdir, yani emperyalist küreselleşme düzeninde yaşandığına göre emperyalist küreselleşmenin bir krizidir. Dünyanın şu veya bu ülkesinde patlak vermiş olması önemli değildir; nerede patlak verirse versin “kapitalizmin iç sınırlarını” göstermektedir. Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler de ise kendiliğinden çöküş süreçleri zaten başlamış durumdadır.

Peki, Kurz neye dayanarak bu kadar kesin yazabiliyor? Somut durumun somut analizine dayanmıyor. Kapitalizmin tarihsel gelişmesini de araştırmış değil. Peki neye dayanıyor? Kesinlikle biraz tarih, biraz felsefe emdirilmiş umuda. Burada umut, beklenti, iradi olmanın doğrudan bir ifadesidir; analize falan gerek yok, tarihsel gelişme sistemin sonuna gelindiğini göstermektedir. Anlayış bu.

Krizlere, ötesinde kapitalizmin görünüşü ve ortaya çıkışı arasındaki farklara takılmak, yüzeyselliğe takılıp kalmak demektir. Yani kriz krizdir, kapitalizm kapitalizmdir! Mali krizlerle fazla üretim krizleri arasında fark yoktur veya teferruattır; kriz krizdir. ABD'deki kapitalizmle Çin'deki kapitalizm arasında fark teferruattır; kapitalizm kapitalizmdir. Görünüm ve öz; biçim ve içerik pek önemli değildir. Belki de bu nedenden dolayı dünya hakimiyetini kaybetme; bu anlamda çöküş sürecine girmiş olan Amerikan emperyalizmine bakarak kapitalizmin kendiliğinden çöktüğü savunulabiliyor. Peki kapitalizm, örneğin Çin'de de, Türkiye'de de çöküyor mu? Kapitalist dünya sisteminde değişen güç dengeleri bu baylara göre kapitalist sistemin çökmesi anlamına geliyor...

Kurz ve Nelte, toplumsal gelişmelere yaklaşımı, “meta üreten sistem“in aşılması; kapitalizmin çökmesi perspektifi ötesinde olanlara karşı oldukça merhametsiz davranırlar: Şu olamaz; kapitalizm bu fazla üretim krizini de aşar, kendiliğinden çökmez perspektifiyle soruna yaklaşmak özellikle Kurz ve de “en Marksist” açısından affedilecek bir yaklaşım değildir. Toplumsal ve ekonomik gelişmelere yaklaşım, mevcut sistemin aşılması, kapitalizmin çökmesi perspektifi dışında olamaz. Kurz, herkesin ulaşamayacağı bir yerde durur, oradan bakarak her şeyi kontrol altında tutar; oradan bakarak her dünyalının sistem çökecek perspektifi dışında yaptığı analizleri yanlış, yüzeysel, anlamsız bulur. Kurz'a göre sürekli olarak kapitalizmin çökeceğinden bahsetmeyenler kapitalizmin savunucularıdır.

Kurz, “radikal düşünce”ye sahip olduğu iddiasındadır; bu konuda da avangarttır. Ama onun düşüncede radikalliği, bütünselliği gördüğü yerde farkı görememesinden ve farkı gördüğü yerde de bütünselliği görememesinden ibarettir; bazı durumlarda ormanı görür, ama ağaçları göremez. Bazı durumlar da ise ağaçları görür, ama ormanı göremez; her şey barbarca ve gridir. Renkler, ancak mevcut sistem aşıldıktan sonra açığa çıkacaktır. Yani güç dengesinin değişim sürecinde olan ülkelerde farklılaşan kapitalist gelişmeyi göremez, ABD'ye bakarak (farklılık) kapitalizm (bütün) çöküyor der...

Sanayi devrimi ve R. Kurz fantezileri...
“Kapitalizmin Kara Kitabı“nda R. Kurz, üç büyük sanayi devriminden bahseder: Birinci sanayi devriminde insan gücünün yerini makine gücü almıştır. İkincisinde işgücü rasyonelleştirilmiştir. Üçüncüsünde ise yüksek teknoloji; otomasyon nedeniyle işgücü gereksiz hale gelmiştir: Elektronik ve enformasyon teknolojisi ile bağlam içinde -veya bu teknolojiye dayanan- otomasyon “kitlesel işsizliğin nitel yeni bir aşamasına ve böylece de sistem krizine neden olur”(Kurz). Yani kapitalizmin “var oluş krizi”ne neden olur. Kapitalizmde otomasyon, “emeğin” sermayeye tabi olma koşullarını ortadan kaldırır; bunu bizzat sermaye yapar. Dolayısıyla kapitalizmde otomasyon, kaçınılmaz olarak “emeğin” değersizleştirilmesine neden olur. Sermaye, “emeği” boşamıştır. Böylece “emek toplumu”nun sonuna gelinmiş olur. “Emek toplumu”nun sonuna gelmek, “gerçek tarihsel sistem çöküşüdür” (Kurz); çünkü “emeğin” ortadan kalkmasıyla birlikte bizzat sermaye de ortadan kalkar.
Yani üçüncü sanayi devrimi sürecinde “değer değersileştirilmiş”, sermaye, artık ihtiyacı olmadığı için işgücünü -“emeği”- tek yanlı boşamıştır. Böylece “emek” özgürleşmiş, kapitalizmde kendiliğinden çökmüştür! Ne kadar kolay bir çöküş, ne kadar da tanıdık bir düşünce...
Bu düşünce Kurz ile “en Marksist”in ideolojik ortaklığını gösterir; Marksizmin içini postmarkist tarzda boşaltma, tasfiye etme kulvarında ele ele vermiş koşuyorlar.

Gerçekten de “emek toplumu”nun sonuna gelmek,“gerçek tarihsel sistem çöküşüdür”, çünkü burada “emek toplumu”yla kastedilen kapitalist üretim biçimidir. Bu sistem de sermaye-”emek” (işgücü) ilişkisine; işgücünün sermaye tarafından satın alınmasına veya işgücü satımına dayanır. Bu ilişki ortadan kalkınca sistem de çökmüş olur...
Ama kapitalizm “emeğin” var oluş koşuludur veya sermaye de işgücü, “emek” olmaksızın var olamaz demenin, Kurz'a veya “en Marksist”e böyle itiraz etmenin bir anlamı yoktur.

Kurz'un üçüncü sanayi devrimi özeti: “Üçüncü sanayi devrimi” bugün açısından yaklaşık 30 sene içinde 1929 krizinden bu yana en büyük krize neden olmuştur; kitlesel işsizliğin yanı sıra birçok ülkenin çökmesini beraberinde getirmiştir.

Kitabının sonuç bölümünde Kurz şu sonucu çıkartır: Kapitalizm kendini yok etmeye doğru gidiyor; bu, insan toplumunun yok olmasıyla da sonuçlanabilir. Bu tehlikeye karşı koymak için “radikal teorik eleştiri ve isyan bir araya gelmelidir”. Kurz, kapitalist üretim biçiminin aşılması için iki yolu mümkün görmektedir:
Birinci yol (en kısa yol): “Üretim işletmelerinin, idari kurumların ve sosyal tesislerin, toplumsal olanaklara doğrudan el koyan ve bütün yeniden üretimi kontrolü altına alan; yani şimdiye kadarki hakim olan 'vertikal' kurumları iktidardan uzaklaştıran ve yok eden bir kitle hareketiyle işgal edilmesidir”.
İkinci yol: “Geçiş aşaması”; bu aşamada “kapitalist mantığa karşı, pazar ve devletin kovulduğu belli sosyal alanlar açan bir karşı toplum oluşturulur”. Geleceğin kurumsal iskeleti olarak; pazar ekonomisi ve demokrasinin yerini alacak iskelet olarak “şuraları” görür. Yani “toplumsal yeniden üretimin bütün aşamalarında bütün toplum üyelerinin (katıldığı) istişari toplantılar”.
“Asil ruhlu” Kurz'un “asil anarşist”, Lüddist dünyası böyle!

Kapitalizm çöküyor, “emek” değersileşmiş; sermaye “emeği” boşamış; işçi sınıfı, üretici sınıf ortadan kalkmış; salt bireylerden oluşan bir toplum kendi kendine kurulmuş!
Kapitalizmi bu duruma getirdikten sonra devrimden, sosyalizmden, Marksizmden, işçi sınıfından bahsetmek tasfiyecilikten başka bir anlam taşımaz.

Robert Kurz ve yeni özne...
İşçi sınıfını ortadan kaldırdıktan sonra geriye “orta sınıf”lar kalıyor veya “orta sınıf”lardan veya sadece toplumda birey özelliği olanlardan oluşan sosyal hareketler kalıyor. Bu hareketleri Kurz, sınıflar üstü olarak görüyor -doğrudur, sınıfları ortadan kaldırınca bu sonuca varılır- ve “İşçi Hareketi Marksizmi”nden kat be kat üstün olduğuna inanıyor. Kurz “Kapitalizmin Kara Kitabı”nda 18. ve 19. yüzyılın sosyal ayaklanmalarını; makine kırıcılarını araştırmış ve onlarda “özgürlükçü ayaklanmaları” görmüş.
Özet olarak: 1991'de ilan ettiği gibi kapitalizm kendiliğinden çökmediği için Kurz, işçi sınıfından kurtulma derdine düşmüş ve kapitalizmin gerçek düşmanlarını aramaya başlamıştı.
Ve sonunda Kurz özneyi buluyor:
Devrimin yeni öncüleri: “Aile retçileri”, “kısa süreli çalışan işçiler”, “bilinçli olarak sosyal devlet ağlarını” istismar ederek yaşayanlar. Açık ki Kurz, tamamen kendine yabancılaşmış, sınıfsal kökeninden kopmuş, kapitalist üretim dışında veya kenarında yaşayan, yaşamın her türlü anlamından, içeriğinden yoksun ve kendini hiçbir şeyle tanımlayamayan; kimliksizleşmiş insanları arıyor. Bu insanlar, toplumda bir “anti-sınıf“ oluşturuyorlar.

Burada Kurz ile Negri ve aynı zamanda “en Marksistler” arasında sınıf tasfiyeciliğinden kaynaklı bir görüş aynılığı vardır. Negri'nin “çokluk” anlayışı da bir “anti-sınıf” anlayışıdır. Ama biraz daha kapsamlıdır. “Çokluk”un içinde ne var diye sorarsanız saymakla tamamlayamayacağınız bir liste çıkar karşınıza. Hakim konumda olanların, kapitalistlerin dışında herkes var. İşçi var, emekçi var, öğrenci var, kadın var, şöyle ezilen var, böyle ezilen var, büyük sermayenin (kapitalistin) ezdiği küçük sermaye (kapitalist) var, etnik kaynaklı ezilenler var. “Aile retçileri”, “kısa süreli çalışan işçiler”, “bilinçli olarak sosyal devlet ağlarını” kullananlar var. Bunların toplamı “çokluk”tur. “Çokluk” da bu özelliğinden dolayı bir “anti-sınıf”tır. Her kim ki, kapitalizm koşullarında insanların üretim ilişkilerindeki yerini yadsıyorsa, varacağı yer “anti-sınıf”tır. Sermaye ile işgücü (“emek”) arasındaki bağı kopartmak, işgücünü özgürleştirmek, işçi sınıfının üretim ilişkilerindeki yerini (sömürülmesini) yadsımak anlamına gelir. Böylece kapitalizmde toplum (burjuva toplum) sınıfsızlaştırılır, toplumsal tabakalaştırılır; sınıf olarak sadece kapitalist kalır ve onun (sermayenin) karşısında herkes aynı konumda olur. Burjuva toplumu “çokluk”laştırmak, “anti-sınıf”laştırmak böyle olur.

Açık ki burada devrimci bir özneyle değil, anarşizmin eski bir teranesiyle karşı karşıyayız. Toplumsal yaşamdaki durumu en kötü olanların, toplumu değiştirecek en yetenekli güç olarak görülmesi saçmalıktan başka bir anlam taşımaz. Ama Kurz saçmalamıyor, bilinçli olarak belli toplumsal grupları ve tabakaları devrimci özne olarak arıyor ve buluyor. Kurz'un bu devrimci öznesi, kapitalist ilişkilerden dışlanıyor, sadece yaşadıkları toplumdan değil, genel olarak toplumdan tecrit oluyor, sadece kapitalist ücretli işten değil, genel olarak hangi biçimde olursa olsun üretken, belli bir amaca yönelik faaliyetten de tecrit oluyor. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfını işçi sınıfı yapan kapitalist üretim sürecinde olmasıdır. Kurz'un devrimci öznesi tam da bu sürecin dışında olduğu için belli bir sınıfsal sosyal kimliğe sahip olamıyor, sadece bireylerden oluşan bir çokluk oluyor. Bu bireyler hem içinde yaşadıkları koşullara yabancılaşıyorlar ve hem de birbirlerine yabancılaşıyorlar. Bu bireyler ne kolektif bir mücadele yeteneğine ve ne de yeni bir toplumu inşa etme yeteneğine sahiptirler.
Kurz, Marks ve Engels'in lumpen proletarya diye tanımladıkları, umutsuz, üretimden kopuk demoralize insanları devrimci özne yapıyor.

Tarih, Kurz'un devrimci özne yaptığı bu sosyal tabakaların bir kısmının sosyal altüst oluş dönemlerinde en fazlasıyla devrimci sınıflara yedeklendiklerini göstermektedir. Ama Kurz'un devrimci özne yaptığı sınıfsal kökeninden kopmuş unsurlar, lumpen proletarya olacağı korkusuyla demoralize olmuş küçük burjuvazi, daha ziyade faşizmin sosyal tabanını oluşturmuştur. Kurz'un bu “devrimci” öznesini örgütleme bakımından faşizm, anarşizmden daha başarılı olmuştur.

Kapitalizmin ilk aşaması; sanayi işçilerinde köylü-bireysel bilincin hakim olduğu dönem dışında anarşizm hiçbir zaman kitlesel bir sosyal tabana sahip olamamıştır. Kurz ve onun gibi düşünenler, insanlık tarihinde devrimci sınıfların sürekli, içinde yaşadıkları toplumun üretim sisteminin veya üretim ilişkilerinin bir parçası olduğunu unutuyorlar. Burjuva devrimin öznesi olan kalfalar, ustalar, loncalar, feodal sistemin bir parçasıydılar. Feodal beyler, manastır yaşamıyla, antik şehir halkının kırlara kaçışı ve göç eden germen kabileleri ile bağlam içinde oluşmuştu. Antik çağın veya orta çağın, sayıları oldukça çok olan sınıfsal kökeninden kopmuş unsurları; lumpen proletaryaları çürümüş köleci ve feodal düzenin üretken, devrimci alternatifi olamamışlardı. Böyle bir rol oynamayı çağımızdaki sınıfsal kökeninden kopmuş olanlardan beklemek, en fazlasıyla bir hayaldir. Bu hayali sadece Kurz görmüyor. Kapitalizm koşullarında “emeği” değersizleştirerek işçi sınıfını yok eden, toplumu salt bireylerden oluşan bir topluma dönüştüren her şaşkın da görüyor.

Revizyonist blokun dağılmasına burjuvazinin olağanüstü ideolojik saldırısı eşlik etti. Emperyalist burjuvazi, medyasıyla, bilimcileriyle, politikacılarıyla Marksizmin, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin öldüğünü sürekli tekrarlamaktan yorulmadı. Sovyet revizyonizminin çökmesi neredeyse bir nesillik “sol”un yolunu şaşırmasına neden oldu. Marksizm, pratikte yenilmişti! Tam da böyle bir ortamda “sol” aydınlar arasında emsalsiz bir kafa karışıklığı yaygınlaştı. “Eski” teorileri bir kenara atanlar ve yeni özgürlükçü teori ve yeni devrimci özne arayanlar ortaya çıktı. Aradan 20 sene geçti ve ne görüyoruz? Yeni özgürlükçü teori ve yeni devrimci özne arayan “şövalyeler”, teorinin balta girmemiş ormanlarında, çöllerinde, dağlarında ve bozkırlarında yolu şaşırdılar. İşçi hareketinin çöplüğünü karıştırırken bunların bir kısmı anarşizmi ve ütopizmi; bir kısmı da “çokluk”u keşfettiler. Bu keşiflerini yeni teorik bir mucize silah sandılar.

Don Kişot'un yaşlanmış, sıska atı Rossinante'yi küheylan sanması gibi, bu “sol”lar da “en yeni teorik” silahlarıyla insanlığı kurtarmaya soyundular. “En yeni teorileri” de “emeği” değersizleştirmekten, işçi sınıfını yok saymaktan ibarettir.

Peygamberler, zamanın karanlık, insanların yolunu şaşırmış olduğu dönemlerde ortaya çıkarlar. Revizyonist blokun yıkılması yeni peygamberlerin ortaya çıkmasına maddi zemin oluşturdu. 1989'da Berlin Duvarı yıkıldığında dünyası kararanlar, yolunu şaşıranlar, sersemleyenler olmuştu. R. Kurz, tam da böyle bir ortamda, doğru söylenmelidir, başıboş kalmış yolunu şaşırmış “inanan sürüsü”ne doğru söylenmelidir diyerek sınıf mücadelesinin sonlandığını açıkladı ve buna inanmayanları da “tarihi beyinsizler” olarak tanımladı. Kurz'a göre “Eski sollar, bu gerçeği; sınıf mücadelesinin sonunun geldiğini en azından ampirik olarak kabullenmişler ve proletaryaya elveda demişlerdi”. Buna inanmayanları da “Marksizmin beyinsizleri” olarak damgalamıştı. Bu “beyinsizler”in tek günahı, “meta fetişizmi”ne takılıp kalmalarıdır. Kurz'un, Marks'ın değer eleştirisini nasıl eleştirdiğini kavramamalarıdır (R. Kurz, Der Klassenkampf-Fetisch).

'İşçi hareketi, kendini modern meta fetiş sisteminin öznesi ve aynı zamanda da beyinsizi yapmaktadır. Emeğin soyut özü ve toplumsal yeniden üretimin genel değer biçim ile birlikte kapitalist toplumun bütün yapısal kategorilerini olumlamaktadır, sahiplenmektedir ve insanlığın var oluş koşulları yapmaktadır'.

Kurz'un vardığı bu sonuca varabilmek için aynen onun gibi hareket ederek sınıf mücadelesinin sonunun geldiğini açıklamaya gerek yok. Sınıf mücadelesinden, devrimden bahsederek de Kurz'un düşüncesini savunabilirsiniz. Çok basit: Kapitalizmin varoluş koşullarını ortadan kaldırarak; artı değer üretme olanakları kalmadı diyerek; “emeği” değersizleştirerek, “emek” ile sermaye arasındaki diyalektik bağı kopartıp boşanmalarını sağlayarak; daha doğrusu “emeğin“ sermayeye tabi olma koşullarını ortadan kaldırarak. Bunları yaptıktan sonra, -istediğin kadar proletaryadan bahsedebilirsin- ama ortada proletarya kalmamış olacak; istediğin kadar sınıf mücadelesinden, devrimden bahsedebilirsin, ama ortada sınıf mücadelesinin öznesi kalmamış olacak ve insanlığı kapitalizmden daha ileri üretim biçimine (sosyalizme) götürecek tarihsel koşulları ortadan kaldırdığın için ancak barbarlığa davet etmiş olacaksın. Sadece, Kurz bütün bunları yanlış anlaşılmayacak açıklıkta yazıyor; Marksizme sarılarak Marksizmi tasfiye ederek değil; proletaryaya sarılarak proletaryayı tasfiye ederek değil; devrime sarılarak devrimi tasfiye ederek değil.

Her peygamber gibi Kurz da ne olur ne olmaz diyerek kendini birkaç kez güvence altına almayı da unutmamış. Yeni bir devrim, yeni bir sosyalizm gerçekleşebilir, yani işçi sınıfı var olabilir ve tarihsel görevini yerine getirebilir; kapitalizmi devrimci bir biçimde yıkabilir, ama daha önceki bütün sosyalist deneyler gibi bu deney de sermayenin bir modernleşme çabası olacaktır; muzaffer devrim veya yeni sosyalist düzen, “sermayenin öldürücü içsel hareketinin“ bir parçası olacaktır. Kurz her ne kadar sınıf mücadelesinin sonunun geldiğini açıklamışsa da, muzaffer devrimlerin olabileceğini de göz önünde tutuyor, ama son kertede bu devrimlerin kuracağı sosyalizmin de kapitalizm olduğunu; sermayenin bir modernleşme çabası olduğunu söylüyor.

Kurz'a göre kapitalizmin “emek”, değer, iş bölümü gibi “günahları”na bulaşmış olanlar devrimci özne olamazlar. Bu nedenle, devrimci özne olarak üretim dışında kalmış olanları seçmiştir. Kapitalizmin “günahları”na hiç bulaşmamış veya arınmış insan yığını! Kurz, tam da bu insan yığınıyla eski toplum içinde ama değer biçimi dışında bir üretim modeli, yeni bir toplumun çekirdeğini oluşturmaya çalışıyor. Kurz, insanları geri dönmeye, değer biçiminden kopmaya çağırıyor. Sınıfsal kökeninden kopmuş olanlar, üretim kooperatifleri oluşturmalılar ve dolaysız kullanım değeri üretmeliler. Böylece değer biçiminden kopmuş olurlar. Bu konuda Kurz yalnız değil: Her kim ki, kapitalist sistem içinde “emeği” değersizleştiriyorsa, özgürleştiriyorsa, sermaye-”emek” ilişkisini koparıyorsa, sonuçta Kurz'un varmış olduğu noktaya varıyor. Sınıfsal kökeninden kopartılmış, kapitalist üretim dışında kalmış, değer biçimi dışında kalmış bireyler elde ediyor. Aynen Kurz'un elde ettiği gibi.

Kurz, Marksist kriz teorisini, mutlak ölüm krizi teorisine dönüştürüyor; bu bir “mahşer günü” teorisidir, kurtuluş yok. Anlayışına göre, süreç içinde, keskinleşen krizin sonucu olarak giderek daha çok sayıda insan, üretim dışında kalacaktır ve “geçim ekonomisi”ne geçecektir. Kurz'a göre bu ekonomiye geçenler de var. Moskova'da banyoda domuz besleyen emekliler, geri kalmış ülkelerde çöplükte topladıklarıyla araç ve gereç yapan yoksullar geçim ekonomisine geçişin örnekleridir. Ayrıca NGO'lar da değer biçiminden kopuşun seçeneklerinden birisidir...

Düşünebiliyor musunuz? Kapitalizm koşullarında “emek” değersizleşiyor, sermaye “emeği" boşuyor; sermaye-“emek” ilişkisi kopuyor; toplumun önemli kısmı işsiz kalıyor; kapitalist üretim dışındakilerin sayısı artıyor. Ortada sosyalizmi kuracak güç kalmadığına göre, sosyalizmden, sınıf mücadelesinden, partiden bahsetmenin de bir anlamı kalmıyor...

Alternatif sorunu...
Revizyonizmin burjuva düşünce olduğunu; revizyonistlerin burjuvazinin işçi hareketi içinde ajanları olduğunu bir türlü anlamıyoruz. Daha doğrusu bunun nasıl olduğunu anlayamıyoruz ve bu nasıl olur diyoruz. Yukarıda yazı boyunca anlattığım gibi olur. Nelte'yi ve diğerlerini takip edin bunun nasıl olduğunu görürsünüz. Revizyonizm genel olarak Marksizmin ve özel olarak da şu veya bu konudaki anlayışının, teorisinin değişen koşullar öne sürülerek değişime tabi tutulmasıdır. Birisi çıkar kapitalizmin sonu geldi der; diğer biri kapitalizme ömür biçer; başka birisi sistemin iflası anlamına gelen artı değer üretimi elde etmenin olanakları kalmadı der. Bunu yaparken aşırı sermaye birikimini, spekülasyonu vb. öne sürer. Kurz gibi bazıları da “emeğin” değerinin kalmadığından bahseder. Aslında “emeğin” değerinin kalmadığını en “tumturaklı, en acımasız, bu konuda Marksist teoriyi cepheden çarpıtıcı savunanlar, artı değer üretmenin olanaklarının kalmadığını öne süren “en Marksistler”dir. Bu türden düşünceler, mutlaka ve mutlaka Marks'a veya genel olarak ifade edecek olursak Marksizme dayandırılır. Öyle ki Kurz dahi Marks'tan alıntı yapmaktan geri kalmaz. Böylece, zehir saçan, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartan, işçi sınıfının tarihsel rolünü reddeden ve onun yerine bireylerin düşünce ve eylemini koyan bu düşünceler, günümüz koşullarında Marksizm olarak anlatılır. Sınıf ve partinin yerini kendiliğindencilik almıştır; iradi olarak kapitalizm çökertilmiştir; devrimden umudunu kesenler kendilerini bireylerin eylemlerine vermişlerdir. Bu durumda ortaya yeni düşünceler çıkar, ama bu düşüncelerin sınıf mücadelesiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalizmin nesnel yasalarını iradi olarak ortadan kaldırarak ve onun yerine öznel “yasa”lar koyarak zafer kazanmıştır!

Sloganın aslı “Sosyalizm ya da barbarlık”tır. R. Luksemburg böyle diyor. Ama onu karikatürleştirenler, savundukları anlayışla bu sloganı “Kapitalizm ya da barbarlık”a çevirdiler. Yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışı, öznenin bilinçli faaliyetini dışladığı için yıkılanın yerine nasıl bir sistem kurulacağı konusunda alternatif sunulmuyor. Bu nedenle bu unsurlar insanlığı “ya mevcut haliyle kapitalizm ya da barbarlık” ikilemiyle karşı karşıya bırakıyorlar. “Sosyalizm ya da barbarlık” sloganı böylece “ya mevcut haliyle kapitalizm ya da barbarlık”a dönüştürülmüş oluyor.

Kurz diyor ki, toplum formasyonlarının giderek daha üst biçime geçişi gibi bir yol izlemesi zorunlu değildir. Yani ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist/komünist toplum diye bir sıralama zorunlu değildir. Kurz, daha ileri bir üretim biçimine geçilerek kapitalizmin aşılması olanağını ortadan kaldırdığı için sadece geriye, barbarlığa giden yol açık kalıyor. Böylece Kurz insanlığa şu çağrıyı yapıyor: 'İnsanımsı maymunlar haydi ağaçlara, yeniden ağaçlara çıkın, ama mobil telefonu ve bilgisayarı da yanınıza almayı unutmayın'!
21. yüzyılda yeniden insanımsı maymun olmak ve ağaçlara tırmanmak da varmış!
Kurz, devrimci öznesinin örgütlendiği “devrimci” örgütü de tanımlıyor: “Böyle bir yapı, yurt dışındaki Çinlilerin informel deniz aşırı ağıyla veya dini mezheplerin uluslararası ağlarıyla karşılaştırılabilir, yalnız bunların içeriği tamamen başkadır ve özgürlükçüdür”. Kurz, toplumda tutunacak noktaları kalmamış, kimliksizleşmiş unsurları “devrimci özne” adı altında bir “dini mezhepler” yapılanmasında bir araya getiriyor; örgütlüyor ve çöken kapitalizm sürecinde “geçim ekonomisi”yle hayatta kalmaya çağırıyor.

Kurz, yeniden başlayalım, kapitalizmin şafağı çağına yeniden dönelim diyor. Belki de yeni bir Marks'la karşılaşmayacağını umut ediyor olabilir!

Kurz ve onun gibi düşünenlerin yaptıkları, Marksizmin özgürlükçü ve bilimsel içeriğini yok etmek ve onu, toplumsal gelişmenin bulunduğu aşamadan geriye dönüşü savunan bir sisteme, ideolojiye dönüştürmektir.

Eski ile yeni arasındaki mücadele; yeninin eski içinde oluşması, gelişmesi ve eskiyi parçalaması, bu materyalist felsefi anlayış onlara oldukça uzak. Eski ile onun içinde doğan yeni arasındaki mücadeleyi; toplumun ileriye doğru gidişini tanımıyorlar. Tam tersine eski içinde eskilerin mücadelesini; eskinin kendi kendine çürümüşlüğünü ve yok oluşunu tanıyorlar. Bu çürümüşlük ve yok oluştan çıkardıkları sonuç da kaçınılmaz olarak toplumun geriye doğru yuvarlanmasıdır. En keskin “Marksist”ine varana kadar hepsinde bu bayağı anlayış, düşüncelerinin merkezindedir. Örneğin Nelte, sanal dünyada havai fişekler patlatarak 4 Mart 2009'da “Norbet Nelte-Fazla Üretim Yasası“yla kapitalizmin çöktüğünü ilan ederken, sosyalizme doğru ilerlemekten, sosyalizme geçmekten bahsetmiyordu; toplumu birkaç yüz yıl geriye götürüyor; geçim ekonomisinden, meta ekonomisinden bahsediyordu ve bunu kutsuyordu; bunu toplumsal ilerleme olarak görüyor. Kurz, luddist dünyanın hayaliyle yanıp tutuşuyor; bu nostaljisinin gerçekleşmesi için devletten (aslında yıkılmış olması gerekir) yardım koparmayı da büyük bir marifet olarak görüyor. Negri'nin dünyası da Kurz'un dünyasından pek farklı değil. Hep geriye gidiyorlar; geri, onların gözünde toplumsal ilerleme oluyor. “Emeği” değersizleştirenler, “emeğin” sermayeye tabi olma koşullarını ortadan kaldıranlar da sosyalizmden, devrimden bahsetmiyorlar; alternatif olarak sosyalizmi sunmuyorlar. Nasıl sunsunlar ki!. İnandırıcı olmak gerekir; sosyalist devrimin öznesini ortadan kaldırdıktan sonra sosyalizmden bahsetmenin bir anlamı var mı? İleriye giden yolu kapattıktan sonra geriye tek yol kalıyor: Barbarlık; böylece kapitalizmin alternatifi ilerideki toplum, sosyalizm olmuyor, barbarlık dedikleri kapitalizmin gerisindeki toplum oluyor.

En Marksistinin de 1980'de “proletaryaya elveda” diyen André Gorz'dan farkı ne? 22 yıl önce Gorz,“Emek toplumunun yerine başka bir şey koyamayacaksak çöküşü ve onunla birlikte ortaya çıkardığı (beraberinde getirdiği) her şeyi; umutsuzluğu, mantıksızlığı ve şiddeti kabullenelimdiyordu. Gorz'un “kitabında proletarya, sınıf mücadelesi, sosyalizm yazmıyor. Şimdiki kendiliğinden çöküşü savunanlar da içerik olarak aynısını söylemiyorlar mı?
En Marksisti de dahil bunların hepsi kadercidir.

Kapitalizmin ne zaman kendi kendine çökmesini istersiniz?...
T. Negri'ye göre “değer yasası 20. yüzyılın sonunda iflas etmiştir”, “işlevsel değildir” veya “değer yasası ölmüştür”, emperyalizm “miadını” doldurmuştur.

Kurz, 1990'lı yılların başında, revizyonist blokun çöktüğü dönemde “üçüncü sanayi devrimi”yle, “emeği” değersizleştirerek kapitalizmi yıkmıştır. 
 
Nelte, önce 19.06.2006'da ilk defa, kapitalizme 20-30 senelik bir ömür biçti.
26.11.2008'de ise bu ömrü 10-15 seneye indirdi.
4 Mart 2009'da kapitalizmin çöktüğünü ilan etti.
Sonra yeniden bir 10 senelik ömür biçti.

Wallerstein da hesaplamış ve kapitalizme en fazlasıyla 30 senelik bir ömür biçiyor.

Ne dersiniz?
Negri ve Kurz olup geçen yüzyılın '90'lı yıllarında kapitalizmi yıkılmış mı sayıyorsunuz?
Yoksa Nelte olup günümüzü kapitalizme ömür biçmekle geçirelim mi diyorsunuz?
Veya Wallerstein olup en fazla 30 sene içinde çökecek diyerek günümüzü gün edelim mi diyorsunuz?
Veya da “kendi kendine Marksist” olarak “daha nereye kadar” sorusuyla ömür dolduralım mı diyorsunuz?

Ne kadar geriye (“ileriye”) gitmek istersiniz?...
Kurz'lara, Negri'lere, Nelte'lere, “en Marksistler”e veya “öze dönüşçüler”e, “varoluşçular”a, “yerel ekonomi savunucuları”na göre kapitalizmin alternatifi, kapitalizmden daha ileri, en azından tarihsel bakımdan ileri bir toplum yapısı, üretim biçimi veya toplum formasyonu olamaz. Bunlara göre kapitalizmden daha ileri toplum kapitalizmin gerilerinde aranmalıdır; bu anlamda ileriye gitmek geriye gitmek anlamına gelir. Bazılarına göre bu “ileri” toplum 200-300 sene öncesidir, bazılarına göre 150-200 sene öncesidir. Genel anlamda savunulan, kapitalizmin henüz gerçek bir üretim biçimi olmadığı dönemdir; yani makineli üretim aşaması öncesi dönemdir. Demek oluyor ki, kapitalist üretim biçiminin ilk iki gelişme aşaması (küçük meta üretimi ve manifaktür aşaması) yaşanmakta olan ve kendi kendine yıkılan kapitalizmin alternatifi olan sistemdir. Para ilişkilerini ve bu ilişkiler üzerinden ekonomik ve toplumsal yapılanmayı göz önüne getirirsek daha da gerilere gitmek gerekir. Bu durumda ilkel komünal toplumdan çıkış aşamasında konaklamamız gerekir. Para yok veya henüz belirleyici ekonomik kategori değil; üretiyorsun ve mübadele ediyorsun: Ekmek üretiyorum, ayakkabı ile değişiyorum; balta üretiyorum koyun ile değişiyorum. Tarihe bakarsanız farklı pazar ve sokak adlarıyla karşılaşırsınız; koyun pazarı, yorgancılar sokağı, saman pazarı vs. Şimdi öylesi pazarlar yeniden kurulacak. Bu pazarlara laptop pazarları, mobil telefon pazarları eklenir mi, orasını bilemem, ama hayal edilen bu: Yıkılan kapitalizmin yerine kurulan sistem aynen böyle olması gerekiyor bu hayalperestlerin anlatımına göre. Bana öyle geliyor ki, bu hayalperestlerin içinde en ilginç olanları Luddistler. Bunlar makineli üretim aşamasına kadar kapitalizmi tanıyorlar. Ama bu durumda da 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gitmiş olacağız; 1800-1825 (veya 1840'lara kadar) yılları; Luddistler cennetin kapısına dayanmışlar ama beklemedikleri bir dirençle karşılaşıyorlar. Direnç içeriden değil, sonraki yıllara yayılmış bir süreç içinde dışarıdan geliyor; Marks ve Engels diye birileri çıkmış, sınıf mücadelesinden, kapitalizmin sınıf mücadelesiyle yıkılabileceğinden, sosyalizmden bahsediyorlar. Luddistler, o zaman gelişme aşamasında olan kapitalizme amansız düşmandırlar. Luddistler, sınıf özelliği taşıdığı ve sınıfsal çıkarlar için mücadele ettiği için işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin amansız düşmanıdırlar. Luddistler, bu sınıfın ideolojisini oluşturduğu için Marksizme amansız düşmandırlar. Kurz'un ve diğerlerinin hemen bütün “felsefi” yazılarında bunu görürsünüz.
Kurz'undan “en Marksist” olanına kadar kapitalizmi çöküyor, yıkılıyor diyenlerin alternatifleri bunlar.

Nasıl bir geçiş dönemi istersiniz?...
Nelte gibi “önce, savaş lortlarının, korsanların, talancı sürülerinin vandalizminin giderek hakim olacağı ve sadece güçlülerin hakkını tanıyan hukuksuz bir toplumda bir mübadele iktisadı” döneminden geçerek mi nihai kurtuluşa varmak istersiniz?

Kurz gibiher ülkede ve her şehirde doğrudan 'dünya iç savaşı”ndan veya “kapitalist mantığa karşı, pazar ve devletin kovulduğu belli sosyal alanlar açan bir karşı toplum” oluşturarak mı veya “şimdiye kadarki hakim olan...kurumları iktidardan uzaklaştıran ve yok eden bir kitle hareketiyle” mi nihai kurtuluşa varmak istersiniz?

Wallerstein gibi, “dünyanın hakim güçleri için durumun giderek “kaotik ve kontrol edilemez olduğun”dan hareketle 16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçerken feodalizmin çöküş ve erken kapitalizmin hakimiyetini kurma süreci boyutlarında bir çağsal altüst oluş sonucunda mı nihai kurtuluşa varmak istersiniz?

Veya Negri gibi “çokluk”la İmparatorluğu yıkarak mı nihai kurtuluşa varmak istersiniz?

Veya “en Marksist” gibi işçi sınıfını bir çırpıda yok ettikten sonra “orta sınıf”ların eylemiyle nihai kurtuluşa varmak istersiniz?

Nihai kurtuluştan ne anlıyorsunuz?...
Negri, nihai kurtuluştan sosyalizmi anlamıyor.
Kurz, nihai kurtuluştan sosyalizmi anlamıyor.
Nelte, nihai kurtuluştan sosyalizmi anlamıyor.
Wallerstein, nihai kurtuluştan sosyalizmi anlamıyor.
“En Marksist” de, nihai kurtuluştan sosyalizmi anlamıyor.

Kapitalizmin yıkılmasında işçi sınıfının rolü ne olmalıdır?...
Nelte, kapitalizmi yıkılmasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddediyor; bu işi bireylere havale ediyor (Kapitalizm yıkıldıktan sonra işçi sınıfına rol veriyor).

Kurz, kapitalizmin yıkılmasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddediyor. Bu işi bireylere; “aile retçileri”ne, “kısa süreli çalışan işçiler”e, “bilinçli olarak sosyal devlet ağlarını” istismar ederek yaşayanlara havale ediyor.

Negri, kapitalizmin yıkılmasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddediyor. Bu işi bireylere; “çokluk”a havale ediyor.

Wallerstein, kapitalizmin yıkılmasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddediyor. Bu işi bireylere havale ediyor.

“En Marksist”, kapitalizmin yıkılmasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddediyor. Bu işi bireylere; “orta sınıf”a havale ediyor.

Veya nerede konaklamak istersiniz?...
Öze dönüşçülükte mi?
Varoluşçulukta mı?
Yerel ekonomi sisteminde mi?
Ne olduğunu Nelte'nin bildiği mübadele ekonomisinde mi?
Ne olduğunu Kurz'un bildiği geçim ekonomisinde mi?

Veya şöyle sorayım:

Alternatif sosyalizm olmadığına göre kapitalizmden sonra nasıl bir dünya hayal ediyorsunuz, nasıl bir düzende yaşamak istersiniz?...
Kaos düzeni”nde mi?
Anarko komünizm”de mi?
Geçim ekonomisi” düzeninde mi?
Mübadele ekonomisi” düzeninde mi?

Kapitalizmi kendiliğinden yıkanların insanlığa sundukları başka bir alternatif yok.

Şimdi, bunu nasıl yaptıklarını, nasıl bir toplum dizaynladıklarını ana hatlarıyla göstermeye çalışalım.

Mahşer günü” ajitatörlerinin dizaynladıkları toplumlardan bazı kesitler...
Çöküş teorisi kaçınılmaz olarak sermayenin nesnel gelişme hareketinden ve sermayeye karşı direnişin koşullarından ve perspektiflerinden kopmaya götürür; kapitalizmin gelişmesi ile ona karşı mücadele arasındaki karşılıklı etkilenmenin araştırılması yerine her iki alan birbirinden kopartılır; kapitalizm çökeceği için; hem de kendiliğinden çökeceği için ona karşı mücadelenin; mücadele etmesi gereken öznenin sınıfsal karakteri ve örgütlenmesi hiç önemli değildir. Bu teoriye inananların -bunlara Rosa Luksemburg'u karikatürleştirenler de dahil- kapitalizme karşı mücadele, örgütlenme vb. konularında sergilemiş oldukları anakronik anlayış; dizaynladıkları toplum biçimi her şeyi açıklıyor. Bu unsurlar açısından sorun oldukça basit: kapitalizmin kendiliğinden çökeceği bir doğa yasasının gerçekleşmesi gibidir; kaçınılmaz olarak çökecektir. Tam da bu nedenden dolayı bütün sorun onun yıkılması için mücadele değil, sadece ve sadece bu gerçeğin; çöküşün pratik sonuçlarını açıklamaktır; insanlığı bu konuda aydınlatmaktır. Ama ne dehşetli bir aydınlatma! İşçi sınıfının gözünü (pardon bilincini) siyasi, teorik ve ideolojik olarak kör eden bir “aydınlatma“! Bir taraftan artı değer üretmenin imkansızlığından, kanalların tıkandığından; yani kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinden ve sonra da işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden bahsedenler işte böylesi kör eden; sınıfı örgütsüzleştiren, bireyselleştiren, kendiliğindencileştiren bir “aydınlatma” ekolünün unsurlarıdır. Ne kadar da tanıdık bir düşünce...

Bu unsurlar, bir kısmı daha şimdiden başlamalıyız diyerek nasıl bir toplum kurmak istediklerini veya çöküşten sonra barbarlığın nasıl olacağını nispeten ayrıntılı olarak anlatırlar. Nasıl bir düzenle karşı karşıya kalacağımızı veya nasıl bir düzen istenildiğini bir kaç örnekle göstermekte yarar var:
“Değer” eleştirmeni R. Kurz, -ve sayısız başkaları da- 'kendiliğindenci sosyal formlar geliştirilmelidir' der; “kendiliğindenci, meta biçiminde olmayan faaliyetler boşlukta gerçekleşmez. Bunun için kaynaklara ihtiyaç vardır: Toprak, binalar, bürolar, imalathaneler, bahçeler, üretim ve iletişim araçları vs. Bunlar devletten kopartılıp alınmalıdır. Böylesi talepler -meta üreten sistem, kaynakları ne denli daha az anlamlı kullanırsa ve verimlilik fetişine yeterli olmadığı için dünya çapında ne kadar çok işe yarar şeyler ve çok önemli araçlar kullanılmaz durumdaysa- o kadar makul olurlar. Para mantığından ayrılmaya geçiş için maddesel olanakların yanı sıra, paradoks da olsa devletten para bile talep edilebilir; otonom faaliyetlere start vermek için yatırımlar...'70'li yıllarda otonom komünikasyon merkezleri için Batı Alman hareketi ve '80'li yıllarda ev işgalleri hareketi böyle bir çatışmanın öncelleriydi. Burada temel sorun giderek toprak olacaktır. Amaç, toprağı her türlü satın alınır ve satılır olmaktan dışlamak olmalıdır; yani bütün yaşamın temeli olarak paradan kopartılmalıdır” (Robert Kurz; “Pazar Ekonomisinden Sonra Yaşam Var mıdır? Meta Üreten Sistemin Dönüşümü Üzerine Düşünceler”, 2. bölüm,18./19. 6. 1994).

Orta çağ karanlığı, kapitalizm sonrası toplumun geleceği, umudu oluyor...
Bu unsurlar, tarihi “delik deşik ederek” kafalarında canlandırdıkları, daha doğrusu “mahşer günü”nden sonrası için düşündükleri toplumu arıyorlar; yeniden aktifleştirecekleri bir örnek arıyorlar. Bu beylere göre kapitalizm, toplumu atomize etmiştir; birbirine düşman bireylere ayırmıştır (yeteri kadar ayırmadığı düşüncesindeysen bu işi, “emeği” değersizleştirerek, sermaye-”emek” ilişkisini kopartarak bizzat yapabilirsin!), şimdi sorun bunları yeniden tamamen yeni bir ortak yaşamda birleştirmektir. Anlayışlarına göre insanlar, o büyük çöküş döneminde bir öz yönetim sistemi; bir yaşam ve faaliyet tarzı inşa edecek durumda olacaklardır; bu yaşam tarzı artık değer üretimine dayanmayacaktır, devlete, herhangi bir hakimiyet biçimine gerek duymayacaktır; yani her bakımdan şimdiki sisteme göre gerçek bir nimet olacaktır. Burada anarşizan bir düzen dizayn ediliyor.

Evet, “değer” eleştirmeni, aynı zamanda “ulvi” anarşist Kurz, aradığı toplumu buluyor. Bu toplum, kapitalizmde sınıf mücadelesinin sonucunda, kapitalizmin yıkıntıları üzerine kurulacak olan bir toplum değil; bu toplum sosyal hareketlerin mücadelesinin de bir sonucu değil; bu toplum erken kapitalizm çağında veya kapitalizmin makineli üretim aşamasına giriş sürecinde insanların erken kapitalist dayatmalara karşı mücadelesi sonucunda doğmak üzereydi. Kafalarında canlandırdıkları toplum kıstasları o zaman varmış; Yani erken kapitalist dayatmalara karşı mücadele eden insanlar, cennetin dış avlusuna varmışken; yani cennete girmek üzereyken kapitalist dünya ruhu tarafından kovulmuşlar veya geri püskürtülmüşler. Şimdi o cennete giriş kapısındaki “toplumsal hal ve gidişi”in hayali ile yaşıyorlar.

“Emeği” değersizleştirenlerin, sermaye-”emek” arasındaki ilişkiyi kopartanların, artık artı değer üretmenin koşulları kalmadı diyenlerin, işçi sınıfının yerine “çokluk”u koyanların, sosyalizmi kapitalizmin alternatifi olarak görmeyenlerin Marksizme ve işçi sınıfına düşmanlığı, Marksizm ve işçi sınıfını cennetin giriş kapısını kapatanlar olarak görmelerinden kaynaklanıyor. Yazıldığına göre cennetin birden çok kapısı var. Anlaşılan o ki Marksizm ve işçi hareketi, sonuçta da kapitalizm gerçekliği, cennete giriş kapılarının hepsini tutmuş olmaları gerekir!

Peki, onları umutlandıran nedir?
İnsanlar orta çağda sosyal olarak reşitlermiş. “Kendi ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre ev inşa edebiliyorlar”mış. “İşbirliği yapma yeteneğine sahipler”miş; “kendi üretim koşulları üzerinde bizzat tasarruf hakkına sahipler”miş. Ancak kapitalizm; kapitalist ücretli iş, insanları aynen “küçük çocuklar gibi çaresiz yapmış”.

Üreticilerin otonom özgürlükçü hareketiyle geliştirilebilecek bir teknik“ varmış;“su değirmeni veya madencilikte vinç” gibi. “Yani üretici güçleri bu anlamda kontrollü ve ortaklaşa geliştirmek ilkesel olarak mümkün”müş.

O zaman “sosyal denge'ye dayanan ve (ancak sınırlı olan) toplumun bütün üyelerinin gelirine göre yönlenen“ yapılar/kurumlaşmalar varmış. Yani loncalar varmış; bunların anlayışı “vatandaşlık ve kardeşlik sevgisinden dolayı en yakınına” yardım etmekmiş.

O zaman kapitalizmi atlayarak yetmezlikleri aşabilen özgürlükçü anlayışlar varmış.
Kısaca: O zaman otonom özgürlükçü hareketin omuzladığı Luddistler, makinelere saldıranlar tarafından her an “özgürce belirlenen bir üretici güç geliştirilmesi ilkesel olarak mümkün”müş. Hani, sınıf bilincinden yoksun oldukları için kapitalizme karşı mücadele yerine, kabahati makinelerde bulup da onları tahrip etmek için saldıranlar var ya işte burada söz konusu olan, onlardır. Aslında “emeği” değersizleştirenler, sermaye-“emek” ilişkisini kopartanlar ve böylece “emeği” özgürleştirenler modern Luddistlerdir. Onlara, postmodernizmin etkisinde kalmış olanlar demekle aslında biraz haksızlık etmiş oluyoruz.

Kurz'un dünyası-kendiliğinden çöküşün sonucu...
Bu efendiye göre düzenlenmiş kapitalist 'adalar'ın yanı sıra toplumların barbar çözülmesinin giderek daha da büyük 'denizleri' oluşmaktadır; bunlara karşı sistem kendini sürekli daha da korkunç olan koruma duvarlarıyla ve zor araçlarıyla savunmak zorundadır:

Her tarafta mafya, devletsel hükümranlığın göstergelerini (karakteristik vasıflarını, çn.) gasp etmeye başlar. Örneğin Saddam Hüseyin rejimi gibi yabanileşmiş eski zamanın gelişme diktatörleri günü gününe uymaz olurlar. Dinsel fundamentalizm terörle dünyayı istila eder. Giderek daha çok ülkede 'ulusalcı olarak tanımlanan', gerçekte ise 'etnik' ve çoğu kez ayrılıkçı olan perspektifsiz militan hareketler olacaktır. 18. yüzyıldan üçüncü dünyanın 'kurtuluş milliyetçiliğine' kadar eski burjuva ulusalcı hareketlerin aksine burada söz konusu olan, entegrasyon değildir, tersine ulusların veya ulusal ekonomilerin anti-entegrasyonudur. Bir 'azınlık ekonomisinin' küreselleşmesi her ülkede ve her şehirde doğrudan 'dünya iç savaşına' neden olacaktır” (Robert Kurz; “Terörün Paranoyası”, “11 Eylül Üzerine Açıklama”).

Anadolu coğrafyasını göz önünde tutarak şöyle düşüneceksiniz: Her tarafta derebeyleri türeyecek, yeniden bir derebeylik çağına girilecek, her derebeyi kendine göre yasama yürütme, savunma organlarını oluşturacak. İstanbul'da, Ankara'da kaç derebeylik oluşur orasını bilemem, ama her halükârda bir “gücü gücü yetene” çağına girilecek. Barbarlık her halde bu olsa gerek.

Tabii bu arada emperyalizm de batacaktır, yok olacaktır; Batının merkezlerinde uluslararasılaşmış kapitalizm çökecektir ve dünyanın her tarafında olduğu gibi oralarda da yoksullaşmış bölgeler oluşacaktır.

Emperyalistler “artık kullanamayacakları insanlarıyla yoksuluğun devasa bölgelerini ne yapsınlar? Her ulusal 'nüfuz alanı' sadece, üretken olmayan bir tüketicidir” (Agy.). Böylece antiemperyalist, antisömürgeci mücadeleye de gerek kalmayacak. Atıyorum, emperyalizm Türkiye'den, Türkiye de Kürdistan'dan çekilmiş olacak. Ne de olsa emperyalizm açısından Türkiye, Türkiye açısından Kürdistan, “üretken olmayan bir tüketicidir”.

Verimlilik alanlarının oldukça hareketli gövdesi artık ulus-devlet yapıları tarafından kontrol edilemezler. Küreselleşmiş sermaye, küresel kaybedenlere karşı zenginliğin ve verimliliğin “adaları”nı korumak için sürekli daha çok “dünya polisi”ne ihtiyaç duyacaktır; yani sürekli daha çok güvenlik harcaması yapacaktır.

Kapitalizm tarafından dışlananlara ve 'dünya polisi' tarafından köşeye sıkıştırılanlara verilen nihai cevap: “Arjantin'de olduğu gibi bugün parasal çöküş, meta ekonomisinin dışında toplumsal kendi kendine örgütlenmenin şansı olarak kavranmalıdır”. Veya “Terörün beslenme zeminini çekip almak için sadece bir yol vardır: Ekonominin küresel totalitarizmini özgürlükçü eleştirmek” (Agy.).

Şöyle düşünmemiz gerekir: Dünya çapında 500 süper tekel ulusal menşeinden kopmuştur, ”DNA”ları etnik kimliksizlik karakteri almıştır, soysuzlaşmıştır, kendi ordularını, polis teşkilatını kurmuştur, kendilerini korumak için giderek daha çok güvenlik harcaması yapmaktadır. Peki bu tekeller neyi korumak istiyorlar? Sahip oldukları üretim araçlarını, sömürünün, artı değer üretiminin devamını güvence altına almak istiyorlar. Hani artı değer üretmenin olanakları kalmamıştı, “emeğin” değeri kalmamıştı!
Sorun, insanlığın geleceği üzerine kafa yormak olunca bu kadar hata da, birbiriyle çelişen açıklamalar da olur elbette!

Kapitalizmi çökerten Nelte'nin dünyası...
Biraz da, doğrudan “değer” eleştirmenleri gibi değil de, hesap üzerinden kapitalizmi çökertenlerin veya kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hesabını yaparak çöküşten sonraki durum üzerine kafa yoranların düşüncelerine bakalım. Burada ibret olsun diye sadece bir örnek vermek istiyorum. R. Luksemburg nasıl karikatürize edilir diyorsanız bu örnek bunu yeteri kadar açıklamaktadır.

Kendiliğinden çöküş üzerine yapılan hesap çoktur. Bu hesaplardan birisini de O. Bauer ve H. Grossmann yapmıştır. 1920'li yıllarda yapılan hesaba göre kapitalizm 35. çevriminde çökmesi gerekiyordu. Ama nedense çökmedi.
Yapılan başka bir hesaba göre “mahşer günü” gelmiştir. Kapitalizmin kendiliğinden çöküşü “İktisadi Çöküş: 'Geriye Dönüşümü Olmayan Nokta' Şimdi Aşılıyor. Fazla Üretim Yasası” başlıklı bir yazıda 4 Mart 2009 tarihinde açıklanmıştır.

Farkında mısınız bilmiyorum ama insanlık kapitalizmden kurtuluyor! (Aslında 4 Mart 2009'dan bu yana kurtulmuş durumdadır!) Bu işin nasıl olduğu üzerine tartışma başka bir yazının konusu olabilir. Önemli olan çöküşün kendisidir. Bu çöküş de gerçekleşiyor olduğuna göre kendimizi geleceğe hazırlamamız gerekir...

Doğrudan çöküş sonrası fanteziler...
Ama önce bu çöküşü hazırlayan ve gerçekleştiren “teori”ye bir bakalım. “Teori” diyorum, çünkü bu çöküşle insanların, sınıf mücadelesinin bir ilişkisi yok; çökerten “teori”dir veya çöküş “teori”de gerçekleşiyor!

Norbert Nelte'yi tanıyıp tanımadığınızı bilmiyorum. Nelte, Türkiye de dahil hemen her ülkede vardır. Bu vatandaş görüşlerinde oldukça tutarlı birisidir. Öyle sınıf mücadelesiymiş, işçi sınıfını örgütlemekmiş, partiymiş, sınıf bilinciymiş vb. lüzumsuzluklarla ilişkisi yoktur. İşçi sınıfının değil, insanların, “kıyamet günü” gelip çattığında; yani çöküş anı geldiğinde -açıklamasına göre 4 Mart 2009'dan beri çöküş içinde olduğumuz için o an gelmiş demektir- “Şura anlayışı yavaş yavaş sınıf içinde olgunlaşır” ve “Marks ve Luksemburg'un, mücadele içinde bilinç neredeyse aniden (hemen) doğacağı ve sonra sınıf hareketini ve partiyi inşa edeceği teorisini muhtemelen duymamış”sanız (Nelte) şimdi öğrenmiş oluyorsunuz. Başlamış çöküş içindeyiz, sınıf içinde konsey anlayışı yavaş yavaş olgunlaşıyor, sınıf aniden, bir gece içinde -mücadele içinde tabii- bilinçleniyor ve hemen hareketi ve partiyi inşaya koyuluyor. Ama muhtemelen tam, istendiği gibi müdahale etme olanağı olmamasından dolayı -bunda tecrübesizlik belli bir rol oynayabilir!- istenmeyen veya gerçekleşmesi kaçınılmaz olan gelişmeler oluyor. Diyelim ki, teorinin veya Nelte'nin öngöremediği istisnai durumlar oluyor. Ama bilindiği gibi istisna kuralı bozmaz. Nelte'nin “kıyamet günü“ teorisini kronolojik olarak -son dönem- takip edelim:

Rosa Luksemburg “Sermaye Birikimi” kitabında Marks'ın değer yasası temelinde kapitalizmin pazarın sınırlarına oldukça şiddetle toslayacağını mantıki olarak kanıtlamıştır. Buna karşın Marks, genişletilmiş yeniden üretim sorununda oranlı (ahenk içinde, çn.) bir pazardan hareket eder ve kapitalizmin sonunu kâr oranının eğilimli düşüşüyle sadece yavaş yavaş sönme olarak görür”.

Dünya çapında yatırım malları sektörü ücretlerden daha hızlı düşerse üretim araçları sektöründe (I) tüketim sektörüne (II) aktarılamayan bir fazlalık doğar. 'Geriye dönüşümü olmayan noktanın' aşılmasıyla dünya pazarının oldukça hızlı bir daralmasına gelinir”.

Geriye dönüşümü olmayan nokta'dan sonra kapitalizmde iktisadi faaliyet aniden durur ve dünya işçi sınıfı daha önce planlı dayanışmacı üretimi ele almaz ve başarısız kalmış kapitalistleri kovalamazsa (toplum) yerel yönetimler tarafından basılan geçici geçerli paraya veya gıda maddeleri vesikasına ve nihayetinde kanunsuzluğa boyun eğer” (Norbert Nelte; “Kapitalizmin Can Çekişmesi. Can Çekişmenin Bir Protokolü”,17.03.2008).

Pazarın sonlanmasından mübadele iktisadı üzerinden taban-planlı ekonomisine (geçilir)...Tabii bu, kapitalizm için nihai son anlamına gelmez. Pazarların tıkanmasından dolayı kapitalizm, inişli-çıkışlı olarak sıfır noktasına doğru -belki 10 veya 20 sene içinde şehirlerin geçici geçerli parasıyla veya gıda maddeleri vesikasıyla mübadele iktisadına geçmek için- ilerleyecektir. Durum II. Dünya Savaşı sonrasıyla karşılaştırılabilir; üretmek için işçiler işletmeleri bizzat inşa etmişlerdi. İşçiler, nesnel çıkarlarından dolayı aşağıdan dayanışmacı bir taban-planlı ekonomisi inşa edecekler; bu ekonomi kâra göre değil, ihtiyaçlarına ve mantığa göre yönlendirilecektir” (Norbert Nelte; “Sadece Normal Bir Fazla Üretim Krizi mi yoksa Pazarın Sonu mu?”, 29.10.2008).

Kapitalist dünya ekonomisi treni yavaş yavaş çıkmaz sokak istasyonuna giriyor”:
Troçkistlerin çoğu Mandel'in uzun dalgalar teorisini tercih eder; onların hepsi, pazarın sınırları teorisiyle R. Luksemburg'un genişletilmiş yeniden üretim hesaplamasında mantıksal ve hesapsal hata yaptığı için zaten haklı olmadığında birleşirler”.

Kâr oranının sıfır eksenine yaklaşmasıyla büyüme eğrisi de sıfır noktasına yaklaşır. Pazarlar sürekli daraldıkça iç pazarın süreklilik arz eden talep yetersizliği artık ek ihracatla telafi edilemez. İç pazarın süreklilik arz eden talep yetersizliği, işçiler tarafından yaratılan değerden ücret çıkartıldıktan...sonra kapitalist tarafından el konulan değerden kaynaklanır”.

Yeni pazarlar olmazsa kriz de aşılamaz...Sadece yeni pazarlar yeni genişletilmiş yatırımları da gerekli kılar, ama önemli yeni pazarlar da yok artık...'Geriye dönüşümü olmayan noktaya' varıldığında kapitalist ekonomi, çok hızlı bir şekilde duvara toslayacaktır ve böylece R. Luksemburg, can çekişmeyle ve ani sonla doğruyu savunmuştu”.

Belki 10-15 sene içinde...'geriye dönüşümü olmayan nokta'ya varılacaktır. Çok hızlı bir şekilde 1-2 sene sonra ulusal ekonomiler tamamen çökecekler ve belli bir süre için yerel sermaye seçkinleri yerel alanda şehirlerin geçici geçerli parasıyla, gıda maddeleri vesikasıyla ve konutlara el koymayla ekonomiyi devam ettirmeye çalışacaklardır. Ama şimdi küçük burjuva romantikler, 'küçük, kontrol edilebilir örgüt birliklerine geri dönüşe' sevinmeden önce, savaş lortlarının, korsanların, talancı sürülerinin vandalizminin giderek hakim olacağı ve sadece güçlülerin hakkını tanıyan hukuksuz bir toplumda bir mübadele iktisadının oluşabileceği söylenmelidir. Daha şimdiden Somali'de sermaye dünyasının her tarafta nasıl olacağının örneğini görüyoruz. Savaş lortları eski ulusal devlete karşı mücadele ediyorlar, vandalist korsanlar savaş lortlarına karşı mücadele ediyorlar, şiar; herkes herkese karşı. 19.06.2006'da ilk defa kapitalizmin sonu üzerine yazdığımızda 20-30 seneden bahsediyorduk. Ama güncel haberler bize şimdi, 10,15 senelik görülebilir bir zaman dilimi tahmini yaptırıyor” (Norbert Nelte; “Son Durak Özlem!”, 26.11.2008).

Ve nihayet “2009'dan itibaren zaman gelmiş oluyor; iktidar sahiplerinin paraları yavaş yavaş azalıyor, birbirlerine düşüyorlar, eskisi gibi yaşayamıyorlar. Şimdi giderek daha çok insan otantik Marksizme ilgi duymaya başlıyor; esas olan örgütün kapılarını artık açmaktır”. Yazıya bir de Lenin alıntısı (“devrimci durum olmadan devrim olanaksızdır...”) ekleyince eksik bir şey kalmamış oluyor: Kapitalizm kendiliğinden çöküyor, hakim sınıflar eskisi gibi yönetemiyorlar, insanlar otantik Marksizme ilgi duymaya başlıyorlar, tam da bu arada örgütün kapıları açılıyor!

Marksistler, acımasız gerçeklikten dolayı kabul etmeliler ki, R. Luksemburg'un pazarın sınırları teorisi de Marksist politik ekonominin önemli bir bileşenidir. Daha şimdiden brüt yurt içi üretim eğrisi aniden battı. Ulusal ekonomi belki bir, iki defa kendini kurtarabilir, ama birkaç sene içinde dünya pazarının üretim araçlarına talebi daha az olacaktır. Sonra artık tutunacak durum kalmaz ve bu 'geriye dönüşümü olmayan nokta'dan sonra ekmek vesikasıyla ve yerel geçici geçerli parayla doğrudan mübadele ekonomisine geçilecektir”.

Ama her şeye rağmen sormadan da edemiyor. Belkide ne olur ne olmaz diye düşünmüş olabilir: Başkasını konuşturarak “daha nereye kadar” diye soruyor. Yani bu sistem daha ne kadar devam edebilir diye soruyor (Norbert Nelte; “Kapitalizmin Nöbet Titremesi, Sonu Neden Aniden Gelecektir?”, 02.02.2009).

Ne kadar tanıdık düşünceler değil mi? Artı değer üretmenin olanakları kalmıyor; sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi imkansızlaşışır, “emeğin” değeri kalmıyor ve sonunda sermaye “emeği” boşuyor, artık bana tabi değilsin diyor! Bu düşüncenin kaçınılmaz sonucunu da Nelte, yukarıdaki gibi anlatıyor. Nelte gibi cüretli ve tutarlı olacaksın, düşünceyin sonucunu da açıklayacaksın.

Ve Nelte 4 Mart 2009'da müjdeyi veriyor:
Kapitalizmde ekonomik yükselişe dönüş artık mümkün değildir”!
Ama ekonomik kriz pazarların daralmasından dolayı sermayenin organik veya teknik bileşimi metalarda değişmeyen sermayenin aleyhine olursa, yani üretim araçları sektöründe dünya çapında bir fazlalık ortaya çıkarsa artık bu tüketim sektörüne aktarılamaz... İktidar sahiplerinde panik başlar...2002'de olduğu gibi, sermaye yatırımları Almanya'da yüzde 5 ve Amerika'da da yüzde 10 düştüğünde, üretim araçları sektöründe düşme sadece birkaç ülkede olduğu için GSH'da belli bir artış oldu. O zaman Çin, Rusya Avrupa ve Latin Amerika yatırım talepleriyle bu ülkeleri bir kez daha kurtardılar. Biz o zaman (2006) kapitalizmin çöküşünün ancak 30 sene içinde olacağını öngörmüştük. Ama yatırımların ve düşen makine yapımı gelişmesi daha şimdiden dünya çapında tespit ediliyorsa kapitalizm, ortalığın günlük güneşlik olmasına rağmen, daha şimdiden önümüzdeki 5 sene içinde mübadele ekonomisine düşecektir” (geçecektir) (Norbert Nelte; “İktisadi Çöküş: 'Geriye Dönüşümü Olmayan Nokta' Şimdi Aşıldı. Norbet Nelte-Fazla Üretim Yasası”, 04.03.2009).

Kapitalizmle hesaplaşan başka çevreler de var. Onlar da bir fantezi dünyasında yaşıyorlar. Bunların arasında “değer” eleştirmenlerinin ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanların anlayışında olanların sayıları hiç de az değildir. Bu örgütler nerededir diye sorarsanız Dünya Sosyal Forumunu, Avrupa Sosyal Forumunu adres olarak gösterebilirim. Toplu olarak oradalar, dünyanın hemen her tarafında onlara rastlanır. Bir kısmı, yıkacaklarını veya yıkılıyor olduğunu sandıkları devletten para kopartarak kendi ekonomilerini kurarken, bir kısmı 200-300 sene öncesinin toplumunu idealize eder.

Birkaç örnek:

Yerellik, yerel ekonomi savunucuları...
Yerel ekonomi savunucularına göre küresel ekonomik zulmün karşısına yerel ekonomileri; bütün insanların katılacağı paralel ekonomileri koymak doğrudur. Her şeyden önce hakim sisteme karşı mesafe teşvik edilmelidir.
Yerel ekonomi savunucuları insanların çoğunluğuna hitap ediyorlar ve hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın diyorlar. Bu anlayışa göre insanlar nerede iseler orada günlük yaşamda “diğer ekonomi”nin inşasına derhal başlamalılar.

ABD'de, Kanada'da ve Avrupa’nın özellikle emperyalist ülkelerinde “aşağıdan ekonomi” kavramıyla ifade edilen bir dizi proje uygulanır; kapitalizme sırt çevirenler, bu düzenin ekonomik, ekolojik, sosyal sonuçlarına tahammül edemeyenler ve Robin Hood anlayışını ve Robinson yaşamını tercih edenler, kendi “yerel ekonomi”lerini kurarlar. Kendi başına üreten, ürettiği ile yetinen her bir ekonomi, işbirliği içinde başka ekonomilerle birleşerek “yerel ekonomi” oluşturulur. Plan böyle. Bu ekonomide rekabet dışlanarak bizzat üretim, bizzat örgütleme ve yardımlaşma esastır.

İdeolojik bütünselliğin olmadığı bu hareket, bütün dünyada sayısız inisiyatif grupları tarafından kabul görmektedir.

İstiyorsanız İstanbul'da da böyle bir “yerel ekonomi” oluşturtabilirsiniz. Örneğin ayakkabı üretmeye başlarsınız, başkaları da tuz, gömlek, ekmek, yağ vb. üreten ekonomiler kurarlar. Sonra da ürünlerinizi mübadele edersiniz!

Öze dönüşçüler, varoluşçular...
Bu anlayışın merkezinde kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk, bağımsızlık, otonomi anlamında kendibaşınalık, yayılmacılığın ve sermayenin büyüme mantığının reddi, tarih ve kültürel kimliğin muhafazası, doğrudan ev hakimiyetinden arınmış ilişkilerde yaşam hazzı, insanlar arasında ve insanla doğa arasında, çeşitli kültürler ve halklar arasında hakimiyetten arındırılmış işbirliği durmaktadır.

Kendine dönüşe, varoluşçuluğa yönelme, ekonominin merkezine konursa ücretin belirleyiciliği son bulurmuş, onun yerini yaşamın güvencesi ve sosyal bağlılığın muhafazası alırmış! Diğer bir ifadeyle; para sosyal anlamda rolünü kaybedermiş. Ücretli iş ve para yok olmazmış, ama yaşam, varoluş üretimine tabi olurmuş.

Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü yukarıya aktardığımız anlayışlarda da görüldüğü gibi, insanlığa gelecek vaat etmiyorlar. Tam tersine tekel öncesi dönemi, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini, öyle ki kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hakim kılacağını sanıyor.
Küçük burjuvazi, küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor.

Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor:
Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. Hatalarından arındırılmış mevcut toplumu istiyor. Bu arada Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (F. Engels, Anti- Dühring, s. 358-359).

“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar; anarşistler ve otonomcular, “yerel ekonomi” savunucuları da, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı? Bazıları daha şimdiden, kapitalist ekonomi koşullarında “derhal yerel ekonomi” kurmaya koyulurken, bazıları “emeğin sonu”ndan bahsederek ve devletten para da kopartarak küçük üretime geçmeyi önerirken, Nelte örneğinde olduğu gibi bazıları da kapitalizmi kendiliğinden çökertiyor. Bunların hiçbirisi kapitalizmin “kötülük”lerinden kurtulmak için; sömürü, talan ve baskıyı yok etmek için ileriye doğru, bunların nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyor. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla gevezelik.

Engels ile devam edelim.
Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimin yanında onun ürünlerinin değişiminin, her toplumsal düzenin temeli olduğu; tarihte ortaya çıkan her toplumda, ürünlerin paylaşımların ve onunla birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal bölünmenin, neyin ve nasıl üretildiğine ve üretilenlerin nasıl değiştirildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Buna göre, tüm toplumsal değişiklerin ve tüm siyasal alt üst oluşların son nedenleri, insanların kafasında, ebedi doğru ve adalet konusunda artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim tarzındaki değişiklerde aranmalıdır; ilgili dönemin felsefesinde değil, bilakis ekonomisinde aranmalıdır, mevcut toplumsal kurumların sağduyuya aykırı ve adaletsiz oldukları, sağduyunun saçmalık ve iyiliğin kötülük haline geldiği yönündeki artan kavrayış, üretim yöntemlerinde ve değişim biçimlerinde usuldan usula meydana gelen değişikliklerin, daha önce ekonomik koşullara uyarılmış toplumsal düzenle artık uyuşmadığının bir işaretidir. Bu, aynı zamanda ortaya çıkarılan uyumsuzlukları ortadan kaldırma araçlarının da -az çok gelişmiş halde- bizzat değişmiş üretim ilişkileri içinde mevcut olması gerektiği anlamına gelir. Bu araçlar kafadan uydurulmamalı, tersine kafanın yardımıyla üretiminin mevcut maddi olgularında keşfedilmelidir” (Anti-Dühring, s. 351).

Marksizmin dünyayı sarsan bu anlayışı; sosyal bilimlerde devrim anlamına gelen bu anlayışı Marks, 1859’da “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz de şöyle formüle eder :
Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim biçimi, genel olarak toplumsal, siyasal, entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” (s. 23).

Emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri bunu yapmıyorlar. Sınıfsal anlayışlarından dolayı da yapamazlar. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına sırtlarına çeviriyorlar, aynı koşullar içinde kendi küçük hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar ve insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini; hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar. İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, toplumu emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? “Değer” eleştirmenleri, kendiliğinden çöküşü savunanlar ve küreselleşmenin, emperyalizmin adı geçen diğer küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları olmuyorlar mı? Bunların bir kısmı tekellere, küreselleşmeye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kâr amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri öne sürüyorlar. Yani gerçekten bundan 300 sene önce var olan koşulları; bugünkü tekelci koşullara neden olan koşulları savunuyorlar. Bu noktada “değer” eleştirmenleriyle birleşiyorlar. Bu noktada “mübadele ekonomisi”ne dönen kendiliğinden çöküşü savunanlarla birleşiyorlar...

“Değer” eleştirmenleri ve kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunanlar da “emeği” sonlandırarak aynı toplum yapısını, kendi kendilerine yok ettikleri kapitalizme alternatif olarak sunmuyorlar mı?

Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı...
Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı.

Engels'in ifadesiyle “kapitalist üretimin olgunlaşmamış düzeyine, olgunlaşmamış sınıf kavramına, olgunlaşmamış teoriler denk düşüyordu. Gelişmemiş ekonomik ilişkiler içinde henüz saklı durumda olan toplumsal görevlerin çözümü kafadan üretilmek zorundaydı. Toplum uyumsuzluklardan başka bir şey sunmuyordu; Bunları ortadan kaldırmak, düşünen sağduyunun göreviydi. Yeni, daha mükemmel bir toplumsal düzen sistemini kurmak ve bunu dışarıdan, propaganda yoluyla mümkün olduğu yerde model deneyler örneğiyle tabana zorla dayatmak gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler daha başından itibaren ütopyaya mahkumdu” (Anti-Dühring, s. 339).

O dönemde ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Henri de Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı (Agk., s. 298-299).

Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu baylar; hangi renkten olurlarsa olsunlar bu küçük burjuva baylar, tarihsel ilerlemenin ilericiliğini görmüyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; orta çağda hakim olan üretim ilişkilerinin yok almasından şikayetçiler. Onlar, kapitalizmin bu bağlamda oynadığı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı orta çağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.

Bu baylar kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları “sağduyu” doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kâr vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hakim kılınacak.

Bunların hepsi sonuç itibariyle aynı toplumu dizayn ediyorlar; bir kısmı daha şimdiden devletten de para kopartarak -Kurz bunlardan biri- kendi yerel ekonomilerini kuruyor; kapitalist toplum içinde kapitalizmle bütün bağlarını kesiyor. Bir kısmı da değerin değersizleşmesi; artı değer üretiminin artık mümkün olmaması, yani meta üretiminin olanaksızlaşması anlayışı üzerinden kapitalizmi yıkıyor. Burada bizi daha ziyade ilgilendiren R. Luksemburg'un kapitalizmin geleceğiyle ilgili olarak; sermaye birikimi ile ilgili olarak, Marks'ın anlayışından farklı olarak söylediğinin karikatürleştirilmesidir. Bu unsurlar politika ve ekonomi arasındaki bağı kopartıyorlar; kapitalizmin çökeceğini onun nesnel yasalarına bağladıkları için, onu yıkmak ve yerine sosyalizmi kurmak gibi bir bilinçli politikayı reddediyorlar; aslında lafta reddetmiyorlar ama bütün anlayışları öznenin bilinçli eylemini hesaba katmamak üzerinde yükselmektedir. Çünkü sistemin, kendi iç çelişkilerinden dolayı tıkandığını ve bundan dolayı da çöküyor olduğunu söylemek, bu çöküşün sınıf mücadelesi dışında gerçekleşiyor olduğunu söylemek anlamına gelmektedir.

Bu unsurlar kendiliğinden çöküş teorisi ile kâr oranının eğilimli düşüş yasasının günümüz kapitalizmi koşullarında artık geçersiz olduğunu savunmuş oluyorlar. Bunun farkında olup olamaları veya kabul edip etmemeleri hiç önemli değil. Çünkü kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunmak, kâr oranının düşüşüne karşı etkide bulunan faktörler artık geçerli değildir veya etkisizleşmiştir ve bundan dolayı da kâr oranı eğilimli düşüş içinde değildir, doğrudan düşüş içindedir ve sıfır noktasına varmıştır; yani kapitalistin kâr etme olanağı kalmamıştır; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kanalları tıkanmıştır; yani kapitalizm çökmektedir ve kendiliğinden çökmektedir demekle eş anlamlıdır.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisinin demagojiye tahammülü yoktur; bu teori demagojiyi dışlar. Çünkü bu teoriyle ifade edileni farklı yorumlamak imkânsızdır. Teori, çok açık bir biçimde kapitalizmin sınıf mücadelesinin ötesinde -sınıf mücadelesi gelişmiş olsun veya olmasın- kendini devam ettirme olanağının kalmadığı savı üzerine kurulmuştur. Kapitalizm koşullarında “emeği” özgürleştirdikten sonra sınıf mücadelesinden, proletaryadan, devrimden bahsetmek anlamsızlaşıyor. Bu nedenle hem kendiliğinden çöküşten ve hem de sınıf mücadelesinden, devrimden bahsetmek “abesle iştigal etmekten başka bir anlam taşımaz.

Nelte bu anlamda önemlidir. Nelte, “abesle iştigal” etmiyor. Sınıf mücadelesiymiş, devrimmiş, partiymiş onun açısından önemli değil. Her ne kadar ara sıra bu kavramları kullansa da, parti ve örgütlenmeyi, sınıfın mücadelesini kapitalizmin çöküşünden sonraki sürece bırakıyor: Kapitalizm kendiliğinden çöküyor, parti kapılarını kitlelere açıyor, sınıf aniden, neredeyse bir gecede bilinçleniyor; kafasında konsey örgütlenmesi gelişiyor ve mübadele ekonomisini bilinçli yönlendirerek yeni bir sistemi kurmaya koyuluyor! Ne muhteşem, ne dehşetli bir anlayış değil mi?

Nelte'nin, bu tavrı politikada açık olmaya, gerçeği söylemeye bir örnektir; en azından kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini savunmak bazında. Nelte, savunduğu teorinin sonuçlarını eğip bükmeden açıklıyor; 2006'da 30 sene içinde çökeceğini söyledim ama olmadı, sonra, 2008'de 10-15 sene içinde çökeceğini söyledim bu da tutmadı, ama daha sonra 10 seneden daha az bir zaman içinde çökeceğini söyledim ve şimdi de, 4 Mart 2009'dan itibaren kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü; sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanaklarının artık kalmadığını ve “mübadele ekonomisi”ne geçiyor olduğumuzu açıkladım diyor. Nelte gibi cüretkâr olacaksın!

Nelte, kapitalizmin geleceği konusunda Marks'ın yanıldığını ve karikatürleştirilmiş R. Luksemburg'un teorisinin artık bir gerçeklik olduğunu savunmaktadır...

Sadece normal bir fazla üretim kriz mi?” diye soran “harika” Nelte, bu krizin normal bir fazla üretim krizinden başka bir kriz olmadığını kabul eder mi? Etmez. Ötesinde, kapitalizm bu krizden de çıkma işaretleri göstermeye başladığında Nelte ve onun gibi düşünenler, özeleştiri verirler mi, yanlış düşünmüşüz derler mi veya inatla yanlışı savunduktan sonra doğru kendini kabul ettirince özür dilerler mi? Veya amiyane bir tarzda soracak olursak, sıkılırlar mı, kapitalizm çöktü-çöküyor diye milyarlarca insanı boşuna sevince boğduklarından dolayı acı duyarlar mı, hata ettiklerini, kapitalizmin normal bir fazla üretim krizine farklı anlam yüklediklerini kabul ederler mi? Pek sanmıyorum. Zaten iki ihtimal var: Kapitalizm ya çökmüştür ya da çökecektir! Nelte, 'birinci ihtimalde yanıldım, ama ikinci ihtimalde haklıyım, çünkü “daha ne kadar sürer” diyenleri konuşturarak “daha ne kadar sürer” ihtimalini de doğru bulduğumu açıklamış oluyorum' der. Nelte böyle düşünür. “En Marksist”i de böyle düşünür.

Biraz da Immanuel Wallerstein'dan...
Dünya sistemi teorisinin “duayeni Immanuel Wallerstein da kapitalist dünya sisteminin gerçek bir sistem kriziyle karşı karşıya olduğu anlayışında. Wallerstein'a göre kapitalizmde gerçek birikim olanakları kendi sınırına gelip dayanmıştır; diğer şeylerin yanı sıra bunda, Çin, Hindistan, Brezilya gibi gelişen ve ekonomik olarak güçlenen ülkelerin ve Latin Amerika'daki sola yönelik hükümetlerin “çevreden merkeze şimdiye kadar engelsiz zenginlik akışını giderek sınırlandırmaları önemli bir rol oynamıştır. Böylece Wallerstein, R. Luksemburg'un görüşünü bir biçimde tekrarlar.

Nelte gibi Wallerstein da hesaplamış ve kapitalizme en fazlasıyla 30 senelik bir ömür biçmiş. Wallerstein, “Soğuk Savaş” döneminde Sovyet Blokunun sonunun geleceğini bir kâhin gibi bilmiş -Yahu revizyonist sistemin çökeceğini yerine klasik kapitalizmin geleceğini devrimciler sürekli savundular, ama hiç kimse onlara kâhin demedi. Demek ki kâhin olmak için Wallerstein olmak gerekiyormuş!- ve şimdi de kapitalizmin önümüzdeki 30 sene içinde sonunun geleceğini öngörüyormuş. Doğru, Wallerstein, uzun bir zamandan beri bir Kondratieff-çevriminin ikinci aşaması sonunda bulunduğumuzu söylüyor. Wallerstein'a göre kapitalizmin çöküşü gerçek olacak, çünkü negatif konjonktür çevrimleri sistem kriziyle çakışıyorlar ve böylece kapitalizm dengesi sarsılarak rayından çıkıyor. Sonuçta “siyasi kaos aşaması ile karşı karşıya kalacağız.

Wallerstein, “dünyanın hakim güçleri için durumun giderek kaotik ve kontrol edilemez olduğu” anlayışında. Hangi sistemin kapitalizmin yerini alacağını belirlemek için “sadece sistemin savunucuları ve karşıtları arasında değil, bütün aktörler arasında” bir mücadelenin patlak vereceğini bekliyor. Kriz kavramını tam da böyle bir durum için kullanıyor ve “Evet, kriz içindeyiz, kapitalizm sonuna doğru meyillenmektedir” diyor (Le Monde Diplomatique, 2008/10/11).

Wallerstein, toplumun barbarlığa yuvarlanması; “siyasi kaos” aşaması gibi konularda kendiliğinden çöküşü savunanların akıl hocasıdır. Bu konuda “en Marksist” de Marks ve onun kapitalizm analizine; bu analize göre kapitalizmin geleceğine; işçi sınıfı ve müttefikleri tarafında yıkılacağına ve yerini sosyalizmin alacağına kesinlikle inanmaz. Bunların yol göstericisi Wallerstein'dır. Onun kapitalizm yorumuyla barbarlığı alternatif olarak gösterenlerin anlayışları arasında niteliğe özgü bir fark yoktur.

Wallerstein, kapitalizmin çöküşünü 16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçerken feodalizmin çöküş ve erken kapitalizmin hakimiyetini kurma süreci boyutlarında bir çağsal altüst oluş olarak tanımlar. Böyle bir süreç içinde iktidar seçkinlerinin, krizden krize yuvarlanan sistemi istikrara kavuşturamayacaklarını ve “uzun bir siyasi kaos aşaması” yaşanacağını öngörür.
Feodalizmden kapitalizme geçişi örnek olarak almak istemiyorsanız kölecilikten feodalizme geçişi örnek alabilirsiniz. Sonuç değişmez; toplum formasyonu değişiminde yeni ile eski arasındaki mücadeleyi; geleceği temsil eden sınıf ile geçmişi temsil eden sınıf arasındaki mücadeleyi bir biçimde reddetmiş olursunuz...

Wallerstein'a göre şimdiki “korkunç adaletsiz” kapitalizmin yerini daha büyük boyutlarda parçalayan, hiyerarşik yapıya sahip olan bir sistem alabileceği gibi, demokratik ve eşitçi bir sistem de alabilir. Nihayetinde belirleyici olan, sayısız kişisel çabaların sonucu olacaktır.
Böylece Wallerstein, sınıf mücadelesi değil, bireylerin mücadelesi belirleyicidir diyor!

Hani Nelte gibi görece genç biri olsa, tecrübesidir, böylesi teorik uçukluklarını hoş karşılamak gerekir diyebilirdik. Ama Wallerstein, yaşını başını almış birisi, dünya kadar tecrübesi var. 1930'da doğmuş, çocukluğunu “normal” kapitalizm koşullarında geçirmiş; yani Keynesci kapitalizm öncesini de tanıyor. Böyle birisinin kalkıp da “korkunç adaletsizlik”ten bahsetmesi hiç normal değil!

Tarihsel deney şunu gösterdi: Kapitalizmin sonu veya kendiliğinden çökeceği üzerine öngörüde bulunan birçok “sol”; daha doğrusu “mahşer günü” ajitatörleri şimdiye kadar yeterli derecede maskara durumuna düşmüşlerdir. Wallerstein, Nelte veya başkaları, ne ilk maskara duruma düşenlerdir ve ne de sonuncusu olacaklardır.

Bu unsurlar, tezleri için hangi savları, kanıtları öne sürüyorlar? Wallerstein, “dünyanın hakim güçleri için durumun giderek kaotik ve kontrol edilemez olduğunu” açıklıyor. Nelte, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin artık imkansız olduğundan bahsediyor ve “daha ne kadar devam eder” sorusunu soruyor; “en Marksist”, artı değer üretiminin tarihe karıştığını, sermayenin “emeği” boşama aşamasına gelindiğini söylüyor. Ve hepsi, bütün aktörlerin katılacağı bir mücadelenin yakın gelecekte patlak vereceğini ilan ediyor...
Burada söz konusu olan işçi sınıfı ve partisinin mücadelesi değil, bireylerin mücadelesidir.
Savunulan bu.