deneme

11 Eylül 2020 Cuma

YANLIŞ ANLAŞILAN “DEĞERLİ” YALNIZLIK



YANLIŞ ANLAŞILAN “DEĞERLİ” YALNIZLIK

AKP hükümetinin belli bir aşamasından sonra; genel anlamda diktatör Erdoğan’ın AB ve ABD ilişkilerinin gerilmesinden bu yana Türkiye’nin “değerli” bir yalnızlık içinde olduğu ve bunun da tek sorumlusunun diktatör Erdoğan olduğu burjuva muhalefetin dilinden düşmez oldu. “Değerli” yalnızlık sol kesimde de sürekli işlenmiştir. Bu yalnızlık, diktatör Erdoğan önderliğinde hükümetin politikalarında arandı; diktatör Erdoğan ve hükümetinin AB ve ABD ile, komşu ülkelerle ilişkileri gerdiği, diplomasiyi zora soktuğu, oysa ilişkilerin “dostluk” içinde, germeden de devam ettirilebileceği burjuva muhalefetin anlayışıdır.

Doğrudur, faşist diktatörün, söylem “tarzı” şimdiye kadar iktidarda olanlarda pek görülmemiştir. Bu tarza “kaba” diyebileceğiniz gibi “yalan söyleme ustalığı”, “ey”cilik de diyebilesiniz. Bu “tarz”ın, “değerli” yalnızlığın bu boyutlara gelmesinde belli bir rolünün olduğu da kabul edilmelidir. Ancak, “değerli” yalnızlığın esas nedeni ne diktatör Erdoğan önderliğinde AKP’dir ve ne de bizzat kişi olarak Erdoğan’dır.
Değerli” yalnızlığın nedenini Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Türk burjuvazisinin kendi tarih yazımını dönemlere ayırarak çıkartabiliriz.

I. Dönem:
Cumhuriyetin kurulmasından, diyelim ki, II. Dünya Savaşının başlangıcına kadar olan dönemde Türk burjuvazisi dış ilişkilerde, başka ülkelerle ilişkilerinde “değerli” yalnızlık yaşamamıştır. Bunun nedenini, I. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada yeni güç dengesinin oluşma sürecinde olmasında ve aynı zamanda Türkiye’nin SSCB ile kurduğu ilişkilerde aramak gerekir.
Ayrıntısına girmeden şunu söyleyebiliriz:
Türkiye Batı’dan kopmamış, ekonomik desteğini aramış, ama bu desteği bulamamıştır. 
 
Türkiye, siyasal sonuçlar doğuracak hiçbir siyasi, askeri, ekonomik pakta, uluslararası örgütlenmeye dahil olmamıştır. Sadece istisna olan, Balkan Paktıdır ( 9 Şubat 1934). (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci, Ceylan Yayınları, Haziran 1999, s. 456-474)
Türkiye, SSCB ile dostluk ilişkilerini geliştirmiş, SSCB’den ekonomik ve siyasi (dış politikada uluslararası ilişkilerde) destek görmüştür.

Bu dönemde Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik politikası “yurtta sulh cihanda sulh” diye tanımlanan dünya ve komşu ülkelerle ilişkileri germemekten ibaretti. Bu, içe kapanıklığı beraberinde getiren bir politik değildi. Tam tersine bu dönemde Türkiye birçok alanda başka ülkelerle anlaşmalar imzalamıştır; dünyaya açılmıştır (İbrahim Okçuoğlu; agk.)

Ara Dönem:
1940-1945 arasında bir taraftan Almanya ve İngiltere, Türkiye’nin kendi safında savaşa girmesi için baskı yaparken Türkiye de savaşa girmemek için uğraşmıştır. Sonuçta Türkiye savaşın sonucu belli olmaya başlayınca Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Ne var ki, bu savaş ilanı, galiplerin safında yer alış, herhangi bir savaş ganimetini beraberinde getirmemiştir. Savaşa girmediği ve Sovyet korkusundan dolayı Türkiye, kısa bir dönem “değerli” yalnızlık yaşamıştır. Ancak savaş sonrasında kapitalist dünyayı kendi jeopolitikasına göre yeniden kurmak için harekete geçen Amerikan emperyalizmi, komünizm “tehdidi” altında olan Türkiye’yi de unutmamış, Truman Doktrini (1947) ve Marshal Planı (1947) çerçevesinde Türk dış politikasını ve ekonomisini yönlendirmeye başlamıştır. Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye ilgisi, “değerli” yalnızlığın “değerli” işbirliğine evrilmesinin başlangıcıdır. Artık Türkiye’nin ABD gibi bir dostu, SSCB gibi bir düşmanı vardır.

II. Dönem:
Özellikle Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından (1952) sonra dostları da çoğalmıştır. Türkiye, sosyalist dünyaya karşı kapitalist dünyanın cephe ülkesi olmuştur. Kapitalist dünyanın başkaca uluslararası örgütlerine de üye olan Türkiye’nin “değerli” yalnızlığı tarihe karışmıştır.
Türkiye’nin artık kendi başına bir ulusal güvenlik politikası geliştirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü NATO, bu görevi üstlenmiştir. NATO’nun ulusal güvenlik politikası da Amerikan emperyalizminin dünya çapında çıkarlarını koruyan “ulusal” güvenlik politikasıdır.

Dünyanın öbür tarafıyla, sosyalist, sonra da revizyonist kampla ilişkiler, kapitalist dünyanın, daha doğrusu Amerikan emperyalizminin çıkarları uygun düştüğü kadarıyla sınırlı kalmıştır.
Türk burjuvazisi bu dostluğun ne menem bir dostluk olduğunu Kıbrıs sorununda yaşamıştır. Türk burjuvazisi Kıbrıs harekatıyla, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının önde gelen ülkelerini karşısına almıştır. Harekattan dolayı ambargoya maruz kalan Türkiye, dış ilişkilerde dostluğun değil, çıkarların belirleyici olduğunu görmüştür.

Ama bu ambargodan dolayı pek de “değerli” yalnızlık yaşamamıştır. Emperyalizm bir biçimde istediğini alıyor, ulusal güvenlik NATO tarafından sağlanıyor sürecinde bağımlılık devam etmiştir.

Revizyonist blokun yıkılmasıyla Türkiye’nin uluslararası ilişkileri daha da çeşitlenmiştir. Türk burjuvazisi bin sene önce ayrıldığı topraklarda kardeşleriyle kucaklaşmıştır.

Ancak AKP’nin, iktidara gelmesini çok isteyen ABD ve Avrupalı dostlarıyla ilişkiler, belli bir zaman sonra, Erdoğan’ın “ulusal” çıkar lafını sürekli dillendirmeye ve ikide bir “ey” çekmeye başlamasından sonra bozulmaya başlamıştır.

Ne oldu da Türkiye “değerli,” yalnızlığa sürüklendi?

Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi (2016) bitlenmiş Türk burjuvazisinin/sermayesinin “ulusallık” adına çıkarlarını yoğun, istikrarlı ve saldırgan bir biçimde savunmaya yönelmesinin tetikçisi oldu. Diktatör Erdoğan önderliğinde bu darbe girişimiyle hesaplaşma adına yeni bir ulusal güvenlik konzepti geliştirildi. Söylenen şuydu: Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklerine, NATO’ya teslim edilemez. Ulusal güvenliğimizi sağlamak için kuşatmayı, kuşatılmışlığı yarmalıyız, düşmanı sınırlarımız içinde değil, sınır dışında, neredeyse orada imha etmeliyiz. Ulusal çıkarlarımız için mücadele etmeliyiz. Kuruluş dönemi tarihimizle hesaplaşmalıyız; Lozan’ın sınırları içinde kalamayız; Misak-ı Milli gerçekleştirilmelidir vs. Bu türeden açıklamalarla faşist Erdoğan yeni ulusal güvenlik politikasını gerçekleştirmeye başladı; Rojava’nın bir kısmını işgal edildi, geriye kalanı kısmını da ABD ve Rusya ile işbirliği içinde yaparak tasfiye edildi. Güney Kürdistan’da girip-çıkma yerine kalıcı üsler kurma süreci başlatıldı ve bu süreç devam ediyor.

Gecikmeli olarak Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya müdahil olundu. Libya’da Sarrac hükumetiyleDeniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşmaya dayanarak Doğu Akdeniz’in paylaşımına gecikmeli müdahil olundu.

Türk burjuvazisi, AB kaynaklı (şimdi sahiplenilmezse de) paylaşımı (Yunanistan lehine harita) reddederek, Libya ile yapılan anlaşma/deniz komşuluğu esası üzerinde belirlenen alanda hak sahipliğini ilan etti. Bu alanda doğal gaz ve petrol aramalarını ve sondaj çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. Deniz kuvvetlerinin koruması altında sürdürülen bu çalışmayı engellemenin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına göz dikme olarak algılıyor ve bu sahayı korumak için savaşa hazır olduğunu da sürekli açıklıyor.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisi “komşularla sıfır sorunlu” dış politikayı komşularla çok sorunlu dış politika olarak geliştirdiler. Bu politika şimdi tavan yaptı.

Neden böyle oldu? Erdoğan-Davutoğlu’nun, şimdi de Erdoğan'ın beceriksizliğinden dolayı mı böyle oldu? Bu anlayışı, başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet sürekli dile getirmektedir. Dış politikanın bu yöne evrilmesinin nedeni Türk tekelci sermayesinin gelişmesinde, saldırganlaşmasında, ilhak arayışında, emperyalist politika gütmesinde aramak gerekir. Bu politikadan dolayı Türkiye “değerli” yalnızlık içindedir.

Şimdi, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan, iç savaştan dolayı Suriye hariç, Lübnan, İsrail, Mısır, Kıbrıs Rum kesimi gibi ülkelerin Doğu Akdeniz’i kendi aralarında paylaşmaları ve Türkiye'yi Antalya körfezine mahkum etmeleri -böyle bir paylaşımın maddi zemininin olamayacağından bağımsız olarak- Türk tekelci burjuvazisi/sermayesi açısından kabul edilir bir durum değildi. Bu durumda bu ülkelerin Türkiye ile dost olmalarını beklemek abesle iştigal etmek anlamına gelir. Buna bir de Libya’daki Türkiye varlığı eklenince Türkiye’ye “değerli” yalnızlıktan başka bir şey kalmıyordu.

Türkiye, artık eski Türkiye değildir. Ancak, ABD’ye AB’ye dikleniyor diye anti-emperyalist mücadele veriyor diye düşünmek de olsa olsa küçük burjuva avanaklığı, dar kafalılığı olabilir. Türkiye, kabul edelim veya etmeyelim geliştirdiği yeni ulusal güvenlik politikasına göre “ulusal” çıkar peşinde emperyalist politika geliştirmekte ve uygulamaya çalışmaktadır. Bunun pratik anlamı, işgal ve ilhaktır; sömürgeci çıkarlar için savaşmaktır.

Şimdilik daha ziyade kapalı olarak ABD, açıktan Fransa ve Almanya önderliğinde AB ve Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler (Kıbrıs Türk kesimi hariç) Türkiye’nin karşısında yer alıyorlar. Bu rekabette ABD’nin neden orada olduğu anlaşılır, ne de olsa hala bir dünya gücü, dünya hegemonyası için jeostratejik olarak Doğu Akdeniz onun için çok önemli. Kimse davet etmese de zorun “daveti” ile orada olur.

Peki, AB’ye ne oluyor? AB’nin birçok ülkesi, bırakalım Doğu Akdeniz’i, Akdeniz’e bile kıyıdaş değildir. Ama AB, mutlaka orada olmak istiyor. O halde Doğu Akdeniz ve tabii ki Libya, AB için çok önemli olması gerekir. Ancak AB, iç çelişkileri/rekabeti olan, bu çelişkilerde bir denge, uzlaşma sağlandığında var olabilen, politika üretebilen bir ekonomik entegrasyondur. İngiltere’nin üye olduğu dönemde AB içinde başı çeken Almanya, Fransa ve İngiltere idi. Şimdi Almanya ve Fransa AB’in politikalarını belirliyorlar, o da kendi aralarında uzlaştıklarında. AB, AB’nin deniz alanını belirlemek, doğu Akdeniz’i kendi deniz sahasına katmak için orada. Aslında Almanya’nın ve Fransa’nın çıkarı için orada. Bunun yolu da Yunanistan üzerinden yürütülen politikadır. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de attığı her adım Fransa ve Almanya kontrollü adımdır. Bu nedenle Türkiye’nin Yunanistan'a verdiği cevap da AB’ye; Fransa ve Almanya’ya verilen mesajdır.

Sessizliğini hala sürdüren iki ülke var; Rusya ve Çin. Çin soruna nasıl müdahil olur, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak Rusya, en azından Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’de.

Bu güçler ilişkisi, saflaşma Türkiye’nin “değerli” yalnızlığının maddi zeminini oluşturmaktadır. Bunun nedeni ne diktatör Erdoğan ve ne de mevcut hükümettir. Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı ve hükümet de CHP hükümeti olsaydı durum değişik mi olacaktı? Veya ilk seçimde iktidar değişirse durum değişecek mi? Veya çok mu değişecek? Faşist diktatörlük, Doğu Akdeniz’den, Libya’dan, Rojava’dan, Güney Kürdistan’dan çekilecek mi? Veya CHP tek başına iktidar olunca Kürdistan’da, Libya’da, Doğu Akdeniz’den çekilecek mi? Burjuvazinin hangi partisi iktidar olursa olsun aynı politikayı uygulamakla karşı karşıyadır.

Sorunu doğrudan diktatör Erdoğan politikasında değil de, Türk tekelci burjuvazisinin/sermayesinin politikasında aramak doğru olandır. Erdoğan, faşist bir uygulayıcıdır. Şüphesiz ki, bu onun masum olduğunu göstermez. Çok yaygın bir biçimde kullanılan Türk burjuvazisinin Erdoğan nezdinde kişiselleştirilmesi yanlıştır. Yaratılan algı şu: Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin; onun gitmesi için kaç kere ekonomik krize bel bağlanmıştır, hatırlamıyorum. Ama Erdoğan gidince ne olacak? Türk tekelci burjuvazisinin “masum” olduğu mu açığa çıkacak? Yani burjuvazinin aslında böyle bir politikası yoktur, yapılanların tek sorumlusu Erdoğan’dır mı denmek isteniyor? Erdoğan gidince demokrasi mi gelecek, özgürlük mü gelecek? Veya faşist diktatörlük yıkılmış mı olacak? Sınıfsallıktan kopuk bir politika ancak bu kadar olur. 10 kere, 20 kere Erdoğan, ancak bir kere Türk tekelci burjuvazisi, Türk tekelci sermayesinin çıkarları dillendirilirse bunun sonucu Erdoğan ile düello olur. Olan da bu.

Çıkarların bu denli çatıştığı bir alanda Türk burjuvazisinin dostlarını çoğaltması pek mümkün gözükmüyor. Karşı cephede ABD ve AB yer alıyor. Türkiye cephesinde Kıbrıs Türk kesimi ve Sarrac hükümeti yer alıyor. Sadece Rusya sessizliğini koruyor.

Jeopolitik mantık/akıl ne diyor?
Doğu Akdeniz de dahil Ortadoğu’da dünya hakimiyeti jeopolitikasına uygun jeostrateji hem ABD ve hem de Rusya için Türkiye’yi elde tutmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu konuyu birçok yazımda işledim. Burada kısaca şunu söylemek isterim:
1-Doğu Akdeniz’de enerji paylaşımı Türkiye’siz olmaz.
2-Rusya’yı çevreleme stratejisinde Amerikan emperyalizmi Türkiye’siz amacına ulaşamaz. Çevreleme stratejisi Edirne-Kars arasında kopmuş olur. Dedeağaç’ta (Yunanistan) kurulacak Amerikan üs ile de bu açık kapatılamaz.
3-Rusya, Türkiye’yi kazanmakla bu hatta ABD tarafından çevrelenmeyi kırmış olacaktır. Bunun ötesinde boğazlardan savaş gemilerini sorunsuz geçirebilecektir. Aksi taktirde Doğu Akdeniz’e savaş gemisi getirmek için kuzey kutbu da dahil Okyanusları kullanmak zorunda kalacaktır.
Sadeleştirildiğinde bu noktalar açığa çıkıyor. Ayrıntılı analiz edildiğinde daha başka nedenler de ele alınabilir. Ama düğüm noktaları bunlar.

Revizyonist kampın dağılmasından sonra oluşan çok rekabetli dünya “düzeni”, Çin’in sadece bir rekabet merkezi olmaktan çıkarak Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti tahtına göz dikmesi; Amerikan emperyalizmine meydan okuyacak duruma gelmesi, çok rekabetli dünya “düzeni”nde ülkeler arası ilişkilerde yeni gelişmelerin habercisidir; şimdiye kadar uluslararası ilişkilerde ittifaksızlaşma eğilimi yerini ittifaklaşma eğilimine bırakma sürecine girmiştir. Dünya düzeni, ABD-Çin rekabeti ekseninde yeniden şekillenme sürecine giriyor. Bugün ABD-Rusya rekabeti yerini ABD-Çin rekabetine bırakacaktır. Rusya’nın nerede yer alacağı ayrı bir konu. Ancak, gelişmenin yönü ABD-Çin rekabeti doğrultusundadır.

Doğu Akdeniz, şu anda önde gelen emperyalist ülkelerin ve kıyıdaş ülkelerin donanmasıyla dolup taşmış durumda. Doğu Akdeniz, Çin’in öne fırlamasıyla dünya jeopolitikasının yeniden şekillendirilmeye başlayacağı ilk alan olabilir. Burada dünya jeopolitikası oluşturma yeteneğine sahip her ülke (bu durumda ABD ve Rusya, Çin de ben geliyorum diyor), oluşturacağı jeopoitikanın bölgesel ayağındaki jeostratejisini belirlerken ilk elde edilmesi, elde tutulması, rakibe kaptırılmaması gereken sahanın Türkiye olduğunu gözden kaçıramaz. Jeopolitik akıl bunu gösteriyor. Bu nedenle, salt bu nedenle Doğu Akdeniz’de gerek ABD ve gerekse de Rusya Türkiye'nin çıkarlarını göz önünde tutacaklardır, tutmak zorunda kalacaklardır. Ancak, Türkiye oyunu Suriye’de, Rojava’da olduğu gibi, yerine göre ABD ile, yerine göre Rusya ile sürdürme (sarkaç taktiği) şansına pek sahip olmayabilir; ya birinin yanında veya da diğerinin yanında yer almakla karşı karşıya kalabilir. Bunu göreceğiz.
ABD ister ki, Türkiye eski Türkiye olsun; Amerikan çıkarlarına hizmet eden, NATO’yu ulusal güvenlik şemsiyesi olarak gören, sesini çıkartmayan bir Türkiye.
Rusya ister ki, Türkiye NATO’da kalarak onu yıpratsın, Rusya’nın ABD-NATO tarafından çevrelenmesini Anadolu’da kesintiye uğratsın.

Ancak, her iki ülke de, buna AB’yi de ekleyebiliriz, Türkiye’nin edilgen bir ülke olmaktan çıkarak etkin bir ülke olma sürecinde bayağı yol katettiğinin farkındalar. Bu nedenle Türkiye’nin “ulusal” çıkar olarak ne dillendiriyorsa onu dikkate almak zorunda kalıyorlar. Bunun en tipik gerçekleşmesini Rojava’da görüyoruz.
ABD ve Rusya’nın olduğu yerde, özellikle de Doğu Akdeniz’de AB’nin bu alanı AB deniz alanına çevirmek için manevraları boşa çıkar; Macron da, burjuva basında söylendiği gibi “çakma Napolyon” olmaya mahkum olur.
Grande nation” “petit nation” olmuş, ama Macron bunun farkında değil.

Irkçı, faşist emekli generallere gün doğdu. Dere tepe düz gidiyorlar; 7/24 savaş çığırtkanlığı yapıyorlar. Sağı solu işgal ve ilhak etmek için kışkırtıyorlar. Şüphesiz bu ırkçı ve faşistler generaller bu kışkırtıcılığı rejimle koordineli yapıyorlar. Bıraksanız turancılıkta Enver Paşa’yı fersah fersah geride bırakıp birkaç gün içinde Çin Seddine, Kazan üzerinden Yakutistan’a ve Kamçatka’ya varacaklar. Avrupa’da Viyana kapılarına yeniden dayanacaklar, Afrika’da Zanzibar adasına kadar uzanacaklar. Bu güruhun Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınları, dar anlamda Türk ulusunu bu emperyalist politikaya, savaşa hazırlamada önemli bir rol oynamadıkları, Türk şovenizmini beslemedikleri söylenemez. Ancak her şey, bu generallerin dediği gibi değil. Yani Türk burjuvazisi açısından her şey yolunda olarak görülemez. İşin sonunda maskara olmak da var: Silahlı güçler Güney Kürdistan’da, Rojava’da, Doğu Akdeniz ve Libya’da doğrudan sıcak çatışma içinde veya savaşa hazır durumda. Azerbaycan-Ermenistan gerginliğini saymazsak toplam 4 cephe. Güçlerin bu dağılımından dolayı Libya ve Doğu Akdeniz, Türk burjuvazisi için kabusa da dönüşebilir.