deneme

21 Şubat 2022 Pazartesi

SOSYALİZME SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ



İDEOLOJİ VE JEOPOLİTİKA

SOSYALİZME SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ


Yavuz Alogan 18 Şubat 2022 tarihli “Veryansın tv”de yayımlanan “İdeoloji ve Jeopolitik” başlıklı yazısında ideoloji ve jeopolitik kavramlarını birbirine sınıf/iktidar açısından tamamen zıt sistemlerin (kapitalizm-sosyalizm) temel özelliklerini dikkate almadan kullanmış. Şüphesiz, bu türden bir anlayış sadece Y. Alogan’a mahsus değildir. Ancak, yazısında dikkatimizi çeken, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’ni, bu devrimin sonucu olarak kurulan Sovyetler Birliği’ni “Rus jeopolitiğinin” takipçisi, uygulayıcısı olarak göstermesidir.

Alogan’a göre “Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde (1917) Rus jeopolitiğinin farkındaydılar. En azından, son Çar II. Nikolay’ın çevresindeki asker, akademisyen ve coğrafyacı teorisyenlerin raporlarını okumuşlar, Çar’ın sarayında buldukları emperyalist paylaşım planlarını incelemişlerdi. Bunları İzvestiya’da yayımladılar. İngiltere ve Fransa’nın Rusya’nın onayıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama planları, Sevr’in babası olan Sykes-Picot anlaşması (1916) böylece ortaya çıktı.”

Brest-Litovsk Antlaşması (1918) devrim sonrasında Rusların ilk jeopolitik felaketi oldu. Baltık bölgesini, Polonya, Finlandiya, Beyaz Rusya ve Ukrayna’yı kaybettiler. 1920’de Kızıl Ordu Varşova’ya kadar ilerleyerek 1918’de kaybedilen bölgeleri geri almaya çalıştıysa da başarılı olamadı.”

Coğrafi koşulların gerektirdiği jeopolitik 1920’lerden günümüze kadar değişmedi. Çarlığın, Komünistlerin ve Putin Oligarşisi’nin hem yayılma, hem de savunma hatları aynı kaldı.”

Sovyetler Birliği ideoloji ile jeopolitik arasında denge kurmaya çalıştı. 1930’ların sonuna kadar ideolojiyi jeopolitik hedeflere ulaşmak için kullandı. Daha sonra jeopolitiği ideolojik yayılma amacıyla kullandı: 1939 Molotov-Ribbendrop Antlaşması (Hitler-Stalin Paktı) sayesinde Finlandiya’yı, Polonya’nın yarısını, üç Baltık ülkesini aldı.”

1941’de Almanlar’ın Barbarossa Harekâtı başladığında hepsini kaybetti, Naziler Moskova’ya kadar geldiler. Fakat Stalingrad’dan (1943) sonra Kızıl Ordu, Berlin’e kadar ilerledi ve Çarlık’ın “yayılma hatları”nın da ötesine geçerek bütün Doğu Avrupa’yı “fethetti.” Clemencau’nun “güvenlik kuşağı”nın yerini Churchill’in “Demir Perde”si aldı, Soğuk Savaş başladı.”

İdeoloji ile jeopolitik birleşti ve bu birlik 46 yıl sürdü. Ruslar sosyalizmin Sovyet versiyonu sayesinde, çok geniş bir coğrafyada ideolojiyi farklı devletlerin, milletlerin, dinlerin ve etnik grupların üzerinde tutarak, askerî (Varşova Paktı,1955-1991) ve ekonomik (COMECON, 1949-1991) bir imparatorluk kurmayı başardılar.”

Rusya’nın ikinci büyük jeopolitik felaketi 1991’de Belovej anlaşmasıyla geldi (Putin: “20. Yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi”). Sovyetler Birliği dağıldı... Polonya 1999’da, Estonya-Letonya-Litvanya ve Bulgaristan 2004’te, Romanya 2007’de NATO’ya geçti. Rusya “ileriden savunma hatları”nın tamamını kaybetti. Sovyet jeopolitiği ideolojisiyle birlikte iflas etti.”

Nükleer savaşı göze alsa da almasa da Rusya’nın Çarlık ve Sovyet imparatorluğunun “yayılma hatları”na ulaşması ve eski “ileriden savunma mevzileri”ni yeniden ele geçirmesi ya da stratejik boşluğu başka yönlerde farklı coğrafyalarla telafi etmesi bugünün dünya şartlarında neredeyse imkânsızdır.”

Yanlış anlaşılmaması için Alogan’ın önemli gördüğüm görüşlerini olduğu gibi aktardım.

Yavuz Alogan ne demek istiyor?

1) Jeopolitik ve ideoloji açısından sosyalist Sovyetler Birliği (1917/(Ekim Devrimi- 1956 (SBKP(B) XX. Parti Kongresi), revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği (1956-1991) ve dağılan Svyetler Birliği yerine kurulan Rus devleti (Rusya Federasyonu) arasında hiçbir fark görmüyor; Çarlık dahil dört farklı sınıfsal/devletsel yapıdan oluşan bu tarihi, aynı karakterli bir tarih olarak değerlendiriyor.

2) Jeopolitikanın burjuva ideolojiye özgü olduğunu, işçi sınıfının ideolojisiyle (Marksizm-Leninizm’le) hiçbir açıdan bağının olamayacağını görmüyor veya görmek istemiyor.

3) Emperyalist saldırganlık, fetih ve işgal ile enternasyonal dayanışmayı; devrimlerin desteklenmesini aynı seviyede değerlendiriyor.

Makale uzamasın diye bu üç noktayı belirtmekle yetiniyorum.

Doğrudur, “Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde (1917) Rus jeopolitiğinin farkındaydılar.”. Tam da bu nedenle talan, işgal; dünyanın yeniden paylaşılması olan I. Dünya Savaşına hayır diyen Bolşevikler, bu hayır demenin gereği olarak İngiltere, Fransa ve Rusya’nın gizli anlaşmalarını da (Sykes-Picot anlaşması) bütün dünyaya açıklayarak, emperyalist ülkelerin emperyalist paylaşım anlamına gelen savaşını teşhir ettiler.

Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı jeopolitiğini Rusya cephesinde yenmiştir.

Brest-Litovsk Alman emperyalizminin Ekim Devrimi’ne, yeni kurulan proletarya diktatörlüğüne saldırısıdır. Genç Sovyetler Birliği açısından Brest-Litovsk, Troçki’nin hatalarından kaynaklı olarak geçici bir geri adımdır, bir soluklanmadır. Ancak, asla jeopolitik bir felaket değildir.

Yavuz Alogan’ın ideoloji, jeopolitika ve coğrafya arasındaki diyalektik bağı bilmesi gerekirdi. Dönemin Fransa Başbakanı Clemenceau tarafından, 1920’de “cordon sanitaire” (güvenlik kuşağı) diye tanımlanan hat, emperyalizm açısından kapitalist kuşatma altında kurulan proletarya diktatörlüğünü yıkmak için şüphesiz ki, doğrudan jeopolitik bir hattı. Ancak, aynı hat, Sovyetler Birliği ve onu destekleyen uluslararası komünist hareket açısından sosyalizmin savunulmasıydı. Sosyalizm, demokrasinin, sömürünün, işgalin, fetih savaşlarının, eşitsizliğin, farklı ulusların, etnik grupların eşitlik ve kardeşlik ilişkileri içinde yaşamalarının vb. ifadesidir. Jeopolitika ise dünyayı paylaşmanın, paylaşılmışsa yeniden paylaşmanın ifadesidir. Ancak, bu yazar birbirine temelden zıt olanı; farklı iki dünyayı; burjuvazi ve işçi sınıfı dünyalarını birbirine karıştırmak için elinden geleni ardına koymamış.

Cordon sanitaire” (güvenlik kuşağı) faşist Almanya tarafından çöpe atılmıştır. Hitler faşizmi 1941’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne saldırmış, Moskova kapılarına dayanmıştı. Sovyetler Birliği açısından II. Dünya Savaşı, Alman faşizminin saldırısından sonra Büyük Anavatan Savaşına dönüşmüştü. Bu savaşta Stalingrad direnişi (1943) savaşın seyrinde belirleyici dönüm noktası oldu; Kızıl Ordu, Alman faşist sürülerini Berlin’e kadar kovaladı ve Almanya’da faşist diktatörlüğün sonunu getirdi.

Alogan’a göre Sovyetler Birliği, ‘Çarlık’ın “yayılma hatları”nın da ötesine geçerek bütün Doğu Avrupa’yı fethetmiş’ , ‘Clemencau’nun “güvenlik kuşağı”nın yerini Churchill’in “Demir Perde”si almış’ ve ‘Soğuk Savaş başlamış’ oluyor.

Kızıl Ordu, Sovyet ülkesine, sosyalizmin kalesine saldıran, bu ülkeyi yok etmek isteyen faşist istilacılara karşı savaşıyor, onları geldikleri yere kadar kovalıyor ve Alman faşizmi işgali altındaki bütün Doğu Avrupa ülkelerinin özgürlüğüne kavuşmasına katkıda bulunuyor. Alogan’a göre bunun adı ‘Çarlık’ın “yayılma hatları”nın da ötesine geçerek bütün Doğu Avrupa’yı fethetmek’, ‘Clemencau’nun “güvenlik kuşağı”nın yerini Churchill’in “Demir Perde”sinin alması oluyor.

Doğrudur, II. Dünya Savaşı sonrasında bir “Soğuk Savaş” dönemi başlamıştır. Sosyalizm tek ülkede inşa edilen sistem olmaktan çıkmış, Doğru ve Orta Avrupa’da inşasının önü açılmıştır. Bütün dünyanın bildiğini Alogan, o bütün dünyadan neden saklamak ister? Alogan, bunun kapitalist dünya açısından jeopolitik bir hezimet, ama sosyalizm açısından kapitalizm karşısında bir zafer olduğunu bilmiyor mu?

1956’da SBKP(B)’in XX. Kongresinde Kruşçev önderliğinde revizyonizm bu ülkede siyasi iktidarı gasp eder. Bunun anlamı şudur: İktidara gelen modern revizyonizm, proletarya diktatörlüğünü yıktı, üretim araçlarının sınıfsal mülkiyetini (toplumsal mülkiyet) değiştirmenin adımlarını attı; son kertede yıkılan, yenilen sosyalizm oldu.

Sosyalizmin ülkesinde bürokratik kapitalizmin hakimiyeti kuruldu. Bu iktidar sonraki yıllarda sosyal emperyalist iktidara dönüştü ve kaçınılmaz olarak kendine özgü bir jeopolitika geliştirdi.

II. Dünya Savaşından 1956’ya kadar iki dünya; kapitalist dünya ve sosyalist dünya arasındaki Baltık ülkeleri-Polonya-Doğu Almanya-Çekeslovakya-Macaristan-Romanya ve Bulgaristan hattı iki dünyanın ayrışma hattıydı. Bu hat 1956’dan sonra hem kapitalist dünya hem de revizyonist dünya açısından jeopolitik bir hatta dönüşmüştür.

Bilgisizliğin demeyelim, ama burjuva düşünce tarzının dayanılmaz hafifliğiyle Alogan, ideoloji ve jeopolitika arasında hem de sosyalizm açısından akıl almaz bir bağ kuruyor. “Sovyetler Birliği ideoloji ile jeopolitik arasında denge kurmaya çalışmış. 1930’ların sonuna kadar ideolojiyi jeopolitik hedeflere ulaşmak için kullanmış. Daha sonra jeopolitiği ideolojik yayılma amacıyla kullanmış.” Böylece “1939 Molotov-Ribbentrop Antlaşması (Hitler-Stalin Paktı) sayesinde Finlandiya’yı, Polonya’nın yarısını, üç Baltık ülkesini” almış.

Sosyalist ülkenin dış politikası proleter enternasyonalizmdir. Sosyalist bir ülkenin dış politikasında yayılmacılık, ilhak, fetih, haksız savaş, baskı, zulüm, sömürü, talan yoktur. Dünya çapında işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilen ulusların mücadelelerinin yanında yer almak vardır. Sosyalist bir ülkenin ideolojisi Marksizm-Leninizm’dir ve bu ideoloji doğrultusunda mücadele esastır.

İdeoloji ile jeopolitik arasında denge kurmak; yani yerine göre ideolojiyi jeopolitik hedeflere ulaşmak için kullanmak veya jeopolitiği ideolojik yayılma amacıyla kullanmak ve bundan sonuç almak nasıl olur bilemem, ama Alogan’ın dediği gibi bir sonuç hiç alınamaz. Alınamaz, çünkü sosyalizmde böyle bir anlayış olamaz. Bırakalım sosyalizmi bir kenara; burjuva dünyada da, Alogan’ın dünyasında da geçerli olan ideolojinin belirleyici olmasıdır. Bu anlamda jeopolitika sürekli ideolojinin gereklerini yerine getirmenin bir aracı olur. Jeopolitika burjuva ideolojinin yansımasıdır. Bu da konumuz bağlamında savaştır, ilhaktır.

Dönem dönme ideoloji ile jeopolitika aynılaşabilir de. Bu aynılaşmayı Irak ve Afganistan’ın (ABD) ve Çekoslovakya’nın (SSCB) işgalinde gördük.

Üzerinde durduğunuz jeopolitika tarihine bakarsanız bunu görürsünüz.

Rusya’nın ikinci büyük jeopolitik felaketi 1991’de Belovej anlaşmasıyla geldi (Putin: “20. Yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi”). Sovyetler Birliği dağıldı...Rusya “ileriden savunma hatları”nın tamamını kaybetti. Sovyet jeopolitiği ideolojisiyle birlikte iflas etti.”

İflas eden “Sovyet jeopolitiği” değil. Böyle bir jeopolitika hiçbir zaman olmamıştır. Ancak bununla 1956’dan sonraki Sovyetler Birliği kast ediliyorsa bu açıkça tanımlanmalıdır. Bu durumda iflas eden revizyonist Sovyetler Birliği “jeopolitiği”dir.

Ve şimdi başa döndük: “Coğrafi koşulların gerektirdiği jeopolitik 1920’lerden günümüze kadar değişmedi. Çarlığın, Komünistlerin ve Putin Oligarşisi’nin hem yayılma, hem de savunma hatları aynı kaldı.”

Alogan’a göre tarih tekerrürden ibaret!

Ama tarih tekerrürden ibaret değildir. İsterseniz Rusya-Sovyetler Birliği bağlamında o tarihe bir de materyalist tarih açısından bakalım ve jeopolitik değişimi açıklamaya çalışalım.

*

İdeoloji ve Jeopolitika

Jeopolitika kavramı, coğrafi alan ile devlet arasındaki karşılıklı ilişkileri, tarihte siyasi gelişmelerin yönünü alan (mekan) ve ırk vasıtasıyla açıklamaya, kanıtlamaya hizmet eden teorileri ifade eder. Yunanca jeo-toprak ve politika kelimelerinin birleşmesiyle üretilen jeopolitika, devletin politikası ile coğrafi çevre arasında kopmaz bağın olduğuna işaret eder. Jeopolitik öğretiye göre bir devletin karakteri -barışçıl, demokratik, saldırgan, sosyalist; burjuva, faşist veya proletarya diktatörlüğü olup olmadığı- onun sınıfsal karakterine göre değil de, toprağın özelliklerine, kısmen de halkın özelliklerine göre açıklanır. Örnek: Almanya’da, Japonya’da, İtalya’da ilk faşist diktatörlüklerin kurulması, bugün Türkiye’de faşist diktatörlüğün hakimiyeti, sermaye ilişkileriyle; sınıfların durumu ve mücadelesiyle değil, coğrafi çevre ile açıklanır. Jeopolitik anlayışa göre bu ülkelerde –başka ülkeler de olabilir- faşist diktatörlüklerin kurulmasının temel nedeni coğrafi faktörlerdir.

Jeopolitika, emperyalist ülkelerde, öncelikle de talancı ve militarist Almanya, ABD, Japonya ve İngiltere’de doğmuştur. Jeopolitika, Fransa ve İtalya’da da yaygınlaşmıştır. Bugün ise jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip ülkelerin başında ABD, Rusya ve Çin gelmektedir.

Jeopolitik anlayış, 19. yüzyılın iktisadi coğrafyasından, burjuva coğrafi determinist anlayışlardan hareketle kapitalizmin emperyalizme geçiş döneminde doğmuştur. Jeopolitika, I. Dünya Savaşından sonra, kapitalizmin genel krizi döneminde dünyanın yeniden paylaşılmasını haklı çıkartmanın, faşist diktatörlükleri olumlamanın ideolojik silahı olarak geliştirilmiştir.

Jeopolitikada en çok Alman ve Amerikan jeopolitikası dikkati çeker. Almanya’da jeopolitik anlayış Hitler faşizmi döneminde (1933-1945), ABD’de ise özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrası döneminde oldukça yaygınlaşmıştı.

Bugün tek başına Almanya’nın geliştirebileceği bir jeopolitikanın anlamı yoktur. Dünya eski dünya değildir. Alman jeopolitikası Avrupa’da Amerikan ve Rus jeopolitikası arasında ezilir, Ukrayna sorununda bu ezilmeyi görüyoruz.

Yeni olan, Çin jeopolitikasıdır. Bu jeopolitika Amerikan emperyalizmine, jeopolitikasına meydan okumaktadır.

Jeopolitika, zora başvurma ve saldırganlık demektir. Jeopolitika, emperyalist ülke dış politikasının neden saldırgan olmak zorunda olduğunu, doğal durum olarak açıklamak ve kanıtlamak görevini yerine getirir. Yani jeopolitika ile emperyalist ülkeler, başka ülkeleri talan etmelerini, başka ülkelere karşı saldırganlıklarını gizlemeye çalışırlar.

Jeopolitika, emperyalist devletlerin saldırgan dış politikasını, dünya hakimiyeti için mücadelesini, ülkenin iktisadi coğrafyasından, siyasi ve fiziki coğrafyasından hareketle haklı göstermeye çalışır.

Jeopolitika, ırkçılık ve kozmopolitizmle –buna neo malthusculuğu da eklemek gerekir- birlikte bir bütünü oluşturur.

Jeopolitika, faşist ideolojinin bir yansıma biçimidir.

Jeopolitikanın sosyal ve ekonomik kökleri veya kaynakları, emperyalizmin, tekelci sermayenin özelliklerinde aranmalıdır.

Jeopolitikanın oluşumu ve gelişmesiyle emperyalist ülkelerin, tekelci sermayenin yayılmacılığı, saldırganlığı ve paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması çabası arasında kopmaz bir bağ vardır. Bundan dolayıdır ki jeopolitika, dünyayı yeniden paylaşma talebini yükselten ülkelerde (örneğin geçmişte Almanya, bugün Çin) ve en güçlü emperyalist ülkelerde (örneğin ABD’de, Rusya’da, Çin’de) zorun, hegemonya mücadelesinin ideolojik bir silahı olarak gelişmiştir.

Değişen dünya koşullarını hesaba katmayan bir jeopolitika olamaz:

-1917’ye; Ekim Devrimi’ne kadar jeopolitika, dünyanın yeniden paylaşılması için ideolojik bir silahtı.

-Ama Ekim Devrimi’nden sonra jeopolitika iki amaçlı bir ideolojik silah olmuştur; bunlardan birisi dünyanın yeniden paylaşılması, ikincisi ise sosyalist Sovyetler Birliği’nin yıkılması, en azından çembere alınmasıydı.

-Revizyonist Sovyetler birliği döneminde (1956-1991) veya iki kutuplu dünya döneminde jeopolitika hem kapitalist dünyanın jandarması Amerikan emperyalizminin hem de revizyonist dünyanın jandarması sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin elinde ideolojik bir silahtı.

-Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra (1991) jeopolitika üç ülkenin (ABD, Rusya ve Çin) elinde dünyayı yeniden paylaşmanın silahı olmuştur.

-Kapitalizmin emperyalist aşamasına girme süreci; emperyalizmin başlangıcı, aynı zamanda jeopolitikanın doğduğu ve coğrafi determinizmin emperyalist talanın ve yayılmacılığın hizmetine girdiği süreç olmuştur.

-Jeopolitikanın amacı, emperyalist politikanın tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlenmediğini veya dikte edilmediğini, tersine belirleyici olanın “coğrafi çevre/koşullar” olduğunu kanıtlamaya çalışmak olmuştur. Yani jeopolitika, kapitalist toplumun bütün sorun ve çelişkilerini “coğrafi koşullar”a yıkarak emperyalist saldırganlık politikasının toplumsal nedenlerini gizlemeye çalışır. Diktatör Erdoğan’ın sürekli bu minvalde konuşması boşuna değildir.

Jeopolitikacılara göre kapitalizmin bütün sorun ve çelişkilerinin çözümü, ancak ve ancak, yabancı ülkelerin işgali ve oradaki halkların boyunduruk altına alınmasıyla mümkün olur. Böylece jeopolitikacılar, ülkenin iç ve özellikle de dış politikası ile coğrafi çevrenin etkisi; coğrafi koşullar arasında bilinçli bir şekilde bağ kurarlar. Bunu yaparken, yükselen burjuvazinin coğrafi deterministleri gibi teorik sorunlara çözüm getirmeyi amaçlamıyorlar. Tam tersine, emperyalist saldırganlığı ve yayılmacılığı haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bunun için “teoriler” üretiyorlar.

Bu amaçlarından dolayıdır ki jeopolitikacılar, burjuva coğrafi determinizminde ağırlık noktasını, uluslararası ilişkiler sorununa kaydırmışlardır. Amaçlar açık: emperyalizmin saldırgan, talancı ve ilhakçı dış politikasını haklı çıkartmak.

Kapitalizmin emperyalizm çağında coğrafi determinizm, jeopolitika olarak gelişmiş ve emperyalist saldırganlığı haklı çıkartmaya hizmet eden ideolojik bir silah olmuştur.

Jeopolitika gericiliktir, faşizmdir, saldırganlıktır, hakimiyet çabasının silahlarından birisidir.

Jeopolitika “coğrafi alan” teorisidir. Jeopolitika “güçlünün yasası”, “teorisi”dir. Jeopolitik “güçlünün politikası” “teorisi”dir.

Jeopolitika ırkçılık teorisidir. Jeopolitika kozmopolitizmdir. Jeopolitika, aynı zamanda neo malthuscu teoridir.

Coğrafya ve Jeopolitika

Bugün emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” adı altında sürdürdüğü yayılmacılıkla kozmopolitizm, coğrafi determinizm ve nihayetinde jeopolitika arasında sıkı bir bağ vardır. Bu anlamda “küreselleşme”, kozmopolitizm ve jeopolitikanın modern adıdır. Dünkü adıyla kozmopolitizm, modern adıyla “küreselleşme”, emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin ekonomide, politikada ve de kültürde ulusal bağımsızlığa, ulus devlet olgusuna karşı kullandığı bir slogandır. Her derde deva, her kapıyı açan bir anahtar!

Bu anlamda kozmopolitizm/küreselleşme; emperyalist güçlerin dünya hakimiyeti için sürdürdükleri mücadelede ideolojik bir silahtır.

Jeopolitika, bu silahın tanımlanmış biçimidir.

Emperyalist çağda coğrafi determinizme, burjuva coğrafya anlayışına jeopolitik propaganda hakim olmuştur.

Dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılması için önde gelen emperyalist devletler arasındaki mücadele keskinleştikçe, burjuva siyasi coğrafyası da, bu hegemonya mücadelesinin hizmetinde olan, emperyalist talan, tahakküm ve ilhak planlarını gizleyen kavramlar üretmeye başlamıştır. Bugün bu politikayı en iyi beceren ve uygulayan Çin emperyalizmidir. Çin, Bir Yol Bir Kuşak projesiyle Çin sermayesinin talan, tahakküm ve ilhak planlarını gizleyerek sürdürmektedir.

Yakın geçmişte Amerikan emperyalizmi bu politikayı Irak ve Afganistan işgallerinde bu ülkelere demokrasi götürme bahanesiyle uygulamıştır.

Emperyalizmin hizmetinde burjuva coğrafya, coğrafi determinizm, iktisadi coğrafya, emperyalist talanı, saldırganlığı, tahakküm ve savaşları haklı çıkartan, jeopolitika ve strateji olarak gelişmiştir.

Jeopolitika ve strateji, emperyalizmin hizmetinde bir ideolojik silahtır.

Amerikan emperyalizmine dünya çapında yayılmacılıkta, saldırganlık ve hegemonyada yön vermeye çalışan jeopolitikacılar, Amerikan emperyalizminin, Sovyetler Birliği’ne, oluşan sosyalist dünya sistemine karşı, bu sistemi ablukaya alma amaçlı, yok etme amaçlı askeri pakt ve savaş blokları oluşturma çabalarını haklı çıkartmaya ve teorik olarak temellendirmeye büyük önem vermişlerdir.

Amerikan emperyalizminin bu jeopolitik çabaları revizyonist Sovyetler Birliği döneminde de devam etmiştir.

Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından kısa bir zaman sonra, 2000’li yılların başından bu yana aynı jeopolitik anlayışını Amerikan emperyalizmi önce Rusya’ya (Avrasya jeopolitikası) ve şimdi de daha yoğun, esas hedef olarak Çin’e karşı geliştirmekte ve sürdürmektedir.

Önceleri dünya hakimiyeti “eski dünya”nın, yani Avrupa’nın elindeydi. Jeopolitikada söz sahibi olan da “eski dünya”nın en güçlü ülkesi Almanya’ydı. O dönem Almanya dünyanın yeniden paylaşımını iki kere talep etti (I. ve II. Dünya Savaşları).

I. Dünya Savaşından sonra durum değişti. Yeni dünya denen ABD, dünyanın merkezi, Stalin’in deyimiyle “kapitalizmin temel ülkesi, kalesi” oldu.

Ama şimdi başka bir güç, yükselen Çin emperyalizmi Amerikan emperyalizmine meydan okuyor ve buna hizmet eden jeopolitik açılımlar oluşturuyor ve gerçekleştiriyor. Bugün Amerikan emperyalizminin bütün jeopolitik adımları bu gerçeği hesaba kattığını göstermektedir.

Irkçılık ve Jeopolitika

Amerikan jeopolitikası, daha doğrusu genel olarak emperyalist jeopolitika, ırkçılıktan, kozmopolitizmden ve neo-malthusculuktan (yeni malthusculuk) kopuk olarak ele alınamaz. Irkçılık, kozmopolitizm ve neo-malthusculuk, jeopolitikanın kapsamlı şekillendirilmesinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu alanlarda “teori”ler geliştirmek için bilimsel olmaya da gerek yok. Önemli olan, subjektif idealist dünya görüşünü emperyalist burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek bir biçimde yorumlamaktır, formüle edebilmektir. Emperyalist burjuvazi bu türden görevleri üstlenen sayısız ideologlar ve kalemşorlar yetiştirmiştir.

Coğrafya, “komünizme karşı mücadele” perspektifine göre yeniden şekillendirilmelidir, “coğrafya, benim hoşuma giden neyse odur” saçmalıklarıyla Amerikan jeopolitikasının ateşli savunuculuğunu yapan Bowman gibileri, ırkçılık, kozmopolitizm ve yeni malthusculuk alanlarında da “dehşetli” “teori”ler üretmekte gecikmemişlerdir. Önemli olan, Amerikan dünya hakimiyetinin gerçekleştirilmesine hizmet etmektir. Bu nedenden dolayı, önemli olan, Amerikan yayılmacılığının, ilhakının, yayılma ve ilhakı gerçekleştirmek için savaşın haklı olduğunu kanıtlamaktır. Önemli olan, bunu gerçekleştirenlerin, Amerikalıların veya daha geniş anlamda kullanırsak Anglo-Saksonların “üstün” insanlardan oluştuğunu, diğer halklardan daha yetenekli olduklarını “kanıtlamak”tır. Önemli olan, Anglo-Saksonların ve özellikle de Amerikalıların “süper insan”lar olduklarının ve bu özelliklerinin doğa koşullarından, coğrafi çevreden kaynaklandığının kabul ettirilmesidir...

Ekim Devrimi ve onun dünya halkları, o “adi ırk”, “alt ırk”, “medeniyete yeteneği” olmayanlar üzerindeki etkisi, Huntington gibilerin “teori”lerini çürütmesine rağmen onlar, bildik anlayışlarını savunuyorlar.

Stalin şöyle der:

Şimdi bu efsane, yerle bir edilmiş ve defteri dürülmüş olarak görülmelidir. Ekim Devriminin en önemli sonuçlarından birisi, bu efsaneye öldürücü darbenin vurulmuş olduğu gerçeğidir. Bu gerçek, kurtulmuş Avrupalı olmayan halkların Sovyet gelişmesinin girdabına girdiklerini, gerçekten ilerici kültür ve gerçekten ilerici bir medeniyet geliştirmek için Avrupalı halklardan daha az yetenekli olmadıklarını gösterdi.” (Stalin; Der internationale Charakter der Oktoberrevolution, C.10, s. 21)

Irkçılığın ve jeopolitikanın başka bir yansıma biçimini de kozmopolitizmde görüyoruz. Nasıl ki Alman faşizmi, Alman faşist jeopolitikacıları, nihai olarak “üstün ırk” Almanların, bütün dünyayı kapsayan hegemonyasını; dünya hakimiyetini kurmak için mücadele etmişlerse, Amerikan jeopolitikacıları da aynı mücadeleyi Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti için sürdürmüşlerdir.

Anglo-Sakson, Amerikan “üstün ırk”ının, “süper devlet”i kurulmalıdır. Kozmopolitizm, ırkçılık, jeopolitika ve “küreselleşme” bu noktada, Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyetinin sağlanmasına hizmet noktasında aynı koroyu oluşturuyorlar.

Demagoji, emperyalizmin bütün “kötülükleri”ni “eski emperyalizm”in sırtına yıkarak, yeni emperyalizmi, yani II. Dünya Savaşından sonra Amerikan emperyalizminin yayılmacılığını haklı ve “şirin” gösteren boyutlara vardırılmıştır. Örneğin Amerikan tarihçisi Livesey’e göre Mahan Doktrini, Mahan ekolü eskimiştir. Öyle ki, ‘50’li yıllarda “üstün ırk” anlayışı da revaçtan düşmüştü. Şimdi “komünizme karşı mücadelede”, demokrasi, özgürlük, dayanışma esastı. Gelişen sınıf mücadelesi, sosyalist dünya sisteminin başarısı, milyonlarca dünyalının, işçi ve emekçilerin, SB’ni kıvançla izlemesi ve desteklemesi, anti-sömürgeci, antiemperyalist kurtuluş mücadelelerinin başarısı, sömürgecilik sisteminin krizi ve çöküşü, Amerikan jeopolitikacılarını ve ırkçılarını “demokrat” ve “anti-ırkçı” yapmıştı.

İster “sosyal” olsun isterse de “klasik” olsun emperyalist jeopolitika, ırkçılıktan ve şovenizmden ayrı olarak ele alınamaz.

Güç Dengesi”

E. Hoca 8. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda şöyle diyordu:

Bugüne kadar süper güçler, kendi aralarında belli bir güç dengesini muhafaza etmeye, karşılıklı olarak nüfuz alanlarını kabul etmeye ve silahlanma yarışında eşit adım atmaya çalıştılar. Kendi aralarında dolaysız savaştan kaçınmak için çaba harcadılar. Ama şimdi bu güç dengesi, krizin ve eşit olmayan gelişmenin sonucu olarak baş aşağı olma eğilimine sahip.

Ne tarafta genişleyebilirlerse genişlesinler, yayılmacılıkları boş alanda olmuyor. Atılan her adım, diğerinin çıkarlarına çarpıyor...” (Enver Hoca;Bericht an den 8. Parteitag der PAA, Tirana, s. 187)

Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi, yayılmacı adımlarını, işgal ve istilalarını bu teoriyle haklı çıkarmaya çalışmışlardır. Birisi yeni bir silah sistemi geliştirmişse, diğeri, ona eş bir silah sistemini geliştirmiş ve bozulan dengenin yeniden sağlanması için silahlanma çabasını haklı çıkarmıştır. Sovyet ve Amerikan uluslararası politikasında ve diplomasisinde “güç dengesi”ni muhafaza etme anlayışı, güdümlerindeki her iki dünyayı susturmanın, kendi çıkarlarına tabi kılmanın kılıfı olmuştur. Öyle ki devletler, ulusal çıkarlarından, her iki süper güç arasındaki güç dengesi bozulmasın diye feragat etmeye zorlanmışlardır.

Daha ziyade askeri ve siyasi alanda söz konusu olan “güç dengesi” teorisi, her iki emperyalist gücün jeopolitik ve stratejik çıkarlarını kapsamına alır. Denge, şu veya bu tali sorunda değil, stratejik sorunlarda göz önünde tutulur. (İdeoloji ve Jeopolitika bağlamında bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, Şubat 2009)

*

ABD ve Rusya arasındaki “denge” ilişkisi değişmiştir. Ortaya şimdi Çin faktörü çıkmış ve “denge” ABD, Çin ve Rusya arasında sağlanması gereken bir olgu olarak görülmeye başlanmıştır; “Denge”yi sağlamak veya sağlamamak artık iki ülke değil, üç ülke arasındaki rekabete bağlı olmuştur.

Jeopolitika ve dünya ekonomisinin bütünleşmesi arasında diyalektik bir bağ vardır. Jeopolitika bu bağı bazen sıkılaştırır, bazen de gevşetir. Uluslararası alanda emperyalist ülkeler arasında çelişkilerin pek kesinleşmediği dönemlerde jeopolitikadan ziyade sermaye ve üretimin uluslararasılaştırılmasından bahsedilir; tek bir dünya pazarı kurulur, bu pazarda uluslararası sermayenin hakimiyetinden bahsedilir; artık geriye dönüşün olamayacağının teorileri yapılır. Ama kapitalizmde eşitsiz ekonomik gelişme esastır, mutlaka dikkate alınması gereken nesnel bir yasadır. Bakarsınız dünya hegemonyası için bazı ülkeler yeniden hareketlenirler; yani bu ülkeler arasında rekabet keskinleşmeye başlar ve ortalık jeopolitika üzerine teorilerden geçilmez olur.

Peki, ortaya ne çıktı?

Emperyalizm bütünleşmiş dünya ekonomisidir; tekil ülkelerden oluşur. Emperyalizm aynı zamanda sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasıdır. Ancak, bu, dünya sadece kapitalist dünya olduğu müddetçe geçerlidir. O zamanki kapitalist dünyayı bölen devrime önderlik eden de Lenin’dir. Ekim Devrimi, tek ülke de olsa dünyanın önemli bir kısmını kapitalist dünyadan koparmıştır. Yani daha o zaman bütünlüklü bir dünya ekonomisi kalmamıştır.

II. Dünya Savaşının sonucunda çok sayıda ülke, sosyalist Sovyetler Birliği etrafında toplanmış, kapitalist dünya karşısında sosyalist dünya oluşmuştu. Bu, kapitalist dünyayı daha da daraltmıştı. Amerikan emperyalizmi ve sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ancak ve ancak kapitalist dünyada hakimdi. Bu anlamda bütünleşmiş bir dünya ekonomisi yoktu.

1956-1991 arasında da dünyanın ikiye bölünmüşlüğü devam etti. Yani bu dönemde de bütünleşmiş bir dünya ekonomisi yoktu.

Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, yani 1991’den sonra bütünleşmiş dünya ekonomisinin kurulmasına, gerçekleşmesine doğru belirli bir ilerleme kaydedildi. NE var ki, bu seferde ortaya Çin engeli çıktı. Çin, kapitalizmi dünya ekonomisinin, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması konusunda uluslararasılaşmış sermayenin çıkarlarına boyun eğmedi. Kendi koşullarına göre ortaklıklar kurdu, yabancı sermaye çekti. Şimdi ise uluslararasılaşmış sermayenin jandarması olan Amerikan emperyalizmine meydan okuyor. Nasıl meydan okuyor? Dünya hakimiyeti için geliştirdiği jeopolitik açılımla. Bu açılımın temelini Bir Yol Bir Kuşak projesi oluşturmaktadır. Bu proje, mevcut haliyle bütünleşmiş dünya ekonomisini, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını ikiye bölecektir. Yoksa Bir Yol Bir Kuşak projesi Batı’nın uluslararasılaşmış tekelci sermayesinin Çin sermayesine uygulattığı bir proje midir?

Önü arkası düşünülmeden bütünleşmiş dünya ekonomisinden geriye dönüş olamaz derseniz karşınıza bu gerçekler çıkar. Bu gerçekleri de jeopolitik açıdan analiz etmezseniz varacağınız yer, farkında olmasanız da Yavuz Alogan’ın durduğu yerdir: Rusya-Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi sistem farklarını göz ardı etmek, hepsini aynı kefeye koymak.

Böyle bir değerlendirme burjuva ideoloji ve jeopolitikaya hizmetten başka ne olabilir?

*

Perspektifi belirleyen görüş açısıdır; ideolojik olarak durulan yerdir. Bu bağlamda jeopolitika üzerine bağımsız “aydın havası”yla düşünülemez ve yazılamaz. Ya burjuvazinin çıkarlarına hizmet edersin; nasıl bir jeopolitika geliştirmesi gerektiği konusunda ona akıl hocalığı yaparsın ya da sınıfsal olarak karşı cephede yer alarak jeopolitikayı eleştirirsin, mahkum edersin.

Türk burjuvazisinin Misak-ı Milli sınırları ötesine geçen yayılmacılığı emperyalist politikasının açık bir ifadesidir. Bu politika Türk burjuvazisinin kendine özgü jeopolitika geliştirdiğini göstermektedir. Diktatör Erdoğan Enver Paşa’nın izinden gidiyor. O zaman sahip olunamayan imkanlara da sahip. Ancak Türk jeopolitikacıları ikiye bölünmüş durumdalar. “Atlantikçi” kesim NATO’ya, Batı’ya teslim olmaya hazır, ama bizim çıkarlarımızı da hesaba katılmalıdır da ısrar ediyor. Rusya ile ilişkileri belli bir zorunluluğun sonucu olarak görüyor. “Avrasyacı” kesim Batı’yla bağların koparılmasından, tamamen Avrasya’ya yönelinmesi gerektiğinden bahsediyor. Türk jeopolitikacılarının en pan-türkçüleri, en turancıları bu kesimde yer alıyorlar. Harita üzerinde Rusya’yı parçalıyorlar, Çin sınırına dayanıyorlar.

Alogan’ın neci olduğu, “Atlantikçi” mi, “Avrasyacı” mı olduğu pek önemli değil. Ancak, Sovyetler Birliği tarihini jeopolitik açıdan Çarlık’tan günümüze bir ve aynı tarih olarak göstermek bakımından yalnız değil. Biraz ayrıntıya girersek; Ekim Devriminden Sovyetler Birliği’nin dağılışına (1991) kadarki tarihi bir ve aynı tarih olarak göstermek bakımından burjuva ideologlardan; daha doğrusu burjuva tarih yazımından Troçkistlere, Sovyet modern revizyonizminin kalıntılarına varana dek geniş bir yelpaze içinde yer almaktadır.