GÜMRÜK
BİRLİĞİ VE TÜRK KAPİTALİZMİ
Türk
burjuvazisi uzun yıllar alan bir uğraşıdan sonra nihayet muradına
erdi. Türkiye, Avrupa Parlamentosu'nun 13 Aralık 1995'te aldığı
kararla; 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Gümrük Birliği'ne girmiş
oldu. Türk burjuvazisi Gümrük Birliği'ne (GB) girişi Avrupa
Birliği'ne (AB) girişin açık
ifadesi olarak tanımlıyor ve bunun ötesinde bu adımı halka
"batılılaşma, modernleşme" olarak yutturmaya çalışıyor.
Bu
yazımızda GB (AB)-Türkiye ilişkilerini, bu birlik içinde Türk
kapitalizminin yerini inceleyeceğiz ve gerçekle beklenti arasındaki
farkın boyutlarını açığa çıkartmaya çalışacağız.
AET'den
AB'ye ekonomik entegrasyon!
GB
anlayışı yeni değildir. GB kavramının bir dizi tanımlamasının
yanı sıra, bir dizi de sınıflandırması vardır. Tarihte
gerçekleştirilmiş birçok GB projelerinin yanı sıra,
düşüncede/planda kalmış bir dizi GB anlayışı da görülmüştür.
Burada gerçekleştirilmiş veya düşüncede kalmış, GB
projelerini belirtmekle yetineceğiz;
-İsveç-Norveç
GB (1815)
-Lüksemburg-Almanya
GB (1842)
-Lüksemburg-Belçika
GB (1921)
-Fransa-Monaco
GB (1865)
-Avusturya-Liechtenstein
GB (1852)
-Avusturya-Macaristan
GB (1867)
-Almanya
GB (1834)
-İsviçre-Liechtenstein
GB (1923)
-F.
Naumann'ın Orta Avrupa Birliği anlayışı.
-Kont
Coudenhove-Kalevgi'nin Pan-Avrupa anlayışı
-Almanya-Avusturya
GB projesi (1930)
-Belçika,
Danimarka, Norveç, Hollanda ve İsveç arasındaki Oslo Konvensiyonu
(1930)
-Hollanda
ve Belçika-Luksemburg arasındaki Ouchy Konvensiyonu (1932)
Bunlar,
II. Dünya Savaşı öncesi dönemde gerçekleştirilmiş veya proje
olarak kalmış GB anlayışının belli başlı örneklerini
oluşturuyorlar.
Burjuvazi,
GB kavramını tanımlarken, birliğe katılan ülkelerin
çıkarlarının karşılıklı olduğunu, haksızlığa maruz kalan
tarafın veya imtiyazlı tarafın alınmadığını özenle açıklar.
Oysa bunun gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü GB, birliğe
katılan kapitalist ülkeler arasında gümrük duvarlarının
tedrici olarak kaldırılmasını öngörür. Bunun ötesinde de
anlaşmayı imzalayan ülkeler, diğer ülkelere karşı ortak bir
gümrük tarifesi uygularlar. GB çerçevesinde elde edilen
liberalleşme sonuç itibariyle ekonomik açıdan en güçlü olan
ülkenin veya ülkelerin imtiyazlı konuma gelmelerine yol açar.
GB'ye katılan her ülkenin, bu birlikte belli bir çıkarı vardır.
Ama çıkar pastasından aslan payını alan ekonomik olarak güçlü
olandır.
Bugün
söz konusu olan AB'nin (GB'nin) temelleri II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde atıldı.
II.
Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa'da söz konusu olan yoğun
ekonomik ve giderek de siyasi entegrasyon (bütünleşme), ulusal
ekonomiler temelindeki parçalanmışlığı gidermeyi ve böylelikle
ABD emperyalizmi kontrolünde bir sermaye hareketinin önündeki
engelleri yıkmayı amaçlıyordu. Her ne kadar bu gelişmede
Amerikan sermayesinin çıkarları belirleyici olmuşsa da bu, söz
konusu bu entegrasyon çabasının çelişkili karakterini
gizleyemiyordu; ulusal devlet sınırlandırmalarının giderek
kaldırılması, bir taraftan sermayenin her şeyden önce de tekelci
sermayenin genel genişleme çıkarlarına tekabül ederken, diğer
taraftan da tekellerin, tek tek tekelci sermaye gruplarının farklı
grupsal çıkarları, diğer bir ifadeyle tekeller arasındaki
rekabet entegrasyon sürecinin derinleşmesini ve kapsamlaşmasını
bloke ediyordu. OECD oluşumu bu gelişmeye bir örnektir. Amerikan
Marshall planı çerçevesinde 17 ülkenin katılımıyla 1948'de
kurulan Avrupa İşbirliği İçin Örgüt (OECD), katılan
ülkelerin çıkar çatışmasından dolayı amacını
gerçekleştirememiştir. (Örneğin, üye ülkeler arasında gümrük
indirimi.) Zamanla bu örgütlenmeye katılan ülkeler, gruplar
halinde yeni örgütlenmelere gitmişlerdir. Bu ülkelerden Almanya,
Fransa, İtalya ve Benelüks ülkeleri 1952 yılında "kömür
ve çelik için Avrupa Topluluğu"nu (Montan Birliği)
oluşturmuşlardır. Böylelikle demir, kömür ve çelik üretimi
alanında ortak bir pazar oluşturulmuş oluyordu. Bu birliği
oluşturan ülkeler, ortak bir pazar kurmuş olmanın ötesinde,
anlaşılan söz konusu sektörlerde üretimin kapsamını,
fiyatları, yatırım programlarını da ortaklaşa belirlemeyi karar
altına alıyorlardı.
Montan
sanayi üretimine baktığımızda söz konusu anlaşmada hangi
ülkenin gelişmeye yön verdiğini görmekteyiz. Örneklersek; (Bkz.
Tablo I)
Görüyoruz
ki; Avrupa'da ekonomik entegrasyonun daha ilk aşamasında katılan
ülkeler arasında eşitlik değil dengesizlik, rekabet ve ekonomik
gücü fazla olanın ağırlığı sözkonusudur. Somut durumda da
Montan Birliği'nde en fazla çıkarı olan ülkenin Almanya olduğunu
görmekteyiz. Almanya'nın üretimdeki payı Saar bölgesiyle
birlikte oldukça artmıştı, 1959'a gelindiğinde.
1952
yılında beş İskandinav ülkesi, iktisadi politikalarını
koordine etmek amacıyla "Kuzey Konseyi"ni kurarlar. 1957
yılında Montan Birliği'ni kuran ülkeler, Avrupa Ekonomik
Topluluğu'nu ve Avrupa Atom Topluluğu'nu kurmak için adımlar
atarlar. Bu gelişmeler karşısında sessiz kalmayan İngiliz
emperyalizmi de Avusturya, Danimarka, Norveç, Portekiz, İsveç ve
İsviçre'nin katılımıyla EFTA'yı (Avrupa Serbest Ticaret
Birliği) kurar.
Daha
'60'lı yıllarda hem AET'de hem de EFTA'da üye ülkeler arasındaki
ticarette sanayi ürünleri için gümrük tarifeleri tamamen
kaldırılır.
Böylelikle
OECD, kuruluşundan kısa bir zaman sonra birbiriyle rekabet eden iki
ekonomik örgütlenmeye (AET ve EFTA) bölünmüş olur. '60'lı
yıllar boyunca bu iki ekonomik gruplaşmanın rekabeti sürer;
İngiltere önderliğinde EFTA ve Almanya ve Fransa güdümünde AET.
Bölge üzerine hakimiyet kurma ve oluşmakta olan Batı Avrupa'da
hakim konuma gelme mücadelesinde AET başarılı olur ve 1973
yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda AET'ye girerler.
AET'nin
bu ilk genişlemesinden önce, daha 1967'de AET, Montan Birliği ve
Avrupa Atom Birliği, Avrupa Topluluğu adı altında daha sıkı bir
örgütlenmeye gitmişlerdi.
Gümrük
Birliği, AET'nin hedeflerinden ilkiydi ve bu hedefe ulaşılmıştı.
Ama bu, Avrupa'nın siyasi birliğinin sağlandığı anlamına
gelmiyordu. AT, '80'li yıllarda Yunanistan, Portekiz ve İspanya'nın
katılımıyla yeniden genişledi. 6'lar 9'lara, 9'lar 12'lere
dönüştü. Şimdilerde ise 12'ler 15'lere dönüştü. Ama
Avrupa'nın siyasi birliği henüz sağlanamadı. Buna rağmen kabul
etmek gerekir ki, Avrupa'nın ekonomik birliği alanında atılan
adımlar hiç de küçümsenemez. Evet, 1994'ün başından beri AT,
AB oldu. Ekonomik entegrasyonun yanı sıra ve bu entegrasyonu daha
da kapsamlaştıracak ve derinleştirecek olan siyasi birleşmenin
adımları atıldı. Maastrich anlaşması bu alandaki gelişmenin en
son ifadesidir. Ama bütün bunlar bir gerçeği ortadan
kaldıramıyorlar. "Eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme
kapitalizmin mutlak bir yasasıdır" (Lenin).
Bu
yasa en açık ifadesini AB ülkeleri arasındaki güç
farklılaşmasında bulmaktadır. Birlik içinde başta Almanya olmak
üzere Fransa ve İngiltere, diğer üyelere nazaran oldukça güçlü
bir konuma sahiptirler. Öyle ki, Almanya, dünyayı yeniden paylaşma
talebini tek başına değil AB platformu çerçevesinde dile
getirecek derecede birlik içinde güçlü bir konumdadır.
Ülkeler
arasındaki eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişme kaçınılmaz
olarak tekellere de yansımaktadır. AB içinde birçok Alman tekeli;
örneğin kimya, demir-çelik, otomobil, makine yapım sektörlerinde
belirleyici konumdadırlar.
Amacımız,
AB çerçevesinde emperyalistler arası rekabeti veya AB ülkelerinin
birbirleriyle olan rekabetini ele almak değildir. Bundan dolayı AB
çerçevesindeki rekabeti bir veri olarak kabul ediyoruz. Başka
türlü de olamaz. Çükü AB, emperyalist bir ittifaktır. Bu
ittifak/birlik içinde güçlü olan aslan payını almaktadır.
1
Ocak 1994'te ekonomik gücü 7.1 trilyon dolar, dış ticaret hacmi
493 milyar dolar ve nüfusu da 379 milyon olan AB'ye, Türkiye GB
bazında katıldı. Dünyanın en büyük, en güçlü iç pazarını
oluşturan AB'ye koşulsuz temelde, mevcut gümrükleri kaldırarak
katılan Türkiye'nin birlikten beklentisi nedir? Türk burjuvazisi
kumar mı oynuyor? Veya Türk burjuvazisi neye güveniyor? Bu ve
benzeri sorulara cevap vermeden önce Türkiye-AB ilişkilerinin
gelişme seyrine kısaca bakalım:
Türkiye-AB
ilişkilerinin gelişme seyri
Türkiye
31 Temmuz 1959'da AET'ye ortaklık talebinde bulunur. Eylül 1959'da
Türkiye-AET arasında yapılan ilk görüşmede Türkiye, ortak
pazara GB temelinde en kısa zamanda katılmak istediğini ifade
etmiştir.
Türkiye
ile AET arasında haziran 1963'te Ankara anlaşması hazırlanır. Bu
anlaşma, Türkiye'nin AET'ye giriş için ilk başvurduğu tarihten
Ankara anlaşmasının imzalandığı tarihe kadar geçen zaman
zarfında Türkiye-AET arasında gerçekleştirilen 10 görüşmenin
bir sonucudur.
Bu
anlaşma 33 maddelik bir ana metin ile iki ek protokolden (geçici ve
mali protokoller) oluşmaktaydı.
Ankara
anlaşması, 12 Eylül 1963'te Ankara'da topluluğu oluşturan
ülkelerin ve topluluk temsilcilerinin katılımıyla imzalanır. Ve
1 Aralık 1964'te de yürürlüğe girer.
Ankara
anlaşması Türkiye-AET ilişkilerinin gelişmesini üç aşamada
ele almaktadır. İlk aşama, hazırlık dönemini oluşturur. Bu
aşamada Türk ekonomisi, ileride üstleneceği yükümlülükleri
yerine getirebilecek duruma gelmelidir. Bu aşama en az 5, en fazla
10 sene sürecekti. İkinci aşamayı; geçiş dönemi oluşturur.
İlk aşamadan, yani hazırlık döneminden ikinci aşamaya, yani
geçiş dönemine geçiş, kendiliğinden olamaz. Bu, ancak
tarafların belli bir katma protokol üzerinde anlaşabilmelerinin
bir sonucu olabilecektir. Bu dönem en çok 12 yıl sürebilir.
Üçüncü aşama; "son dönemi" oluşturmaktaydı. Bu
aşamanın süresi belirsizdi.
Ankara
anlaşmasının ilk maddesinde şöyle denir:
"…Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını
ve Türk halkının çalıştırılma seviyesinin ve yaşam
şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz
önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik
ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik
etmektir" (Madde 2/1)
Görüyoruz
ki, burada sadece bir "ortaklık" söz konusudur; GB veya
başka bir birlik anlaşması
söz konusu değildir.
Aynı
anlaşmada "…GB'nin gittikçe gelişen şekilde kurulması…"
(Madde 2/2) öngörülmektedir. Yani Türkiye, AET'nin koşullarına
uyarsa, onun dayatmalarını yerine getirecek konuma gelirse,
Türkiye-AET ilişkileri veya Ankara anlaşması GB'ye doğru bir
gelişmenin ifadesi olabilir. Ve bu da, yukarıda belirttiğimiz
gibi, üç aşamada gerçekleşebilir.
Türkiye,
ilk aşamadaki (hazırlık dönemi) yükümlülüklerini yerine
getirdikten sonra, yani AET'nin yeterlilik onayını aldıktan sonra,
ikinci aşamaya; geçiş dönemine geçebilmek için AET ile bir
katma protokol üzerinde anlaşmaya varmak zorundadır. Bu katma
protokol "…geçiş döneminin gerçekleşme şartları,
yöntemleri, sıra ve süreleriyle ilgili hükümleri" (Gp.
Madde 1/1) içermektedir. Bu dönemde artık "karşılıklı ve
dengeli yükümlülükler" söz konusudur. Yani Türkiye,
AET'nin de birtakım yükümlülükler üstlenebileceği bir gelişme
göstermiş olmalıdır. Bu dönemin; geçiş döneminin amacı da
"Türkiye ile topluluk arasında bir GB'nin gittikçe gelişen
şekilde yerleşmesine, … ortaklığın iyi işlemesini sağlamak
için Türkiye'nin ekonomik politikasının topluluğunkine
yaklaştırılmasını, bunun için de gerekli ortaklık eylemlerinin
geliştirilmesini" (Madde 4/2) sağlamaktı. Bu maddede açık
seçik olarak belli bir "GB"den bahsedilmektedir. Ama
anlaşmanın hiçbir maddesinde GB'ye girişin koşullarını yerine
getirmekle veya GB'ye girmekle AB'ye (o zamanki adıyla AET'ye)
girilmiş olacağı ifade edilmemektedir. Ancak şöyle denmektedir:
"Anlaşmanın
işleyişi, topluluğu kuran antlaşmadan doğan yükümlülüklerin
tümünün Türkiye'ce üstlenilebileceği gözlendiğinde aktif
taraflar, Türkiye'nin topluluğa katılması olanağını
incelerler…" (Madde 28) (Antlaşma maddeleri için bkz.
İlhan Tekeli/Selim İlkin; "Türkiye ve Avrupa Topluluğu."
Cilt. I, s. 195-197, Nisan 1993, Ankara.)
Bu
maddeye göre, tam üyelik için bütün koşullar Türkiye
tarafından yerine getirilmiş olsa bile bu, tam üyelik için bir
hakkın değil, olsa olsa bir olanağın ifadesidir.
Ankara
anlaşmasından 13 Aralık 1995 tarihine kadar olan dönem arasındaki
ilişkileri, yani 32 sene süren ilişkileri;
a-
Revizyonist blokun çöküşüne kadar (1989/1990) olan dönem:
Bu
dönemde iki süper gücün dünya politikasında hakimiyeti ve
dünyanın bu iki gücün rekabeti temelinde ikiye bölünmüşlüğü
söz konusuydu. Bu dönemde AET çerçevesinde Almanya, Fransa gibi
emperyalist ülkelerin giderek zayıflasa da ABD emperyalizminin
güdümünde hareket ettiklerini görüyoruz. Örneğin ABD
emperyalizmi, söz konusu bu emperyalist ülkeleri NATO çerçevesinde,
Sovyet tehdidine karşı kendi çıkarlarına tabii kılabiliyordu.
Yani emperyalist ülkelerin ABD emperyalizmiyle dizginsiz bir
rekabeti henüz söz konusu değildi. Böylesi uluslararası
koşullarda Türkiye'nin GB'ye alınması, bunun ötesinde AT'ye
alınması Avrupa emperyalistlerinin; AT'nin çıkarlarına uygun
düşmüyordu. Bu dönemde Türkiye, dayatılan bütün koşulları
yerine getirmiş olsa
da
GB'ye alınmayacaktı. Çünkü Türkiye'nin Avrupa ile olan ekonomik
ilişkilerini, Avrupa'nın dayattığı koşullarda sürdürmekten
başka hiçbir alternatifi yoktu. Bunun ötesinde Türkiye ekonomisi,
bugün olduğu gibi dış pazarlara açılma dinamiklerine de sahip
değildi. Türkiye siyasi ve askeri olarak ABD emperyalizminin,
ekonomik olarak da daha ziyade AET'nin güdümündeydi. Türkiye,
GB'ye alınmadan da Avrupa emperyalistlerinin açık pazarı
durumundaydı. Bundan dolayıdır ki, bu dönemde Türkiye AET
ilişkileri, bazen soğutularak, bazen ısıtılarak Türkiye'nin
dayatılan koşulları yerine getirmek için çabaladığı bir
dönemi ifade ediyordu.
b)
Revizyonist blokun çöküşünden sonraki dönem:
Revizyonist
blokun çökmesinden sonra dünya yeniden çok merkezli bir konuma
gelmiştir; Sovyet sosyal emperyalizmi güdümündeki revizyonist
blok ile ABD emperyalizmi güdümündeki klasik emperyalist blok
rekabeti (hegemonyası) yerini ABD, Almanya güdümünde AB, Japonya
ve Rusya merkezli rekabet odaklarına bıraktı. Başta Almanya olmak
üzere Japonya ve dönem dönem de Fransa, ABD emperyalizmine karşı
açık rekabete giriştiler. Özellikle Alman emperyalizmi Doğu
Almanya'yı yuttuktan sonra, uluslararası planda söz sahibi olmak
istediğini açıkça ifade etmeye başladı. Revizyonist blokun var
olduğu dönemden kalma ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
uygun olan siyasi ve askeri ittifaklar giderek önemsizleştiler.
Dünya yeni kutuplaşmalara doğru evrilen bir sürece girdi (NAFTA,
AB, BDT.)
Bu
dönemde Türk ekonomisi, özellikle 1980'li yılların başından
itibaren, oldukça hızlı bir büyüme sürecine girdi, dış
pazarla olan ilişkileri ihracat bazında da gelişti. Rusya
federasyonuyla, Orta Asya ülkeleriyle olan ekonomik ilişkiler
küçümsenemeyecek boyutlar aldı. Kısaca; Türkiye'nin, Türk
burjuvazisinin ufku genişledi. Türk burjuvazisi bölgesel bir güç
olduğunu ifade etmeye başladı. Stratejik konumu, ekonomik gücü,
önemli bir pazar alanı olması bakımından Türkiye, ABD ve Alman
emperyalistlerinin açıktan hegemonya mücadelesi sürdürdükleri
önemli bir alan konumuna geldi. Ve başta Alman emperyalizmi olmak
üzere AB'nin emperyalist güçleri, Türkiye'yi yeni anlaşmalarla
kendilerine daha sıkı bağlamanın zamanının geldiği
düşüncesinden hareketle, GB'ye girişe evet dediler. (Bu arada
AB'nin, Türkiye'nin GB'ye girebilmesi için dayattığı
demokratikleşme anlayışındaki ikiyüzlülüğü ortaya çıktı.)
AB için önemli olan; ne Türkiye'de demokrasi sorunuydu, ne de Kürt
ulusunun katledilmesiydi. Önemli olan, AB'nin ve özellikle de Alman
emperyalizminin Türkiye ve bölgedeki çıkarlarının sağlama
alınması ve diğer rakiplerden (ABD, Japonya) daha ileri ve sağlam
bir konumun elde edilmesiydi. Bu da, bugünün koşullarında ancak
bir GB anlaşmasıyla sağlanabilirdi. (Ve belirtelim ki, Türkiye ve
bölge üzerinde AB-ABD çelişkilerinin daha da keskinleşmesi
koşullarında AB, bölgeye ağırlığını koymak için Türkiye'yi
kendine üye yapmaktan geri kalmayacaktır.)
Demek
oluyor ki; Türkiye'nin GB'ye alınması, Ankara antlaşmasında
ifade edilen koşulların yerine getirilmesinden ziyade, dünya
koşullarının değişmesinin ve değişen bu koşullar içinde
Türkiye'nin de ekonomik alanda güçlenmesinin sonucudur.
Türkiye,
GB'ye girmeden önce AB'nin neredeyse her türlü emperyalist
dayatmasını kabul eden veya buna boyun eğen açık pazarıydı,
şimdi ise karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirildiği bir
açık pazar olmuştur. Yani Türk burjuvazisi AB karşısında her
alanda tamamen güçsüz olmadığına, bazı alanlarda pekala
rekabet gücünün olduğuna inanmaktadır.
GB
ve Türk burjuvazinin beklentisi
Anlaşmanın
esaslarını özet alarak verelim:
Türkiye,
AB'ye tam üye olmadan GB'ye giren tek ülkedir. AET'ye sonradan
katılan ve topluluğun tam üyesi olan ülkelerden (örneğin
Yunanistan, Portekiz, İspanya) hiçbirisi topluluğun tam üyesi
olma sıfatını kazanmadan önce, GB'ye girmediler. Türkiye ise tam
da bunun tersini yaptı. Böylelikle o, topluluğun tam üyelerine
tanımış olduğu olanaklardan yararlanmayacağını daha başta
kabul etmiş oldu. Sorun bununla da bitmiyor. Topluluğa tam üye
olmadan GB'ye giren Türkiye, topluluğun karar organlarında yer
almayacağını, ama aldığı kararların kendisi için de bağlayıcı
olduğunu kabullenmiş oluyor. Bu demektir ki; Türkiye, topluluğa
tam üye olmadığı için topluluğun Bakanlar Konseyi, Avrupa
Konseyi vb. gibi temel karar alma organlarında temsil
edilmeyecektir. Böylelikle Türkiye, topluluğun hem topluluk içi
hem de topluluk dışı ülkelere karşı politikalarının
saptanmasına yönelik kararların alınmasında söz sahibi
olmayacağını, ama topluluk karar organlarının aldığı
kararlara da uyacağını kabul etmiş oluyor.
Türkiye
bu kararıyla AB'nin ekonomik, siyasi, kültürel ve giderek de
askeri ipoteği altına girmiş oluyor. AB'nin bütün kararlarına,
söz sahibi olmadan katılmayı, uygulamayı koşulsuz kabul etmiş
oluyor. Türk burjuvazisinin çaresizlikten, teslimiyetten dolayı
böyle bir ipotek altına girmeyi kabul ettiği söylenemez. Burada
Türk burjuvazisinin ABD ve AB karşısında ikili ve oldukça
tehlikeli bir oyun içinde olduğunu görüyoruz. Türk burjuvazisi
başta Almanya olmak üzere AB emperyalistlerinin ve Amerikan
emperyalizminin hem ülke ve hem de bölge üzerindeki rekabetini
görüyor ve hissediyor. Siyasi ve askeri alanda daha ziyade ABD
emperyalizmine bağımlı hareket eden Türk burjuvazisi, ABD'ye
'gerekirse AB kararları doğrultusunda hareket ederim' mesajını
veriyor. Bundan dolayıdır ki; Türk burjuvazisinin siyasi
temsilcileri, GB tartışmalarının yoğunlaştığı dönemlerde,
GB'ye girişin ABD ile olan ilişkileri etkilemeyeceğini sık sık
ifade etmişlerdir. Burada söz konusu olan ekonomik ilişkiler
değildir. Zaten Türkiye'nin AB ile olan ekonomik ilişkileri ABD
ile olandan daha yoğundur. Geriye siyasi ve askeri ilişkiler
kalmaktadır ve Türk burjuvazisinin Türkiye'nin ABD ile bu türden
ilişkilerinin GB'ye girmekle zarar görmeyeceğini yinelemesi,
Amerikan emperyalizmine gönderilen şu mesajın ifadesidir:
Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Orta Asya'da benim de
çıkarlarım söz konusudur. Bu alanlarda seninle rekabet etmiyorum,
buna niyetim de yok. Ama senin bu alanlardaki rekabetin benim
çıkarlarımı dışlamamalı, bilakis içermelidir. Ancak bu
koşullarda ben senin için iyi bir müttefik (yeni sömürge)
olabilirim. Aksi taktirde bu alanlardaki çıkarlarımı AB
çerçevesinde, onunla siyasi ve askeri bütünleşme içinde ifade
etmeye yönelirim. Zaten ekonomik bütünleşme içindeyim ve GB ile
de bu bütünleşmeyi siyasi olarak tamamlıyorum!
Türkiye'nin
NATO ötesinde, AB ile askeri alanda da bütünleşme çabası bu
çerçevede ele alınmalıdır.
Önümüzdeki
dönem ABD emperyalizmiyle Alman emperyalizmi güdümünde AB'nin
uluslararası planda hegemonya mücadelesinin keskinleşeceği bir
dönem olacaktır. Bu keskinleşmenin boyutlarını eski
Yugoslavya'da sürdürülen gerici savaşta gördük. Balkanlar'daki
emperyalistler arası rekabet henüz sonuçlanmadı. Bu rekabet,
henüz tam anlamıyla keskinleşmese de Ortadoğu'da, Kafkaslar'da,
Orta Asya'da devam etmektedir. Bu rekabette, yeniden dirilen Rus
emperyalizmi de var. Türkiye bu emperyalist haydutlarla tek başına
mücadele edemeyeceğini çok iyi biliyor. Bunun ötesinde Türkiye
efendi tercihi yapacak güçte ve konumda olduğunu da görüyor. Bu
gerçeklerden dolayı da ABD emperyalizmiyle AB arasında ikili
oynuyor. Ve kim benim çıkarlarımı da göz önünde tutarsa, onun
yanındayım mesajını veriyor.
Türkiye'nin
GB'ye girmekle, AB'nin siyasi ipoteğini koşulsuz kabul etmesini
başka türlü yorumlayamayız. Böyle bir tavır, eline geçen
fırsatları değerlendirme çabası içinde olan bir yeni sömürge,
emperyalizme bağımlı ülke tavrıdır. Ve bunun emperyalizme
tamamen teslimiyetle hiçbir ilgisi yoktur. Şayet bu, emperyalizme,
somutta da AB emperyalistlerine siyasi olarak da tamamen
teslimiyetse, Türkiye'nin GB'den önce kapitalist/emperyalist
sistemin dışında olduğu, emperyalizme tam teslimiyet içinde
olmamış olduğu sorusunu gündeme getirmez mi? Getirir. Türkiye
dün olduğu gibi bugün de emperyalist sisteme ekonomik, askeri ve
siyasi olarak bağımlıdır, o sistemin bir parçasıdır. GB'ye
giriş, onun efendisini siyasi olarak da tercih edecek konuma
geldiğini göstermektir.
Siyasi
tercih sorunu ötesinde GB'nin ekonomik açıdan anlamı ve önemi
nedir? GB'nin Türkiye ekonomisi açısından bağlayıcı öneme
haiz yanı, mevcut gümrük tarifelerinin karşılıklı olarak
sıfırlanmasıdır. Bunun anlamı şudur; Türkiye AB ülkeleri
pazarlarında, AB ülkeleri de Türkiye pazarında ürünlerini
gümrük ödemeksizin pazarlayacaklar (Türkiye açısından
işlenmemiş tarım ürünleri
bugün için GB'den etkilenmiyor.) Bunun anlamı şudur; rekabet gücü
olan kazanır. Rekabet gücü olmayan kaybeder. Türk burjuvazisi
bazı alanlarda rekabet gücünün olduğuna, bazı alanlarda da
rekabet gücünü geliştireceğine inanmaktadır.
GB
ile gündeme gelen bir takım yeni vergiler (örneğin özel tüketim
vergisi), yeni düzenlemeleri (örneğin ortak gümrük tarifesi),
yeni mali yardım olanakları (örneğin Türk ekonomisini
güçlendirmek için 3.2 milyar dolarlık "yardım"), yeni
yasalar (örneğin tüketicinin korunması, marka, telif, patent
yasaları), yeni standart uygulaması, yeni anlaşmalar (örneğin
Türkiye, bazı ülkelerle -İsrail, Kuzey Afrika ve Orta Avrupa'nın
bazı ülkeleri, tercihli ticaret anlaşması yaparak ithalat
kolaylığı sağlayacak), Türk vatandaşlarının tek vizeyle AB
ülkelerinde dolaşma kolaylığı, bütün ürünlere getirilen
etiket ve menşei zorunluluğu ikincil derecede sorunlardır. Veya GB
anlaşmasının sağlıklı işlemesi için tarafların karşılıklı
yükümlülükleridir. Bu yükümlülükleri yerine getirmeyen veya
getiremeyen taraf, kaybeden taraf olacaktır. Ve hiçbir taraf da
kaybetmeyi düşünmediği için bu yükümlülükler kaçınılmaz
olarak yerine getirilecektir. Bizi burada ilgilendiren, Türk
burjuvazisinin neye güvenerek gümrükleri sıfırladığıdır. Bu
noktayı biraz açarak Türk ekonomisinin dinamiklerini ele alalım.
Önce ihracatının bileşimine bakalım. (Bkz.
Tablo II)
Kaynak:
DİE; İstatistik Göstergeler 1923-1990, s. 296.
DPT:
Temel Ekonomik Göstergeler, Ocak 1993, Ocak 1995.
Bu
tabloya göre Ankara antlaşmasının imzalandığı yılda ihracatın
bileşiminde sanayin payı %19.8'den 1993'te %83'e çıkıyor. Veya
ihracatta tarım dışı sektörlerin (sanayi ve madencilik) payı
1963'te %22.8'den 1993'te %84.6'ya çıkıyor. Demek oluyor ki; Türk
ekonomisinin belkemiğini sanayi ve sanayi ürünlerinin ihracı
oluşturmaktadır. Bu gerçek görülmeksizin Türk burjuvazisinin
gücü, rekabete soyunması, dış pazar arayışı ve bütün
bunların ifadesi olan GB'ye girmeyi kabul edişindeki çıkış
noktası kavranamaz. Türk burjuvazisi sanayi ürününe ve
ihracatına dayanarak uluslararası pazarlara açılıyor ve rekabete
soyunuyor. (Bkz. Tablo III)
İhracatın
hacminde belirleyici olan sektörlerdeki gelişme şöyledir:
-İşlenmemiş
tarım ürünlerinin ihracatı 1989'dan 1993'e %49 oranında
artmasına rağmen, toplam sanayi ürünleri hacmindeki pay, 1989'da
%10.9 ve 1993'te de %10.7 oranında kalmıştır.
-Petrol
ürünlerinin, çimentonun, orman ürünlerinin, demir dışı metal
sanayi ürünlerinin, giderek artmasına rağmen madeni eşya
ürünlerinin ihracatın hacmindeki payları ya azalmakta ya da
önemsiz konumda kalmaktadır.
-Kimya
sanayin ihracatı 1989'dan 1993'e %40 oranında azalmıştır. sanayi
ürünleri ihracatı hacmindeki payı ise 1989'da %8.5'ten 1993'te
%3.7'ye düşmüştür.
-Lastik
ve plastik ürünlerinin ihracatı 1989'dan 1993'e %23 oranında
artmasına rağmen, sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı
1989'da %3.4'ten 1993'te %3'e düşmüştür.
-Deri
ve kösele ihracatı 1989'dan 1993'e %8.6 oranında azalmış ve
sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı da 1989'da %6.6'dan
1993'te %4.3'e düşmüştür.
-Dokuma
ve giyim sanayi ürünlerinin ihracatı 1989'dan 1993'e %54.7
oranında artmış ve sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı da
1989'da %38.5'ten 1993'te %42.5'e çıkmıştır.
-Cam
ve seramik ürünlerinin ihracatı 1989'dan 1993'e %47 oranında
artmasına rağmen sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı
1989'da %2.8 ve 1993'te de %3 oranla hemen hemen aynı kalmıştır.
-Makine
sanayi ürünlerinin ihracatı 1989'dan 1993'e %79 oranında
artmıştır ve sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı da
1989'da %2.1 ve 1993'te de %2.7 oranlarında kalmıştır.
-Elektrikli
makine ve cihazların ihracatı 1989'dan 1993'e %142 oranında artmış
ve bu ürünlerin toplam sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı
da 1989'da %2.6'dan 1993'te %4.4 oranına çıkmıştır.
-Taşıt
araçlarının ihracattaki payı 1989'dan 1993'e %147 oranında
artarken, toplam sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki payı da
1989'da %1.7'den 1993'te %3'e çıkmıştır.
-Diğer
sanayi ürünlerinin ihracatı da 1989'dan 1993'e %87 oranında
artmıştır. Karakteri belirlenmeyen (sınıflandırılmayan) bu
sanayi ürünlerinin toplam sanayi ürünleri ihracatı hacmindeki
payı 1989'da %2'den 1993'te %2.8'e çıkmıştır.
Bu
veriler bize şunu göstermektedir. Türk sanayi her sektöründe
rekabet gücüne sahip değildir. sanayin belli sektörleri, Türkiye
ekonomisinde motor rolünü üstlenmiş durumdadır. Bu sektörler,
dış pazarlarda rekabet gücü olan sektörlerdir.
Türkiye'de,
GB'ye veya AB'ye girme durumunda Türk sanayin rekabet gücünün ne
olabileceği üzerine bir dizi araştırma yapılmıştır. Bu
araştırmalar, sanayin rekabet gücü hakkında belli ipuçları
vermektedir.
Örneklersek;
(Bkz. Tablo IV ve Tablo V)
Bu
verilerden çıkartılması gereken sonuçlar şöyledir:
Daha
1986 yılı itibariyle, GB'ye girme durumunda rekabet şansı
olmayanların (sektörlerin/firmaların) imalat sanayi üretimindeki
payı %1.8 ve imalat sanayi ihracatındaki payı da %0.09. Tamamen
değerlendirme dışı bırakılabilecek bir oran.
Rekabet
şansı olanların imalat sanayi üretimindeki payı %27.7 oranında.
Bunların imalat sanayi ihracatındaki payı da %38.5 oranında.
Emperyalizme bağımlı koşullardaki bir ekonomi/sanayi için bu
oranlar küçümsenemeyecek bir gelişmenin ifadesidir.
Bunun
ötesinde alınacak tedbirlerle rekabet şansı artacak olanların
imalat sanayi üretimindeki payları %39.9 ve bunların imalat sanayi
ihracatındaki payları da %43.6 oranlarında. Demek oluyor ki, bir
takım tedbirlerin alınması durumunda rekabet şansı olanların
imalat sanayi üretimindeki payları %67.2 ve bunların imalat sanayi
ihracatındaki payları da %82.1 oranlarına çıkıyor.
Gıda,
içki ve tütün sektörlerindeki duruma gelince; rekabet şansı
olmayanların bu sektörlerdeki üretim payları %14, ihracattaki
payları da yaklaşık %7, rekabet şansı olanların söz konusu
sektörlerdeki üretim payları %36.8 oranında olmasına rağmen,
ihracattaki paylar ancak %12.9 oranında. Alınacak tedbirler
sonucunda rekabet şansı artacak olanların oranı, yaklaşık %40,
ihracattaki payları da %24.5 oranında. Demek ki; birtakım
tedbirlerin alınması durumunda içki, gıda ve tütün
sektörlerinde rekabet şansı olan firmaların bu sektörlerdeki
üretim payı %67.8'e ve bu sektörlerin ihracattaki payları da
%37.4'e çıkıyor.
29
Haziran 1993 tarihli Sabah gazetesinde yer alan bir haberde AB ve
GB'ye girme durumunda Türk Sanayi sektörlerinin rekabet durumu
açıklıyor. Ele alınan 10 sektörün GB'ye girme durumunda rekabet
şanları söyle sıralanıyor. (Bkz.Tablo
VI)
GB'ye
girme durumunda Türk sanayinin rekabet gücünü gösteren bir dizi
araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların hangi kıstaslar
temelinde yapıldığı bilinmiyor ve çoğu kez de soruna siyasi
yaklaşım yön veriyor. Ama bütün bu araştırmaları ve ihracatın
bileşiminde sanayi sektörlerinin gelişme durumunu göz önünde
tutarsak belli sektörlerin daha bugünden rekabet gücüne sahip
olduklarını görürüz;
işlenmemiş tarım ürünleri, dokuma ve giyim, cam ve seramik,
demir ve çelik, makine, elektrikli makina ve cihazlar, taşıt
araçları sektörleri gibi.
İhracatın
bileşimini başka açıdan; ana mal gruplarına göre ele alırsak;
(Bkz. Tablo VII).
Bu
tablo bize Türk ekonomisinin iki özelliğini göstermektedir.
Birincisi; Türk ekonomisinde, hafif sanayi, tüketim malları üretim
sektörleri hakimdir. İhracatın verilen dönem içinde ortalama
%54.6'sını tüketim mallarının oluşturması bunu gösteriyor.
İkinci özellik ise; Türk ekonomisinde ağır sanayiye yatırım
mallarına yönelik sektörlerin gelişme içinde olduğunu
gösteriyor. Hammadde ihracatının, ihracatın bileşimindeki payı
%11.4 oranında azalıyor. Ama aynı zamanda yatırım mallarının
ihracatın bileşimindeki payı, verilen dönem içinde %25.2
oranında artıyor. Bu demektir ki; sanayi salt tüketim malları
üretimine dayanmamaktadır.(Bkz.
Tablo VIII).
Ankara
anlaşmasının imzalandığı 1963 yılından 1993 yılına tüketim
mallarının ithalatın hacmindeki payı her ne kadar %5.4'ten %14'e
çıkmışsa da, biz bunu önemsiz bir olgu olarak bir kenara
koyuyoruz. Önemli olan yatırım malları ve hammadde/ara malları
ithalatının durumudur. Değer bazında ithalat 1963'ten 1993'e 42.8
misli artarken, aynı dönemde yatırım malları ithalatı 30.4
misli ve hammadde (ara malları) ithalatı da 46.9 misli artmıştır.
Hammadde/ara
malları ithalatının hızlı gelişmesi ve ithalatın bileşimindeki
payının verilen dönem içinde sürekli yüksek olması Türk
ekonomisinin hammadde işleyerek, mamul madde üretecek durumda
olduğunun açık ifadesidir. Yatırım mallarının ithalatın
bileşimindeki payının giderek düşmesi de Türkiye'de belli bir
sanayi üretiminin makineli üretimin var olduğunu bundan dolayı da
giderek
yatırım mallarından ziyade hammaddelere ihtiyaç duyulduğunu
ifade eder.
Sonuç
itibariyle; ithalatın bileşiminde tüketim mallarının önemli bir
yerinin olmaması, buna karşın hammadde ve yatırım mallarının
belirleyici olması o ülkede belli bir sanayi üretiminin olduğunu;
üretim ve pazarı olan bir sanayin olduğunu gösterir.
İhracat
ve ithalat bazında Türk ekonomisinin dinamiği üreten ve
satabilen/pazarlayabilen bir yapıya sahip
olmasıdır. Bu durumu Türk burjuvazisi de biliyor. Ve bundan
dolayı GB'ye girme durumunda ekonominin nasıl etkileneceğinin
hesabını yapabiliyor. TÜSİAD üyelerinin beklenti anketi bu
konuda fikir veriyor. (Bkz. Tablo
IX)
Gerçekleşmesi
kaçınılmaz olan olgulara bakalım:
-Gümrüklerin
sıfırlanmasından dolayı ithalat, dolayısıyla dış ticaret
açığı artacaktır.
-Rekabet
gücü olmayan, küçük ve orta ölçekli firmaların bir kısmı
iflas edecek ve işsizlerin sayısı artacaktır.
-Teknolojik
iyileşme kaçınılmaz olacak ve teknolojinin yenilenmesiyle
rasyonelleşmeye giden büyük ölçekli firmalar bir kısım işçiyi
sokağa atacaklardır.
-Rekabet
keskinleşeceği için kar marjı düşecektir.
-Firmalar
var olabilmek için rekabet güçlerini artıracaklardır.
-Sağlanan
olanaklardan dolayı yabancı sermaye yatırımları artacaktır.
-Keza sabit sermaye
yatırımları da artacaktır.
-Güçlü olmanın
bir koşulu olarak araştırma-geliştirme faaliyetleri artacaktır.
- Rekabet gücünün
arttırılması için kalite iyileşmesi mutlak olacaktır.
Ve
Türk burjuvazisi bütün bunları göğüsleyebileceğine ve AB
pazarlarında rekabet edebileceğine inanmaktadır. Yukarıda ele
aldığımız veriler böyle bir inancın maddi temellerinin olduğunu
gösteriyorlar.
Şimdi
Türkiye ekonomisini başka kıstaslar bazında AB ekonomileriyle
karşılaştıralım: (Bkz. Tablo
X)
(Verilen
dönem içinde AET üyelerinin sayısı 12 değil 6 idi. Buna rağmen
sonradan üye olan ülkeleri de karşılaştırmaya dahil ederek
Ankara antlaşmasının imzalandığı dönemden bugüne ekonomik
gelişmenin genel çerçevesini çıkarmayı yararlı gördük.)
GSYİH'nın
büyüme hızı bakımından Türk ekonomisi verilen dönem içinde
sırayla Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Fransa'dan sonra 5. sırada
yer alıyor. Toplam hacim içinde Türkiye'nin payı 1960'da yüzde
2'den 1971'de ancak yüzde 2,2'ye çıkıyor. Hacim bakımından
Türkiye 1960'd 9. sıradan 1971'de 8. sırada yer alıyor (Bk.
Tablo XI)
GSYİH'nın büyüme hızı bakımından Türk ekonomisi verilen
dönem içinde %90 oranında
bir büyümeyle ilk sırada yer alıyor. Toplam değer içinde Türk
ekonomisinin payı 1970'de %1.8'den 1982'de %2.6'ya çıkıyor. Hacim
bakımından ise Türk ekonomisi 1970'de 9. sırada, 1982'de de 8.
sırada yer alıyor. (Bkz. Tablo XII).
Kaynak:
Main Economic Indıcators, OECD, 1995, Nr. 3, s. 240.
GSYİH'nın büyüme hızı bakımından bakımından Türk ekonomisi
verilen dönem içinde İrlanda'dan sonra 2. sırada yer almakta.
Toplam değer içinde Türk ekonomisinin payı 1985'te %2.1 ve
1994'te de %2.5 oranındadır. Toplam hacim bakımından ise 1985'te
9. sırada 1994'te de 8. sırada yer alıyor.
Bu tablolardan çıkartılması gereken belli başlı sonuçlar
şunlardır:
* Verilen dönem içinde Türk ekonomisinin oldukça hızlı
büyüdüğünü görüyoruz.
* Bu hızlı büyümeye rağmen toplam değer (13 ülkenin GSYİH
toplamı) içinde Türk ekonomisinin payı - GSYİH bazında- oldukça
düşüktür. 1982'de %2.6 ve 1994'te de %2.5. Bu da gösteriyor ki;
Türkiye, AB için hiç de önemi olan bir ekonomik güce sahip
değildir. Bunun böyle olduğunu ihracat verilerini karşılaştırırken
de göreceğiz. (Bkz. Tablo XIII)
1983'ten 1990'a ihracatın oransal büyümesi açısından Türkiye
8. sırada yer alıyor. İhracatın hacmi bakımından ise; 1983'te
10. ve 1990'da da 11. sırada yer alıyor. İhracat hacminde
Türkiye'nin 1983'teki ve 1990'daki payı %0.95 oranında yani
oldukça önemsiz. (Bkz. Tablo XIV)
Verilen dönem içinde ithalatın oransal büyümesi açısından
Türkiye, Portekiz ve İspanya'dan sonra 3. sırada yer alıyor.
Türkiye'nin söz konusu 13 ülkenin toplam ithalatı içindeki payı
hem 1983'te ve hem de 1990'da %1.4 ile %1.5 civarındadır. İthalatın
hacmi bakımından ise Türkiye 1983'te ve 1990'da 10. sırada yer
alıyor.
Bu veriler, Türkiye ekonomisinin AB ekonomisi içinde oldukça
önemsiz bir konumda olduğunu gösteriyorlar. Salt bu verilere
dayanarak, AB'nin Türkiye'ye yaklaşımında, GB'ye alınmasında
ekonomik çıkarların belirleyici rol oynamadığını açık bir
şekilde gösteriyorlar.
Biz burada Türkiye'nin dış ticaretini tamamen AB ülkeleriyle
yaptığı varsayımından hareket ettik. Türkiye'nin dış
ticaretini ülkeler bazında ele aldığımızda AB içindeki dış
ticaret bazındaki önemi daha da azalmaktadır. Şimdi bir de bunu
gösterelim: (Bkz. Tablo XV)
Bu
veriler bize, Türkiye ihracatında ve
dolayısıyla Türkiye ekonomisinde OECD ülkelerinin
belirleyici öneme haiz olduklarını gösteriyorlar. Her ne kadar bu
ülkelerin Türkiye ihracatındaki toplam payı 1989'dan 1993'e %4.2
oranında azalmışsa da, ortalama pay %63.5 civarındadır. Türkiye
ihracatının yarısını, verilen dönem ortalaması olarak
%50,14'ünü AB ülkeleriyle yapıyor. Ve bu ülkeler içinde
Almanya, Türkiye ihracatında önemli bir konuma sahip. Türkiye
ihracatının %20-25'ini Almanya'ya yapıyor.
Verilen
dönem içinde diğer OECD ülkelerinin, özellikle de ABD'nin,
ayrıca İslam ülkelerinin ve diğer Avrupa ülkelerinin Türkiye
ihracatındaki payları büyük boyutlarda azalıyor. Buna karşın
diğer ülkeler ve BDT'nin Türkiye ihracatındaki payları artıyor.
Sonuç
itibariyle; Türkiye ihracatında OECD ülkeleri ve bunların
arasında AB ülkeleri belirleyici konumdalar. Ama buna rağmen
Türkiye giderek artan kapsam ve oranlarda başka ülkelere de
ihracat yapıyor. Bu, ihracatın belli alanlarla sınırlı
kalmadığını, uluslararası planda yaygınlaştığını gösteren bir
olgudur.
Türkiye'nin
12 AB ülkesi ithalatındaki yerini bir daha belirleyelim; bu
ülkelerin 1989'daki toplam ithalatları, 1 167 609 milyon dolar.
Türkiye'nin aynı yılda bu 12 ülke ile toplam ihracatı 5 407.7
milyon dolar. Buna göre Türkiye'nin 12 AB ülkesi ithalatındaki
payı 1989 yılında ancak %0.46 oranında oluyor. 1990'daki payı
ise %0.48. Demek oluyor ki; AB ülkeleri ithalat toplamı bazında
Türkiye ekonomisi -ihracatı-, bu ülkeler için hemen hemen hiçbir
ekonomik öneme sahip değildir.
12
AB ülkesinin ihracatında -Türkiye'nin ithalatında- Türkiye'nin
payı 1990'da
ancak
%1.6 oranındaydı. Yani AB ülkelerinin ihracatı açısından da
Türkiye, kaçırılmaması gereken bir pazar konumunda değil.
Şüphesiz
ki, Türkiye'nin ekonomik önemi ve gelişmesi salt dış ticaret
hacmiyle sınırlı olarak değerlendirilemez. Soruna GSMH'nın
büyümesini zincirleme endeks bazında (bir sene öncesine göre
büyüme oranı) yaklaşırsak, Türk ekonomisinin oldukça dinamik
bir yapıya sahip olduğunu görürüz.(Bkz.
Tablo XVI)
Bu
tabloya göre Türkiye ekonomisi, büyümenin oransal büyüklüğü
açısından 1973'te Fransa ile 8. sırada; 1974'te 1. sırada;
1975'te 1. sırada; 1976'da 2. sırada; 1977'de 3. sırada; 1978'de
Belçika ile birlikte 8. sırada; 1979'da son sırada (Türkiye
ekonomisinin krizde olduğu yıl); 1980'de 12. sırada (keza ekonomik
kriz yılı); 1981'de 1. sırada; 1982'de 1. sırada; 1983'te 2.
sırada; 1984'te 2. sırada; 1985'te 1. sırada; 1986'da 1. sırada;
1987'de 1. sırada; 1988'de 11. sırada; 1989'da İngiltere ile
birlikte 11. sırada; 1990'da 1. sırada; 1991'de 11. sırada;
1992'de 1. sırada; 1993'te 1. sırada ve 1994'te de (ekonomik kriz
yılı) son sırada yer alıyordu:
(Bkz. Tablo XVII)
GSMH,
GSYİH ve dış ticaret ile ilgili veriler bize Türkiye ekonomisinin
iki yönünü gösteriyorlar:
a-
Türkiye ekonomisi dinamik bir yapıya sahiptir. Bu, sürekli ve
hızlı büyüyen bir ekonomidir. Türk burjuvazisini büyük
oynamaya sevk eden, onun bölgesel iştahını kabartan ve
saldırganlaştıran ekonominin
bu yapısıdır.
b-
Türkiye ekonomisi, bir bütün olarak AB ekonomisi içinde oldukça
önemsiz bir paya sahiptir. Bu pay, bir bütün olarak AB ekonomisi
içinde her ne kadar önemsizse de Türk burjuvazisi açısından
oldukça önemlidir. Ve o, GB kapsamında daha da güçleneceğine
inanmaktadır. Yukarıdaki veriler bu inancın maddi temellerini
oluşturuyorlar. Türk burjuvazisi, Türkiye'nin, AB ülkeleri
tarafından GB kapsamında daha çok talan edileceğini çok iyi
biliyor ve o, artan talan içinde kendine düşen payın da
artacağının bilincinde. GB, Türkiye'nin zenginliklerinin
ortaklaşa talanının artması demektir. Türk burjuvazisi açısından
en azından bu aşamada, AB ülkeleri ile talanın paylaşılmasında
sorun çıkartmamaktır. Neredeyse hiç pazarlık edilmeden,
neredeyse tamamen koşulsuz bir şekilde GB'ye girmenin, bunun
ötesinde AB'nin alacağı kararlara uyacağını kabullenmenin başka
ne gibi bir anlamı olabilir!
Türkiye'yi
önemli yapan faktörler ve GB
a-
Ekonomik potansiyel olarak Türkiye'nin AB için önemi:
Yukarıda
bu konuyu kısmen ele aldık. Türkiye, bugüne kadarki dış ticaret
hacmi bakımından AB ülkeleri veya bir bütün olarak AB için
önemli bir ekonomik potansiyel oluşturmuyordu. Türkiye'nin bir
bütün olarak AB'nin ve tek tek de ülkelerinin dış ticaretindeki
-özellikle ihracatlarındaki- payı oldukça azdır. Ama bu
Türkiye'nin genel anlamda önemsiz bir ekonomik potansiyel olduğu
anlamına gelmez. Önümüzdeki dönemde, gümrüklerin
sıfırlanmasının doğrudan bir sonucu olarak, özellikle AB'nin
emperyalist ülkelerinin malları Türkiye pazarına akacaktır. GB
ile AB, 60 milyonluk bir pazara engelsiz girecektir. Ve böylelikle
Türkiye, önümüzdeki dönemde dış ticaret hacmi bakımından da
AB için giderek önem kazanan bir pazar olacaktır.
Türkiye,
yabancı sermaye, kredi, bir bütün olarak sermaye hareketi
açısından da önemli bir ülkedir ve GB ile önümüzdeki dönemde
daha da önemli olacaktır.
Türkiye,
dış borcu sürekli artan bir ülkedir, son 8-10 senelik dönemi
esas alarak dış borç artışını gösterelim: 1986'da 32 milyar
101 milyon dolar olan toplam dış borç miktarı 1990'da 42 milyar
035 milyon dolara ve 1993'te de 67 milyar 356 milyon dolara
çıkmıştır. Bu, 1986'dan 1993'e yani 7 sene içinde
%37.4 oranında bir artışın ifadesidir. Son 2 yıl içinde 5
milyar dolara varan borç ödemesi yapılmasına ve önemli boyutlara
varan borç alınmamasına rağmen, bugünkü dış borç tutarı 70
milyar dolar civarındadır. Türkiye, anapara ödemesinden ziyade bu
miktarın faizlerini ödemekle meşguldür. Yani borç alınan
sermaye, Türkiye'nin ekonomik potansiyelinin bir kısmını faiz
olara alıyor.
Bunun
ötesinde tekelci sermaye, yabancı sermaye (yatırıma yönelik)
formunda da Türkiye'ye
akmakta ve ekonomik potansiyelin bir kısmını para veya ürün
formunda götürmektedir. Önümüzdeki dönemde Türkiye'ye bu
türden sermaye akışı yoğunlaşacaktır. Son yıllarda Türkiye'ye
gelen yabancı sermaye miktarı ve bunun ülkelere göre dağılımı
şöyledir. (Bkz. Tablo XVIII)
Yabancı
sermaye akışını veren ve alan ülkelerin siyasi ve ekonomik
konjonktürel durumu doğrudan etkiler. Ekonomik kriz içinde olan,
siyasi olarak istikrarlı olmayan ülkelere yabancı sermaye gitmez
veya kendisi ekonomik kriz içinde olan bir ülkenin sermaye ihracı
yavaşlar. Tabloda görülen Türkiye'ye sermaye akışındaki
dengesizliği bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu olguyu bir
kenara bırakırsak tablodaki verilerin gösterdikleri temel
eğilimler şunlardır:
-Verilen
dönem içinde izin verilen yabancı sermaye miktarı önemli oranda
artmıştır.
-Yabancı
sermayenin çok önemli bölümü, 1988'de %86 ve 1994'te de %92.5'i
OECD ülkeleri kaynaklıdır.
-OECD
ülkeleri içinde AB kaynaklı yabancı sermaye büyük
boyutlardadır. Örneğin AB kaynaklı toplam yabancı sermaye OECD
kaynaklı toplam yabancı sermayenin 1988'de %54'ünü 1994'te de
%70.7'sini oluşturuyordu. AB kaynaklı yabancı sermayenin toplam
yabancı sermaye içindeki payı ise 1988'de %46.5 ve 1994'te de
%65.4 oranlarındaydı. Yani AB kaynaklı yabancı sermaye,
Türkiye'ye akan yabancı sermaye içinde giderek daha belirleyici
boyutlar almıştır.
-AB
kapsamında Türkiye'ye ihraç edilen sermayenin ezici çoğunluğu
Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya kaynaklıdır.
Bu
beş ülkenin Türkiye'ye ihraç ettiği sermaye miktarı 1988'de AB
ülkeleri toplamının %97'sine; OECD ülkeleri toplamının
%52.5'ine ve genel toplamın da %45'ine tekabül ediyordu. 1994'te
ise bu beş ülkenin Türkiye'ye ihraç ettiği sermaye miktarı, AB
ülkeleri toplamının %92'sine; OECD ülkeleri toplamının %65'ine
ve genel toplamın da %60'ına tekabül etmekteydi.
Sonuç
itibariyle;
*Türkiye
yabancı sermaye açısından yabana atılacak bir ekonomik
potansiyel değildir.
*Türkiye ekonomisi, izini çıkan yabancı sermaye açısından ABD
emperyalizminden ziyade AB'nin yukarıda adı geçen beş emperyalist
ülkesine bağımlı durumdadır.
Yabancı
sermayenin sektörlere dağılımı Türkiye ekonomisinin dinamiksel
durumunu ele veren başka bir göstergedir. Bir de buna bakalım:
(Bkz. Tablo XIX).
Tablo
bize izni verilen yabancı sermayenin maddi değerlerin üretiminde,
yani imalat sanayinde ve bu sanayin de belli sektörlerinde
yoğunlaştığını göstermektedir. İmalat sanayinde yoğunlaşan
yabancı sermaye toplamın 1989'da %61.3'üne; 1990'da %80.9'una;
1991'de %55.2'sine; 1992'de %70'ine;
1993'te %76'sına ve 1994'te de %74.5'ine tekabül ediyordu. Bu olgu
bize şunu gösterir:
Türkiye'de
sözüm ona emperyalizmi, yabancı sermayeyi eleştiri adı altında
öne sürülen, "yabancı sermaye sanayiye üretim alanlarına
yönelmiyor" savının hiçbir maddi temelinin olmadığını,
tersine maddi değerlerin üretimine yöneldiğini gösterir. Demek
oluyor ki Türkiye, yabancı sermaye açısından dikkate değer bir
pazar alanıdır ve dinamik bir ekonomik potansiyele sahiptir. GB
sürecinde pazar olarak Türkiye'nin önemi daha da artacak ve bu,
kaçınılmaz olarak ekonomiye yeni dinamikleşme ögeleri
katacaktır. (Teknolojik yenilenme, sermaye yoğunlaşması, daha
güçlü tekellerin ortaya çıkması, çeşitli veya belli alanlarda
üretimin artması, daha fazla yabancı sermayenin Türkiye'ye akması
vs.) (Bkz. Tablo XX).
Bu
oranları yabancı sermayenin sektörlere dağılım miktarıyla
karşılaştırırsak, büyük/güçlü sermayenin imalat sanayine,
nispeten ufak çaplı/küçük sermayenin de hizmetler sektörüne
yönelmiş olduklarını görürüz. Diğer bir ifadeyle;
tekelci/yabancı sermayenin büyük çaplı olanları Türkiye'de
maddi değerlerin üretimine katılıyor ve kar elde ediyor.
Önümüzdeki dönemde bu alandaki gelişme daha da yoğunlaşacaktır.
b-
Türkiye'nin AB için iktisadi-stratejik önemi:
Yukarıda
ana hatlarıyla belirtmiştik. Revizyonist blokun dağılmasından
sonra Türk burjuvazisinin yayılmacılık iştahını kabartan
olanaklar ortaya çıkmıştı. Bu dönem Türk burjuvazisinin dünya
pazarlarına açılmak için yoğun çaba harcadığı bir dönemdi.
Bu iki olgudan dolayıdır ki Türk burjuvazisi "Adriyatik
kıyılarından Çin Seddi'ne" kadar olan alanda kendisinin de
söz sahibi olduğunu dile getirme cüretkarlığını göstermiştir.
Bu cüretkarlığın altında yatan nedir? Revizyonist blokun
dağılmasından sonra, o zamana kadar bu bloku oluşturan alanlar,
emperyalizmin açık rekabet alanlarına dönüşmüştür. Türkiye
bu alan içinde tek başına çok az etken olabilir. Ama rekabet eden
emperyalist güçlere veya onlardan birine dayanarak bir takım
kırıntı kopartabilir. Bugün olan da budur. Türk burjuvazisi
ülkenin stratejik konumunu, tarihi ilişkilerini öne sürerek
emperyalist güçlerle ortak hareket etmeyi planlamış durumda;
Türkiye Afrika'ya, Asya'ya, Ortadoğu'ya, Kafkaslar'a, Orta Asya'ya
açılan anayolların kavşağını oluşturuyor. Türkiye AB için
bir sıçrama tahtası, bu alanlara açılmanın köprübaşı
durumunda. AB'nin emperyalist ülkeleri, çok şeyi Türkiye'de ucuza
üreterek, onun söz konusu alanlara yakınlığından da
yararlanarak rakipleri (ABD, Japonya, Rusya) karşısında daha güçlü
rekabet olanaklarına kavuşmuş olacaklarını çok iyi biliyorlar.
Gümrüklerin sıfırlandığı bir ortamda AB ülkelerindeki birçok
sektördeki üretimin bir kısmı Türkiye'ye kayacaktır. Bu
sermayelerin hemen hemen hepsi Türk sermayesi ile ortaklık kurarak
üretime geçeceklerdir. Ucuza maledilen ürünlerin önemli bir
kısmı AB pazarlarına da sürülecektir. Ama esas niyet Rus,
Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu, Asya ve Afrika pazarlarına maliyeti
ucuza getirilmiş ürünlerle daha güçlü olarak girmektir.
(Bugünler de bu işi en iyi planlayan Japon sermayesidir. Yarın
Türk malı damgasıyla AB pazarına yoğun bir şekilde girecektir,
özellikle otomobil üretimiyle.)
Yine
yukarıda belirtmiştik; Türkiye'nin ihracatı artık sadece belli
alanlarda sınırlı değil. Örneğin, AB ülkelerine yapılan
ihracat toplam ihracat içinde belirleyici olmasına rağmen toplam
ihracattaki oransal payı giderek düşmektedir. Bu pay, 1990'dan
itibaren sürekli düşmüştür. Bu 1990'dan 1993'e
%10.7
oranına varan bir azalmadır. Aynı dönemde OECD, EFTA ülkeleri,
İslam ülkeleri, diğer Avrupa ülkeleri, BDT ülkeleri dışında
kalan ülkelere, yani Asya'nın, Afrika'nın ve Latin Amerika'nın
bazı ülkelerine yapılan ihracat önemli boyutlarda artmıştır.
Bu artış miktar olarak, 1990'da 405.5 milyon dolardan 1993'e 925.2
milyon dolara çıkmıştır. Yani %128 oranında artmıştır. AB
sermayesi Türkiye'de üreterek, bu ihracat imkanlarından da
yararlanmayı planlamaktadır.
Türkiye'nin
BDT'ye olan ihracatı sadece 1992'den 1993'e 684.2 milyon dolardan
1030.8 milyon dolara çıkarak %50.6 oranında artmıştır. Aynı
dönemde Orta Asya Türk cumhuriyetlerine yapılan ihracat da 186.7
milyon dolardan 455.3 milyon dolara çıkarak %143.9 oranında
artmıştır. BDT'nin Türkiye ihracatındaki payı da 1992'de
%4.7'den 1993'te %6.7'ye çıkmıştır. Bu gelişmeyi AB ülkeleri
de izliyorlar ve Türkiye'nin belirttiğimiz olanaklarından da
yararlanarak bu pazarlarda daha rahat rekabet etmesinin yollarını
arıyorlar. Bu da bugün açısından GB'nin AB ülkelerine Türkiye
topraklarında, onun ekonomik potansiyelinde sağladığı olanakları
değerlendirmekten geçiyor.
Hangi
açıdan bakarsak bakalım Türkiye, AB'nin emperyalist ülkeleri
açısından, onların, özellikle de Alman emperyalizminin
uluslararası plandaki hegemonya mücadelesini kolaylaştıran
olanaklar sağlayan iktisadi-stratejik bir öneme sahiptir.
c-
Türkiye'nin AB için siyasi-askeri önemi:
Burada
söz konusu olan Türkiye'nin jeostratejik konumu, o, bu konumundan
dolayı, her dönem önemli olmuştur ve önemli olmaya da devam
edecektir.
Yukarıda
ana hatlarıyla belirttiğimiz bu noktayı biraz açalım. II. Dünya
Savaşından sonra bütün kapitalist dünya ABD emperyalizminin
kontrolüne girmişti: Savaştan güçlü olarak çıkan ABD
emperyalizmi, kapitalist dünyayı sosyalist kampa (revizyonistlerin
SB'de siyasi iktidarı gasp etmelerinden sonra revizyonist kamp veya
blok) karşı kendi siyasi, askeri ve ekonomik sultası altına
almıştı. O dönem Türkiye SB'ye karşı emperyalist kuşatmanın
ve aynı zamanda bölgedeki petrol yataklarını yakından kontrol
etmenin en önemli üslerinden birisiydi. Revizyonist blokun
yıkılmasından sonra Türkiye, revizyonizme veya "sosyalizme"
karşı emperyalist kuşatmanın en önemli bir üssü olmaktan çıktı
ve çeşitli emperyalist güçlerin hegemonya mücadelesine sahne
olan ve bölgedeki emperyalistler arası rekabetin sürdürülmesinde
kullanılan bir piyon veya sıçrama tahtası oldu. Bölgedeki petrol
yataklarının yakından kontrol edilmesinde Türkiye'nin önemi
devam etti.
Bugün
bölgemizde iki emperyalist gücün; ABD emperyalizminin ve Alman
emperyalizminin açık rekabeti söz konusudur ve Türkiye,
belirttiğimiz nedenlerden ve özelliklerinden dolayı her iki
emperyalist güç için vazgeçilemez bir konumdadır.
ABD
emperyalizminin bölgedeki politikası, bölgeyi kendi kontrolü
altında tutmak Alman emperyalizminin ve giderek sesini yükseltmeye
başlayan Rus emperyalizminin yayılmacılığını engellemektir.
ABD'nin de Kafkaslar'da, Orta Asya'da gözü var. Türkiye,
Ortadoğu'dan Kafkasya'ya ve oradan da Orta Asya'ya Çin sınırına
dayanan şeridin düğüm noktasıdır.
Alman
emperyalizminin de aynı alanlarda gözü var. O, bu alanlarda attığı
her adımda ABD ve Rus engeliyle karşılaşmaktadır. Türkiye'yi
kontrol etmek, Alman emperyalizmi açısından eski hayallerin
gerçekleştirilmesi için önemli bir mesafeyi katetmiş olmak
demektir: Mezopotamya'yı, petrol kaynaklarını ele geçirmek,
Kafkasya ve Orta Asya'ya sıçrayarak Rus emperyalizmini çembere
almak ve bu geniş alanları Alman sermayesinin doğrudan hizmetine
sokmak! Alman emperyalizminin bu yayılmacı politikasını
gerçekleştirebilmesi için bölgenin her yanına uzanabilen bir
üsse ihtiyacı vardır. Bu üs, Türkiye'dir.
Türkiye'nin
GB'ye alınmasıyla gelişen ekonomik ilişkiler, kaçınılmaz
olarak siyasi ilişkileri ve daha sıkı siyasi-askeri bağımlılıkları
beraberinde getirecektir. Zaten bugünkü konumuyla Türkiye, AB'nin
bütün siyasi kararlarını koşulsuz kabul etmekle karşı
karşıyadır. Sonuç itibariyle; GB'yi AB ülkeleri, bunların
arasında da özellikle Alman emperyalizmi siyasi çıkarları için
kullanacaklardır. Kürt sorununa yaklaşımda Türkiye-ABD-AB
(Almanya) üçgenindeki çatışmalar bunu daha bugünden
göstermektedir.
Gümrük
Birliği ve Alman emperyalizmi
Türkiye'nin
GB'ye girmesi en çok Alman emperyalizminin çıkarlarına
yaramaktadır. Alman emperyalizmi, II. Dünya Savaşından sonraki
siyasi ve askeri oluşumların altüst olması sonucu yeniden tarihi
bir fırsatı yakaladı ve bunu kullanıyor. Alman emperyalizmi
gözünü bölgemize yeni dikmiyor. Alman sermayesi geçen yüzyılın
sonundan, bu yüzyılın başından bu yana bölgemize yakın ilgi
duymuştur. Bu ilgi, onun emperyalist yayılmacılığını ifade
ediyordu/ediyor. Bir zamanlar Osmanlı devletini Almanya'nın
Hindistan'ı yapmak isteyen emperyalist politika, bugün GB
çerçevesinde yeniden ısıtılıyor.
Alman
tekelci sermayesinin, sömürgeciliğinin borazanlığını yapan
"Die Welt Am Montag" gazetesi 21
Kasım 1898 tarihli sayısında şu anlayışa yer veriyordu:
"Sadece
Türkiye, Almanya'nın Hindistan'ı olabilir… Sultan dostumuz
olarak kalmalıdır. Tabii ki onu 'yutmaya hazır' olduğumuz
düşüncesi unutulmaksızın… 'Hasta adam' sıhhatine
kavuşacaktır. O, iyileşme uykusundan uyandığı zaman artık
tanınamayacak kadar köklü bir şekilde tedavi edilmelidir. Onun
sarışın, Alman mavi gözlü görünümüne sahip olacağı
düşünülmelidir. Sevgi dolu kucaklamamızla ona bir Alman'dan
ayırt edilemeyecek kadar Alman besi suyu içirdik (telkinde
bulunduk. çn.) Böylece, Türkiye'nin mirasçıları olabiliriz ve
olmak istiyoruz… Miras bırakana, ölümüne kadar çok sadık bir
şekilde bakacağız… Önümüzde zengin bir miras var"
["Probleme des neokolonialismus" (Yeni Sömürgeciliğin
Sorunları), Clt. I, s. 466-467, Leipzig 1961]
Alman
emperyalizmi GB'yi, Türkiye'yi kendi çıkarları doğrultusunda
modern bir "Hindistan" yapmanın bir aracı olarak
görmektedir. Emperyalist ülkelerle yeni sömürgeci ilişkiler
içinde olan, emperyalizme bağımlı olan Türkiye ("Hasta
adam") GB sürecinde, tanınamayacak kadar köklü bir tedaviye
tabi tutulacaktır. Alman emperyalizmi Türk ekonomisini ve
politikasını Almanlaştıracaktır (Başarır veya başaramaz, bu
sorunun başka bir yönü. Ama onun amacı belli.) Geçen yüzyılın
sonunda ifade edilen bu emperyalist/sömürgeci politikanın bugünkü
Türkçe'ye çevirisi ancak böyle olabilir. Yani Türkiye'nin,
Almanya'nın Hindistan'ı olması anlayışında koşulların
ötesinde fazla bir şey değişmemiştir.
II.
Dünya Savaşından sonra Türkiye, ABD emperyalizminin siyasi,
askeri ve ekonomik güdümüne girmiştir. Sonraki süreç içinde
Türkiye, giderek güçlenen Alman emperyalizminin ekonomik güdümüne
girmeye başlamıştır. O dönemdeki revizyonist blok, kapitalist
blok kamplaşması, NATO'nun doğudaki en uç kanadını oluşturan
Türkiye üzerindeki emperyalistler arası rekabeti bastırıyordu.
ABD emperyalizmi Türkiye ve bölge üzerindeki tahakkümünü
öncelikle siyasi ve askeri olarak devam ettirirken, Alman
emperyalizmi ekonomik sızma politikasını güdüyordu. Öyle ki,
Almanya'nın Türkiye üzerindeki siyasi ağırlığı, sermayesinin
ağırlığı kadar geçerli değildi ve hala da değildir. Yukarıya
aktardığımız veriler, bu durumu açıklıyor. Burada, ABD ve
Almanya'nın Türkiye ekonomisindeki konumlarını karşılaştırmakla
yetineceğiz. (Bkz. Tablo XXI).
Görüyoruz
ki bir bütün olarak Türkiye dış ticaret hacminde ABD
emperyalizminin konumu gerilerken, Alman emperyalizmi güçlenmiştir.
Sadece oransal olarak değil, kısmen miktar olarak da. Örneğin
Türkiye'nin Almanya'ya ihracatı 1989'da 2175.4 milyon dolardan
1993'te 3654.3 milyon dolara çıkarak %68 oranında artarken,
Türkiye'nin ABD'ye yaptığı ihracat 1989'da 971
milyon dolardan 1993'te 985.7 milyon dolara çıkmıştır. Yani
değer olarak hemen hemen aynı seviyede kalmıştır.
Almanya'nın Türkiye'ye ihracatı veya Türkiye'nin Almanya'dan
yaptığı ithalat 1989'da 2204.0 milyon dolardan 1993'te 4533.1
milyon dolara çıkarak %106 oranında artarken, ABD'den yapılan
ithalat (ABD'nin Türkiye'ye ihracatı) 1989'a 2094.3 milyon dolardan
3350.7 milyon dolara çıkarak %60 oranında artmıştır.(Bkz. Tablo
XXII)
Verilen dönem içinde Türkiye'ye izni çıkan toplam yabancı
sermaye içinde istikrarsız da olsa Alman sermayesinin payı
artarken, Amerikan sermayesinin payı azalmıştır.
Sadece, dış ticaret ve yabancı sermaye ile ilgili bu birkaç veri,
Türkiye ekonomisinde Alman emperyalizmi ve ABD emperyalizminin
ağırlığını gösteriyor.
GB
çerçevesinde, bu birliğin sağlayacağı olanakları
değerlendirerek Alman sermayesi, Türkiye ekonomisinde ve giderek de
siyasetinde daha etken olacaktır. GB, Türkiye'yi yabancı sermaye
lehine daha da ucuzlatmıştır. Türkiye, pazar olmanın ötesinde
ucuz üretimin yapıldığı bir alan da olmuştur. Bütün bu
olanaklar AB ülkeleri tarafından, özellikle de AB'nin emperyalist
ülkeleri tarafından değerlendirilecektir. Bu işten, GB olgusundan
en çok, AB'yi çekip-çeviren ülke konumunda olan Almanya
yararlanacaktır.
Sonuç
itibariyle;
AB
açısından:
-GB,
Türkiye üzerinde sürdürülen emperyalistler arası çelişkileri
çok belirgin bir şekilde keskinleştirecektir. Türkiye ve bölge
üzerindeki rekabette Almanya ve ABD karşı karşıya geleceklerdir.
-GB,
Türkiye ile emperyalist ülkeler arasında; genel tanımlamayla
Türkiye ile AB arasında yeni sömürgeci ilişkilerin değişik bir
formu olur.
-GB,
Avrupa emperyalist ülkelerinin, başta da Almanya'nın ABD
emperyalizmi karşısında Türkiye ve giderek bölgemizde kazanmış
olduğu yeni ve önemli bir adımdır.
-GB,
AB'nin emperyalist ülkeleri açısından salt ekonomik bir
ilişki/anlaşma değildir. GB olmadan da ekonomik ilişkiler
sürdürülmekteydi ve bu türden ilişkilerin devamını veya
genişletilmesini engelleyen bir durum yoktur. GB, ekonomik
ilişkileri daha da yoğunlaştırmanın ötesinde siyasi anlam da
taşımaktadır. İleride sorunun ekonomiyle, gümrüklerin
sıfırlanmasıyla sınırlı kalmadığını, siyasi taleplerin ve
baskıların sıralanacağını ve bunun en çok Alman
emperyalistleri tarafından yapılacağını göreceğiz.
-GB'nin
beraberinde getireceği iktisadi ve politik ilişki yoğunluğunu,
başta Almanya olmak üzere AB'nin emperyalist güçleri, bölgemiz,
Kafkasya, Orta Asya üzerindeki hegemonya mücadelelerinde
kullanacaklardır.
Türkiye
açısından:
-Emperyalizmin
özelliklerinden birisi de sermayenin uluslararasılaşmasıdır. GB
ile birlikte, şimdiye kadar söz konusu olan engeller ortadan
kalktığı için Türkiye yabancı sermaye -somutta da AB kaynaklı
sermaye açısından bir cennet olacaktır. Türkiye'de yabancı
sermaye hareketi yoğunlaşacaktır. Rekabetin de keskinleşmesiyle
güçlü olan sermaye ayakta kalacak, diğerleri iflas edecektir.
Yerli tekellerin yanı sıra yerli-yabancı ortaklığını temsil
eden yeni sermaye çevreleri ülke pazarında boy göstereceklerdir.
Yani yerli sermaye veya daha genel bir ifadeyle işbirlikçi tekelci
burjuvazi yabancı sermayeye AB emperyalist burjuvazisine daha yoğun
entegre olacaktır. Türkiye'de sermayenin merkezileşmesi hızla
gelişecek ve büyük boyutlara varacaktır.
-Türkiye'de
yoğunlaşacak olan yabancı sermayenin yanı sıra yerli sermayenin
de hareketiyle sabit sermaye yatırımları artacaktır. Bu, var
olmanın, rekabet gücü kazanmanın "olmazsa olmaz"
koşuludur.
-Yine
rekabet gücünü elde etmek için kaçınılmaz olarak teknolojik
yenilenmeye gidilecektir. Sermaye açısından bu da "olmazsa
olmaz" koşuldur.
-Yine
rekabet gücünü artırmak, başka tekellerin yeniliklerine tabi
kalmamak için araştırma-geliştirme faaliyeti ciddi bir şekilde
ele alınacaktır.
Hem
yerli (Türkiye) pazarda, hem de dış pazarlarda iddialı olabilmek;
rekabet edebilmek için ürünün kalitesi iyileştirilecektir. Bu
da, sermaye açısından bir "olmazsa olmaz" koşuldur.
-GB
koşullarında geri teknolojiyle donatılmış firmaların, küçük
çaptaki firmaların, bir kısım atölyelerin faaliyetlerini
sürdürmeleri imkansızlaşacaktır. Bu türden üretim birimleri,
daha avantajlı koşullarda üretim yapan firmalar karşısında
iflasa sürükleneceklerdir. Diğer bir ifadeyle işsizlerin sayısı
artacaktır. Aynı zamanda modern teknolojiyle donanmak,
rasyonelleştirmeyi beraberinde getireceği için tekeller de bir
kısım işçiyi sokağa atacaklardır. Türkiye'de, ancak ve ancak
yerli veya yabancı büyük tekellere endekslenmiş olan, onların
bir kısım işlerini sipariş üzerine- yapan orta ölçekli
firmalar ve atölyeler ayakta kalabilirler.
-GB
sürecinde Türkiye'nin borçlanması daha hızlı artacaktır.
-Burjuvazinin
iddia ettiği gibi, GB daha fazla demokrasi değildir. Bu, tamamen
bir demagojidir; GB'nin esas amacını gizlemek için burjuvazinin
işçi sınıfını, emekçi halkı ve aydınları yanıltma
çabasıdır. GB ile Türkiye'ye ne demokrasi (burjuva demokrasisi)
gelecektir; ne de Kürt ulusal sorunu çözüme ulaşacaktır. GB ile
Türk burjuvazisi, AB ülkelerini de arkasına alarak göstermelik
bir takım yasa değişikliği ile mevcut sistemini; faşist
diktatörlüğünü sürdürecektir. Türkiye'yi AB'ye kabul eden
ülkeler Türkiye'nin siyasi yapısını, demokrasinin değil de
baskının, zulmün olduğunu; Kürt ulusunun katliamla yok edilmeye
çalışıldığını, insan haklarının ayaklar altına alındığını
bilmiyorlar mıydı ki; bundan sonraki süreçte Türkiye'nin
"demokratikleşmesine" önem versinler!
-Her
şeye rağmen GB sürecinde Türk burjuvazisi güçlenecektir. GB'nin
yeni sömürgeciliğin bir biçimi olması, Türkiye'nin bu birliğe
girmekle AB'nin alacağı siyasi ve ekonomik kararlara koşulsuz
katılacağını kabullenmiş olması, Türk burjuvazisinin bu işten
hiçbir yarar sağlamadığı ve sağlamayacağı anlamına gelmez.
Türk burjuvazisinin elinde birtakım kozlar vardır ve o bu kozları
kullanmaktadır. Bunların neler olduğuna yukarıda değinmiştik.
Türkiye, mevcut ve potansiyel güç olma durumunu; pazar olma
durumunu, bölgeye hakim olmanın ötesinde Kafkasya'ya, Orta Asya'ya
yayılmada; Rus emperyalizmini bu alanlarda çembere almada önemli
bir ülke olma konumunu kullanmaktadır ve bunun sonucu olarak da
kendi çıkarlarını ifade etmeyen siyasi, askeri ve ekonomik
ilişkilerin geleceğinin belirsiz olacağı mesajını vererek şöyle
diyor: Bölgemde ve söz konusu alanlarda söz sahibi olmak isteyen
her güç beni hesaba katmalıdır ve benim çıkarlarımı da
gözeten her güçle yakın ilişki içinde olurum. Bu genel çerçeve
içinde Türk burjuvazisinin GB sürecinde AB'nin birtakım
kaynaklarından yararlanması, maddi olanaklar elde etmesi doğaldır.
Türkiye'nin çapı göz önünde tutulursa, bu türden maddi
olanakların önemsiz olmayacağı görülür. Bunun ötesinde;
özellikle Türk sanayin iddialı olduğu alanlarda kotaların
kalkması, gümrüklerin sıfırlanması sonucu ihracat artacaktır.
Unutmamak gerekir ki; Türkiye, "Adriyatik'ten Çin Seddi"ne
kadar olan coğrafi alanda siyasi-askeri etkenlik arayışının
ötesinde (Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan, Türki Cumhuriyetleri
ile yapılan askeri ve başka türden anlaşmalar) 2-3 yıldan beri
bazı ülkelere (Rusya Federasyonu, Türki Cumhuriyetleri vs.), kendi
gücü göz önünde tutulursa büyük boyutlara varan krediler
vermektedir. Türk özel sektörünün Rusya Federasyonu'nda 5, Türki
Cumhuriyetlerde 4 milyar dolar tutarında yatırımları vardır.
Hazar petrollerinin geçici güzergahı konusunda umduğunun en
azından yarısını -ABD'nin baskısıyla- elde etmiş durumda ve
Türki Cumhuriyetlerinde çıkartılacak petrol ve doğal gazın
güzergahı üzerine rekabet henüz tam anlamıyla başlamadı.
Türkiye, bu alanda ne koparırsa kardır mantığıyla hareket
ediyor ve tek başına hiçbir şey yapamayacağını bildiği için
kendisine kırıntı vaadeden güçlerle ortak hareket etmeyi
yeğliyor.
'70'li,
'80'li yılların yeni sömürge Türkiye'si emperyalist ülkelerle
ilişkilerinde 10 verip bir almanın hesabını yapıyordu.
Şimdilerde ise, çok açık ve herkesin duyabileceği bir şekilde
10 verip 3-4 almanın hesabını yaptığını açıklıyor. Ve
GB'nin götüreceğini değil de (bunu biliyor), getireceğini bu
anlamda hesaplıyor.
Gümrük
Birliği'ne karşı mücadelenin içeriği
GB'ye
karşı mücadele emperyalizme karşı somut bir mücadeledir;
antiemperyalist mücadelenin somutlaştırılmasıdır. Hangi açıdan
bakılırsa bakılsın GB'ye karşı mücadele, çok güçlü, çok
yoğun ve çok somut siyasi argümanları içermektedir.
GB
uygulamasının beraberinde getireceği sorunlar toplumun bütün
kesimlerini, bütün toplumsal sınıfları doğrudan
ilgilendirmektedir. Bunu yukarıda gördük. Veriler, GB'nin
Türkiye'de sınıf mücadelesinin çok önemli bir sorunu olacağını
gösteriyorlar.
GB'ye
karşı mücadeleyi, programatik, ilkesel ve stratejik bakımdan
antiemperyalist demokratik devrim ve sosyalizm davasına bağlı
olarak ele alıyoruz.
Türkiye'de
kapitalizmin gelişmişlik seviyesi, antiemperyalist demokratik
devrimden sonra durmaksızın sosyalizme geçişin maddi koşulları
olduğunu gösteriyor. Diğer şeylerin yanı sıra bunun anlamı
şudur: Türkiye'de emperyalizm salt bir dış faktör değildir.
Türkiye'de emperyalizm, sermayesinden kültürüne, siyasi
baskısından felsefesine vb. varana kadar toplumsal gelişmenin
önemli bir ögesi olmuştur. Demek oluyor ki; Türkiye'de
emperyalizm toplumsal gelişmenin hem iç ve hem de dış
faktörlerinden birisidir.
Türkiye'de
kapitalizmin temel çelişkisi veya emek ile sermaye arasındaki
çelişki egemen olmuştur ve diğer bütün çelişkiler bu
çelişkiye tabi olarak gelişiyorlar. Bu, bizim antiemperyalist
mücadelemizin; antiemperyalist demokratik devrim anlayışımızın
güçlü bir antikapitalist içerik taşıdığını gösterir. Bu
durum; Türkiye'de kapitalist gelişmenin seviyesi, işçi sınıfının
devrimimize ve dolayısıyla antiemperyalist mücadeleye önderlik
edeceğini, onun bu mücadelede önderliğinin esas olduğunu
gösterir.
GB'ye
karşı mücadele somutlaşmış antiemperyalist mücadeledir
Düşmanı
somut olarak görememek, o düşmana karşı mücadeleyi
soyutlaştırabilir. Bu durumda mücadelenin önemi
kavratılamamıştır, kavranmamıştır. GB, Türkiye'de
antiemperyalist mücadelenin en geniş yığınlar nezdinde
soyutluktan çıkarak somutlaşmasıdır. Çünkü GB uygulamasıyla
başta işçi sınıfı olmak üzere en geniş emekçi kesimleri ve
bunun ötesinde bir kısım orta burjuvazi de emperyalist baskıyı,
sömürüyü, talanı doğrudan ve daha güçlü olarak
hissedeceklerdir, yaşayacaklardır.
GB,
AB emperyalist ülkelerinin Türkiye'deki kolektif yeni sömürgeci
baskıları, sömürüleri ve talanlarıdır. GB; ekonominin ulusal
çıkarlar temelinde şekillenmesinin/gelişmesinin deformasyona
uğratılmasıdır. GB, küçük-orta yerli (ulusal) sermayenin
yıkımıdır. GB, daha çok borçlanma, daha çok iflas ve
dolayısıyla daha çok işsizlik demektir. GB, ülke
zenginliklerinin, pazar olarak ülkenin şimdiye kadar olandan daha
yoğun bir şekilde yabancı sermayeye açılmasıdır. GB,
özelleştirme ve işçi sınıfını sendikasızlaştırmak
demektir. GB, AB emperyalist ülkelerinin Türkiye üzerindeki siyasi
tahakkümlerinin daha da artması demektir. Bu liste uzatılabilir ve
GB uygulamasıyla birlikte daha da uzayacaktır. Her halükarda
burada söz konusu olan, bu her bir noktanın somutlaşmış
antiemperyalist mücadeleyi ifade etmesidir. Günümüz somutunda
GB'ye karşı mücadelenin, Türkiye'de en geniş yığınları
antiemperyalist aydınlatmada, demokrasi ve devrim mücadelesine sevk
etmede en önemli çıkış noktalarından birisi olduğu bir an bile
olsun unutulmamalıdır.
GB'ye
karşı mücadele aynı zamanda işbirlikçi tekelci büyük
burjuvaziye karşı mücadeledir
Türk
burjuvazisinin soruna nasıl yaklaştığını ve beklentilerinin
neler olduğunu yukarıda açtık. Burada ayrıca ele almaya gerek
yok. Açık olan şu; GB'ye karşı mücadele, Türk burjuvazinin
"emperyalist" hırsına karşı mücadele olarak
görülmelidir. O, GB vasıtasıyla birçok olanağa kavuşacağına,
tek başına veya yabancı sermaye ile ortaklık içinde modernleşip
büyüyeceğine ve dış pazarlara daha güçlü bir şekilde
katılacağına inanmaktadır.
GB'ye
karşı mücadelenin bu yönü de dikkate alınmalıdır ve siyasi
olarak işlenmelidir. GB, burjuvazinin işbirlikçi karakterini,
kendi sınıfsal çıkarları için ulusal zenginlikleri
emperyalistlere peşkeş çekişini gösteren güncel, somut bir
olgudur.
GB'ye
karşı mücadele düzene karşı mücadelenin somut bir ifadesi
olmalıdır
Bunun
nedenini, soruna yaklaşımımızı yukarıda açıkladık. Burada,
işçi sınıfının dışında GB'ye karşı mücadelede yer alan
veya alabilecek olan güçleri ele alacağız.
Belirttiğimiz
gibi GB'ye karşı mücadele, salt işçi sınıfını ilgilendiren
bir sorun değildir. GB uygulaması ve dolayısıyla ona karşı
mücadele bütün ulusu doğrudan ilgilendirmektedir. (Biz burada dar
anlamda ulusu, Türk ve Kürt ulusunu kastediyoruz. Dar anlamda, ulus
içinde işbirlikçi büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin;
emperyalizmin işbirlikçilerinin, kozmopolitleşmiş burjuvazinin
yeri yoktur.)
GB,
işçi sınıfının ötesinde küçük burjuvazinin (kır ve
şehirdeki küçük üreticilerin, aydınların, emekçi memurların
vs.) ve orta burjuvazinin bir kısmının sınıfsal çıkarlarının
zedelenmesi, onların iflasa ve yoksulluğa sürüklenmeleri anlamına
gelir ve bu tabakalar sınıfsal çıkarlarını korumak ve
yaşamlarını devam ettirmek için GB'ye karşı mücadelenin birer
ögesi olurlar. Bu sosyal tabakalar söz konusu olduğunda
unutulmaması gereken nokta; Türkiye'de küçük meta üretiminin
oldukça yaygın olması ve tekel dışı kapitalizmin de ekonomide
belli bir ağırlığı ifade etmesidir. Bu üretimin/kapitalizmin
sınıfsal ifadesi ise küçük burjuvazi ve orta burjuvazidir.
GB
bu sosyal tabakaları nasıl etkileyecektir? Kırda ve şehirde küçük
üreticiler, gümrüklerin sıfırlanmasıyla Türkiye pazarını
dolduracak olan fabrikasyon üretimle rekabet edecek durumda
değiller. Bunun ötesinde modernizasyon ve iflaslar, büyük
firmaların birtakım yan işlerini yaparak varlıklarını sürdüren
atölyeler de büyük oranda iflas edeceklerdir. Böylelikle işçi
sınıfının saflarına itilen, ama proleter olmayı kabullenmeyen
bu küçük üreticiler, eski konumlarına gelebilmek için
radikalleşebilirler.
GB,
orta ölçekli işletmeleri de (orta burjuvaziyi de) olumsuz
etkileyecektir. Yerli-yabancı tekellerle, yabancı sermayeyle
birleşemeyen bu türden işletmeler iflas edeceklerdir? Dolayısıyla
orta burjuvazinin bu kesimleri de kendi açılarından GB'ye karşı
geleceklerdir. Orta burjuvazinin bu kesiminin GB'ye karşı tavrı ne
denli tutarlı, ilerici olabilir, bu tamamen koşullara bağlı olan
bir meseledir.
GB'ye
karşı mücadelenin emperyalist kapitalist sömürünün ortadan
kaldırılması hedefine, devrim hedefine bağlı olarak ele
alınması, yani stratejik anlayışımıza tabi kılınması,
taktiksel olarak farklı adımların atılmayacağı anlamına
gelmez. İleride taktiksel olarak ne türden farklı adımlar atarız
veya atılan
adımlara müdahale etmekle karşı karşıya kalırız sorunu
bugünden somutlaştırılamaz. Açık ki; GB'nin etkisi hissedilmeye
başlandığında işçi sınıfından küçük üreticilere varana
kadar en geniş emekçi yığınları tepkilerini
somutlaştıracaklardır.
Diğer
taraftan GB'ye karşı mücadeleyi ulusal değerlere/zenginliklere
sahip çıkma mücadelesi olarak algılayan ve bu temelde bir
antiemperyalist mücadeleyi doğru bulan küçük burjuva aydın
kesim de antiemperyalist mücadelenin önemli bir ögesidir.
Görüyoruz
ki; GB'ye karşı mücadele gerçek anlamda antiemperyalist
mücadeledir; gerçek anlamda genel demokratik karakterde bir
mücadeledir. GB ve ona karşı mücadele, başta işçi sınıfı
olmak üzere tüm emekçi yığınları dar anlamda bütün ulusu
doğrudan ilgilendirmektedir. Demek oluyor ki;
başta işçi sınıfı olmak üzere en geniş emekçi yığınlar;
halk sınıf ve tabakaları antiemperyalistliğin somut formu olan
GB'ye karşı mücadelede ortak hareket edebilirler. Bu kesimler,
GB'ye karşı mücadelenin içerdiği antiemperyalist, demokratik ve
de devrimci savlar doğrultusunda mevcut düzene karşı mücadeleye
sevk edilebilirler.
Görüyoruz
ki; GB'ye karşı mücadele son kertede mevcut düzene karşı bir
mücadeledir. Bu, antiemperyalist demokratik devrimin bir sorunudur.
Bizim görevimiz, toplumsal yaşamın her alanında; üretimde,
dağıtımda, paylaşımda, okullarda vs. büyük bir olasılıkla
gündeme gelecek olan GB uygulamasına karşı mücadeleyi
emperyalizme, yerli işbirlikçilerine ve faşist diktatörlüğe
karşı mücadeleye
çevirmektir.
GB'ye
karşı mücadele ve enternasyonalizm
Sermayenin
enternasyonalleşme veya da uluslararasılaşma süreci günümüzde
oldukça hızlı gelişmektedir. Tek tek emperyalist ülkelerin her
formda sermaye ihracı (yatırımlar, krediler, meta dolaşımı vs.)
yanında, ekonomik bloklaşmaların da (AB buna bir örnektir) bu
alandaki faaliyetleri sermayenin uluslararasılaşma sürecini
hızlandırmaktadır. Böylelikle işçi sınıfı mücadelesinin
enternasyonal alanda koordine edilmesinin maddi koşulları da doğmuş
olmaktadır.
Lenin
yaklaşık 100 sene önce şöyle yazıyordu;
"Çeşitli
devletlerin işçi partileri, bütün dünyanın işçilerinin
amaçlarının ve çıkarlarının… tamamen uyumluluk içinde
olduğunu açıklıyorlar… Bütün ülkelerin işçilerinin bu
birliği, işçiler üzerine hakimiyet kurmuş olan kapitalistler
sınıfının bu hakimiyetini sadece bir ülkeyle sınırlı
tutmamasından … kaynaklanan bir zorunluluktur. Çeşitli devletler
arasındaki ticari ilişkiler giderek yoğunlaşmakta ve
genişlemektedir; sermaye sürekli olarak bir ülkeden diğerine
akmaktadır. Bankalar… ulusal bankalardan enternasyonal bankalara
dönüşüyorlar… Sadece bir ülkede değil… birçok ülkede aynı
anda kapitalist işletmeler kuran devasa anonim şirketleri
kuruluyor; kapitalistlerin Uluslar arası birlikleri doğuyor.
Sermayenin hakimiyeti enternasyonaldir. Bu, bütün ülkelerin
işçilerinin kendi kurtuluşları için mücadelelerinin sadece
enternasyonal sermayeye karşı ortak hareket etmeleri durumunda
başarılı olabileceğinin nedenidir" (Lenin; "Entwurf
und Erläuterung des
Programms der sozialdemokratischen Partei"; Clt. 2, s. 101/102)
AB
ve GB, emperyalist burjuvazinin enternasyonal alandaki bir
örgütlenmesidir. AB ve Türkiye açısından da bugün için GB
uygulaması, işçi sınıfının enternasyonal birliğinin
sağlanması görevinin ötesinde, uygulamanın söz konusu olduğu
ülkelerdeki işçi sınıfının önüne ortak koordineli hareket
etmenin bir dizi olanaklarını da koymaktadır. İşçi sınıfının
koordineli eylemi/hareketi demek, örneğin A tekeline karşı
mücadelenin çeşitli ülkelerde aynı anda yürütülmesi demektir.
GB
ile Türkiye işçi sınıfı, AB ülkeleri işçi sınıfıyla daha
yakın ilişkilere girecektir, bilgi akışı, tecrübe aktarımı
daha da yoğunlaşacaktır. Söz konusu bu ülkelerde komünist
partilerin görevleri bu noktada daha da ağırlaşmaktadır. Onlar
emperyalist burjuvaziye ve işbirlikçilerine karşı mücadelelerinin
yanı sıra, işçi sınıfı içinde enternasyonal örgütlenmiş
oportünizme, revizyonizme ve reformizme karşı da mücadele etmekle
karşı karşıya kalacaklardır.
Sonuç
olarak:
-GB'ye
karşı mücadele antiemperyalist demokratik devrimin, sosyalizm
davasının bir sorunu olarak ele alınmalıdır. Marksist leninist
komünistler, soruna bu perspektifle yaklaşırlar.
-GB'ye
karşı mücadele işçi sınıfının ötesinde geniş yığınların
da bir sorunu olması, antiemperyalist mücadeleye yaklaşımda iki
sınıfsal tavrın önümüzdeki dönemde gündeme geleceğini
gösterir. Komünistler sorunu devrime bağlı bir sorun olarak ele
alırlarken, küçük üreticilerin ve GB'den zarar gören bütün
emekçi kesimlerin soruna yaklaşımı reformist bir yaklaşım
olacaktır. Bu kesimlerin mücadelesi, mesleki örgütlenmelerinin
çerçevesine, dolayısıyla düzenin sınırları içinde kalmaya
mahkum edilecektir. Küçük üreticilerin GB'ye karşı tavır
alışları gündeme geldiğinde veya şimdiden, komünistlerin
yapması gereken, onları sorun üzerine aydınlatmak, tepkilerinin
düzene yönelik olması için çaba harcamaktır.
Her
halükarda GB, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin, başta
işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilere, küçük üreticilere;
ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan milyonlara doğrudan
saldırmasıdır. Sorunun içeriğinin ve kapsamının bilincinde
olan proletarya, kavganın; GB'ye karşı mücadelenin başına geçme
göreviyle karşı karşıyadır. Bu mücadelenin ileride ne türden
örgütlenmelerle sürdürüleceği somut durum meselesidir. Ama
bugünden yapılması gereken, emperyalistlerin ve yerli
işbirlikçilerinin GB saldırısına karşı genel grev genel
direnişle cevap vermektir.
Proleter Doğrultu, Sayı 5, Mayıs - Haziran 1996