deneme

25 Şubat 2001 Pazar

“Kara Çarşamba”!


 
Her kriz döneminde olduğu gibi bu mali krizin patlak vermesinden hemen sonra ortalık “biz demiştik”, “böyle olacağı belliydi” diyen, felaket tellallığı yapan, ama aynı zamanda umut pompalayan burjuva yazar ve politikacıdan geçilemez oldu. Her krizin patlak vermesinden hemen sonra olduğu gibi, bu krizin patlak vermesinden hemen sonra, ortamdan siyasi olarak yararlanmak isteyen burjuva partiler ve satılmış sendika ağaları “ağırlık” koymaya başladılar.

Türkiye tarihinin son bir kaç on yılında soytarılık yapmaktan ve ulusal değerleri yabancı sermayeye pazarlamaktan öte bir iş yapmayan muhalefet partileri, hükümeti istifaya çağırmaktan kendilerini alamaz oldular. Bu işi yapamadınız biz yaparız diyorlar. Oysa daha bir kaç yıl önce, örneğin 1994 krizinde ve sonrasında bu soytarılar hükümet ediyorlardı. Madem ki çözümü biliyordunuz da, niçin o zaman uygulamadınız? Emekçi yığınları; evet 65 milyon insanı aptal yerine koyan bu soytarı takımı, leş kargaları gibi memleketin başına üşüştüler. Onların hiç birisinde insanlık onurunun zerresi yoktur. Buna sarı sendika ağaları da dahildir. Yığınların tepkisini törpüleyip, memleketin satılmasına fazla ses çıkartmamaları için uğraşanların başında onlar geliyor. Bu yılanlar ve çıyanlar, bu leş kargaları, bu soytarılar, o güzelim ülkeyi yaşanamaz hale getirdiler. Ve şimdi hiçbir şey olmamış gibi, hükümetetekiler gitmeyiz derken, muhalefet ise fırsat bu fırsattır diyor.

Bu oyuna yeni bir oyuncu katıldı. Bilmem kaç rakımlı Çankaya tepesinde hukukçu cumhurbaşkanı sıfatıyla saltanat süren şahsiyet, Türkiye siyasetine ağırlık koymaya çalışıyor. Hukukunun ve demokrasisinin üstünlüğüne inanmış olan bu zat, 1982 Anayasası’nın savunucusudur. Onun hukukunun ve demokrasisinin çerçevesini çizen, faşist generaller çetesinin imzasını taşıyan anayasadır. Memlekette “mezar suskunluğu” yaratmak için, her türlü demokrasi, özgürlük ve hak arayışını yasalarla daha baştan yok etmek; yani illegal yapmak için, 65 milyon “terörist” ilan etmek ve bir kaç on binlik azınlığı ve emperyalist sermayeyi mutlu kılmak için hazırlanan ve uygulanan anayasadır. Burjuva medya, işte bu anayasa zemininde tepinen soytarıların anlaşamamalarını hukukun üstünlüğünü savunanlar ve onu geri plana iterler, yani cumhurbaşkanıyla hükümet, başta da başbakan arasında siyasi bir anlaşmazlık olarak lanse ediyor. Doğrudur, bu siyasi bir anlaşmazlıktır, ama nedeni Türkiye’nin hukuksal ve demokratik çehresini değiştirme mücadelesinden kaynaklanan bir siyasi anlaşmamazlık değildir. Tarafların hiç birisi, anayasanın meşruluğunu tartışma konusu yapmıyor. Görüş ayrılığı, düzeni nasıl sağlamlaştırırız ve emperyalizmin ve yabancı sermayenin taleplerini nasıl sorunsuz yerine getiririz noktasında yoğunlaşıyor.

Soytarı takımının yönetim sorunundan kaynaklanan siyasi krizi, ekonomiyi etkilemesinin yanı sıra bir gerçeği de perçinledi; Burjuvazi yönetmekten aciz, istediği gibi yönetemiyor. İstediği gibi yönetmesinin maddi nedenleri yok. Ve halk , artık bunlara güvenmiyor. Bu, Türkiye’nin nedenli köklü ve yapısal bir siyasi kriz içinde olduğunu gösterir.

Soytarı takımının siyasi krizi ekonomiyi etkiledi, ve Türkiye tarihinde şimdiye kadar görülmemiş olan en ağır mali krizin patlak vermesine vesile oldu.

Her siyasi kriz, hele hele Türkiye’de yaşanan bu türden siyasi bir kriz, ekonomiyi mutlaka olumsuz etkiler diye bir kural yoktur. Siyasi krizin ekonomiyi etkilemesi bir dizi faktöre bağlıdır. Bunun tartışması ayrı bir konudur. Bizi burada ilgilendiren şudur; ülkenin ekonomisi emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlıysa, ülkenin ekonomisi yabancı sermayenin çıkarlarına göre yeniden yapılandırılıyorsa ve bunun için bizde olduğu gibi “istikrar programları” uygulanırsa o ekonomi işte böylesi siyasi krizlerden olumsuz etkilenmeye oldukça açıktır.

Şimdiye kadar uygulanan ve ”kara Çarşamba” ile birlikte iflası açıklanan İMF patentli “istikrar programı”nın ana hedefi bütçe açığını kapatarak, kamu harcamalarını geriye çekerek enflasyonu düşürmekti. Doğrudur, enflasyon oranları geriledi. Enflasyonunun belli oranda düşmesinin esas nedeni, devletin harcamalarını sınırlaması değildir. Devlet, işçilerin ve çalışan emekçi yığınların ücretlerini adeta dondurarak bu sonuca varmıştır. İMF, daha baştan şunu söylüyordu; reel üretim, yani sanayi üretimi büyümemelidir. Bunun Türkçesi şudur; Üretimi daraltacaksın. Üretimin daralması, işçilerin sokağa atılması, yatırım yapılmaması, halkın alım gücünün gerilemesi, piyasada durgunluğun hakim olması anlamına gelir. Satılmayan malın fiyatı artmaz. Bunun ötesinde sabit kur politikası sonucunda pahalıya mal olan Türk ürünlerinin ihracatı da geriledi. Bir bütün olarak sanayi üretimi, hükümetin İMF patentli “istikrar programı”ndan olumsuz etkilendi. Bunun sonucudur ki sanayi üretimi 2000 yılında, 12 ayın ortalaması olarak, yüzde 5,4 oranında büyümesine; bir yıl öncesinin aynı ayına göre 2000’in Ağustosunda yüzde 17,1; Eylülünde yüzde 6,3; Ekiminde yüzde 13,2 ve Kasımında da yüzde 10,5 oranlarında mutlak büyümesine rağmen Aralık ayında yüzde 4,2 oranında mutlak küçüldü. Tabii ki bu gelişme birtakım işyerlerinin kapanması, işçilerin sokağa atılması anlamına gelecektir. Öyle de oldu.

İMF patentli “istikrar programı” ekonomide istikrar sağlamadı, tam tersine ekonomide istikrarsızlığın ana faktörü oldu. Böylesi koşullarda ekonomi her türlü spekülasyona açıktır. Öyle ki soytarı Demirel’in fenalaşması bile borsayı etkiledi.

Bugün Türkiye’de yaşanan derin bir mali krizdir. Para ve borsa değerlerini altüst eden bir kriz. Aynen teori kitaplarında yazıldığı gibi. Bu krizin devrevi olarak patlak veren ekonomik krizle; yani fazla üretim kriziyle bir ilgisi yoktur. Fazla üretim krizi, kapitalist ekonomi dönüşümünün durgunluk, inişli-çıkışlı durgunluk, canlanma, yükseliş gibi aşamalarından birisidir, adı üstünde kriz aşamasıdır. Mali krizin böyle aşamaları yoktur. Alınan tedbirlerle mali kriz yönlendirilebilir. Ama ekonomik kriz, fazla üretim krizi yönlendirilemez. Mali kriz kısa ömürlüdür, alınan tedbirlerin doğruluğuna ve etkisine göre bir kaç günde veya bir kaç haftada atlatılır. Ama fazla üretim krizi uzun süren ve çelişkileri, kapitalist ekonominin nesnel yasalarından kaynaklanan çelişkileri çözmeden atlatılamaz. Fazla üretim krizine tedbir biçiminde müdahale, krizin gelişme seyrini en fazlasıyla olumlu etkiler. Ama mali krizde olduğu gibi, krizi ortadan kaldıramaz.

Türkiye, jeopolitik ve stratejik açıdan Amerikan emperyalizmi için çok önemlidir. Bu nedenden dolayı Amerikan emperyalizmi, Türkiye’de kendi stratejik çıkarlarını zedeleyen bir gelişmenin olmasını istemez. Bunun ötesinde Türkiye, İMF programlarının geleceği bakımından da önemlidir. Hiç bir ülkede tutmayan İMF programlarının Türkiye’de de tutmaması bu kuruma duyulan güvensizliği pekiştirecektir. Esas bu iki nedenden dolayı Amerikan güdümlü uluslararası mali kuruluşlar ve ABD Başkanı W. Bush, Türkiye’yi desteklediklerini açıklayarak piyasayı olumlu etkileme çabasına girdiler. bu çaba etkisiz kalmadı. Spekülasyonun hakim olduğu ve bir gün sonra neyin olacağının bilinmediği ortamlarda böylesi açıklamalar mali krizin seyrini etkiler.

21 Şubat günü itibariyle yüzde 18,1 oranında değer kaybederek 7180 puana düşen borsa, 23 Şubat günü itibariyle 8344 puana çıkarak kaybın yarıdan fazlasını kapattı. Yapılan müdahale ve açıklamalar, mali krizlerde görülen paniği engelledi. Bu dönemde içinde; sadece bir-iki gün içinde faizler yüzde 7500 gibi görülmemiş astronomik rakamlara fırladı. Tasarrufunu dövizle yaparlar veya elinde Türk lirası değil de dolar ve mark gibi döviz tutanlar veya kokuyu alıp da TL’sini dövize çevirebilenler vurgun yaptılar. Çünkü TL’nin yüzde 40 değer kaybı, bu asalakların; mali asalaklarının yüzde 40 kazanması anlamına geliyordu. Türkiye, mali krizin ilk günü adı konmamış devalüasyondan dolayı yüzde 40 fakirleşti. Bu fakirleşme oranı sonraki günlerde biraz düştü.

Şimdi ne olacak? Aynı alçaklar, aynı soytarılar, kan emicileri ve leş kargaları, sorunluluğu bir-iki bürokratın sırtına yıkarak İMF ile yeniden masaya oturacaklar. Yeni niyet mektupları sunulacak, yeni dayatmalar gündeme getirilecek ve yeni bir “istikrar programı” hazırlanacak. Tabii yeni programın paradigmaları değişik olacak. Ama esas hedefin enflasyonu düşürmek olacağı daha şimdiden açıklandı. Bu sefer sabit kur yerine dalgalı kur uygulanmasıyla, yani Türk lirasının dolar (döviz) karşısında değerinin piyasa tarafından belirlenmesi yoluyla İMF’ye teslimiyet devam edecek. Böyle bir programın uygulanması durumunda memleket ucuzlayacağı için turistler sevinecek, dövizle oynayanlar-iş yapanlar kazanacaklar. Şüphesiz, maliyeti ucuzlayacağı için sanayi üretimi ve ihracat belli oranlarda artacak. Bundan dolayı bir kısım işsiz yeniden iş bulabilecek. İç piyasa belli oranlarda canlanacak. Esas kaybedenler emekçi yığınlar olacak. Her krizin olduğu gibi bu krizin yükünü de emekçi yığınlar çekecek. Daha şimdiden adı konmamış devalüasyondan dolayı sabit gelirliler; işçiler ve ücretli memurlar aldıkları ücretin yüzde 40’ı kadar fakirdirler. Bu fakirlik devam edecek ve yeni program da, hiç kimsenin şüphesi olmasın, işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yüklenecek. Daha şimdiden güven tazelemenin yolları aranıyor. Bu sefer yeni talan programına; dalgalı kurla enflasyonu düşürme programına “sivil toplum kuruluşları”da, yani sendikalar da katılacak. En azından böyle bir niyetin olduğu açık.

Dalgalı kurla da olsa enflasyon, önce belli bir tırmanıştan sonra, yine belli bir oranda düşürülür. Böylesi programlarla enflasyonun düştüğü her bir oran, çalışanların sırtına yüklenmiş yeni bir yük demektir. oyun yine işçi sınıfının ve emekçilerin sırtında oynanacak.

İMF mi? Bu sefer özelleştirmesiz hiç bir şeyin olmayacağını açıklayacak. Zaten krizin ilk günlerinde özelleştirmenin savsaklandığının dile getirilmesi, İMF’nin yeni “istikrar programı”nda neye önem vereceğini gösteriyor.

Ucuzlamış, parasının değeri beş para olmuş bir Türkiye, Güney Kore’yi, Meksika’yı hatırlatıyor. Bu ülkelerde birkaç yıl önce patlak veren mali krizler sonucu yapılan devalüasyon, işletmelerin neredeyse bedavaya el değiştirmesine neden olmuştu. G. Kore’de ve bazı diğer “Asya Kaplanları” denen ülkelerde ve Meksika’da yabancı sermaye temsilcileri bu ülkeler mülkiyetinde olan işletmeleri satın almak için kuyruk oluşturmuşlardı. Türkiye’de böyle bir süreçte ilerliyor.

Küçük burjuva çevrelere de bir iki sözümüz olacak; bu krizin adı ne? Kasımda kriz vardı veya Türkiye hep krizde! Peki bu ne? Bu da krizin krizi mi? Daha daha kriz mi? S. Hüseyin’in sözünü çevirirsek; “Bütün krizlerin anası” bir kriz mi?