deneme

1 Mayıs 2002 Çarşamba

KAPİTALİZM VE EKONOMİK KRİZ


KAPİTALİZM VE EKONOMİK KRİZ

Bu yazımızda sermayenin ve tekellerin, dünya mali sektöründe, dünya ticareti ve uluslararası üretim ve hizmet sektörü alanlarında nasıl iç içe geçtiklerini ve emperyalist ülkelerde ve bütün dünya ekonomisinde konjonktürel senkronluğa nasıl yol açtıklarını ana hatlarıyla ele alacağız.

Kapitalizmin ve ekonomik krizlerin tarihine baktığımızda bu sefer, küresel olarak krize doğru gidişin veya bazı emperyalist ülkelerde ekonomik krizin patlak vermiş olması durumunun daha önceki dönemlerden farklılıklar arz ettiğini görüyoruz. Krize doğru gidiş, bu sefer dünya ekonomisinin kıyı bölgelerinde; emperyalizme bağımlı “gelişen” ülkelerde veya “yükselen pazarlarda” değil, emperyalist ülkelerde, G-7 devletlerinde başlıyor ve bütün dünya ekonomisini kendi girdabına çekiyor. Bu sefer, hiçbir banka, hiçbir tekel, hiçbir “kötü” yönetim, hiçbir yolsuzluk olayı “günah keçisi” yapılamıyor: “Suçlu”, bizzat kapitalizmin kendisi. Modern kapitalizm veya uluslararasılaşmış kapitalizm, dönemsel ekonomik krizleriyle tanıdığımız eski kapitalizm olduğunu bir daha kanıtlıyor. 1974/75 krizinden bu yana ilk defa, bütün büyük/önemli ekonomilerin farklı dönemlerde değil, aynı dönemde krize doğru inişe geçtiklerini görüyoruz.

Japonya, ‘90’lı yıllardaki sefil durumundan kurtulamadı. Japon ekonomisi adeta dökülüyor. İşsizlik oranı 2001’de yüzde 5’ten yüzde 5,7’ye çıkıyor (güncel durum). Böylece II. Dünya Savaşı sonrasının rekor seviyesine ulaşmış oluyor. Amerika’da işsizlik oranı 2001 yılı itibariyle yüzde 4,8’den bugün itibariyle yüzde 5,6’ya yükseldi. Sadece 4 hafta içinde 500 bin insan işten atıldı. Amerikan ekonomisi geçen yılın üçüncü çeyreğinden itibaren kriz içinde. Diğer NAFTA ülkeleri Kanada ve Meksika’da da krize doğru gelişme söz konusu.

Amerikan ekonomisinde geriye doğru gidişin nedeni, önce, 11 Eylül saldırısında arandı. Ama inandırıcı olmadı(1).

Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı, bir gerçeği bir anda, bütün çıplaklığıyla açığa çıkardı: Uluslararasılaşan, burjuvazinin deyimiyle küreselleşen kapitalist sistem, oldukça yaralanabilir, oldukça kompleks olmuştu. Üretimin toplumsallaşma boyutunun gösterdiği gibi, anakronik olan bu sistem, artık, sadece istikrarlı ve güvenli nakliyat ve iletişim vasıtasıyla işlevli olabiliyor ve çalışabiliyor.

Tehlikeye düşen veya maruz kalan, şu veya bu tekelin değil, çok uluslu tekellerin dünya çapında kurdukları bütün ağın/örgütlenmenin sağlamlığı ve işleyiş biçimiydi. Katmerli üretim örgüsü, çok uluslu tekellerin “anne- kız” ilişkileri, dünya ticaretinin nakliyat yolları ve pazar sorunu, petrol ve doğal gaz boru hatları ağı, iletişim ve başka “world-wide-webs”, mali dolaşım vb. bütün bunlar, oldukça yaralanabilir olduklarını gösterdiler. Tehlikeye maruz kalan, ne şu veya bu tekel veya ne de şu veya bu sektör. Tehlikeye maruz kalan, oldukça entegre olmuş, oldukça uluslararasılaşmış dünya ekonomisinin bütün altyapısıdır.

Uluslararasılaşma sadece teknolojiye ve işletmeciliğe özgü bir olgu değildir. Bu, öncelikle sermaye içerikli, sermayeye özgü bir olgudur.

Ticaret sermayesi, faiz taşıyan sermaye, üretici sermaye (ticaret, banka ve üretim) bugün uluslararası çapta yeni boyutlarda iç içe geçmiştir ve uluslararası bir sermayenin oluşmasının maddi koşullarını düne göre; 20. yüzyılın başına göre (aynı yüzyılın sonunda) daha çok oluşturmuştur.

I. KAPİTALİST ÜRETİM BİÇİMİNİN BÜYÜMESİ VE GENİŞLEMESİ

1) Dünya ekonomisinin büyüme seyri

Dünya çapında meta ve hizmet üretimi 1970’de 4 trilyon dolardan 2000 yılında 30 trilyon dolara çıkıyor. 1970’den 1980’e dünya üretimi yaklaşık üç misli; 1980’den 1990’a yaklaşık iki misli ve 1990’dan 2000’e de yüzde 25 oranında artıyor. 1970’den sonraki üç on sene içinde dünya ekonomisi 8 misli büyümüş oluyor. Büyüme oranlarına baktığımızda, büyümenin on seneden on seneye giderek düşen oranlarda gerçekleştiğini görüyoruz. Mutlak büyüklük artıyor, ama artış oranları küçülüyor. 2000 yılının yüzde biri, 1970 yılının yüzde 8’ine eşit oluyor. Mutlak değer bakımından dünya ekonomisi, 1970-1980 arasında 8 trilyon dolar, 1980-1990 ve 1990-2000 arasında da onar trilyon dolar büyüyor.

1970’de dünya ticareti (ihracat), dünya brüt üretiminin ancak yüzde 10’una tekabül ediyor. Bu, 1970 yılında sermayenin uluslararasılaşmasının boyutun gösterir. 1980’e kadar dünya ihracatı yüzde 600 oranında artıyor ve o dönemki dünya üretiminin yüzde 20’sine tekabül ediyor. Bu da, 1980’de sermayenin uluslararasılaşmasının boyutunu gösterir. 1980-1990 arasında dünya ihracatı ve dünya üretimi, yaklaşık aynı hızda artıyor. 1990-2000 arasında ise dünya ticareti, dünya üretimine nazaran daha hızlı artıyor ve dünya üretiminin yüzde 24’üne tekabül ediyor. Bu da 2000 yılında sermayenin uluslararasılaşmasının boyutunu gösterir.

2) Üç rekabet merkezinde sanayi üretiminin büyümesi

Sanayi üretimi, dünya üretiminin çekirdeğini oluşturur. Üç rekabet merkezinde de (AB, ABD, Japonya) sanayi üretiminin, 1961’den bu yana dünya üretimi gibi büyüdüğünü görüyoruz. Yani on seneden on seneye giderek düşen büyüme oranları söz konusu oluyor.

Şüphesiz burada belirtilen 10 senelik aralıklar, keyfidir. Sermaye hareketinin devreviliğini ele vermez. Ama büyüme eğilimini göstermek bakımından yeterlidir.

Tablo I: Üç rekabet merkezinde sanayi üretiminin büyümesi, 1961-2000 (%)
Dönemler
İngiltere
Almanya
Fransa
AB (15 ülke)
ABD
Japonya
1961-1970
2,5
5,3
5,0
-
4,9
13,6
1971-1980
1,0
1,9
3,0
-
-2,8
4,6
1981-1990
2,1
1,9
1,0
1,9
2,2
4,0
1991-2000
1,8
0,7
2,0
1,7
4,4
-0,7

En dengesiz büyüme oranlarını İngiliz ve Amerikan sanayi üretiminde görüyoruz. Verilen dönemlerde İngiltere’de sanayi üretiminin büyüme oranları yüzde 2,5’ten yüzde 1’e düşüyor. Sonra yüzde 2,1’e çıkıyor ve yeniden yüzde 1,8’e düşüyor.

Amerikan sanayiinde yüzde 4,9’luk büyümeyi yüzde 2,8’lik mutlak küçülme takip ediyor. Amerikan sanayi 1990-2000 arasında 1981-1990’a göre oransal olarak iki misli büyüyor. Büyüme oranlarının istikrarlı bir şekilde küçülüşünü Alman, Fransız ve Japon sanayi üretiminde de görüyoruz. Durumu en sefil olan Japon sanayi üretimi; 1961-1970 arasındaki yüzde 13,6 gibi devasa büyüme ve 1992-2000 arasında yüzde 0,7 oranında mutlak küçülme!!

3) Üç Rekabet Merkezinde Gayri Safi Yurt İçi Üretimin Büyümesi (Tablo II)

Tablo II: Gayri safi yurt içi üretim, 1960-2000 (milyar avro ve %)
Yıllar
AB(15)
%
ABD
%
Japonya
%
Üç merkez
%
Dünya
%
1960
306
-
490
-
42
-
838
-
100
-
1970
748
4,9
1003
4,2
199
10,1
1950
2,3 misli
3952 (1)
-
1980
2478
3,0
1990
3,3
762
4,4
5230
6,2 misli
11808
3 misli
1990
5272
2,4
4515
3,2
2752
4,0
12539
15 misli
22519
5,7 misli
2000
8413
1,9
9425
3,1
4812
1,4
22650
27 misli
31647
8 misli
1) Satın alma gücü paritesine göre

ABD’de gayri safi yurt içi üretim 1960’dan 1970’e ve 1970’den 1980’e her dönem için iki misli, 1980’den 1990’a 2,25 misli, 1990’dan 2000’e ise 2,1 misli büyüyor. 10 yıllık büyüme oranları ise 1960-1970 arasında yüzde 4,2; 1970-1980 arasında yüzde 3,3; 1980-1990 arasında yüzde 3,2, 1990-2000 arasında yüzde 3,1 olarak gerçekleşiyor. Belirtilen üretim 2000’den 2001’e ancak yüzde 1,2 ve 2001’den 2002’ye de yüzde 2,3 oranında büyüyor.

AB’de (15 ülke) ise gayri safi yurt içi üretim, 1960’dan 1970’e 2,5 misli; 1970’den 1980’e 3,3 misli; 1980’den 1990’a 2 misli ve 1990’dan 2000’e ise 1,6 misli büyüyor. 10 yıllık büyüme oranları ise 1960-1970 arasında yüzde 4,9; 1970-1980 arasında yüzde 3; 1980-1990 arasında yüzde 2,4, 1990-2000 arasında yüzde 1,9 olarak gerçekleşiyor. Üretim, 2000’den 2001’e yüzde 1,5 ve 2001’den 2002’ye de yüzde 1,4 oranında büyüyor.

Japonya’da gayri safi yurt içi üretim 1960’dan 1970’e 5 misli; 1970’den 1980’e 3,8 misli; 1980’den 1990’a 3,6 misli ve 1990’dan 2000’e de ancak 1,75 misli artıyor. 10 yıllık büyüme oranları ise 1960-1970 arasında yüzde 10,1; 1970-1980 arasında yüzde 4,4; 19801990 arasında yüzde 4, 1990-2000 arasında ancak yüzde 1,4 olarak gerçekleşiyor. Üretim, 2000’den 2001’e yüzde 0,5 ve 2001’den 2000’e de yüzde 1,5 oranlarında mutlak küçülüyor.

Bu veriler, gayri safi yurt içi üretimin büyüme oranlarının, sanayi üretiminde de gördüğümüz gibi, 1960-2002 arasında giderek küçüldüğünü gösteriyorlar.
1970-1990 arasında üç merkezin toplam gayri safi yurt içi üretimi dünya üretiminin 1970’de yüzde 49’una 1980’de yüzde 44’üne 1990’da yüzde 55’ine ve 2000’de de yüzde 71’ine tekabül ediyordu.

4) “Gelişen Ülkeler”de Ekonomik Büyüme

ABD hariç, emperyalist ülkelerde gördüğümüzü, “gelişen ülkeler”in gayri safi yurt içi üretimi seyrinde göremiyoruz (2). Bu ülkelerde üretimde büyüme oranlarının sürekli bir düşüşü söz konusu değil. Ama gayri safi yurt içi üretimin büyümesi, her bir ülke için oldukça farklı boyutlarda. Bu farklılığın nedeni, her bir ülkenin konumunun ve yapısal özelliklerinin farklı olmasında aranmalıdır. Bu farklılıkta ülkenin emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlılık derecesi, ülke içi gelişmeler vb. de önemli rol oynar. Konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için yukarıdaki verileri analiz etmeyeceğiz. Bu verilerle göstermek istediğimiz şu: Üç rekabet merkezi ve gelişen ülkelerle ilgili veriler, aynı eğilimi göstermiyorlar. Üç rekabet merkezinde üretimin büyüme oranlarının sürekli düştüğünü, küçüldüğünü, gelişen ülkelerde ise böyle bir eğilimin genel anlamda olmadığını görüyoruz. (Örneğin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde gayri safi yurt içi üretim 2000’den 2001’ye yüzde 3,7 ve 2001’den 2002’e de yüzde 2,9 oranında, Doğu Asya ülkelerinde yüzde1,1 ve yüzde 3 oranlarında büyürken, Latin Amerika’da büyüme oranı aynı kalıyor (yüzde 0 olarak kalıyor). Üç rekabet merkezi ile ilgili veriler, bu ülkelerde ekonominin krize doğru geliştiğini gösteriyorlar. “Gelişen ülkeler” açısından böyle bir eğilim genelleştirilemez. Bu durumda, “gelişen ülke” ekonomileri, dünya ekonomisinin krize doğru evrilmesinde olumsuz bir faktör olmuyorlar.
Bu tehlike emperyalist ülkelerden geliyor.

II. DÜNYA TİCARETİ VE ÜLKE EKONOMİLERİNİN İÇ İÇE GEÇMİŞLİĞİ

2001 yılının başında, ABD’de kriz göstergeleri çoklaşmaya başladığında AB ülkelerinde resmi ağızlar, Avrupa’nın ABD’deki gelişmeden etkilenmeyeceğini iddia ediyorlardı. Bunun nedeni olarak da, ABD’nin AB dış ticaretindeki payının sadece yüzde 10 olduğu gösteriliyordu. Bunun ötesinde AB’nin dünyanın “en dinamik ekonomi alanı” olduğu öne sürülüyordu. Bu resmi ağızlardan birisi olan Almanya Başbakanı G. Schröder, “Avrupa, dünyanın büyüme motorudur” diyecek kadar ileri gidiyordu. Ama birkaç ay sonra Avrupa’nın dinamikliğinden eser kalmamıştı. “Dinamik” Avrupa uyuşuk Avrupa’ya dönüşmüştü. Avrupa, ABD ile birlikte konjonktürel gerileme girdabına kapılmıştı.

AB ekonomisini, Amerikan lokomotifi çekiyordu ve çekiyor. Euro Alanı dış ticaretinin yarası, AB dışı ülkelerle yapılıyor; AB ihracatında yüzde 30 payı olan Almanya, ihracat gelirinin yüzde 56’sını Avro Alanı dışı ülkelerden elde ediyor.

Bunun ötesinde, daha da önemli olan, avro ülkelerinin kendi dışındaki ülkelerle ve bütün AB’nin kendi dışındaki ülkelerle ticareti, geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında iç ticaretten daha güçlü artmıştır. (WTO 2001. World trade developments, 2000 and the first half of 2001, s. 5) Sayılarla somutlaştırırsak: 1990-2000 arasında AB içi ihracat yüzde 42 oranında, dışarıya karşı blok ihracat ise yüzde 62 oranında artmıştır.
(WTO’nun hesaplaması. Agy., s. 171). 2000 yılında AB iç ticareti dolar bazında oldukça önemsiz artmıştı. 2000 yılında AB’nin toplam dünya ticaretindeki payı ‘90’lı yıllardaki düşük seviyesindeydi (Agy., s. 5). Yani geçen yıllarda artan talep, AB dışından geliyordu.
WTO’nun değerlendirmesi: “Batı Avrupa’nın Kuzey Amerika’ya ihracatı, gelişen Asya ve Latin Amerika, 90’lı yıllarda ortalamanın üstünde bir büyüme sağlamışlardır. Bu da, bu bölgelerin bütün dünyada en dinamik ithalatçılar olduğunu gösterir” (Agy., s. 8).

Tam da bu bölgeler bugün ABD’deki konjonktürel düşüşten doğrudan etkileniyorlar. Yani bu bölgeler, Amerikan ekonomisinin seyrinden olumsuz etkilendikleri için Batı Avrupa’dan ithalat yapamamaları veya bu ithalatın gerilemesi, Batı Avrupa’da üretimi olumsuz etkiliyor ve bu da Batı Avrupa’da üretimin gerilemesine neden oluyor.

Tablo III: ABD-AB-Asya (*) Ticareti (milyar dolar) ABD’nin İhracatı

1990
2000
Artış %
Asya’ya
104,9
195,2
80
AB’ye
98,1
164,8
68
Asya’dan
182,8
424,4
132
AB’den
91,8
220,4
140
*) Filipinler, Endonezya, Malezya, Tayland, Hong Kong, Kore, Tayvan, Japonya ve Çin. Kaynak: US-Census Bureau. Bureau of Economic Analyses

ABD, dünya üretiminin yüzde 30’unu üretiyor ve 1996’dan bu yana da dünya çapında ekonomik büyümedeki yaklaşık ağırlığı yüzde 40 (Bkz. Die Zeit, 6. 9. 2001). Sadece “sanayi ülkeleri” gayri safi yurt içi üretimindeki ağırlığı ise yüzde 42 (Bkz.: Die Lage der Wirtschaft und der Deutschen Wirtschaft im Frühjahr 2002).

Amerikan ithalatı geçen yüzyılın 90’lı yıllarında ikiye katlanmıştır. 2000 yılında dünya ithalatının beşte biri Amerika tarafından yapılıyordu. 2000 yılında ABD’nin dünya ithalatındaki payı yüzde 18,9, ama dünya ihracatındaki payı da yüzde 12,9’du. ABD’nin AB’den ithalatı 1990 yılına göre 2000 yılında yüzde 140 oranında, Asya’dan ithalatı yüzde 132 oranında artmıştı.

Amerikan ekonomisinde durgunluk, bu bölgelerden ithal edilen metalara olan talebin gerilemesi anlamına gelir. Yani bölge ülkelerinin ABD’ye ihracatları zorlaşır/geriler. Bu, Güneydoğu Asya, Latin Amerika ülkeleri ve Kanada ve Meksika için üretimin artışı/büyümesi bakımından devasa zorluk demektir. Çünkü bu bölgelerin ihracatının yüzde 50’den fazlası ABD’nin ithalatına bağlı. Bu bağımlılık, bu ülkelerin Amerikan ekonomisinin tamamlayıcıları durumuna getirmiştir. Özellikle de Güneydoğu Asya ülkeleri, “Asya kaplanları” denen ülkeler, Asya (Güneydoğu Asya) krizinden sonra Amerikan tekellerinin bir “monokültür”ü durumuna düşmüşlerdir. Esas itibariyle Amerikan “yeni ekonomi”sine, yüksek teknoloji sanayisine yönelik üretim yapan bu ülkeler, şimdi, bu bağımlılıktan dolayı Amerika’daki konjonktürün seyrinden olumsuz etkileniyorlar (3).

Ayrıca, Japon ekonomisinin krizde oluşu da bu bölge ülkelerinin ekonomisini daha da zorlaştırıyor. Çünkü Japonya, bu ülkelerin ikinci büyük ihracatçısı. Japonya, ABD’ye ihraç edemiyor, çünkü talep yok. İhraç edemeyen Japonya üretemiyor, üretemeyince de Güneydoğu Asya ülkelerinden ihraç yapamıyor. Aynı durum Latin Amerika ve NAFTA’nın diğer ülkeleri için de geçerli. Bu durum, Amerikan ekonomisine bağımlılığın somut sonuçları. Bundan dolayı, Amerikan ekonomisinin krize girmesiyle, bu ülkelerin de kriz girdabına girmeleri kaçınılmaz. Sorun sadece bununla bitmiyor.

En dinamik ithalatçı” ülkelerin ihracat yapamamaları, Batı Avrupa’nın bu ülkelere ihracatını olumsuz etkiliyor. Euro Alanı’nın, AB’nin (15 ülke) dışa blok ihracatı 2000 yılının yarısından itibaren gerilemeye başladı. Ve böylece Batı Avrupa’nın son konjonktür dayanağı da yıkıldı.

Dünya ticareti daha 2001’in ilk yarasında durağanlığa girdi. WTO verilerine göre 2000 yılında yüzde 12,5 oranında büyüyen dünya ticareti, 2001’in verili döneminde ancak yüzde 1 oranında büyümüştü.

İhracat, ekonomiden daha hızlı büyüyor. Dünya ekonomisinin dış ticaret üzerinden birbirine geçmişliği oldukça karmaşıklaşmıştır. İç içe geçmişlik, geçen yüzyılın 90’lı yıllarında daha da artmıştır. 90’lı yılların ortalaması açısından baktığımızda ihracat, ekonomik büyümeye nazaran üç misli fazla büyümüştür. İhracatın büyümesi yüzde 6,8 iken, ekonomik büyüme ancak yüzde 2,3’tü. 2000 yılında ihracatın büyümesi rekor seviyedeydi (yüzde 12). Aynı yılda dünya üretimi ise ancak yüzde 4,3 oranında büyümüştü. Bu veriler, dünya ihracatının dünya üretimindeki payının 1990’da yüzde 12,5’ten, sürekli artarak 2000’de yüzde 19,4’e çıktığını gösterir.

2000 yılı dünya ihracatının, aynı yılın dünya üretimindeki payı, 1965 yılına nazaran ikiye katlanmıştı. 1965 yılında dünya ihracatının dünya üretimindeki payı, 1929 krizi önceki seviyesine veya I. Dünya Savaşı öncesi (1913) seviyesine ulaşmıştı. Buna, 1913’te hiç önemli olmayan, 1965’te az önemli olan, ama şimdi önemli olan hizmet sektörünü de dahil edersek, dünya ihracatının dünya üretimindeki payının yüzde 24’e çıktığını görürüz. Bu oran, dünya ekonomisinin entegre olma derecesini, sermayenin uluslararasılaşma boyutlarını, burjuva kavramla ifade edersek “küreselleşme”nin derecesini ele verir.

Dünya ticaretinin dünya üretimine oranı (“Küreselleşme”nin boyutları)
 


1) I. Dünya Savaşı Dönemi

Küreselleşen dünya ticareti, belli alanlarda; sanayi ülkelerinde yoğunlaşmıştır. Doğu Avrupa’nın revizyonizm sonrası ülkeleri de dahil sanayileşmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payı yüzde 80’in üzerinde. (Ama bu ülkelerin dünya nüfusundaki payı ancak yüzde 22 oranında). Bunun ötesinde sanayileşmiş ülkelerin ihracatlarının dörtte üçü, kendi aralarındaki ihracattan oluşmaktadır.

Son birkaç on yılda dünya ihracatının hızlı artışının esas itibariyle iki önemli nedeni vardır: a) çok uluslu tekellerin sayısal artış ve rolü ve b) dünya ticaretinde görülen liberalleşme ve kuralsızlaştırma.

UNCTAD’a göre ‘çok uluslu tekeller, dünya ticaretinin üçte ikisinden sorumlular’ (World Investment Report, 2000, s. 17). Yine UNCTAD’a göre çok uluslu tekellerin ticaretinin yarıdan fazlası, ana şirketler ile deniz aşırı bağımlı şirketler arasında gerçekleşiyor.

Genel Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GATT) 1948’de yürürlüğe girdi. Gümrüklerin, ticareti engelleyen başka faktörlerin kaldırılması, bu örgütün kuruluş nedeniydi. 1950 yılında ithal edilen mallardan alınan gümrük, ortalama yüzde 40 iken, bu oran 1970’de yaklaşık yüzde 10’a ve bugün ise yüzde 4’e düştü. Aynı dönemde dünya meta üretimi 7 ve dünya ticareti de 22 misli büyüdü.

WTO, 1995’te GATT adına dönüştürüldü. GATT, sanayileşmiş ülkelerin dünya ticaretindeki çıkarlarını savunan ve gerçekleştiren bir araçtır. Bu örgütün amacı, “liberalleşme” ve “kuralsızlaştırma” adı altında çok uluslu tekellerin ürün ve yatırımlarının dünyanın bütün ülkelerine, bütün bölgelerine ve pazarlarına serbestçe girmesini sağlamaktadır. Böylece çok uluslu tekeller, GATT vasıtasıyla bir dünya iç pazarı oluşturmak istiyorlar. Bu amaca ulaşmak için kuralsızlığı kurallaştırıyorlar.

Tablo IV: Dünya meta ticareti, 2000 yılı (% olarak)
Bölgeler
Dünya ihracatındaki payı
Yıllık büyüme 1990-2000 (reel)
Dünya ithalatındaki payı
Yıllık büyüme 1990-2000 (reel)
Batı Avrupa(1)
39,5
6,5
39,6
6,0
Kuzey Amerika(2)
17,1
7,0
23,2
8,5
Latin Amerika
5,8
9,0
6,0
10,5
Eski revizyonist ülkeler
4,4
5,5
3,7
4,0
Yakındoğu
4,2
7,0(3)
2,6
6,0(3)
Afrika
2,3
3,0(3)
2,1
4,0(3)
Asya
26,7
8,0
22,8
7,5
Dünya
6.186 milyar dolar
7,0
6.490 milyar dolar
7,0
1) AB ülkeleri arasındaki ticaret de dahil
2) Meksika hariç
3) Nominal büyüme oranı
Kaynak: Frankfurter Allgemeine Zeitung, 8.11. 2001

Sanayi ülkeleri ile bağımlı ülkeler arasındaki ticari ilişkiler, sanayi ülkelerinin kendi aralarındaki ticari ilişkilere pek benzemiyor. Sanayi ülkeleri ile bağımlı ülkeler arasındaki ticari ilişkilerde, emperyalist ülkelerin dayattıkları eşitsizlik ve ayrımcılık belirleyici oluyor. Tarımsal ürünlere ve tekstil ihracatına bağımlı olan bağımlı ülkeler, emperyalist ülkelerin, özellikle de Avrupalı emperyalist ülkelerin ve ABD’nin aşılamaz ticaret engelleriyle; kendi tarımlarını ve tekstil sanayilerini korumak için koydukları engellerle karşılaşıyorlar. Bağımlı ülkelerin ihracatının yüzde 70’nin bu iki ürün grubundan oluştuğunu göz önüne getirirsek, bu engellemelerin bu ülkeler açısından ne anlama geldiği görülür.

Ticari ilişkilerini kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için emperyalist ülkeler, bağımlı ülkeleri tehdit etmekten de geri kalmıyorlar. Örneğin “American Enterprise Institu- te’den Claude Barfield WTO’nun Katar toplantısından önce şöyle diyordu: “Çok sayıda gelişen ülke, Uruguay zirvesinden yararlanamadıkları üzerine şikayetçi. Bu ağlamsarlık saçmalıktır. Bundan dolayı onlara şu söylenmelidir: Anlaşmayı istemiyorsanız, imzalamayın. Ama sonra, gelip şikayetçi olmayın” (Aktaran. Frankfurter Allgemeine Zeitung, 24, 9.2001).

Dayatma, tehdit ve küstahlık bu boyutlarda.

III. ENTEGRE MALİ PAZARLAR VE KÜRESEL MALİ DOLAŞIM

Özellikle bankacılar ve merkez bankaları, 11 Eylül saldırısından sonra mali sistemin çökeceğinden çok korkmuşlardı. Dünya mali sisteminin atar damarlarından Dünya Ticaret Merkezi’nin isabet alması, borsalarda ve başka mali kurumlarda mali kaos, mali çöküş korkusu yarattı. Paniğin patlak vereceği ve bankalara hücum edileceği düşüncesi yayıldı. Durumu kurtarmak için Avrupa Merkez Bankası başkanı Duisenberg ve Amerikan Merkez Bankası başkanı Greenspan, anlaşmalı olarak, para dolaşımına ek 110 milyar Euro ve 108 milyar dolar sürdüler. Bunun ötesinde faizleri 50 puan düşürdüler. Birkaç gün sonra Greenspan faizleri yarım puan daha indirdi. Bir yılda (2001) Amerikan Merkez Bankası, faizleri on kere geriye çekti.

Diğer G-7 ülkeleri de bu kurtarma operasyonuna katıldılar. Emperyalist ülkelerin amacı, kredi ve mali zincirde kopma ve parçalanmanın engellemekti.

Durumu kurtarma operasyonları, son dönemde de, 11 Eylül benzeri saldırılar olmamasına rağmen gerçekleştiriliyor. Çoğunlukla bu, “yükselen pazarlar” da devlet iflasını engellemek ve uluslararası fonların ve büyük yatırımcıların zarar etmenlerini önlemek için IMF patronluğunda yapılıyor.

Borsaların zayıf olduğu dönemlerde, bugün olduğu gibi, kurumsal yatırımcılar (sigortalar vs.) hisse senedi-portfolios’larının (bir bankanın değerli kağıt mevcudu) değer kaybını telafi etmek için aşırı spekülatif Hedge fonlarına yöneliyorlar. Bu fonlar, düşen kurlardan da kar etme yatırım stratejisine oynuyorlar. Böylece mali sistemde istikrarsızlık artıyor. Devasa mali olanaklarıyla bu kurumlar, döviz spekülasyonu alanında eğilimler oluşturabilirler/oluşturuyorlar; hareketlerinden dolayı mali sektörde olumlu veya olumsuz gelişmelere neden olabilirler/oluyorlar. Kurumsal yatırımcıların mali gücü, ne derece etkili olabildiklerini gösteriyor. Bank für Zahlungsausgleich’ın 1995 yılındaki tespitine göre kurumsal yatırımcıların dünya çapındaki mali güçleri 21 trilyon dolar tutuyordu. Bu, aynı yılın dünya üretim miktarına yakın (26 trilyon dolar) bir tutardı. Bu miktarın bugün daha da artmış olması gerekir.

Kurumsal yatırımcıların mali yeteneklerinde G-7 ülkelerin payı yüzde 90, sadece ABD’nin payı ise yüzde 50.

Kurumsal yatırımcıların ve uluslararası bankaların kontrolünde olan devasa hacimli para sermayenin yatırılmamış kısmı, en çekici, en iştah açıcı yatırım olanakları veya salt spekülasyon amaçlı alanlar aranmak için yer küreyi “kısa günde kırk defa” dolaşıyor. Sadece döviz pazarlarında günlük olarak 1.400 milyar dolar, spekülasyon amaçlı miktar olarak dolaşıyor. New York Stock Exchange’in 1999’daki yıllık cirosu 35.000, Nasdaq’ınki 41.000, diğer borsalarınki toplam olarak 30.000 milyar dolar tutuyordu. Bunlar, borsalarda dönen akıl almaz boyutlardaki miktarlardır.

Paranın, devletin sermaye trafiği kontrolünden kurtarılması, mali piyasaların kuralsızlaştırılması, WTO üzerinden mali hizmetlerin liberalleştirilmesi ve bunların modern iletişim teknolojileriyle güçlendirilmesi, durmayan bu mali döner dolabı son sürat döndürmektedir. Böylece, uluslararası tekelleri, Shareholder-Value (hisse senedi gelirleri) diktasına tabi kılan, özellikle bağımlı devletlerin hükümranlığını sistematik olarak önemsizleştiren bir dinamik harekete geçirilmiş oluyor.
Mali pazarların kuralsızlaştırılması ve birbirine geçmesiyle kurumsal yatırımcılar ve büyük bankalar, Arbitrage-spekülasyonundan (eş zamanlı kur farklarından, faiz ve para değerinin düşmesinden yararlanma) yararlanmaya çalışıyorlar. Bunlar, her döviz yalpalanmasını kullanabilenler veya bu yalpalanmaya neden olabilirler ve borsalar üzerinden uluslararası tekellerin farklı yıllık yatırım gelirleri seviyesinden yararlanabilirler.

Uluslararası yatırımcıların esnekliği, sermayenin yönlendirilmesiyle bağlam içinde küresel bir ortalama kar oranının oluşmasına neden olmaktadır. Bu yatırımcılar, bugün uluslararası mali piyasaların faizlerini belirleyici durumdalar; bu faizler, küresel faal Shareholder ve çok uluslu tekellerin yıllık yatırım gelirleri beklentilerini, dünyanın her yerinde (borsalarda) yıllık yatırım gelirleri seviyesini belirliyorlar ve neyin nerede üretileceğini, kimin üretim sürecinden ayrılmak zorunda olduğunu dikte ediyorlar. Bu faizler, dolayısıyla bu mali piyasalar, işletmelerin ve birçok devletin geleceği üzerine etkide bulunabiliyorlar. Çünkü açık veren devlet, bütçe giderlerini temin edebilmek için krediye ihtiyaç duyuyor. Kredi de bu mali piyasalardan temin ediliyor. Devletin krediye olan açlığıyla spekülasyon yeni boyutlar alıyor. Artık sadece belli hisse senedi değerleri, spekülasyona konu olmuyorlar. Ülke para birimleri de spekülasyona konu oluyor. Uluslararası mali pazarların aktörleri, ulusal mali ve bütçe politikalarını belirliyorlar. The Economist, 7.10. 1995’te, “mali pazarlar, her iktisat politikasının hakimleri ve jüri üyeleri oldular” tespitini yapıyordu. (Aktaran; H. Peter Martin/H. Schumann; “Globalisierungssfalle”, 1996)

Dünya çapında döviz işlemlerinin yüzde 98’inin meta mübadelesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Yani dünya çapında döviz işlemlerinin neredeyse tamamı spekülatif karakterlidir. Dünya çapında döviz işlemlerinin yüzde 95’inin yatırım süresi 8 günden az. Yani bu sermayenin, söz konusu ülkenin iktisadi gelişmesiyle ilgisi yok veya verimli olmak diye bir amacı da yok. Tersine, amaçları, bu işlemleriyle her cins para birimleri ve kurlarla manipülasyon yaparak, fırsat değerlendirerek kar elde etmektir. Her gün işlem gören miktarın 1,2 trilyon dolar olduğunu düşünürsek (bu miktar, bütün merkez bankalarının toplama rezervlerinden iki misli fazladır), uluslararası mali sermayenin manipülasyon gücünün ne denli devasa olduğu görülür.

Bu sermaye, döviz, hisse senedi, hammadde vb. kurlarını etkileyebildiği için çıkarına uygun gördüğü alanın (devlet veya bölgenin) ekonomisinin geleceği üzerinde doğrudan söz sahibi olabiliyor.

Şu veya bu ülkede ekonominin yükseldiği, dış ticaretin patladığı dönemlerde bu ülkelere, bol miktarda sermaye pompalanıyor. Ancak durgunluk eğilimleri görülmeye başlayınca, uluslararası mali tekeller ve fonlar, “Asya Kaplanları” denen ülkelerde görüldüğü gibi, ülkelerin ulusal parasıyla spekülasyona girişiyorlar, ulusal paraları “beş paralık” değere düşürdükten ve ulusal döviz rezervlerini emdikten sonra yerli mali aristokatlarla birlikte ülkeyi terk ediyorlar. Bunların geriye çekilişini, IMF’nin milyar dolarlarla ifade edilen “desteği” emniyet altına alıyor. Böylece IMF, 1997/98 Güneydoğu Asya krizini kast ederek B. Clinton’un dedigi gibi, “II. Dünya Savaşı sonundan bu yana en kötü mali krizi”n küresel olmasını engellemiş oluyor.

Geriye dönen; ulusal limanlara avdet eden bu devasa mali miktarlar, boş durmuyorlar, başka gelişmelere neden oluyorlar. Bu miktarlar, merkez ülke borsalarında önce bir hiper yükselişe neden oluyorlar veya mevcut yükseliş eğilimini daha da hızlandırıyorlar. Asya krizinin patlak verdiği dönemi düşünelim. O zaman Amerikan ekonomisi tam gaz gidiyordu. Batı ekonomilerini de beraberinde sürüklüyordu, hisse senedi tutkunluğu devam ediyordu. Yükselen hisse senedi değerleri ve bununla bağlam içinde gelirin artması, talebi geliştiriyor ve tüketicinin (burada Amerikan tüketicisinin) borçlanmaya hazır oluşuna yeni boyutlar katıyordu. Bu dönem Amerika’sında tasarruf eğilimi neredeyse tamamen sıfırlanmıştı.

Fazla para sermaye, “yeni ekonomi”nin yükselişini daha da körüklemiş ve bu sektörde aşırı birikimi hızlandırmıştı. Bu sektörde hemen hemen her şey yatırımcılar tarafından finanse edilmişti. “Inter” veya “net”, “com”, “web” @ veya e-, “tech” veya “bio” kavramlarına veya bu kavramların yeni bir kombinasyonuna büründürülen bir düşünce, Amerikan Nasdaq veya Alman Nemax teknoloji borsala- rında yer bulabiliyor, analistlerin ve yatırım bankalarının veya kurumsal yatırımcıların reklamıyla, aranan, alınan ve dolayısıyla değeri artan hisse senetlerine dönüşebiliyordu. Kazanç sarhoşluğu devam ettiği müddetçe, bu oyunu kuranlar ve katılanlar bolca kazanıyorlardı.

Balonun önce teknoloji borsalarında patlak vermesi, “büyüme değerleri”nin gerilemesi ve iflas adayı olmaları ve bu durumun sonra da bütün enformasyon teknolojisine sıçraması tesadüf değildi.

Mali piyasa aktörleri, aynen “yükselen pazarlar”a, ”gelişen” ülkelere yaptıkları gibi, bu sefer de “yeni ekonomiler” için açtıkları para musluğunu, gelirlerinin tehlikeye düştüğünü ve ilk kriz emarelerini gördüklerinde birden bire kapadılar.

Bu gelişme kapitalizmde doğaldır. Çünkü sermaye, uygun gelirin olmadığı durumda çekingendir, sürekli arayıştadır, sürekli firarda ve panik içindedir. Hisse senedi pazarlarının bugün, geçmişle karşılaştırılmayacak derecede iç içe geçmiş olmaları bahsettiğimiz süreci daha da kaçınılmaz kılıyor.

Önceleri, ancak dünya çapında etkili fazla üretim krizlerinde, bütün dünyada aynı zamanlı kur kayıpları söz konusu olabiliyordu. Bugün mali piyasaların iç içe geçmişliği, borsaları birbirinden doğrudan ve güçlü etkilenir duruma getirmiştir. Örneğin Dow Jones’un düşüşü, Alman Dax’ını veya başka güçlü borsaları hemen girdabına alıyor.

Amerikan borsalarında fiktif (hayali) sermaye oluşumu 1999’da 16.600 milyar dolara vardı. Bu, avro, Londra ve Tokyo borsalarındaki toplam fiktif (hayali) sermaye miktarından (13.000 milyar dolar) biraz fazla bir miktardır. Tabii ki Amerikan borsalarındaki bu gelişme, diğer borsaları da kendi girdabına çekecektir. Bunun ötesinde borsaların aynı yönde hareket etmelerinin bir nedeni de, çok uluslu tekel hisse senetlerinin öncelikle ülkeye özgü olmayan, dünya çapında etkili olan faktörler tarafından belirlenmesidir.

Mart 2000’de, yüksek teknoloji sanayilerinde fazla üretim krizi emareleri görülmeye başladığında emperyalist merkezlerde teknoloji borsaları eş zamanlı düşmeye başladılar. Yatırımcılar birkaç ay içinde trilyonlarca dolar kaybettiler.

Borsalardaki gelişme, reel üretimi, tüketici tepkisiyle de etkiliyor. Örneğin OECD’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre, borsada kur düşüşü yüzde on olursa, ABD’de tüketim yüzde 0,54 ila 0,75 oranında geriliyor.
Bu, İngiltere’de yüzde 0,5 ve Almanya’da da yüzde 0,2 oranında oluyor. (Bkz: Die Woche, 23.3.2001) (bu oranın Almanya’da düşük olmasının nedeni, hisse senedine sahip olanların yaygınlığıyla ilgilidir. Almanya’da her dört hanede biri hisse senedine sahip. Amerika ve İngiltere’de bu oran daha yüksektir).

IV. ULUSLARARASI SERMAYE ÖRGÜSÜ, İÇ İÇE GEÇMİŞLİĞİ

Dünya ekonomisi ayrı ayrı ulusal (pazar) halkalarından oluşan bir bütün. Bu bütünün derinleşen ve kapsamlaşan entegrasyonunda dünya ticaretinin oynadığı rol, tartışma götürmez. Dünya ticaretinin yanı sıra, dünya ekonomisini oluşturan ülkelerin sermaye vasıtasıyla iç içe geçmişliği, sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası tekeller veya işletmeler biçiminde bir uluslararası sermaye oluşumuna neden olmaktadır. Oluşan bu sermaye, “ulusal” kökenden yoksun değildir. Bileşimi çok ulusludur, ama bir yerde, son kertede çok uluslu tekeli oluşturan sermayeler, “ulusal” kökenlerini en emin liman olarak görürler. Uluslararası sermayenin oluşumundan bahsederken bu gerçeği göz ardı edemeyiz.

Hangi olgular, uluslararası sermaye oluşumunu ifade ediyorlar?

Amerika’dan bir örnek; Amerikan çok uluslu tekellerinin yurt dışındaki kendilerine bağımlı şirketlerinin meta ve hizmet cirosu, Amerikan meta ve hizmet ihracatı toplamından 2,5 misli fazla. Bu ciro (1998’de 2.444 milyar dolar), Alman brüt yurt içi üretiminin (1998’de 3.784 milyar dolar) üçte ikisinden fazla (Unutmamak gerekir ki ABD, meta ve hizmet ihracında dünya şampiyonu. Bir karşılaştırma yapacak olursak; 2000 yılı verilerine göre Amerika’nın meta ve hizmet ihracı, Almanya’nınkinden yüzde 40 fazlaydı).

Almanya’dan bir örnek; Alman sermayesinin etkisi altında olan 29 000 yurt dışı işletmesinin, yani Alman ana şirketlere bağımlı yurt dışı şirketlerinin yurt dışındaki cirosu, 1,078 milyar avro (Bundesbank, Monatsberichte, s. 68/69, Nisan 2001) Bu miktar, Alman ihracatının iki mislidir.

UNCTAD’ın (BM Ticaret ve Gelişme Konferansı) bu gelişmelerden çıkardığı sonuç şöyle:
Uluslararası üretim, dünya ekonomisi için oldukça önemlidir. Sadece yurt dışındaki bağımlı şirketlerin küresel ciroları, 1999 yılındaki küresel ihracatın iki mislinden daha fazla” (World Investiment Report, 2000, s. 3). (Tablo V ve VI)

Tablo V: Yabancı doğrudan yatırımlar (Yıllık akış, milyar dolar)
Yıllar
Dünya
Sanayi Ülkeleri
Gelişen Ülkeler”
1984/1989(1)
115
93
22
1990
204
170
34
1991
159
115
44
1992
176
120
56
1993
218
139
79
1994
243
142
101
1995
331
203
128
1996
385
220
165
1997
478
271
207
1998
693
483
210
1999
1075
830
245
2000
1271
1005
226
1) Yıllık ortalama.
Kaynak: UNCTAD


Tablo VI: Yabancı doğrudan yatırım mevcudu (milyar dolar)
Yıllar
Dünya
Sanayi ülkeleri
Gelişen ülkeler”
1980
616
375
241
1985
894
546
348
1990
1889
1398
491
1995
2938
2052
886
2000
6314
4210
2104
Kaynak: UNCTAD

Çok uluslu tekellerin yurt dışındaki bağımlı şirketlerinin yurt dışı cirolarının devasa boyutlarda artmasının nedenini, ‘90’lı yıllardaki doğrudan yatırımların patlamasında aramak gerekir. 1991’den itibaren sürekli artan bir doğrudan yatırım söz konusudur.

1990-2000 arasında dünya brüt yurt içi üretimi, yüzde 25 oranında, aynı dönemde dünya ihracatı da yüzde 85 oranında artıyor. Dünya ihracatı, dünya brüt yurt içi üretimine göre 3,4 misli artıyor. Ama aynı dönemde doğrudan yatırımlar ise altı misli artıyor. Bu nedenlerden dolayı, ‘90’lı yıllarda doğrudan yatırımların yurt dışındaki toplamı 3,5 misli artmıştır.

1990-1999 arasında Amerikan firmalarının yurt dışına yatırdıkları sermaye miktarı (801,7 milyar dolar), daha önceki dört on yılın toplamından daha fazladır. Bu miktar, Amerika’nın son yarım yüzyıl içinde yurt dışındaki doğrudan yatırımlarının yüzde 70’ine tekabül etmektedir.

Alman Merkez Bankası’nın verilerine göre de, bu ülkenin 1990-1999 arasındaki doğrudan yatırım mevcudiyeti dört misli artmıştır.

Dünya çapında tekeller, ya doğrudan şubeler açarak ya kendilerine bağımlı işletmelerle küresel olarak konumlanıyorlar. Zaten uluslararası veya çok uluslu olan tekeller, rekabet gücünü arttırmak ve sektöründe en önde olmak, dolayısıyla pazar payını artırmak için kendi aralarında da birleşiyorlar. Birleşen sermaye miktarı 1992’de 249 milyar dolardan 1999’a 3.435 milyar dolara çıkmıştır. (Bkz.: J. Bischoff/P. Boccara/K. Georg Zinn ve diğerleri; “Die Fusionwelle, Die Grosskapitale und ihre ökonomische Macht”, s. 59).

Tablo VII bu gelişmeyi gösteriyor.

Tablo VII: Ana ve bağımlı şirket sayısı
Yıllar
Ana şirketler
Bağımlı olanlar
1969
7.200
27.000
1990
37.000
170.000
1995
44.000
280.000
2000
60.000
820.000
Kaynak: UNCTAD

Bütün sanayileşmiş ülkelerde çok uluslu tekellere bağlı yurt dışı işletmelerinin cirosu, o ülkelerin ihracatından oldukça fazla. Bunun ötesinde bu çok uluslu tekeller ve yurt dışındaki bağımlı işletmeleri, dünya ticaretine hakim durumdalar.

Bu olgu, çokulusluların sadece ticarete değil, genel olarak ekonomiye hakim olduklarını gösterir.
Çok uluslu şirketler, kendilerine göre bir dünya oluşturuyorlar. 1945’ten bu yana dünya üretimi beş misli artarken, dünya ticareti 12 misli artmıştır. (John Gray; “Die falsche Verheissung”, Berlin 1999, s. 78) Yabancı doğrudan yatırımlar ise meta ve hizmet ticaretinden üç misli daha hızlı gelişiyor. Yani yurt dışında üretim tesislerinin inşası, dünya ticaretinden üç misli daha hızlı gelişiyor. (Klaus Dörre; “Globalisierung-Ende des rheinischen Kapitalismus”; D. Loch/W. Heitmeyer; “Schattendasein der Globalisierung”, Frankfurt/Main, 2001, s. 67/68) Bu yurt dışı doğrudan yatırımlarının yüzde 75’i, dünya ekonomisinde belirleyici yönlendirici güçte olan 300 uluslararası tekel tarafından harekete geçiriliyor (W. Biermann/A. Klönne, “Globale Spiele”, 2001, s. 175, Köln). En büyük 100 uluslararası tekelin 40’dan fazlası, cirolarının yüzde 50’den fazlasını yurt dışında gerçekleştiriyor. (K. Dörre; Agy., s. 72)

Dünya ekonomisinde farklı sermayelerin iç içe geçmişliği, üretim sürecinin dünya çapında dağıtılmışlığı o boyutlara varmıştır ki, UNCTAD, dünya ticaretinin üçte birini “firma içi ticaret” olarak, yani uluslararası tekeller içinde gerçekleştirilen ticaret olarak tanımlıyor (World Investment Report 2000, s. 17).

Bu tekeller dünya üretiminin üçte ikisini kontrol ediyorlar (J. Gray; Agk., s. 89). Dünya iktisadi faaliyetinin yüzde 25’inden fazlası en büyük 200 tekelin kasasına gelir olarak akıyor (Der Spiegel; Sayı 30, 2001). Dünyanın en büyük 100 iktisadi kompleksi arasında 49 devlet, ama 51 tekel var. General Motors gibi bir tekelin yıllık cirosu, Belçika’nın gayri safi hasılasına tekabül ediyor.

UNCTAD’ın tanımıyla “çok uluslu şirketler dünyası”na en büyük çok uluslu tekeller hakimler. Öyle ki dünyanın en büyük 100 çok uluslu tekeli, bütün çok uluslu tekellerin yurt dışı varlığının yüzde 13’ünü, cirolarının yüzde 19’unu ve çalışanlarının yüzde 15’ini kontrol ediyorlar. Bu türden 200 tekelin cirosu, dünya çapında üretimin dörtte birinden fazla (Bkz. Der Spiegel, 23.7.2001).

Söz konusu ülkelerin her en büyük 50 tekeli, bu ülkelerden kaynaklanan doğrudan yatırımların yarısından fazlasından sorumlular. Almanya’dan bir örnek; Tespit edilen 8 304 doğrudan yatırımcının, 1999 sonu itibariyle en büyük yüzde 10’nu, yurt dışındaki toplam Alman doğrudan yatırım varlığının üçte birine sahip. En büyük 50 yatırımcının yurt dışındaki toplam yatırım hacmindeki payı yüzde 50 ve en büyük 100’ün payı ise üçte iki (Bundesbank, Monatsbericht, s. 65).

Böylesi çok uluslu tekeller, dünya pazarında hakim olan ve yapısal belirleyici olan sermayeyi kontrol ediyorlar. Tam da bu tekeller, sermayenin uluslararasılaşmasının itici gücünü oluşturuyorlar. Birleşme ve devralmada bu tekeller baş rol oynuyorlar. Bunlar, dünya pazarında hakim konuma sahip olmak için birleşiyorlar ve devralıyorlar. Bu tekeller, yerküreyi, kendileri için sınırsız ticaret, yatırım ve üretim alanına çeviriyorlar. Bunlar, modern teknolojiyi de kullanarak, haberleşmeyi, nakliyatı, işgücünü, hammaddeyi ve nihayet üretimi azami ucuz olacak bir şekilde örgütlüyorlar, üretimin en ucuza sağlanması için en geri ülkelere yatırım yapmak gerekiyorsa, oralara yatırım yapmaktan çekinmiyorlar. Bağımlı şirketleri veya başka şirketler arasında kurdukları devasa kapsamlı, “saat” gibi çalışan iş bölümüyle üretim ve dağıtım sürecini kesintisiz sürdürebiliyorlar. Bu durum, kapitalist birikimin özü olan artı değer üretiminin, kelimenin gerçek anlamıyla uluslararası örgütlendiğini gösterir. 20. yüzyılın başında başlayan bu süreç, bugün kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasının ilerlemiş boyutunu ifade ediyor.

1998 yılında 100 çok uluslu tekelde çalışan 12,7 milyon çalışanın yüzde 51’i yurt dışı istihdamıydı. Böylece “ulusal” fabrika, “küresel” fabrikaya dönüşmüş oluyordu.

Uluslararası üretimin ve artı değerin gerçekleştirilmesi, dünyanın en ücra köşelerine kadar sızmış ve her geçen gün daha güçlü olarak ulusal engelleri ve ulusal belirlenmiş kuralları yıkıyor.

Küreselleşme”, bölgeselleşmeyi dışlamıyor, tam tersine teşvik ediyor. Uluslararasılaşan sermaye, esasen ABD, AB ve Japonya’dan oluşan üçlü arasında gidip geliyor. Bunun böyle olduğunu doğrudan yatırımlarının akışının dağılmasında görüyoruz (4).

ABD-AB-Japonya arasındaki doğrudan yatırımlar, karşılıklı nüfuz etme ve iç içe geçme özelliği taşırken, “gelişen ülkeler”de yabancı sermayeye tek yanlı bağımlılığa, yeni sömürgeciliğe veya bunun kapsamlaşmasına ve derinleşmesine neden olmaktadır.

Başka ülkelere akan doğrudan yatırımların sadece yüzde 10’u, “gelişen ülkeler”den kaynaklanıyor. Bunun da yüzde 30 ila yüzde 60 gibi önemli bölümü Hongkong çıkışlı ve daha ziyade Çin’e akıyor.

Bu üçlünün veya G-7’lerin hakimiyeti, en büyük uluslararası 100 tekelin bölgesel dağılımında da görülmektedir. Bu en büyük tekellerden 82’si, ana vatan olarak G-7 devletlerinden birisini gösteriyor; 26’sı ABD’yi, 18’i Japonya’yı, 13’ü Fransa’yı, 12’si Almanya’yı, 7’si İngiltere’yi, 4’ü İtalya’yı ve 2’si de Kanada’yı. “Bu listenin oluşturulmasından bu yana ilk defa, üç firma, Hutchison, Whampoa (Hong Kong), Petroleos de Venezuela ve Cemex (Meksika) merkezi bir gelişen ülkede bulunuyor” (UNC- TAD, World Inwestment Report 2001, s. 93).

ABD-AB ve Japonya’dan oluşan üçlü içinde Kuzey Amerika ve AB ekonomik alanları, hakim konumdalar. Japonya, ‘90’lı yıllardaki ve hâlâ devam eden sefil durumundan dolayı konum kaybına uğramıştır.

ABD ve Kanada’dan oluşan Kuzey Amerika ve AB’nin dünya nüfusundaki payı yüzde 12, ama dünya üretimindeki payları yüzde 60’m üzerinde. Dünya çapında doğrudan yatırım stokunun yüzde 76’sı Kuzey Amerika ve AB’nin elinde.

Japonya’nın dünya brüt yurt içi üretimindeki payı, 2000 yılında yüzde 14 idi. Doğrudan yatırımların dünya çapındaki stokundaki payı da 1990’da yüzde 11,7’den 2000 yılında yüzde 4,7’ye düşmüştür.

ABD, dünyanın en büyük yatırımcısı durumunda. Bu emperyalist ülkenin 1990-2000 arasında doğrudan yatırımlar biçiminde yurt dışına yatırdığı miktar 997 milyar dolar (yaklaşık bir trilyon dolar). Bu miktarın yüzde 55’i AB’ye yatırılmış.

1990-1998 arasında AB’nin doğrudan yatırım miktarı 1,6 trilyon dolardı. Bu miktarın yaklaşık yarısı AB ülkelerine, yarısı da AB dışına yatırılmış. Dışarıya yatırılan AB doğrudan yatırımlarının da yüzde 55’i ABD’ye akmış.

Büyük Britanya, ABD’deki önde gelen yabancı doğrudan yatırımcı pozisyonuna sahip. Bu ülkenin ABD’deki yabancı doğrudan yatırım mevcudundaki payı, yüzde 18,6’ydı (1999), Bu ülkeyi yüzde 15,1 payıyla Japonya ve yüzde 13,3 payıyla Hollanda takip ediyor. Almanya ancak dördüncü sırada yer alıyor (yüzde 11,3).

Buna karşın 1990-1999 arasında ABD kaynaklı doğrudan yatırımların yüzde 20,6’sı Büyük Britanya’ya, yüzde 8,4’ü Hollanda’ya, yüzde 8’i Kanada’ya, yüzde 4,8’i İsviçre’ye, yüzde 4,2’si Brezilya ve Meksika’ya akmış. Almanya ancak yedinci sırada yer alıyor (yüzde 4). (Tablo VIII)

Tablo VIII: ABD-AB-Japonya üçlüsünde doğrudan yatırımlar stoku (milyar dolar)

ABD
AB
Japonya
1985
1999
1985
238(1)
465
44
-
-
1999
1133(1)
1863
403
-
-
ABD’den AB’ye
-
-
-
89=100
512=575
ABD’den Japonya’ya
-
-
-
9=100
48=533
AB’den ABD’ye
-
-
-
128=100
554=433
AB’den Japonya’ya
-
-
-
5=100
17=340
Japonya’dan ABD’ye
-
-
-
16=100
177=1106
Japonya’dan AB’ye
-
-
-
7=100
76=1087
1) Yurt dışındaki doğrudan yatırımların toplamı
Kaynak: UNCTAD

ABD tekellerinin Almanya’daki kendilerine bağlı işletmelerinin cirosu, Amerika’nın Almanya ve Büyük Britanya’ya yaptığı ihracatı, daha 1997’de dört misli aşmıştı. Alman tekellerinin ABD’deki kendilerine bağlı işletmelerinin, Almanya’nın ABD’ye ihracatını yaklaşık 4 misli aşmıştı. Bu oran, Büyük Britanya için 5,5 misline veriyordu.

Bu durumda, Alman ve Büyük Britanya tekellerine bağlı ABD’deki bu işletmelerin karları ve ciroları ABD’deki konjonktüre bağlı olarak azalıyor veya artıyor. Amerikan ekonomisinde konjonktürün gerilemesi, durgunluk veya kriz, etkisini doğrudan ana tekellerin karında, yatırımlarında ve çalışan sayısında gösteriyor. Örneğin Almanya’da sanayi üretiminin düşmesinin belli başlı nedenlerinden birisi de Amerika’daki Alman tekellerine bağlı işletmelerin ana tekele verdiklerini siparişlerini azaltmasıdır. Aynı durum karşılıklı olarak ABD, İngiltere, ABD-Japonya için de geçerlidir.

Bu durum, özellikle Amerikan sermayesinin etkili olduğu tekellerde etkisini göstermektedir. Örneğin Siemens tekeli için ABD, Almanya’dan önce gelen pazardır. Bu Alman tekelinin, ABD’deki kendine bağımlı işletmelerinde 80 bin kişi çalışıyor.

Sonuç itibariyle;
İktisadi bakımdan entegre olan bir dünyada, her bir ülke ekonomisi giderek daha çok aynı konjonktür hareketine tabi oluyor. Bu durum, domino etkisini bütün çıplaklığıyla geçerli yapıyor. Amerikan ekonomisi gibi ağır (büyük) bir taş devrildiğinde, diğer ekonomiler de devrilenin etkisinden dolayı devriliyorlar.

Giderek artan iktisadi birbirine geçmişlik, iktisadi örgü, makro ekonomik bir istikrar vermiyor. Tersine bu durum, tek tek ekonomiler ve bir bütün olarak dünya ekonomisini daha duyarlı, daha istikrarsız ve daha “korumasız” yapıyor.

V. KAZANANLAR VE KAYBEDENLER

Alman tekelci burjuvazisinin borazanı olan “Frankfurter Allgemeine Zeitung” Katar’daki WTO toplantısına ilişkin ön haberinde “küreselleşme fakirler için iyidir” başlığını atıyordu.

Tam tersinin söz konusu olduğunu bizzat yaşam kanıtlıyor. “Küreselleşme”, dünya çapında eşitsizliği daha da derinleştiriyor ve kapsamlaştırıyor. Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oluyorlar. Dünya çapında gelir dağılımına baktığımızda gelir dağılımındaki farkın hangi boyutlara vardığını daha açık görüyoruz. Gelir dağılımının en alttaki ve en üsteki beşte biri arasındaki fark 1960’da 1:30’dan 1990’da 1:60’a çıkmış. Yani 1960 yılında dünyanın en zengin beşte biri 30 kazanırken, en fakir beşte biri ancak 1 kazanıyordu. 1990’da ise bu en zengin kesim en fakir kesimden 60 misli fazla gelir elde ediyor. 1990’dan 1997’ye bu ilişki 1’e 74 oluyor. (BM verileri). En fakir beşte birin dünya gelirindeki payı 1989’da yüzde 2,8’den 1998’de yüzde 1,4’e düşüyor. 10 senede yaklaşık bir misli azalıyor.

İnsanlar, kendi kendine yoksullaşmıyorlar, uluslararasılaşmış kapitalist sistemin iktidar odakları, fakirleştirme işini yönlendiriyorlar. Örneğin IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyumluluk” programlarını dayatmasından sonra Afrika’nın borçlanması yüzde 400 oranında arttı. (Biermen/Klönne; Agk., s. 220) Bütün “gelişen ülkeler” in borçlanmaları son on sene içinde yüzde 70 civarında arttı. Yoksul ülkeler, her yıl “gelişim yardımı” alıyorlar, ama aynı zamanda aldıkları miktarın yedi misli fazlasını zengin ülkelere borç olarak ödüyorlar. Sorun bununla da bitmiyor. Emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelere, ‘ürünlerimizin ve yatırımlarımızın önündeki bütün engelleri yıkın’ diye dayatıyorlar, ama aynı ülkeler, kendi pazarlarını, bağımlı ülkelerin ürünlerinden korumak için dışa karşı kapatıyorlar. Bizzat WTO başkanı, ‘şayet gerçek karşılıklı bir ticari liberalleşmeye gidilse, fakir ülkeler yüzlerce milyar dolar elde ederler’ diyor. “Küreselleşen” ve “liberalleşen”, bağımlı ülkeler. Emperyalist ülkeler, örneğin, tarımlarını her yıl 300 milyarlık bir miktarla destekliyorlar. Yani bağımlı ülkelere, tarımını desteklemeyeceksin derken, kendileri tarımlarını destekliyorlar.

Küreselleşme” öldürüyor. Her iki saatte bir ölenlerin sayısı, 11 Eylül saldırısında ölenlerden fazla. Dünya çapında gıda maddeleri üretimi, ihtiyaçtan fazla. Ama her yedi insandan, her beş çocuktan birisi yeterli gıda alamıyor, yani aç. Dünya nüfusunun yarısı -3 milyar insan- günde 2 dolardan daha az bir miktarla yetinmek zorunda. 1,3 milyar insan günde bir dolar dahi harcayacak durumda değil.

İnsanlığın ezici çoğunluğu fakirliğe ve yoksulluğa gömülürken, bir avuç asalak, akıl almaz servete sahip oluyor. Dünyada en zengin 15 kişinin serveti, bütün Kara Afrika devletlerinin GSMH’den daha fazla. En zengin 225 kişinin serveti, neredeyse dünya nüfusunun yarısının gelirine eşit.

Emperyalist ülkelerde de fakirlik ve yoksulluk artıyor. “Fakir fakirlerin çatışması zengin fakirleri yoksulluğa itiyor; daha da fakirleşen ve fakirin fakirine yakınlaşan zengin fakirler, daha az talepte bulunuyorlar” (V. Forrester; “Der Terror der Ökonomie”, 1998, s. 147).

Kapitalizmin bu küçük burjuva eleştirmeni haksız da değil. Amerika’da çalışanların yüzde 80’inin ortalama ücreti 1973’ten 1995’e yüzde 18 oranında düşmüştür. Ama menajerlerin geliri, aynı dönemde yüzde 19 oranında artmıştır. Bu ülkede en üst düzey menajerler, bir işçininkinden 150 misli fazla kazanıyorlar (J. Gray; Agk., s. 158/159). 50 milyon Amerikalı; ABD nüfusunun yüzde 20’si, resmen fakir sayılıyor. 40 milyon Amerikalının hastalık sigortası yok. 52 milyon Amerikalının okuma- yazması yok. (Bkz.: V. Forrester; “Die Diktatur des Profits”. München, 2001, s. 69-71) ABD’de işsizlerin sayısı 20 milyon.

AB’de durum, ABD’den pek farklı değil. 50 milyon AB’li fakir. (Bkz.: Biermann/Klönne; Agk., s. 198/199)

Sonuç itibariyle:
Dünya ekonomisi, henüz yeni bir fazla üretim sürecine girmemiştir. Ama bazı emperyalist ülkelerde -örneğin ABD ve Japonya- ekonominin krizde olması dünya ekonomisini krize doğru gelişmesinde etkilemektedir.

Sermayenin uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyutlar, genel olarak kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, bu üretim biçimini daha istikrarsız ve duyarlı yapmaktadır. Ülke ekonomilerinin birbirine geçmişliği, yüzyılın başındakiyle karşılaştırılamayacak kadar derinleşmiştir.

Dünya ekonomisinde üretimdeki sermaye; sanayi sermayesi, mali sermayenin etkisine girmiştir. Mali sermayenin güçlenmesi borsaların da rolünü güçlendirmektedir. Spekülatif karakterli bu sermaye dünya ekonomisini olduğundan daha da istikrarsız yapmaktadır.

Dünya çapında sermaye konsantrasyonu ve merkezileşmesi devasa boyutlara varmıştır. En güçlü 100 tekel, bütün dünyayı talan edecek derecede güçlüdür. Ulusal devletlerini, IMF, DB ve WTO gibi kurumları kendi çıkarlarına koşan çok uluslu tekeller, kurdukları uluslararası üretim, iletişim ve dağıtım ağıyla bütün dünyayı sadece ekonomi açısından değil, enformasyon açısından da kontrol etmekteler. Bu tekeller öncülüğünde kapitalizm, insanlığı barbarlığa sürüklüyor.

Dipnotlar
1) Dünya Ticaret Merkezi’nin çökmesi, Amerika’da konjonktürdeki mutlak düşüşün nedeni değildi. Saldırının gerçekleştiğinde Amerikan ekonomisinde ateş bacayı sarmıştı. Borsalarda yok olan milyarlarca değerin yanı sıra, reel üretimde de kriz, bütün dünya ekonomisini etkisine alarak yayılıyordu. Şüphesiz ki bu saldırının da ekonomi üzerinde olumsuz etkisi olmuştu; örneğin hava trafiği, uçak üretimi, sigortacılık, turizm vb. sektörleri daha güçlü bir biçimde krize sürüklendiler.

2)
Gelişen ülkeler”de gayri safi yurt içi üretim %
Ülkeler
1970-1980
1980-1990
1990-2000
Arjantin
132
89
155
Şili
128
136
190
Brezilya
227
117
128
Meksika
194
120
137
Venezüela
149
109
117
Çin
183
239
256
Çin/Hong
246
188
142
Vietnam
145
177
196
G. Kore
208
238
170
Tayvan
253
214
180
Singapur
239
197
200
Malezya
215
179
180
Tayland
195
214
153
Endonezya
212
169
145
Filipinler
182
118
130
Hindistan
137
177
172
Pakistan
159
180
149
İran
125
136
142
Mısır
174
178
139
G. Afrika
141
116
117
Türkiye
150
122
131
Kaynak: IMF, World Economic Outlook. Sabit fiyatlar üzerinden.
3) Elektronik, bütün Singapur ihracatının yüzde 64’üne, Malezya’nınkinin yüzde 58’ine ve Filipinler’in- kinin de yüzde 60’ına tekabül ediyor. (“Süddeutsche Zeitung”, 4.4.2001) Tayland’ın durumu da aynı.

4) 1998-2000 yılları arasında küresel giren doğrudan yatırımların (FDI Inflows) dörtte üçü, çıkanın (outflows) yüzde 85’i, ülkede yabancı doğrudan yatırım stokunun yüzde 59’u ve ülke dışındaki yabancı doğrudan yatırım stokunun da (outward FDI stocks) yüzde 78’i bu üçlünün payına düşüyordu. (UNCTAD, World Investment Report. s. 9, 2001). Buna karşın, “gelişen ülkeler”in son yıllarda FDI-inflows’daki payı, 1996’da ve 1997’de yüzde 39’dan 1998’de yüzde 27’ye, 1999’da yüzde 21’e ve 2001’de de yüzde 19’a düşmüştür.

Teoride Doğrultu, Sayı 7, Mayıs-Haziran 2002.