deneme

18 Ekim 2003 Cumartesi

SINIF TEORİSİ AÇISINDAN NEOLİBERAL SALDIRILARIN BAZI SONUÇLARI

I
Emperyalist ülkelerde, en azından Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde „sosyal devlet“ döneminde, adı çok kullanılan Keynescilik döneminde en genel ve acil sosyal problemlerin çözümlendiği görüşü hâkim olmuştu. En azından toplumu meşgul eden en acil sosyal problemler çözülmüş gibi gözüküyordu ve emperyalist burjuvazi de görünüşe dayanarak kapitalizmin temel sosyal sorunlarının artık geride kaldığının propagandasını yapıyordu. Ama geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında çözülmüş denen sosyal problemlerin hiçbirisinin çözülmemiş olduğu; kapitalizmin çelişkilerinin yeniden keskinleşmesiyle bir daha anlaşıldı. Görece istikrarın sona ermesiyle işsizlik, gündemden hiç düşmeyen bir sorun olarak yeniden toplumun en önemli acil bir sonunu olmaya başladı. Kapitalist yeniden üretim sürecinde ihtiyaç duyulan işgücü sayısı giderek, engellenemez bir biçimde azalmaya başladı. İşgücü olarak fazlalık olan, kapitalist yeniden üretim sürecinde ihtiyaç duyulmayan işçiler, bunun yanı sıra emekçiler de belli bir belirsizliğe, güvensizliğe itildiler. İşsiz kalanlar, toplumdan dışlanma tehlikesine karşı da mücadele etmekle karşı karşıya kaldılar. İşçi sınıfının işsizler ordusu giderek büyüdü.

Gelinen noktada emperyalist burjuvazi, mevcut sistemin devamını neoliberal dayatmalarla sağlamak ve azami kar elde etmek için mevcut sosyal sistemleri yeniden düzenleyerek; kendi çıkarına uygun hale getirerek toplumdaki mevcut parçalanmayı ve dışlanmayı perçinlemektedir. Toplumda „sosyal çıkar dengesi“nin artık lafta bile sözü edilmemekte. Ama sorunların üstesinden gelinmesi için, öncelikle yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadelenin devam ettiğinden bolca bahsediliyor. Ne var ki emperyalist burjuvazin aldığı tedbirler, onun yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadele etmediğini, aksine yoksullara ve işsizlere karşı mücadele ettiğini göstermektedir; sosyal haklar yok ediliyor, yoksullar ve işsizler, bunun ötesinde de, Almanya’da hükümetin hazırlattığı bir rapora göre çocuklar toplumun „şamar oğlanı“ durumuna getiriliyorlar.

Özellikle Batı Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde burjuvazi, „sosyal devlet“ döneminde de var olan, ama yoğun propagandayla işçi sınıfı, bir bütün olarak toplum tarafından pek önemsenmeyen sosyal farklılığın, yeniden „tahammül edilebilir“ sınırlara çekileceğini ve bunun için fedakârlık edilmesi gerektiğini sürekli vurgulamasına rağmen, buna artık hiç kimse inanmamaktadır. Sınıf bilinçli olmayan ve bundan dolayı mücadeleye atılmayan geniş işçi ve emekçi yığınlar, umutsuzluğa gömülmüş durumdalar.

Emperyalist burjuvazi, bu umutsuzlar yığınının ne olacağını tartışıyor. Bir taraftan eski günlerin bir daha geri gelmeyecek bir şekilde tarihe karıştığı gerçeği göz önünde tutuluyor. Diğer taraftan milyonlarla ifade edilen işsizler ordusunun toplum açısından hangi gelişmelerin nedeni olabileceği tartışılıyor. Değerlendirilemeyen milyonlarca işgücü ne olacak? Şüphesiz ki burjuvazi soruna işsizler, en azından uzun bir dönem işsiz olanlar hala işçi sınıfının bir parçası mıdır açısından bakmıyor, onların sınıfsal konumunu tartışmıyor, ama onların burjuva toplumun geleceği üzerinde etkili olabileceklerini hesaba katıyor ve etkisizleştirilmelerinin yol ve yöntemlerini arıyor.

“Sosyal devlet“ döneminde elde edilen kazanımların çok yönlü koşulları vardı. Her şeyden önce bu kazanımlar, sendikal mücadelenin ve bununla bağlam içinde siyasal baskının bir sonucuydu. Bu kazanımlar, tekelci sermayenin, işçi hareketinin gelişmesinin önünü almak, işçi sınıfını mücadelesizliğe itmek için ödemek zorunda kaldığı fiyattı. Tekelci burjuvazi bu fiyatı ödedi, çünkü uzun süren olumlu konjonktür, işin verimliliğinin artması „sosyal devlet“in maddi temelini oluşturmaktaydı. Bu dönemde tüketim üretimi görülmemiş boyutlarda arttı ve emperyalist burjuvazi „tüketim toplumu“ kavramını kullanmaya başladı.

Ama ‘70’li yıllardan sonra sermayenin değerlendirilme koşulları; sermayenin birikim koşulları değişmeye başladı. Tekelci burjuvazi, azami kar elde etmenin koşullarının değiştiğinden hareketle, sömürünün azami yoğunlaştırılmasına yöneldi. Ekonomik krizin ve durgunluğun işçi sınıfı üzerindeki yarattığı tedirginliği kullanan burjuvazi, işletmelerde kapsamlı değişimleri uygulamaya koymaya başladı. İşletmelerdeki yeniden şekillendirme faaliyeti, sadece üretimi arttırmakla ilgili değildi. Bu değişimlerle, aynı zamanda, işletmelerin/işçilerin direnç yeteneği, işletmeler bazında örgütlü mücadelenin kırılması da hedefleniyordu. Bu nedenle, uygulamaya konan rasyonelleştirme tedbirleri, işçilerin kitle kitle işten atılmalarını beraberinde getirdi ve özellikle yıllardan beri çalışan, belli bir mücadele birikimi olan işçiler öncelikle işten atıldılar. Yeni işe alınanlar, genellikle meslekten anlamayan, tecrübesiz ve sermayenin baskısına kolayca boyun eğen işçilerden seçiliyordu. Bunun ötesinde iş mukavelesi genellikle geçiciydi. Bu da bir baskı unsuru oluşturmaktaydı. Bunlar, işletmelerde, yeni ve çekirdek, mücadeleci işçi kesiminden bağımsız bir grup oluşturuyorlardı. Çünkü bunların ortak çıkarı, kalıcı olarak işe alınmaktı, iş mukavelelerinin kalıcılığa çevrilmesiydi. Bu nedenden dolayı da mücadeleye uzak duruyorlar, sermayeye „çalışkan köle“ olarak hizmet ediyorlar ve işletme koşullarına hemen uyum sağlıyorlardı.

Bunun ötesinde üretim ve dağıtım sürecinin parçalanması; ayrı ayrı işletmelere bölünmesi, işçilerin işletmelerde ortak örgütlü hareket etmelerini engelliyordu. Bu yöntemi sermaye sadece ulusal değil, uluslararası çapta da kullanmaktadır. İşletmeler küçülüyor, teknoloji yoğun olarak kullanılıyor ve böylece işçilerin ve bunların arasında da örgütlü olanların sayıları azalıyor ve bütün bunların ötesinde sermaye, aslında birbirine bağlı olan üretim ve dağıtım sürecinin çeşitli işletmelerini birbirine karşı kullanarak işçilerin mücadelesini etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Bunun ötesinde uluslararası alanda bol ve ucuz işgücü olduğundan bahsederek ulusal çapta işçilerin eylem isteğini kırıyor. Tekelci burjuvazinin, uluslararası alanda bol ve ucuz işgücü var tehdidi, emperyalist merkezlerdeki bütün işçi sınıfını oldukça olumsuz etkiliyor.

İşyeri kaybı üzerine tedirginlik çalışan işçilerin üzerine bir kâbus gibi çöktü. Sermayenin en ufak bir tehdidi, örneğin işletmeyi başka yere taşırız vb., işçilerden taviz almak için yetiyor. Bu süreç içinde sermaye, ücretleri reel olarak düşürmeyi ve kar oranını yükseltmeyi başardı. Öyle ki ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren tekeller devasa karlar elde etmeye başladılar. Tekelci burjuvazi bu karlarını yeniden yatırım olarak kullandı. Her yeni yatırım, yeni ve daha kapsamlı rasyonelleştirme anlamına geliyor. Yani daha fazla işçinin sokağa atılmasına neden oluyor. Artan kar, sermayenin hacmini büyütüyor. Büyüyen sermayenin rasyonelleştirmeye dönüştürülmesi, daha çok işçinin sokağa atılması anlamına geliyor.

“Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve işin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır “ (Marks; Kapital, C. I, s. 673/674).

Hızla artan toplumsal maddi zenginlik, aynı hızla yoksulluk üretiyor. Böylece; sermaye birikimi, sanayi yedek ordusunun büyümesini, proletaryanın yoksulluğunun artmasını ve sermayenin işçiler üzerindeki baskısının artmasını beraberinde getiriyor. Burjuvazinin iddia ettiğinin aksine, tekellerin karı arttıkça, yeni işyerleri açılmıyor, tersine daha çok sayıda ve daha hızlı olarak mevcut işyerleri yok ediliyor.
Böylece büyüyen, yatırıma dönüştürülen sermaye, bir dışlama makinesi olarak çalışıyordu.

Mevcut işsizliğin devam eden ekonomik krizle öyle pek ilişkisi de yok. Şüphesi ki, ekonomik krizden dolayı da işçiler sokağa atıldılar ve atılıyorlar. Ama istihdam sorununu bu boyutlara getiren, en azından son çeyrek yüzyılda görülen devresel ekonomik krizler değildir. Çükü ekonomik kriz olmasa da işçiler sokağa atılıyorlar. O halde nedeni başka yerde aramak gerekir. Bu da rasyonelleştirmedir, otomasyondur, işin verimliliğinin artmasıdır. Örneğin Almanya’da 1991’den 2002’ye işçi başına ciro 167 800 Euro’dan 343 300 Euro’ya çıkmıştır. 1991’den buyana ise işsizlik yüzde 33 oranında artmıştır. Böylece işgücüne ihtiyaç kalmadığı için toplumdan dışlanan işsizlerin sayısı giderek artmıştır. Bunun sonucu yoksulluktur, toplumsal yaşamdan dışlanmaktır. Bunun adı kitlesel kronik işsizliktir. Bu işsizlik artık kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmuştur. Teknolojinin bu gelişme seviyesinden sonra kapitalizmin bu işsizlikten kurtulmasının olanağı yoktur. Kronik kitlesel işsizlik nesnel bir gerçekliktir.

Toplumda zengin-fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi ve toplumun böyle parçalanması, sorunun sadece bir yönü. Sermaye-emek arasındaki bu parçalanmanın yanı sıra, işçi sınıfı kendi arasında parçalanıyor. Çalışan işçiler, işsizler, işletme içinde işçilerin parçalanması. İşletmelerde çekirdek işçi kesiminin yanı sıra düşük ücretli, geçici iş aktı olan ve bundan dolayı da görece garantili iş ilişkisi olmayan geniş bir kesim oluşmuştur.

Kapitalist, işletmede özellikle çekirdek işçi kesimine özel bir konum veriyor; reformist sendikaların da desteğiyle bu kesim işletmede istikrar faktörü oluyor. Birtakım sosyal imtiyazlarla, çalışma sürecinde gerçekleştirilen grupsal örgütlenme yapılarıyla bu kesimin üretim alanında yaratıcı bir potansiyel oluşturması öngörülüyor. (kalite çemberleri denen espri). Böylece bu işçi kesiminde kapitaliste karşı sadık bir tutum geliştiriliyor. Bu imtiyazlı grubun altında daha geri statülü başka gruplar yer alıyorlar. İşletme içinde bu statülerle işçiler bölünüyor ve sınıf bilinçli olmayan işçiler nezdinde çıkarlar farklılaşmış oluyor.

Tekelci sermaye ekonomik kriz dönemlerinde imtiyazlı, çekirdek işçi kesimini işten atmamayı tercih ediyor. Bu kesim bir nevi korunurken, işçilerin geriye kalan kısımları konjonktürün seyrine terk ediliyorlar. Bu kesim, ücretlerinin düşük olmasının ötesinde duruma göre her türlü işi yapmaya zorlanıyorlar veya gerek görüldüğünde kapı dışarı ediliyorlar. İşçi sınıfının en çok korku ve endişe içinde yaşayan kesimini bu grup oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının bu şekilde parçalanması, katmanlarına ayrıştırılmış olması, tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül ediyor. Çünkü böylece işgücünün sömürüsü daha da yoğunlaştırılabiliyor. İş dünyası, oldukça farklı hak ve ücretlendirmeyle, sosyal teminatın farklı normlarıyla ve istihdam sürekliliği perspektifinin farklılaştırılmasıyla yeniden şekillendiriliyor, örgütleniyor. Bu yeni örgütlenmenin veya değişen sömürü stratejisinin temel unsurunu, süreli iş aktı oluşturmaktadır. Süresiz iş aktı, artık önemini kaybetmektedir. Yani farklı ücretlendirilmiş ve hukuksal korumasız iş ilişkileri giderek önem kazanmaktadır. Çoğu gelişmiş (sanayi) ülkelerinde bu koşullarda çalışan işçilerin oranı yüzde 35 civarındadır ve bu oran giderek artmaktadır. .

Çıkarına daha iyi hizmet ettiği için sermaye, işçileri işletmelerde bu şekilde gruplandırmaktadır. İşletmede çekirdek işçi kesimi, istikrarı ifade ediyor. Burjuvazi bu kesimi, dışlanmış olanlarla, işsizlerle tehdit ediyor ve sesini çıkartırsan onlar gibi olursun diyor. Böylece işsizler, çalışmasalar da sermaye açısından önemli bir rol oynuyorlar.

İşçi sınıfı içinde farklılaşma eğiliminin olduğunu Marks ve Engels daha Manifesto’da belirtiyorlardı. Ama aynı zamanda işçi sınıfını bütünleştiren faktörlerden de bahsediyorlardı:
“Ama sanayin gelişmesiyle, proletarya, yalnız sayıca artmakla kalmaz, daha büyük yığınlar halinde yoğunlaşır, gücü büyür ve bu gücü daha çok hisseder. Proletarya saflarındaki farklı çıkarlar ve yaşam koşulları, makinenin tüm iş ayrılıklarını silmesi ve hemen her yerde ücretleri aynı düşük düzeye indirmesi oranında giderek daha çok eşitlenirler. Burjuvazi arasındaki büyüyen rekabet ve bunun sonucu ortaya çıkan ticari bunalımlar, işçi ücretlerini durmadan dalgalandırır. Makinelerdeki sonu gelmez iyileşme, durmadan daha hızlı gelişerek, bunların geçimlerini giderek daha çok güvensiz yapar; tek tek işçiler ile tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar, giderek daha çok iki sınıf arasındaki çatışma niteliğini alır. Bunun üzerine, işçiler, burjuvalara karşı birlikler (sendikalar) oluşturmaya başlarlar; ücret hadlerini yüksek tutmak için bir araya gelirler; zaman zaman çıkan isyanlar için önceden hazırlık yapmak üzere kalıcı dernekler kurarlar. Şurada burada, mücadele, ayaklanma halini alır“ (Komünist Manifesto; M-E; C. 4, s. 470).

Son çeyrek yüzyıl içinde tekelci burjuvazi, işçi sınıfını bölmek ve her bir bölüğünü birbirinin rakibi yapmak için sınıf olarak ortaya çıktığından beri başarısız sürdürdüğü mücadelesinde başarılı olmanın olanaklarını yakalamış durumda. İşletmelerin yeniden örgütlenmesi, işsizlerin çalışan işçilere karşı kullanılması, ücretlerin genel olarak düşürülmesinin ötesinde farklılaştırılması ile işçi sınıfında aynı sınıfa aitlik ruhunu öldürmeye çalışmaktadır. İşçilerin çıkarlarının ortak olduğunu kavramalarını ve bir sınıf olarak hareket etmelerini, aynı sınıfın unsurları oldukları, ortak çıkarları olduğu bilincinin gelişmesini engellemeye çalışmaktadır. Tabii ki tekelci burjuvazinin bu çabası, satılmış kalemler tarafından da desteklenmektedir. Fransa’da gerçekleştirilen bir ankete göre deneklerin üçte ikisi, çalışan işçilerle işsizler arasındaki farkın zengin-yoksul farkından daha önemli olduğu görüşünde. Böylece işçi sınıfının çalışan-çalışmayan bazında ayrımı, zengin-yoksul bazında toplumun burjuvazi-işçi sınıfı olarak ayrımının önüne geçiyor. Ne korkunç bir durum. Tabii ki böyle bir durumda işçi sınıfının çalışan kesimiyle işsiz kesiminin ortak mücadelesi gelişmez, sınıfın sermaye karşısındaki direnci kırılır.
İşçi sınıfının bu hale gelmesinde veya burjuvazinin bu yöntemleri karşısında silahsız kalmasında komünist faktörün olmaması veya etkisiz kalması belirleyici bir rol oynamaktadır.

SB’nde revizyonist ihanetten bu yana (XX. Parti Kongresi, 1956), çoğu ülkelerde, özelliklede revizyonist partilerin ve sosyal demokratların etkili oldukları ülkelerde; bir bütün olarak komünist partilerinin etkili olmadığı ülkelerde işçi sınıfı, sınıf olarak sosyal konumunun bilincine varamamıştır. Tabii ki bu, bilim olarak Marksizm’in bir eksikliği değildir. Lafta Marksizm’den bahsetmek, işçi sınıfının otomatikman sınıf bilinçli olacağı anlamına gelmiyor. Ama Marksizm’in çarpıtılması, işçi sınıfının bilinçlenmesini de çarpıtıyor. İşçi sınıfı, nesnel sosyal konumundan, üretim sürecindeki konumundan veya üretim ilişkilerindeki konumundan dolayı sınıf bilinçli olmuyor. Şüphesiz ki genel olarak toplumsal yaşamdaki ve üretim sürecindeki konum, işçilerde kendiliğindenci bir bilincin gelişmesini beraberinde getiriyor ve en fazlasıyla belli bir sınıf mantalitesi geliştirebiliyor ve bugün tekelci burjuvazi, komünist faktörün marjinalliğini veya olmayışını da kullanarak, işçi sınıfını çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyor. Onun bu çabası önünde etkili hiçbir direnç odağı yok.

Bu koşullarda işçi sınıfının çalışan kesiminin ve işsiz kesiminin sermayeye karşı süreklilik arz eden bir mücadele geliştirmesi, direnç odağı olması pek düşünülemez. Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde işçi hareketinin dönem dönem yükselmesi ve sonra da gerilemesi bunu göstermektedir. Özellikle işsizlerin sınıf mücadelesine yaklaşımında gelecekten umut kesmiş olmaları, niçin mücadele etmek gerektiğini kavramamaları belirleyici bir rol oynamaktadır. Açık ki kronik kitlesel işsizliğin olduğu bütün ülkelerde etkili olduğu kadarıyla devrimci ve komünist örgütler veya sendikalar, işçi hareketinin işsizler kesimini örgütleyen, onları kendi haline bırakmayan bir faaliyet sürdürmekte geç kalmışlardır.

HANGİ “SOSYAL DEVLET”!

II
Irak savaşıyla balgam içinde özellikle Alman kamuoyunda ABD’ye karşı bir “Avrupa ulusalcılığı” tetiklenmişti. Avrupa, iktidar kaynakları bakımından ABD’ye eş değerlidir ve sosyal sistemleri ABD’ninkinden daha üstündür. Dolayısıyla AB ABD karşısında rekabet gücüne sahiptir. İddia buydu.

„Der Spiegel“ dergisinde, arka arkaya çıkan yazılarda ABD’nin giderek yok olan gücü, Avrupa’nın yükselişi ele alınıyordu. Birtakım verilerle AB’nin ABD karşısındaki üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılıyordu. Bu derginin ve başka gazetelerin de sürdürdüğü kampanyaya Avrupa’nın önde gelen aydınları da katıldılar.

31 Mayıs 2003’te yedi filozof ve yazar, Avrupa’nın yeni rolü üzerine Avrupa’nın önde gelen gazetelerinde bir manifesto yayımladılar. Bu manifestonun inisiyatifçilerinden birisi de Jürgen Habermas’tı.
Jürgen Habermas ve Jacques Derrida’nın imzasını taşıyan ve Frankfurter Allgemeinen Zeitung’da yayımlanan makalede („Avrupa’nın Yeniden Doğuşu, Ortak Bir Dış Politika İçin Söylev“) şöyle deniyordu: „ABD’nin hegemon ünilateralizmini dengelemek için Avrupa, uluslararası alanda ve BM çerçevesi içinde gücünü ortaya koymalıdır. „Gelecekteki bir dünya iç politikasının dizaynının şekillendirilmesi“ Avrupa’nın görevidir. „Karmaşık bir dünya toplumunda sadece tümenler önemli değildir, bilakis görüşme ajandalarından, ilişkilerden ve ekonomik avantajlardan oluşan yumuşak bir iktidar önemlidir“. Jürgen Habermas ve Jacques Derrida’ya göre, Avrupalılar „sınıf zıtlıklarının sosyal devletsel bir barışını“ sağlamışlar, „sosyal adalet için ölçüler“ koymuşlar vs. Habermas ve benzerleri ABD karşısında AB’nin üstünlüğünü „sosyal devlet“ ile açıklamaya çalışıyorlar. Bizi burada ilgilendiren de bu konudur.

Bu filozof ve yazarların, evet bir bütün olarak AB’nin „sosyal devlet“ anlayışı, propagandadan öte hiçbir anlam taşımamaktadır. Avrupa devletlerinin, burada Batı Avrupa devletleri kastediliyor, sosyal adalet adına uygulamaları hiçbir şekilde örnek ölçü olamaz. Hele ABD’ninkinden de hiçbir şekilde daha üstün değil. Hemen bütün AB ülkelerinde, özellikle de AB’nin emperyalist ülkelerinde hükümetler, neoliberal politikaları paket paket yasalaştırıyorlar ve uygulamaya koyuyorlar. Tam da böyle bir dönemde, tarihi misyonu burjuva düzeni korumak olan birtakım aydın ortala çıkıyor, insanların dikkatini uygulanan neoliberal politikalardan, AB’nin „sosyal adalet“ bakımından ABD’den daha üstün olduğu noktasına çekmeye çalışıyor. Bu baylar da çok iyi biliyorlar ki, kıta Avrupa’sında uygulamaya konan neoliberal politikalar, daha önce ABD’de Reagan ve İngiltere’de de Thatcher dönemlerinde uygulamaya konmuştu.

Habermas, koşulların değiştiğinin ve artık „sosyal devlet“in tarihe karıştığının farkında değil. Bu aydınlar, kendi yaşam koşullarını „sosyal devlet“ için, „sosyal adalet“ için ölçü olarak alıyorlar ve sanıyorlar ki işçi ve emekçi yığınları da kendileri gibi yaşıyor ve düşünüyor.

2000 yılının başından beri dünya ekonomisi krizde, Avrupa ekonomileri de krizde. AB’nin dünya ekonomisinin krizden çıkması için veya artan işsizlik ve yoksulluk karşısında reçete olarak öne sürdüğü, ABD’nin uygulamalarından farklı örnek olarak alınacak bir önerisi oldu mu? Olmadı. Avrupa’nın güya „sosyal adalet“ dağıtan devletleri de, en katı bir şekilde neoliberal politikaları uygulamaya koymadılar mı ve hala da paket paket yasalaştırmıyorlar mı? Habermas ve benzerleri için herhalde bu neoliberal dayatmalar, Reagan ve Thatcher döneminde uygulanan politikalar, AB’nin ABD’den üstünlüğünü gösteren ölçü oluyor!?

Habermas ve benzerleri için AB ülkelerindeki bütün sosyal sistemler, garantilenmiş dayanışma düzenlemeleridir. Öyle de olsa, peki bu baylar, sağlık, emeklilik, eğitim, iş vb. sosyal sistemlerin teker teker işlevsizleştirildiğini, geçersiz kılındıklarını ve Almanya’da Agenda 2010’un buna hizmet ettiğini bilmiyorlar mı? „Sosyal adalet“in bütün yükünün çalışanların sırtına yıkıldığını bilmiyorlar mı? Örneğin sadece işsizlik parasındaki ve işsizlik yardımındaki kesintilerin ve hastalık parasının özelleştirilmesinin yığınların sırtına yüklenen 11 milyar Eoroluk bir yük olduğunu bilmiyor olamazlar.

2001-2002 döneminde Almanya’da tekellerin karları 50 milyar Euro civarındaydı. Ama bu dönemde, tekel karlarının arttığı bu dönemde sermaye ve kapitalistleri ilgilendiren bütün vergiler önemli boyutlarda düşürüldü.
Devletin vergi gelirinde kar ve sermaye vergisinin payı 1980’den beri yüzde 26’dan yüzde 13,4’e indirildi. Aynı dönemde işçilerden kesilen ücret vergisinin payı yüzde 30,5’ten yüzde 31,9’a yükseltildi. Keza toplumun her kesiminden eşit olarak alınan muamele ve tüketim vergileri yüzde 43,5’ten yüzde 55,8’e çıkartıldı. 1999’dan bu yana bütün yığınları ilgilendiren vergiler yüzde 2 civarında artarken, bankaların ve tekellerin ödedikleri vergi, 1999’da ödediklerinin yaklaşık yarısına indirilmiştir (yüzde -44). 2003’ün ilk yarısında emekçi yığınların ödedikleri vergi, toplam vergi gelirlerinin yüzde 80’ini oluştururken tekellerin ödedikleri verginin toplamdaki payı ancak yüzde 3 civarındaydı. Son 11 sene içinde işçilerin gelirlerindeki reel gerileme yüzde 4,4 oranındaydı. Ama aynı dönemde tekellerin net geliri (enflasyondan arındırılmış gelir) yaklaşık yüzde 40 oranında arttı. Bu gelişme, gelir dağılımındaki farklılığı uçuruma çevirdi. Örneğin Almanya’da 365000 milyoner, ülkedeki toplam parasal varlığın yüzde 26 kontrol ediyor. Ama nüfusun yarısı; yüzde 50’si ise ancak yüzde 4,5’ini kontrol ediyor. Ve bu „sosyal adalet“ ülkesinde işsizlerin yüzde 50’si ve her 12. aile yoksul statüsünde.

Şimdi Hartz 4 de yasalaştırıldı. (Tabii ki Habermas bunu, yazıyı yazdığı dönemde bilemezdi!!). Bu yasaya göre işsizlere verilen para/yardım, sosyal yardım seviyesine düşürülüyor, yoksulluk yasalaştırılıyor.
Hartz 4’ün yasalaştırıldığı dönemde bir de istatistik açıklama yapıldı. Dünya ihracatında, ABD’yi de geride bırakarak payını yüzde 10’un üzerine çıkartan Almanya, 11 yıl sonra yeniden „dünya şampiyonu“ olmuş.
İstatistikler başka gelişmelere de işaret ediyorlar. Resmi (kayıtlı) işsiz sayısı 4,5 milyon sınırına varıyor. Bu da bir rekor.

Her iki rekoru bir araya getirdiğimize şunu görüyoruz: Alman tekilci burjuvazisi uluslararası alanda rakiplerini geride bırakıyor. Ülke içinde ise rakibini (işçi sınıfını) yoksulluğa mahkûm ediyor. Uluslararası alanda güçlü olmak için ulusal alanda yoksulluğu yasalaştırmak zorunda. Çünkü yoksulluğa mahkûm ettiği işçilerin işgücüne ihtiyacı yok. Alman tekelci burjuvazisi, Sosyal Demokrat ağırlıklı hükümetiyle işsizlerin yaşam seviyesini daha da geriye çekmeye çalışıyor, çünkü onun görüşüne göre, bu yığınların varlığı dünya pazarı ölçeklerinde gereksizdir, dünya pazarında daha fazla pay elde etmenin önünde bir engeldir. Diğer bir ifadeyle; dünya pazarında ilk sıralarda yer almak isteyen her ülke, ülke içinde, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki yaşam koşullarını geçerli kılmalıdır. Uygulanmaya konan neoliberal politikalarla, çıkartılan yasalarla ve bir bütün olarak Agenda 2010 ile „tüketmeyenin yaşamaya da hakkı yok“ mesajı veriliyor. „Tüketmeyenin yaşamaya da hakkı yok“ anlayışı neoliberalizmin temel anlayışlarından birisidir. Özellikle AB içinde ücretler, Almanya’da olduğu kadar aşağıya çekilmemiştir. AB’nin hiçbir ülkesinde Almanya’da olduğu gibi yeni işyeri açmak için değil, rasyonelleştirme amaçlı yatırımlar yapılmamıştır.
Peki, Habermas bunları bilmiyor mu?

Mayıs 2003 itibariyle ve OECD ölçülerine göre Euro alanında işsizlik oranı yüzde 8,8. OECD ortalamasından (%7,2), 15 AB üyesindekinden (%8,1) ve ABD’dekinden (yüzde 6,1) daha yüksek bir oran. AB’nin „sosyal adalet“ ülkesi Almanya’da işsizlik oranı yüzde 9,4 ve Fransa’da da yüzde 9,1 oranında. Habermas ve benzerleri sosyal koşulları böyle olan bir AB’yi savunuyorlar, haklı bir şekilde Amerikan sosyal sisteminin dayanışmacı olmadığını, sosyal olmadığını teşhir ediyorlar, ama savundukları AB’nin ABD modeli karşısında alternatif bir model oluşturmadığının, AB’nin Amerikanlaştığını kabul etmiyorlar.

Her halükarda, daha başka uluslararası gelişmelerde de göreceğimiz gibi, AB ve ABD arasındaki rekabet keskinleştikçe Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, Habermas ve benzeri filozof ve yazarları, AB’nin gücünü, haklılığını, ABD’den üstünlüğünü anlatmak ve Avrupalı işçi ve emekçi yığınlarının AB politikasının peşine takmak için seferber edeceklerdir. Bunu, Irak savaşı döneminde, Avrupa kamuoyunun ABD’ye karşı, güya barış adı altında Alman ve Fransız politikalarının yanında yer almasında gördük.