deneme

26 Şubat 2004 Perşembe

AB-ABD-TÜRKİYE

Alman ana muhalefet partisi başkanı Merkel’in arkasından Alman Başbakanı Schröder Türkiye’yi ziyaret etti. Alman tekelci burjuvazisinin bu siyasi temsilcileri Türkiye’nin AB üyeliği konusunda birbirine tamamen zıt açıklamalar yaptılar. Buradan da anlaşılıyor ki, Alman tekelci burjuvazisinin bir kanadı Türkiye’nin AB üyeliğini istemezken, diğer kanadı üyeliğe sıcak bakıyor gözüküyor ve bundan dolayı da Türk burjuvazisinin ağzına bir parmak bal çalıyor.
Ana muhalefet partisi(Hıristiyan Demokrat Birlik) başkanı A. Merkel, Türkiye’ye üyelik yerine „imtiyazlı üyelik“ önerdi. Ana muhalefetin küçük ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik partisi başkanı E. Stoiber de „Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa’nın sonu olur“ açıklamasıyla Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu açıkladı.

Almanya’nın sosyal demokrat eski başbakanlarından H. Schmidt, Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk baktığını, bunun kabul edilir olmadığını yıllar öncesi açıklamıştı.

Eski cumhurbaşkanlarından R. Weizsaecker (Hıristiyan Demokrat Birlik), Türkiye’nin AB üyeliğine olumlu baktığını ve Türkiye’nin AB üyeliğinin „küresel bir görev“ olduğunu açıkladı. Cumhurbaşkanı J. Rau da (sosyal demokrat), Türkiye’nin AB üyeliği üzerine tartışmaları erken bulduğunu açıkladı. Açık ki sosyal demokratların bir kesimiyle muhalefet aynı anlayıştalar.

Türkiye’nin AB ile ilişkileri Almanya açısından her dönem tartışılır bir konu olmuştur. Özellikle seçim dönemlerinde Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenler seçim malzemesi yapılmışlar ve bu çerçevede de Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili bolca açıklamalar yapılmıştır. Son yapılan çelişkili açıklamaların da seçimle ilgisi vardır. Bu sene Almanya’da 14 seçim var. 600 bin Türkiyeli Alman vatandaşı. Bir taraftan bunların oyu alınmak isteniyor. Diğer taraftan da muhafazakâr seçmenler, „Türkler geliyor“la korkutulmak ve bu korku ve tedirginliğin oya çevrilmesi planlanıyor. Tabii ki Türkiye’nin AB üyeliği üzerine Alman tekelci burjuvazisinin düşüncesi, seçim dönemlerinde yapılan böylesi taktik çıkışlarla açıklanmış olmaz.

AB, üyelik müracaatından bu yana Türkiye’yi sürekli oyalamış, bekleme odasında yaklaşık 40 sene bekletmiş ve iş, olmazsa olmaz aşamaya gelince aday üyeliği gündeme getirilmiştir. Helsinki’den bu yana Türk burjuvazisi, AB ülkelerinin de beklemediği bir hızla, „Kopenhag Kriterleri“ne uyum sağlamak için „reformlar“ gerçekleştirmiş, reform paketleri bir birini kovalamıştır. En azından biçimsel de olsa Türk burjuvazisi, istenileni yerine getirmiştir. Bundan dolayıdır ki, AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirisi „tamam, kâğıt üzerinde reform yaptınız, ama uygulamayı görmek isteriz“le sınırlı kalmıştır.

AB de biliyor ki Türkiye’nin üyeliği söz konusu olduğunda sorun, “Kopenhag Kriterleri”nin yerine getirilip getirilmemesi değildir. Mayısta üyelikleri onanacak olan ülkelerin hiçbirisi, üyelik koşullarını yerine getirip getirmeme konusunda Türkiye’den daha ileri bir durumda değildir. Ama buna rağmen bu ülkeler üyeliğe kabul ediliyorlar. Sadece bu anlayış, Türkiye’nin üyeliğine yaklaşımda başka faktörlerin belirleyici olduğunu göstermektedir.

Türkiye’nin AB üyeliğinde her şeyden önce belirleyici olan faktör, ülkenin jeostratejik konumudur. Türkiye’nin AB kriterlerine, çokça sözü edilen “Kopenhag Kriterleri”ne uyup uymadığı biçimseldir. Şayet AB, Türkiye’nin üyeliğini kendi çıkarları açısından doğru bulunsa, söz konusu kriterlere uyduğunu açıklar ve mesele biter.

Türkiye, “soğuk savaş”ın sonuçlanmasıyla; sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra stratejik öneminden bir şey kaybetmedi. Daha önce; iki kutuplu dünya döneminde Türkiye, “komünizme” karşı kapitalist dünyanın önemli bir stratejik üssüydü. Şimdi ise çok rekabet merkezli dünyada, dünya hâkimiyeti için mücadele eden her bir emperyalist güç odağı açısında oldukça önemlidir.

Türkiye, günümüzde emperyalist rekabet merkezleri açısından çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzasından oluşan üçgenin ortasında yer alıyor ve bu özelliğinden dolayı da emperyalist ülkeler arasında adeta paylaşılamıyor.

Jeopolitikacı Z. Brezenski’nin kaleminden Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’nin görevleri şöyle sıralanıyor:
“Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkasya’da dengelemekte, İslamcı kökten dinciliğe panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak olarak NATO’ya hizmet sunmaktadır. İstikrarsız bir Türkiye, muhtemelen Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Kafkasya’da bağımsızlığını yeni elde etmiş devletler üzerinde Rus denetiminin yeniden sağlanmasına yol açar”.

“Güney Kafkasya ve Orta Asya’nın istikrarlı ve bağımsız teşvikinde Amerika, Türkiye’nin bir kenara itilmemesine dikkat etmelidir... Kendini, katılmak istediği Avrupa’dan dışlanmış hisseden bir Türkiye, salt inatçılıktan dolayı NATO’nun genişlemesini veto eden, laik Orta Asya’nın istikrara kavuşturulması ve dünya toplumuna entegresi için Batı ile işbirliğine daha az hazır İslamcı bir Türkiye olur”.

“Bu nedenle Amerika, Türkiye’nin (AB’ye) girişi için Avrupa’daki nüfuzunu geçerli kılmalıdır ve Türkiye’nin Avrupa devleti olarak muamele görmesine dikkat etmelidir.. Ankara ile Hazar Havzası ve Orta Asya’nın geleceği üzerine Ankara ile düzenli görüşmeler, Türkiye’de ABD ile bir stratejik ortaklık bilincini teşvik eder. Amerika, Türk isteği Bakü Ceyhan boru hattını da desteklemelidir”.

Siyasi ve ekonomik açıdan, en azından emperyalist çıkarlara hizmet edecek kadar istikrarlı, emperyalist çıkarları askeri açıdan da savunacak derecede güçlü, göstermelik de olsa demokrasi kurallarına uyan bir Türkiye isteniyor.
AB’nin Türkiye’ye ilişkin, Türkiye’de “demokratikleşmeye” ilişkin açıklamalarında da aynı isteği görüyoruz.
Gerek ABD ve gerekse de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’yi dışlayamayacaklarını görüyorlar.

Bu iki emperyalist rekabet merkezinin Türkiye ile bugünkü ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Ama gerek ABD ve gerekse de AB, Türkiye’nin, stratejik derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi olduğunu biliyorlar. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bölgesel bir gücün, AB üyeliği, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. Bunun ötesinde Irak’a saldırı döneminde birçok AB üyesi ülkenin Amerikan emperyalizminin yanında yer alması, ABD’nin, AB içinde Truva atlarının ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Üyeliği durumunda bunlara Türkiye de katılacaktır. ABD’nin, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesinin altında yatan gerçek budur. AB’nin önde gelen ülkeleri, özellikle de Almanya, böyle bir Türkiye’den korkuyorlar.

Böyle bir ülkenin AB’ye tam üye olmaması, ama ilişkilerin de tam üyeliğe doğru gidiliyormuş gibi sürdürülmesi, böyle bir süreç içinde Türkiye’nin AB’nin çıkarlarına koşulması, AB’nin bugünki Türkiye politikasıdır.