deneme

15 Şubat 2004 Pazar

MARKSİST-LENİNİST POLİTİK EKONOMİNİN BAZI SORUNLARI(I)

Önceleri işsizlik sorunu ekonomik kriz dönemlerinde daha ziyade tartışılan bir konuydu. Özellikle geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından bu yana bu konu gündemden hiç düşmemiştir. Ekonomi krizde olsa da, olmasa da sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Burjuvazinin işsizlik sorununa çözüm diye ortaya attığı öneriler boş çıkmış ve bazı uygulamalar da gerçek durumu gizlemeye hizmet etmekten öte bir anlam taşımamıştır.
1970’lerden buyana kapitalist sistemde iki farklı yönelişin birbirleriyle mücadelesine şahit oluyoruz. Bir taraftan “sosyal devlet” anlayışının savunucuları, yani Keynesçiler (bunlara “fiskalist”ler, neokeynesçiler de diyebiliriz) diğer taraftan da neoliberalizmin savunucuları (bunlara monetaristler de diye biliriz). Keynesçiler, artık kendilerine; sosyal-politik anlayışlarına sermayenin ihtiyacının kalmadığın görmüşler, ama buna rağmen, güya savaşarak, dövüşerek geri çekilmeye karar vermiş olmaları gerekir ki, dünya işçi sınıfını ve emekçi yığınları “başka bir dünya olasıdır”, “mümkündür”, “muhtemeldir” anlayışı etrafında örgütleyerek “sosyal devlet”e geri dönülebileceği anlayışını savunuyorlar ve bu doğrultuda “meydan muharebelerini” sürdürüyorlar. Bugün neoliberal politikalarla art arda yok edilen sosyal hakların yeniden elde edilebileceğine ve Keynesçi “tam istihdam” anlayışına göre işsizliğin toplumsal sorun olmaktan çıkartılabileceğine inanıyorlar. Buna karşın tekelci sermayenin; uluslararası tekellerin çıkarlarının sosyal-politik ifadesi olan neoliberalizm, sermaye hareketinin önündeki bütün engelleri yıkıyor. Sermaye birikimi; yoğunlaşması ve merkezileşmesi devasa boyutlara varmasına rağmen, işsizlerin sayısı azalacağına artıyor. Ekonomi krizde olmasa da işsizlerin sayısı artıyor. Bunun böyle olmasının nedeni tabii ki neoliberal politikalarda aranamaz. İşçileri sokağa atan, politikanın kendisi değildir. İşçileri sokağa atan, sermayenin organik bileşimindeki gelişmedir, teknolojinin üretimde yoğun kullanımıdır. Bazı açılardan sorunun esasına bakalım.

ÜRETİM VE İSTİHDAM

İŞSİZLERİN SAYISININ AZALMASI VEYA ARTMASI EKONOMİNİN KRİZDE OLUP OLMADIĞININ BİR KISTASI DEĞİLDİR ARTIK
Kapitalist üretim biçiminin devrevi kriz aşamasına girdiği 1825’ten bu yana sürekli tartışılan konulardan birisi de istihdam sorunu olmuştur. Ekonomik kriz dönemlerinde işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmaları ve krizin atlatılmasından sonra yeniden işe alınmaları; bir bütün olarak kapitalist üretim ile istihdam üzerine burjuva ekonomistler/teorisyenler bir dizi teori üretmişlerdir. Ama yaşam onların teorilerini çürütmüştür. Üretim-istihdam ve işsizlik sorununa çözüm getiren Marks olmuştur. Aradaki farkı şöyle belirtebiliriz:

Burjuvazi, kapitalizm koşullarında işsizliğe çözüm aramaktadır. Marksizm ise işsizlik sorununun kapitalizm koşullarında çözülemeyeceğini, bu sorunun kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurumasıyla çözüleceğini savunur ve bu savunu sosyalizm pratiği tarafından da kanıtlanmıştır.

Ekonomik kriz ve işsizlik arasındaki ilişki, aynı zamanda, ekonominin gelişme seyri için bir kıstas olmuştur. İşsizlerin sayısındaki azalma, maddi değerlerin üretiminde (sanayi üretimi) belli bir gelişmenin/büyümenin göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Burjuvazi, belli bir sanayi yedek ordusunu, işçi sınıfı üzerinde baskı aracı olarak kullanmak için hazır tutmuştur. Bu ordunun kapsamı ve ekonomik mücadeledeki gücü de, başka şeylerin yanı sıra, kapitalist ekonominin; sermaye hareketinin devrevi hareketine göre değişmiştir. Kapitalist üretimin devrevi hareketinin dört aşamadan oluştuğu dönemde (kriz-durgunluk-canlanma-yükseliş) işsizlerin sayısı kriz ve durgunluk dönemlerinde, ama özellikle kriz dönemlerinde olağanüstü artarken, canlanma ve özellikle de yükseliş döneminde olağanüstü azalabiliyordu. Bu durumun değişmesinin ilk ipuçları geçen yüzyılın ‘20’li yıllarında görülmeye başladı ve Komünist Enternasyonal, özellikle Amerikan ekonomisinde görülen bu gelişme üzerine şu tespiti yapıyordu: “... yeni tekniğin sonucu olarak; ... yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.
“... Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz” (Komünist Enternasyonal’in VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, s. 201-04, 8. Oturum 1928).

Komünist Enternasyonal’in “başka süreç” olarak ifade ettiği bu gelişme, özellikle aynı yüzyılın ‘70’li yıllarından itibaren kronik kitlesel işsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ne olmuştu da kronik kitlesel işsizlik, kapitalizmin ayrılmaz bir olgusu olmuştu? Ne olmuştu da, örneğin maddi değerlerin üretimi artmasına rağmen, bu artış, işsiz sayısının azalmasına yansımıyordu? Sanayi üretimi artmasına rağmen işsizlerin sayısı neden azalmıyordu ve böylece bu olgu, ekonominin krizden çıkışının bir göstergesi olmaktan çıkmıştı?

Gerçekten de, sadece emperyalist ülkelerde değil, Türkiye gibi ülkelerde de; teknolojinin şu veya bu oranda kullanıldığı, ihracatı sanayi ürünlerine dayanan ülkelerde de, ekonomi krizden çıkmasına rağmen, işsizlerin sayısında önemli bir azalma olmuyor. Tersine işsizlerin sayısı artabiliyor. Diğer bir ifadeyle: Ekonomi krizde olmadığı dönemlerde de işçiler kitlesel olarak sokağa atılabiliyorlar. Bu gelişmenin nedenini, rasyonelleştirmede, yoğun teknoloji kullanımında; bir bütün olarak sermayenin organik bileşimindeki değişmede ve nihayet bütün bu gelişmenin toplam ifadesi olan sermaye hareketinin; kapitalist devreviliğin değişmesinde aramak gerekir.

‘70’li yıllardan sonra ekonomi devreviliğinde yükseliş aşaması yok olmuştur. O aşamanın yerini inişler-çıkışlar gösteren ve ekonomik büyümenin küçülmüş oranlarla gerçekleştiği bir dönem almıştır. Bugün yaşanan süreç veya kapitalist ekonominin seyri, ‘70’li yıllardan beri devam eden ekonomik durgunluğun doğrudan bir ifadesidir. Ekonomik durgunluk, aynı zamanda sürekli işsizlik, artan sayıda işsizlik, kronik hale gelen kitlesel işsizlik demektir. Böylece giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur.

Teknoloji o boyutlarda gelişmiş ve üretimde ve dolaşımda kullanılmaktadır ki, kapitalist ne kadar çok üretmek isterse üretsin veya kapitalizmde üretim anarşisi hangi boyutlara varırsa varsın, kullanılan işgücüne veya yanlış tanımlanmasıyla ifade edersek “emek” kullanımına olan ihtiyaç giderek azalmaktadır.(Sermayenin organik bileşiminin değişmesi-yükselmesi- esprisi). Bunun anlamı şudur: “Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışma zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır.
İş verimliliğinin artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. Bu gelişme, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması. İşin verimliğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makineyi harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler” (Komünist Enternasyonal; agy.).
Kapitalist veya uluslararası tekeller, rekabet gücüne sahip olmak, dünya pazarlarında en fazla payı kapabilmek veya mevcut paylarını koruyabilmek için en modern teknolojiyi üretimde ve dolaşımda kullanmak, üretimde rasyonelleştirmeye gitmek zorundadırlar. Bütün bunlar sonuç itibariyle sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişmesine; organik bileşimin yükselmesine neden olmaktadır. Var olmak için, başka sermayeler tarafından yutulmama için her sermaye, bu yolda yürümek zorundadır. Bu anlamda çalışan işçi sayısının giderek azalması, buna paralel olarak da işsizlerin sayısının giderek artması, ekonomik devreviliğin nesnel bir yasası olmuştur.

Bu gerçeklik, günümüz kapitalizminde kronik kitlesel işsizliğin kaçınılmaz olduğunu ve işsizlerin sayısındaki değişmenin, ekonominin krizde olup olmadığının bir kıstası olmaktan çıktığını gösterir.

Bu durumdan kurtulmanın; günümüzde teknolojik gelişmenin boyutlarını göz önüne getirirsek, geçici olarak kurtulmanın yegâne yolu, savaş ve olağanüstü nüfus artışıdır. Yeni bir emperyalist savaşla dünya taş üstünde taş kalmayacak derecede yıkıma uğrar. Bu durumda dünyanın yeniden inşası için olağanüstü boyutlarda işgücüne ihtiyaç duyulur ve belli bir süre için kronik kitlesel işsizlik olgusu ortadan kalkar. Veya dünya nüfusu, belli bir dönemde olağanüstü boyutlarda artar ve böylece mevcut talep kapsamı genişler. Bu talebe cevap vermek için arz (üretim) kapsamı artar. Ancak bu iki noktadan hareketle mevcut ekonomik durgunluğa karşı konabilir. Tabii ki böylesi olasılıklar, olağanüstülüğün, geçiciliğin ifadesidir. Bugün açısından kapitalist üretim için “normallik” ise, kronik kitlesel işsizliğin, Marks’ın deyimiyle eğilim olmaktan çıkarak kapitalist üretim biçiminin bir yasası olmasıdır.

Bu yasanın anlamı, sadece, işsizliğin kronik kitlesel olduğunu ifade etmekle sınırlı değildir. Bu yasa, kapitalist üretim biçiminin nesnel olarak ömrünü doldurduğunun da ifadesidir. Çünkü yine Marks’ın tespit ettiği gibi, teknik ilerlemeden dolayı zorunlu işe (“emeğe”) olan ihtiyacın asgariye düşmesi, sermayenin kendini artık değerlendiremediğinin ifadesi ve giderek, değer yasasının geçerliliğini yitirmesi demektir. Sermayenin organik bileşiminin değişken sermaye (işgücü) aleyhine değişimi ve bu değişimin geriye dönüşümü olmayan bir değişim olması (bir yasa olması) bunu göstermektedir. Bu yasa sosyalizme geçişin nesnel koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterir. Veya da kapitalistler, azami kar amacından vazgeçerler, sermayenin bu içsel dürtüsü ortadan kalkar ve çalışma süresi haftada 15-20 saate indirilir. Böylece işsizlik olgusu ortadan kalkar. Ama bu sefer de kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkar. Tam istihdam ve “sosyal devlet” için mücadele eden Keynesçiler, Dünya Sosyal Forumu’nun ve Avrupa Sosyal Forumu’nun bir kısım bileşenleri, yığınları bunun için örgütlemeye çalışıyorlar. Onlara göre bütün kötülükler “küreselleşme”nin “aşırılıkları”ndan kaynaklanıyor. Kapitalizm, reforme edilirse, sermaye hareketi dizginlenirse, “küreselleşme” de kontrol altına alınır ve “sosyal devlet”e dönülür.