deneme

20 Ağustos 2009 Perşembe

DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VII)


20.08.2009
 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VII)

DEVLET BORÇLANMASI, EKONOMİK KRİZ VE SERMAYE HAREKETİ
“Vergiler, hükümet mekanizmasının iktisadi temelidir, başka bir şey değil”
(K. Marks; Gotha-Programı Eleştirisi)

Bu makalede devlet borçlanması, ekonomik kriz ve sermaye hareketi arasındaki diyalektik bağı ele alacağız. 

Devlet borçları, vergi gelirlerini özelleştirir ve alacaklıların parasını sermayeye dönüştürür. Devlet borçları söz konusu olduğunda vergi gelirleri, faizleri ödemek için alacaklıya aktarılmış olur. Böylece kamu gelirleri devlet borçlanmasının sonucu olarak özelleştirilir.

Devlet borcu ve aylak takımı:
“Kamusal borç, ilkel birikimin en enerjik kaldıraçlarından birisi olur. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, üretken olmayan paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir ve bunu, sanayide ve hatta tefecilikte kullanıldığında bile kaçınılmaz olan zahmet ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaksızın yapar. Devlet alacaklıları, aslında hiçbir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen meblağ, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir.
Böylece yaratılan ve yıllık gelirleriyle geçinen bir aylaklar sınıfı ile hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini -ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan,  ... tacirlerin ve özel manüfaktürcülerin zenginliklerini- bir yana bırakalım, devlet borçlanması, bir de anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasisinin doğmasına yol açmıştır”(Marks, Kapital, C. I, s. 782/783).

Devlet borcu ve hayali sermaye:
“Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 TL tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 TL ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 TL'lik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 TL'ye satabilir; B için 100 TL'yi yıllık %5 faizle vermek ya da 100 TL ödemek suretiyle devletten yılda 5 TL tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. ... Devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur.”(K. Marks, Kapital, C. III, s.   482/483).

“Ulusal borç sermayesinin birikimi, yalnızca, vergi gelirinin belli bir kısmı üzerinde kesin bir hak ayrıcalığına sahip bulunan devlet alacakları sınıfında bir artış olduğu anlamından başka bir şey değildir”(Agk, s. 493).

Vergilerin artması devlet borçlanmasının kaçınılmaz bir sonucudur:
Devlet borçlarının, desteğini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulması gibi, modern vergilendirme sistemi de, ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısıydı. Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılamak olanağı sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. Öte yandan, birbiri ardına yapılan istikrazların birikmesi sonucu vergilerde meydana gelen yükselme, hükümeti, sürekli, yeni olağanüstü harcamalar için yeni istikrazlara zorlar. En gerekli geçim araçlarını vergilendirme (yani böylece fiyatlarını yükseltme) ekseni çevresinde dönen modern devlet maliyeciliği, böylece,  otomatik ücret artışlarının tohumunu kendi içinde taşır. Aşırı vergilendirme, bir rastlantı olmaktan çok, bir ilkedir...
Bunun ücretli işçilerin koşulları üzerindeki yıkıcı etkisi, burada, bizi, bunun sonucu olarak, köylülerin, zanaatçıların ve tek sözcükle bütün alt orta sınıf unsurlarının zorla mülksüzleştirilmesinden daha az ilgilendirmektedir...
Kamusal borçlar ile buna uygun düşen mali sistemin, servetin sermayeleşmesi ve halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesinde oynadığı büyük rol,  ... çoğu yazarları, modern halkların sefaletinin temel nedenlerini yanlış olarak burada aramaya yöneltti”( K. Marks, Kapital, C. I,  s. 784).

Kamu finansmanı ve kriz:
İster krizde olan ekonomiyi canlandırmak için olsun, isterse de ulusal güvenlik adı altında askeri harcamalar veya savaş için olsun, her hükümet böylesi durumlarda olağanüstü harcama yapıyor demektir. Ama hükümetlerin gelir kaynakları bellidir; tüketicilerden alınan vergiler. Gelirleri sınırlı olduğu için hükümetler, örneğin ekonomik kriz ve savaş koşullarında elde edebilecek olduklarından daha fazla bir miktarı harcamak zorunda kalırlar. Bu harcamalar sonucunda ekonomide bir canlanma sağlansın veya sağlanmasın, hükümetler bugün harcadıklarını, yarın veya daha sonra tüketiciden almak zorundadır. Ekonominin nispeten iyi olduğu dönemlerde gelirin üzerinde yapılan harcamaları, yani borçları ödemekte pek zorluk olmaz. Ama ekonomide beklenen iyileşme olmazsa, borç, geri ödenmesi gündeme geldiğinde sorun olur ve bu borçlanma krizine kadar gider.

Ekonomik gelişme-savaş ve borçlanma ilişkilerine tarihsel perspektifte baktığımızda bazı ülkelerin bazı nesnel nedenlerden dolayı çok borçlu olmasına rağmen zorluk yaşamadığını, ama belli dönemlerde borçların sorun olmaya başladığını görüyoruz. Örneğin II. Dünya Savaş döneminde İngiltere'nin borçları o zamanki GSH'sının yüzde 250'sine denk düşüyordu, yani 2,5 misli fazlaydı. ABD'ninki de GSH'nına denk düşecek kadar artmıştı. Ama savaş sonrası dönemde uzun süren olumlu ekonomik gelişmeden dolayı borçların GSH'ya oranı giderek düşmeye başlamıştı; ekonomi büyüdüğü için borçlar mutlak artsa da görece, oransal azalmıştı.
Bu gelişmeye Kanada, İrlanda ve Danimarka gibi ülkeleri de örnek gösterebiliriz: Bu ülkelerde borçların GSH'ya oranı son 20 sene içinde yüzde 40'a kadar düşmüştür. Bu alanda İrlanda, en başaralı ülkedir; devletin borçları 1987'de GSH'nın yüzde 109'una eşitti, 2007'de bu oran yüzde 25'e düşmüştür. Demek ki, ekonomi, devlet giderleri miktarından daha hızlı büyüyorsa, borçların GHS'ya oranı da görece düşüyor. Görece diyoruz, çünkü borçlar mutlak olarak artabilir, ama ekonomi buna rağmen hızlı büyüyorsa; artan borçlara rağmen hızlı büyüyorsa, borçlanma da görece olarak azalıyor demektir.
Yaşanan kriz döneminde devletlerin ekonomiyi canlandırmak için, kendi sermayelerini korumak için yapmış oldukları harcamalar veya planladıkları harcamalar, devletin borçlanmasından başka bir anlam taşımaz. Ama bu kriz kapitalizmin tarihinde yaşanmış en ağır ekonomik krizlerden birisidir; çok sayıda ülke ekonomisi krizdedir, kapitalizmin merkezlerinde patlak vermiştir, doğrudan uluslararası tekelleri devirmeye başlamıştır. Dolayısıyla, dünya ekonomisini, ülkeleri krizden çekip çıkartacak bir lokomotif ülke yok ve ekonomisi krizde olmayan küçük ülkelerin de lokomotif rolü üstlenecek durumu yok. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisi durumuna yükselen Çin ise bu rolü oynamaktan oldukça uzaktır.
Ekonominin genel çerçevesinin olumlu olmadığı koşullarda en güçlü ekonomilerin bile borç sorunuyla karşı karşıya kalmasına en öğretici örneği Japonya oluşturmaktadır. Bu ülke, 1990'lı yıllardan beri yoğun devlet müdahalesine rağmen ekonomiyi kriz/krizsel durumda kurtaramamıştır ve devlet borçlarının GHS'ya oranı da 1980'de yüzde 55’ten 2008'de yüzde 182,8'e çıkmıştır.

Uluslararası karşılaştırma:




Gelişmiş ülkelerde devlet borçlarının GSH'ya oranı, 1980-2009 ve Nisan 2008 itibariyle
Ülkeler/Yıllar
1980
1985
1990
1995
2000
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Almanya
30,3
39,5
41,3
55,6
59,7
63,8
65,6
67,8
67,6
65
63,1
61,6
Belçika
74
115,1
125,6
129,8
107,8
98,6
94,2
92,1
88,2
84,9
81,9
79,9
Fransa
20,7
30,6
35,2
55,1
56,7
62,9
64,9
66,4
63,6
64,2
64,4
65,1
İrlanda
69
100,5
93,1
81
37,8
31,1
29,5
27,4
25,1
25,4
26,9
28,8
İtalya
56,9
80,5
94,7
121,2
109,1
104,3
103,8
105,8
106,5
104
103,2
102,6
Avro Alanı
33,5
50,3
56,6
72,3
69,2
69,1
69,6
70,2
68,5
66,4
65,2
64,3
Danimarka
39,1
74,7
62
72,5
51,7
45,8
43,8
36,4
30,4
26
21,7
18,4
İngiltere
52,3
51,7
33,3
50,7
41
38,7
40,4
42,1
43,1
43,8
45,6
48,2
AB-27
-
-
-
-
61,7
61,7
62,1
62,6
61,3
58,7
58,9
58,4
ABD
42
55,8
63,6
71,3
55,5
61,3
62,3
62,8
62,3
62,5
65,6
69,8
Japonya
55
72,2
68,6
87,6
136,7
159,5
167,1
177,3
179,7
180,7
182,8
185,5
Kaynak:
1)2003’ten sonrası için: EU-Kommission, Frühjahrsprognose, April 2008.
2)1980-2000 arası için: EU-Kommission, „Europäische Wirtschaft“, Statistischer Anhang, April 2008.
3)ABD ve Japonya için (bütün yıllar): EU-Kommission, „Europäische Wirtschaft“, Statistischer Anhang, April 2008.



Savaşlar ve ekonomik krizler, bunun ötesinde çok etkili olan doğa felaketleri (örneğin deprem) artan devlet borçlarının esas itici gücünü oluşturmaktadır.

Ekonominin nispeten iyi olduğu dönemler borçlanmanın azaldığı dönemlerdir. II. Dünya Savaşından 1970'li yıllara kadar kapitalist ekonomide yaşanan görece istikrar ve büyüme oranlarındaki yüksek artışlar sonucunda çoğu gelişmiş ülkelerin borçlarında oldukça önemli denebilecek boyutlarda bir azalma görülmüştür. 1970-1996 arasında ise OECD ülkelerinde borçlanma oldukça hızlı artmış, ama sonra yeniden düşmeye başlamıştır.

Dünyanın en çok borçlu devleti ABD'dir. 2008 Eylül sonu itibariyle Amerikan devletinin borcu 10 trilyon dolar sınırını aşmıştı. Aslından bu miktar işin görünür tarafı. ABD'nin borçları bu miktarın çok üstündedir. Borçlanmada ikinci sırada Japonya yer alıyor; borç miktarı 6 trilyon dolar.  

Ekonomik krizin derinliği ve krizden kurtulmak için hazırlanan paketler birçok ülkenin borçlarının hızla artacağını göstermektedir. (Krizden kurtulmak için yapılan ve planlanan harcamalar konusunda ortalıkta farklı veriler dolaşmaktadır. Bu nedenle birden fazla veriyi değerlendirmek yararlı olur).

IMF hesaplamasına göre 2009 için OECD ülkelerinin planlanmış devlet istikrazları miktarı şöyle: ABD 3018; AB 1063; Japonya 536 ve diğer OECD ülkeleri toplamı 205 milyar dolar. Bu miktarların GHS’daki payı ABD için yüzde 21,6; AB için yüzde 6,9; Almanya için yüzde 6,2; Japonya için yüzde 10,7 ve diğer OECD ülkeleri toplamında da yüzde 5,5 oranındadır.  Yani OECD- ülkelerinin krizden dolayı 2009 yılında alacakları borcun miktarı 4,8 trilyon dolar. Bu miktar OECD toplamında GSH'nın yüzde 13'üne denk düşmektedir.  

Bırakalım planlanmış devlet borçlanmasını krizin şimdiye kadarki sürecinde uygulamaya konan teşvik paketleri de genellikle borçlanmaya dayanmaktaydı; yani devletler rekor bütçe açığı verme pahasına konjonktür paketleri hazırladılar. Bütün dünyanın krizde olduğu bir süreçte sermayesini kurtarmak zorunda olan devlet, ne pahasına olursa olsun diyerek borçlanmayı göze alabilmekte. IMF, ekonomik krizin sonuçlarının/tahribatının üstesinde gelebilmek için sadece 12 OECD ülkesinin 10 trilyon dolardan daha fazla yeni borçlanmaya gideceğini tahmin ediyor. Buna karşın IMF'nin eski şef ekonomisti Kenneth Rogoff, yeni borçlanma miktarının 15 trilyon dolar olacağını tahmin ediyor. Tabii burada da aynı soru soruluyor: Bu kadar borç senedini kim satın alacak? Açık ki istikraz bolluğu faizleri tetikleyecek. Sonuçta yeniden para basmaya gidilecek, yani enflasyonist yola girilecek.

ABD'nin krizin üstesinden gelmek için şimdiye kadar yapmış olduğu harcamanın miktarı 12,7 trilyon dolar. Bu miktar neredeyse ABD'nin GSH'sına eşit.(Krizden dolayı ABD’nin temin etmek zorunda kalabileceği harcama miktarının ABD-Kongresine sunulan bir rapora göre azami olarak 23,7 trilyon dolara çıkabileceği hesap ediliyor (Bkz.: Neil Barofsky, Special Inspector General for the Troubled Asset Relief Program, SIGTARP).

Eylül 2008'den bu yana dünya çapında krize karşı mücadele adı altında ülkelerin yapmış oldukları harcamaların toplamı 18 trilyon dolardır. Bu da dünya GSH'sının yüzde 30'na dek düşen bir miktardır.
İngiltere'nin borçlarının yakın zamanda GSH'na denk düşecek seviyeye çıkacağı tahmin ediliyor. 2011'e gelindiğinde ABD'nin borçlarının GSH'na denk düşeceği, Japonya'nın borçlarının da GSH'nın iki misline çıkacağı tahmin ediliyor.

IMF uzmanlarının hesabına göre 2014 yılında dünya ekonomisinin yüzde 85'ine sahip olan G-20 devletlerinde kamu borçlarıyla GSH arasındaki oran, 2007'ye göre yüzde 36 oranında artacağı hesap ediliyor.

Önde gelen emperyalist ülkelerde 1875-2010 arasında borçlanmanın gelişmesi:


Yukarıdaki grafikte yer alan ülkelerin borçlanmasında savaş ve ekonomik krizin ne denli önemli olduğunu görüyoruz. İki dünya savaşı arasında İngiltere başta olmak üzere söz konusu ülkelerin borçları, I. Dünya Savaşı öncesi döneme göre sıçramalı artıyor. II. Dünya Savaşı sonrasında da, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı 1980’li yıllara kadar ABD, Japonya ve İngiltere’nin borçlarında oldukça önemli azalma olurken, Almanya’nın borcu artmıştır. 1985-1990 arasında ABD, Japonya ve Almanya’nın borcu GSH’nın yüzde 50’sini; İngiltere’nin borcu da 2007’den sonra GSH’nın yüzde 50’sini aşmıştır.

IMF'nin eski şef ekonomisti Kenneth Rogoff, C. Reinhart ile hazırladığı bir araştırmada geçmişteki banka krizlerinin söz konusu ülke ekonomileri üzerindeki etkisini analiz ediyor (Bkz.:Kenneth S. Rogoff, Harvard University and NBER ve  Carmen M. Reinhart; The Aftermath of Financial Crises, University of Maryland. NBER and CEPR, December 19, 2008). Sonuç: Krizin başlamasından sonraki üç yıl içinde bu ülkelerin ortalama borçlanması yüzde 86 oranında artıyor. Şimdiki kriz için de GSH'nın yüzde 40'na denk düşen yeni bir borçlanma olacağı tahminini yapıyor. Yani en büyük 12 OECD ülkesi açısından bu, 15 trilyon dolarlık bir borçlanma demektir.

Banka krizini takiben son üç yılda gerçek kamu borcunda kümülatif artış:


Yukarıdaki grafikte söz konusu ülkelerde krizin başlangıç yılı, çıkış noktası alındığında (=100), takip eden ilk üç yıl içinde; krizden sonraki ilk üç yıl içinde kamu borçlarının hangi boyutlarda artmış olduğunu görüyoruz. Borçların bu hızlı artışında esasen iki faktör belirleyici olmaktadır: Birincisi, krizden dolayı devletin gelirleri (vergi) düşmekte ve harcama yapabilmek için borç almak zorunda kalmaktadır. İkinci faktör ise, krize karşı mücadele için yapılan harcamalardır. Bu harcamayı yapabilmek için devlet, para bulmak zorundadır. Yaşanan krizin üstesinden gelebilmek için sadece 11 devletin harcamaları korkunç boyutlara varmaktadır. Örneğin, uluslararası döviz rezervlerini yönlendiren ve bir nevi merkez bankalarının bankası rolünü oynayan BIS (Bank for International Settlements) tarafından yapılan bir açıklamaya göre analiz edilen 11 devletin(Avustralya, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya Hollanda, İspanya, İsviçre, ABD ve İngiltere) banka kurtarma operasyonları için harcadıkları ve harcamayı planladıkları miktar yaklaşık 5 trliyorn (4,994) Avrodur. Bu miktar bu ülkelerin toplam GSH’sının yüzde 18,8’ne tekabül etmektedir. Bu miktarın 2,006 trilyon Avroluk bölümü harcanmıştır. Sadece İngiltere’nin bankaları kurtarmak için yapmış olduğu harcama (690 milyar Avro) bu ülkenin GSH’nın yüzde 44,1’ne denk düşmektedir (Bkz.: BIS Papers No 48; “An assessment of financial sector rescue programmes“, July 2009).

“Eski” ve “yeni” sanayileşmiş ülkelerde devlet borçlarının gelişme seyri:

IMF'nin 9 Haziran 2009 tarihinde yayımlanan bir araştırmasında G-20 devletlerinde borçlanma sıralamasında yer değişikliklerinin olacağı tahmini yapılmaktadır; “yükselen pazarlar” denen Hindistan, Çin, Rusya, Brezilya, Meksika, Türkiye, Güney Kore, S. Arabistan, Endonezya, Güney Afrika, Arjantin gibi ülkelerin devlet borçlarında azalma ve ABD, Japonya, Almanya, Avustralya, İngiltere, İtalya ve Fransa gibi ülkelerin devlet borçlarında da artma olacağı; GSH'ya oranının yüzde 100'ü geçeceği tahmin edilmektedir. Bu gelişmenin gerçekleşmesi durumunda uluslararasında güç dengesinde de kaymalar olacaktır. Demek oluyor ki, şimdiye kadar alacaklı durumunda olan ülkeler; alacaklı olduğu, yani güçlü olduğu için başka ülkelerin ekonomisi üzerinde kendi çıkarına göre etkide bulunan ülkeler artık bu konumda olamayacaklar. Gelişen ülkeler, özellikle de Çin, Rusya ve Brezilya, daha şimdiden borç veren ülkeler konumuna gelmişlerdir. Yakın gelecekte özellikle bu ülkeler dünya ekonomisinde, uluslararası alandaki sermaye trafiğinde, borç ilişkilerinde önemli bir rol oynamaya adaydır.

Devlet borçlarının yurt dışından alınan borçlarla artması ve GSH'ya oranının yüzde 60'ı geçmesi, devlet iflaslarında kritik bir nokta olarak görülmektedir. Kapitalist dünyada bilinen en son devlet iflası II. Dünya Savaşının sonucunda Almanya'da yaşanmıştır.

Türkiye’de ekonomik kriz ve borçlanma durumu:
2008’de ekonomik krizden dolayı dış borç bulmakta zorlanan hükümet, bütçe açığını iç borçlanmayla finanse etmeye yönelmiştir. 2009’da dış kaynak bulması daha da zorlaşmıştır. Bundan dolayı da iç borçlanma esas finansman kaynağı olarak görülmüştür. Örneğin 2009’un ilk yarısında 23,2 milyar TL olan bütçe açığının tamamı iç borçlanma ile finanse edilmiştir.
2009’un ilk altı aynıda dış borçlanma miktarı ancak 4.811 milyon TL idi, Aynı dönemde 4.953 milyon karşılığında dış borç ödemesi yapılmıştır. Böylece dış borç stokunda 90 milyon dolarlık bir azalma olmuştur.


Kamu İç-Dış Borç Stoku ve Bütçe Açığı
Yıllar
Kamu iç borç stoku (Milyar TL)
Kamu iç borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışı (Milyar TL)
Kamu dış borç stoku (Milyar TL)
Kamu dış borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışı (Milyar TL)
Bütçe açığı (Milyar TL)
2004
30,1
75,7
4,8
-29,2

2005
244,8
20,3
70,4
-5,3
-6,9
2006
251,5
6,7
71,6
1,2
-4,7
2007
255,3
3,8
73,5
1,9
-13,7
2008
274,8
19,5
78,2
4,7
-17,1
2009*
301,7
26,8
78,1
-0,1
-23,2
Bkz.: Şükrü Kızılot,   Dış Borç Biraz Azaldı İç Borç Çok Arttı“, Hürriyet, 06.08.2009.
*)Haziran ayı itibariyle.
Krizden dolayı dış borç bulmak zorlaşıyor ve 2007’de 2008’e ve 2008’den de 2009’a kamu iç borç stokunda ve kamu iç borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışında sıçramalı bir gelişme oluyor.  Buna karşın dış kaynak kullanılamamasında dolayı da 2008’de 2009’a kamu dış borç stokunda ve kamu dış borç stokunun bir önceki yıl sonuna göre artışında gerileme oluyor. Yukarıdaki tabloda bunu okuyoruz.
Borçlanma haritası, 2007 (Dünya çapında devlet borçlarının GSH'ya oranı):
Borçlanmanın derecesi veya oranı GSH ile ölçüldüğü için, GSH'sı büyük olan ülkeler, borçları çok da olsa nispeten az borçlu ülkeler kategorisinde gözüküyorlar. Örneğin Rusya. Toplam borcu 384 milyar dolar olmasına rağmen neredeyse borçsuz ülke konumunda.
1800-2006 arasında dış devlet borçlanması-Borç ödeme güçlüğü çeken ya da borçlarını yeniden yapılandıran ülkelerin toplam ülkelere oranı:(Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Veriler dünya GSH’nın yüzde 90’ını kapsamaktadır. Yukarıdaki grafikte 1800-2006 arasında ödeme güçlüğü çeken veya yeniden yapılanma içinde olan ülkelerin bütün ülkelere oranını görüyoruz. Yaşanan kriz durumunu bir kenara bırakırsak, ülkelerin büyük bir kısmının ödeme güçlüğü çektikleri veya borçlarını yeniden yapılandırma içinde oldukları uzun süren dönemler dikkati çekmektedir. Verili dönem içinde bu durumda olan ülkelerin toplam ülkelere oranının yüksek olduğu beş dönem göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki Napolyon Savaşı dönemidir. Yaklaşık 1825-1900 arasında bu durumda olan ülkelerin toplam ülkelere oranı sıfır noktasına yakınlaşmamış, en iyi ihtimalle yüzde 10’a düşmüştür. 1900-2006 arasında biraz değişik bir gelişmeyle karşı karşıyayız: 1929 krizi ve II. Dünya Savaşı döneminde bu türden ülkelerin toplam ülkelere oranı oldukça artıyor, ama savaş sonrasında kapitalist dünya ekonomisinde 1970’lere kadar süren nispeten istikrarlı dönemde bu ülkelerin oranında düşme oluyor ve 1980’li yıllarda sıfır noktasına yaklaşıyor. Sonra bu oran artmaya başlamıştır. Yaşanan kriz bu türden ülkelerin toplam ülkelere oranını daha da yükseltecektir.
1900-2006 arasında iç kamu borcun toplam borçtaki payı: (Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Yukarıdaki grafik bilgi eksikliğine dayanan bir yanılsamaya da açıklık getiriyor: Emperyalist çağda borçlanma denince akla gelen hep dış borçlanmadır; yani dış borç üzerinden uluslararası sermayeye bağımlılıktır. Yukarıdaki grafikte I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki kısa dönemi dikkate almazsak, ülkelerin borçlanmasında iç borç payının özellikle 1929 dünya ekonomik krizinden itibaren artmaya başladığını; II. Dünya Savaşı ve sonrasında  -1950’li yıllar-  bu oranın doruk noktasına ulaştığını ve 1990-1995’e kadar gerilediğini ve sonrasında yeniden arttığını görüyoruz. Latin Amerika bazında bu iniş ve çıkış büyük oranlara varıyor. Kuzey Amerika’da ise bu oran yaklaşık olarak 1940’lardaki oransal seviyesinde kalıyor. Her halükarda iç borçların dış borca oranı, verili dönemin büyük bir bölümünde yüzde 50’nin üstünde kalıyor. Bütün ülkeler açısından sadece 1900’den I. Dünya Savaşına kadar olan dönemde iç borçların dış borçtaki payı yüzde 50’nin altında kalıyor. Yaşanan ekonomik kriz, uluslararası alanda borçlanma olanaklarını daralttığı için ülkeler iç borçlanmaya daha da önem veriyorlar ve bu da toplam borçlanmada iç borçların payını yükseltiyor.
Aşağıdaki grafikte 1827-2003 arasında kıtalar bazında toplam borçta dış borcun oranını görüyoruz. Sadece Latin Amerika’da dış borcun toplam borçtaki payı oldukça yüksek (Bkz.:  Reinhart, Carmen; The Next (but not new) Frontier for Sovereign Default University of Maryland, April 2008 ve  “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Latin Amerika açısından bu durumu yukarıdaki grafikte de görüyoruz.
Enflasyon ve dış borçlanma: (Kaynak: Carmen M. Reinhart; “Eight hundred years of financial folly”, 19 April 2009).
Yukarıdaki grafikte bir taraftan dış borç ödeme güçlüğü içinde olan ve diğer taraftan da nispeten yüksel enflasyonlu ülkeler arasında belli bir bağın; daha doğrusu dış borç ödeme güçlüğü ile enflasyon arasında bir bağın olduğunu görüyoruz. Verili dönem içinde sadece 1900’den I. Dünya Savaşına kadar söz konusu bu karşılıklı etkilenme görülmüyor. Ancak I. Dünya Savaşından sonra günümüze kadar dış borçlanmanın seyrine göre enflasyonist bir gelişme olduğunu görüyoruz. Bu ilişki şöyle de açıklanabilir: Artan dış borç, dış borç ödeme güçlüğü, iç borçlanmaya yönelmeyi teşvik eder ve hükümetler iç borcu halka ödetmek için enflasyonu besleyen zemin hazırlar. Bu nedenden dolayı iç borçlanmanın artması dış borç/enflasyon ilişkisine yansımış olur. 
Dünya para rezervleri hareketi:
Son yıllarda dünya ticaretindeki yükseliş, dünya bankalarında döviz(para) rezervlerinin de hızlı bir artışına neden oldu. Bu rezervler, dünya ticaretinde ülkeler bazında oluşmuş olan eşitsizliğin açık ifadesidir; kimi ülkeler açık verirken, kimi ülkeler fazlalık vermişlerdir. Dünya para rezervi 2000'den 2008'e 1,936 trilyon dolardan 6,702 trilyon dolara çıkarken (3,46 misli bir artış), dünya GSH'sı 31,493 trilyon dolardan 60,115 trilyon dolara çıkarak ancak 1,9 misli artmıştı.
Yaşanan ekonomik krizden dolayı ihracat hacmi dünya çapında daralmaya başlamıştır; bu durum kaçınılmaz olarak dünya çapında döviz rezervlerinin de erimesini beraberinde getirmiştir; dünya döviz rezervleri 2009'un ilk çeyreğinde bir çeyrek öncesine göre (2008'in son çeyreğine göre) yüzde 2,6 oranında, bir yıl öncesinin aynı çeyreğine göre de (2008'in ilk çeyreği) yüzde 5,2 oranında gerilemiştir.
Böyle bir gelişmede Rusya'nın payı büyüktür; Rusya'nın döviz rezervi Ağustos 2008'de 598,1 milyar dolardan, Ruble'yi koruma çabasından ve aynı zamanda petrol gelirlerinin azalmasından dolayı Haziran 2009'da 409 milyar dolara düşmüştür.  Rusya, dünya çapında döviz rezervi olan ülkeler arasında üçüncü sıradadır.
Japonya'nın döviz rezervi 2007 sonunda bir trilyon dolar sınırını aşmıştı. 2008'in ikinci yarısına kadar çıta bir trilyon doların altına çekilmiş, ama sonraki dönemde yeniden yükselmeye başlamıştır. Bu ülkenin döviz rezervi Haziran 2009 itibariyle 1,019175 trilyon dolardı. Japonya dünya döviz rezervi olan ülkeler arasında ikinci sırada yer almaktadır.
Çin'de döviz rezervi hareketi yaşanan krizden dolayı sadece hız kaybetmiştir. Mart 2009 itibariyle bu ülkenin merkez bankasında biriken döviz miktarı 1,953741 trilyon dolardı. Çin, dünyanın en büyük döviz rezervine sahip olan ülkesidir.
Dünya çapında döviz rezervi hareketi; dünya çapında merkez bankalarında biriken döviz miktarındaki değişme:
Bu miktar 2000’in ikinci çeyreğine kadar sürekli artarak 7,011249 trilyon dolara çıkmıştır. Yaşanan
krizden dolayı da 2009’un ilk çeyreğinde 6,531164 trilyon dolara düşerek yüzde 6,8 oranında azalmıştır.
Dünya çapında döviz rezervlerinin yüzde 65'i dolar (1999’da bu oran yüzde 71’di); yüzde 25,9'u Avro; yüzde 4'ü sterlin; yüzde 0,1'i Yen ve İsviçre Frankı olarak tutulmaktadır. Rusya ve Çin para birimlerinin dünya döviz rezervinde hiç bir rolü yoktur. Doların yüksek payı, dünya ekonomisindeki önemini; dolayısıyla Amerikan ekonomisinin önemini de göstermektedir. Bu oran, aynı zamanda dünya parası olarak dolardan kurtulmanın öyle pek kolay olamayacağını da göstermektedir. Şu anda dünya ekonomisinde ABD'nin öneminden kaynaklanan dünya parası olması ötesinde dolar, ABD ekonomisinin 1976'dan bu yana verdiği açıktan dolayı da vazgeçilemez olmaktadır; 7,283 trilyon dolara varan ticaret açığı dolar üzerinde hesaplanmaktadır; yani açık dolar üzerinde olduğu için dolar vazgeçilemezliğini sürdürebiliyor. 
ABD'ye yapılan her ihracat, bu ülkeye açılmış kredi demektir.
Amerikan devlet istikrazlarını elinde tutan ülkeler ve geleceğin şimdiden satılması:
Veriler, başta Çin olmak üzere Japonya, petrol zengini ülkeler, İngiltere, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin Amerikan bütçesinin en büyük finansörü olduklarını göstermektedir. Çin'in döviz rezervlerinin çok büyük bir bölümü (763,5 milyar dolar) Amerikan devlet istikrazları biçiminde ABD'ye akmıştır.
Amerikan ekonomisinin; ödemeler dengesinin bu durumu yıllardan beri sadece izlenen bir gerçeği, yaşanan kriz vesilesiyle bir kez daha ortaya koymuştur: Döviz rezervleri ne kadar artarsa, gerçek değerlerle karşılanması da o kadar imkânsız olmaya başlıyor. Bu nedenle mali yenilikler ve Amerikan devlet istikrazları gibi güya değerlere yatırım yapılıyor; böylece, gerçek ticaretten doğan açığın kapatılması için ABD'ye sermaye akışı teminat altına alınıyor. Fiktif değerlere yapılan bu yatırımlarla -bunlar tahsili mümkün olmayan her türden ABD-borçlarıdır- Çin, Japonya ve başkaca ihracatçı ülke, kendi ihracatlarını finanse etmiş oluyor.
Dünya ticaretinde, kabul edilemez, olmaması gereken bir eşitsizlik böyle devam ettirildi; geri alınamayacak, tahsil edilemeyecek bir “değer” – kâğıt dolar- karşılığında ihracatçı ülkeler,   gerçek değeri olan ihracat ürünlerini ABD'ye hediye etmiş oluyorlar. Şimdi bu olmaması gereken eşitsizliğin yıkılması ve olması gereken eşitsizliğin gerçeklik olması için hiç bir ülke tek başına hareket edemiyor. Ama yaşanan kriz bu duruma da son verebilir. Marks'ın dediği gibi, “Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” (Marks, Kapital, C. III, s. 259).
Krizden dolayı da yapılan harcamalar, planlananlar için alınacak borç ne kadar olursa olsun, nihayetinde bunun geri ödenmesi gerekir. Yani paranın bir şekilde bulunması gerekir. Ticaret fazlası olan ülkelerin işi biraz daha kolay olabilir. Ama kriz döneminde ticaret de gerilediği için bu alandaki beklentiler de sonuçsuz kalabilir. Dünya çapında sermaye hareketi, akışı geriler, rezervler harcanır. Sonuçta, devletin borçlanmasının da sonsuza kadar devam edemeyeceği bir kez daha görülür. Ama ekonominin teşvik edilmesi, sermayenin korunması, kaçınılmaz harcamaların yapılması gerekir. Bu durumda devlet, devlet harcamalarında; bütçenin şu veya bu kaleminde kısıtlamaya gider. Bu kalemler de genellikle işçi sınıfı ve emekçi yığınların yaşam standardıyla ilgilidir; eğitimde, sağlıkta, genel olarak sosyal harcamalarda birçok hak rafa kaldırılır veya kuşa çevrilir. Bu da yetmez ve sonunda merkez bankaları gerekli miktarı sağlamak için son çare olarak bizzat para basma yolunu seçer, böylece gerçek karşılığı olmayan kâğıt para piyasaya sürülür, bu da enflasyonun tetiklenmesi demektir. Para basımında kontrol elden kaçarsa enflasyon hiper enflasyona doğru yuvarlanır.
Peki, bu kadar borcu ödemek için yeterli para var mı? Veya çark nasıl dönüyor? Gerçekten de dünyada borçlu her devlet, her tekel borcunu ödemeye yeltense bu sistemin ne denli çürümüş, boş ve mutlaka yok edilmesi gerektiği açığa çıkar. Sahtekârlığın boyutları korkunç. Bütün borçları ödemek için yeterli para yok. Olamaz da. Karşılığı maddi değer, diyelim ki altın olmayan para, aslında sadece ve sadece bir söz vermenin, vaat etmenin ifadesidir; belli değerde/miktarda mal ve hizmetin temin edilebileceğine dair söz verilmiş oluyor. Ama ortalıkta söz konusu değer neyse ona tekabül eden mal ve hizmet henüz üretilmemiş, yok. En kaba hesaplamadan hareket edersek: Dünyada mevcut nakit (para) miktarı dünya çapında dolaşan sermayenin yüzde 1’ine ve dünya GSH’nın da yüzde 9’una denk düşüyor. Vadeli yatırımlar biçimindeki para miktarı dünya çapında dolaşan sermayenin yüzde 10’na, ama dünya GSH’nın da yüzde 122’ne eşit. Dünya GSH’nı vadeli yatırım biçimindeki paranın karşılığı olarak kabul etsek, geriye yüzde 22’lik bir karşılığı olmayan para kalıyor. Dünya çapında nakit ve vadeli yatırım biçimindeki para miktarı, dünya GSH’nın yüzde 131’ne eşit. Bu durumda karşılığı olmayan para miktarı dünya GSH’nın yüzde 31’ne eşit. Bu durum, henüz üretilmemiş mal ve hizmetler üzerine ticaret yapılıyor olduğunu gösterir; bunun diğer adı spekülasyondur. Sorun bununla bitmiyor. Sırada rehin ve ipotek garantili krediler var. Bu türden kredilerin miktarı da dünya GSH’nın yüzde 138’ne, mevcut nakit paranın da yüzde 11’ne eşit. Sırada mali türevler –senetler ve başkaca akıl almaz mali oyunlar- var; bunların miktarı dünya GSH’nın neredeyse 10 misline ve dünya çapında para miktarının da yüzde 78’ne eşit. Bu demektir ki, bir yıllık dünya GHS 10 kere alınıp satılıyor. Veya şöyle de düşünebiliriz: Önümüzdeki 10 sene içinde dünya çapında üretilecek maddi değerler; yani 2019 yılına kadarki dünya GSH daha şimdiden satılmıştır. Kapitalizmin geldiği son nokta budur. Hemen her şey, borçlanma da, olmayan değerler üzerinde dönüyor.
Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde devlet borçlanması başka bir yazının konusudur.