deneme

13 Temmuz 2013 Cumartesi

ORTADOĞU'DA JEOPOLİTİK ALGILAMA OYUNLARI - GÜÇLER DENGESİ VE “İT DALAŞI”



ORTADOĞU'DA JEOPOLİTİK ALGILAMA OYUNLARI -
GÜÇLER DENGESİ VE “İT DALAŞI”

Mayıs ayında hazırlanan bu yazıyı Mısır'daki gelişmeler üzerine bir not ekleyerek yayımlıyorum.
Mısır'da ne oldu da halk yeniden ayaklandı? Açık ki Mübarek'in devrilmesinden sonra iktidara gelen Müslüman Kardeşler, Mısır halkının taleplerini yerine getiremedi. Gelir dağılımındaki korkunç farklılaşmayı engellemek, bu anlamda yoksulluğu, işsiliği ortadan kaldırmak, “demokratikleşme” doğrultusunda toplumsal beklentiye cevap verecek doğrultuda atımlar atamadı. Tam tersini yaptı. Müslüman Kardeşler diktatörlüğü kurma; toplumu ve devleti belirgin İslamlaştırma yolunda adımlar attı. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerle ilişkileri ayaklanan halkın talepleri doğrultusunda düzenlemedi.


Mısır halkı, taleplerini ekmek, özgürlük ve sosyal adalet sloganlarıyla dile getirmiş ve mücadele etmiştir. Tahrir'de halk, darbeyi değil, Mursi rejiminin yıkılmasını kutlamıştır. Mursi rejimi, milyonlarla ifade edilen kitlenin protestolarını durduracak durumda değildi. Ve ayn zamanda Mısır hakim sınıfları mevcut sistemin geleceği üzerine tedirginlerdi. Bu iki nedenden dolayı Mursi, bir sene öncesinde başta ABD olmak üzeren Batılı emperyalist güçler tarafından iktidara gelmesi için desteklenmesine ve darbe öncesine kadar da bu desteğin sürmesine rağmen, artık emperyalist çıkarları savunacak durumda olmadığı için, görünüşte halkın yanında yer alan ordu tarafından devrildi ve bu da Batı dünyasında bir biçimde desteklendi.
Gerçek olan, Mursi rejiminin, ordu tarafından değil, milyonlarla ifade edilen halk yığınlarının mücadelesi sonucunda devrilmesidir.

Mısır, Güney Afrika'dan sonra Afrika kıtasının en güçlü sanayileşmiş ülkesidir, bölgesel bir güçtür ve özellikle de Arap dünyası üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu özelliğinden ve Süveyş Kanalı'ndan dolayı Mısır stratejik bir konuma sahiptir. Bu nedenle de ABD ve AB için oldukça önemlidir. Mursi rejiminin halk yığınlarının mücadelesi sonucunda yıkılmasının, hakim sınıflar tarafından kontrol edilemez gelişmelere yol açabileceğinin görülmesinden sonra emperyalist güçler bu rejimin ordu tarafından devrilmesini desteklediler. Böylece Ortadoğu'nun Mısır'daki gelişmelerden kaynaklı etkilenmesini sınırlı tutmaya çalıştılar.

Mısır'da ilk ayaklanma Mübarek'in devrilmesini, ikinci ayaklanma da onun yerine gelen Mursi'nin devrilmesini beraberinde getirmiştir. Her iki ayaklanmada da ordu, mücadelenin derinleşmesinin ve sisteme yönelmesinin önünü almak için halktan yana gözükerek sistemin ve emperyalistlerin çıkarlarını korumak için müdahale etmiştir.

*

ORTADOĞU'DA JEOPOLİTİK ALGILAMA OYUNLARI -
GÜÇLER DENGESİ VE “İT DALAŞI”

Başbakan R. T. Erdoğan'ın ABD ziyareti sona erdi. Burjuva medyada bu ziyareti gökler çıkartanlar olduğu gibi yerin dibine de batıranlar oldu. Kabul etmek gerekir ki, oldukça şatafatlı, sergilenen görsellik bakımından oldukça önemli bir ziyaretti. Nasıl karşılandığı, nerede ağırlandığı, kaç kez bir araya geldiği, görüşmelerin kaç saat sürdüğü vb. üzerine yapılan yorumlardan ziyaretin başarılı olduğu sonuçlarını çıkartmak bu iş için örgütlenmiş medyanın asıl görevi oldu. Başbakan, karşılanma çıtasını oldukça yükseltti ve bundan sonraki ABD ziyaretlerinin başarılı görülüp görülemeyeceğinin kıstası yaptı. Hüseyin Barack Obama Efendi, “topal ördek” olmadan önce Türk burjuvazisini mest etmesini bildi.
Peki görüşmenin hulâsası ne? Bunu da burjuva basının kaleminden aktaralım:

Obama'nın açıklamaları:
Bugün birçok konu üzerinde durduk. Örneğin Afganistan, G-20 ve çok önemli bir başka noktadan da bahsettik: Nükleer silah ve bölgede nükleer silahlanma tehdidi.

Türkiye’nin ABD’ye ihracatı 4 kat arttı. Üst düzey komite oluşturacağız, ticaret ve yatırımı destekleyeceğiz, yenilenmeye (inovasyona) destek olacağız. Reyhanlı'daki saldırıyı kınıyorum. Taziye dileklerimi iletmek istiyorum. Reyhanlı’daki korkunç saldırıları kınıyorum.

Güvenliği karşılıklı olarak destekleme kararı aldık. Yanınızdayız, teröre karşı mücadelenizi destekliyoruz. Hem Türkiye halkını hem de sizi cesaretiniz için kutluyorum.
PKK terörünü sona erdirmek için adım attınız.

B. Esad'ın gitmesi konusunda hem fikiriz. Esad’a baskıları artıracağız, muhalefete destek vereceğiz. Esad’ın olmadığı demokratik bir Suriye için Başbakan da ön safta olacak. Esad’ın gaddarlığından bağımsız bir Suriye için çalışacağız.
Güçlü bir lider olarak burada bulunduğunuz için teşekkürler.
Başbakan Erdoğan'ın açıklamaları:
Ev sahipliğine özellikle şükranlarımı ifade etmek istiyorum.
Suriye'de yeni bir yönetimin inşası için ABD ile tam bir mutabakat içindeyiz. Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Doğu Akdeniz'den Kafkaslar'a terörle mücadeleden enerjiye birçok alanda güçlü işbirliği içindeyiz. Türkiye-ABD işbirliğinin yanı sıra ortak gündeme, bölgesel ve küresel konulara temasta bulunduk.

Serbest Ticaret Anlaşması ile ticaretimizi güçlendirmeliyiz. 100’e yakın iş adamı da karşıtlarıyla sektörel bazda görüşmeleri sürdürüyor. İkili ekonomik ve ticari ilişkileri daha üst seviyeye taşımayı amaçlıyoruz. Ticaret hacmini 10 yıl içinde 8 milyar dolardan 20 milyar dolara taşıdık. Burada yeni anlaşmalarla, serbest ticaret anlaşmalarıyla bunu güçlendirmemiz gerekiyor.

Suriye 1 numaralı konumuzdu. Düşüncelerimizin örtüştüğünü az önce Başkan’ın ifadeleriyle hep birlikte dinledik. Kanlı sürecin sonlandırılması, yeni yönetimin inşası konusunda tam mutabakat içindeyiz. Muhalefetin desteklenmesi, Esad’ın gitmesi, kimyasal silahların önlenmesi, azınlıkların güvenliğinin temin edilmesi amacımızdır.

Irak önemli bir konumuzdu. Seçimlerin şeffaf şekilde yapılmasının ve tüm grupların seçime katılması ortak arzumuz.

Mavi Marmara saldırısında hayatını kaybeden TC vatandaşları ve ABD vatandaşlarına tazminat konusunda çalışmalar sürüyor. Gazze’ye yapacağım ziyaretin Filistin'in ittifakına ve barışa önemli katkı sağlayacağına inanıyorum.

Basın toplantısında söylenenler özetle böyle.
ORTADOĞU'DA ALGILAMA VE ALGILANMA SORUNLARI

Ana hatlarıyla sorun ve aktörler:
Suriye'nin iç siyasi çatışma potansiyeli, iç politik çelişkileri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra daha çok açığa çıkmış ve keskinleşmişti. Suriye'deki iç politik çatışma potansiyeli ve çelişkileri, o zamana kadar sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin ekonomik ve siyasi desteğinden dolayı yönetilebilir seviyede kalabiliyordu.
İran devriminden (1979) sonra Suriye, İran ile stratejik ortaklık ilişkisine girdi. Babasının ölümünden sonra iktidara gelen (2000) B. Esad döneminde İran ile ilişkiler derinleştirildi ve birtakım reform adımlarından bahsedildi. Ama reformların gerçekleştirilmesi için rejim, mali ve yapısal sorunlarla karşı karşıya kaldı. Hafız Esad'ın 1970'den beri ülkede kontrolü ve belli bir istikrarı sağlamak ve böylece kendi konumunu güçlendirmek için inşa ettiği rejimi aynen devam ettirmenin olanağının kalmadığını B. Esad'ın da görmediğini söyleyemeyiz. Ama Eylül 2001'de New York'ta “İkiz Kuleler“e saldırıdan sonra değişen dış politik durum, Amerikan emperyalizminin bütün Ortadoğu'yu, İran ve Afganistan'ı hedef göstermesi, B. Esad'ın reform programını uygulamamasını kolaylaştırmıştır.
Suriye'de çatışmanın bölgesel zemininde Türkiye, S. Arabistan ve İran gibi bölgesel güç konumunda olan ülkelerin bölge üzerine hakimiyet rekabetinden kaynaklı tarihsel bir boyut vardır. Bu rekabet her ne kadar jeopolitik kapsamlı olmasa da -belki Türkiye açısından biraz değişik olabilir- her halükarda jeostratejik bir rekabettir. Bu rekabet görünüşte dinsel çatışmalarla, gerginliklerle örtülmektedir. İran'da Şii-İslami yapılanma ve yöneliş; S. Arabistan'da Sünni-İslami yapılanma ve yöneliş hakimdir. Türkiye'de ise “laik”, Sünni-İslami bir yapılanma söz konusudur. Ortadoğu'da dinsel fay hattını bu ayrım oluşturmaktadır. Suriye ise İslam dünyasındaki bu bölünmenin kesiştiği alandır.
Batılı emperyalist güçlerin müttefiki durumunda olan Türkiye ve yine Batılı güçlerle sıkı ilişki içinde olan Irak ve Körfez ülkeleri arasında sıkışıp kaldığı algılamasından dolayı Hafız Esad, İran ile stratejik anlam taşıyan müttefikilik ilişkileri geliştirmiştir. Bunu “laik” ve kendi deyimine göre “sosyalist” veya Sovyet modern revizyonistlerinin tanımlamasıyla “sosyalizme yönelik” bir ülkenin başkanı olarak yapmıştır.

S. Arabistan ise Suriye ile İran arasındaki bu stratejik ortaklığa sürekli kuşkulu bakmıştır. Ne de olsa İran-Suriye ilişkisi İslam dünyasında önderliğe söz konusu olan iki modelin geleceğini doğrudan ilgilendirmekteydi; bir taraftan Şii-İslami oluşumuyla İran ve diğer taraftan da Sünni-İslami oluşumuyla S. Arabistan. İran'ın aksine, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Batılı güçlerle (ABD ve Avrupa) sıkı ilişkiler geliştiren bölgenin Sünni-İslami güçlerinin başında S. Arabistan gelmekteydi. Buna karşı Suriye daha o dönemde Batılı güçlerle (Fransa ve İngiltere) sorunlu durumdaydı. Bu iki emperyalist ülke 1916'da Sykes-Picot Anlaşması ile “Büyük Suriye”yi (şimdiki Suriye, Filistin ve Lübnan) kendi çıkarlarına göre bölmüşlerdi (bu bölünmeyi aşağıdaki haritada görüyoruz) ve aynı zamanda İngiltere, Balfour-Açıklamasıyla Siyonistlere Filistin'de “vatan oluşturmak” için toprak sözü vermişti. Suriye'nin Batıya tepkisi başlangıç olarak bu olgulardan kaynaklanmaktadır.
Bölge üzerine rekabette bölgesel güç olarak İran (Şii), S. Arabistan (Sünni) ve Türkiye (“laik”) ön plana çıkmaktadır. Görünüşte İran'a karşı Türkiye ve S. Arabistan aynı cephede yer alıyorlar. Aslında üçü de birbirine karşı rekabet içindedir. Suriye bu üç bölgesel gücün çatışma alanında kalıyor. Türkiye ve S. Arabistan'ın arkasında özellikle Amerikan emperyalizminin duruyor olması gerçeği Suriye'nin Sovyet sosyal emperyalizmi ile sıkı ilişkiler geliştirmesine ve bu ilişkileri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Rusya ile devam ettirmesini anlaşılır kılmaktadır.
ABD öncülüğünde Irak'ın işgalinden ve Saddam rejiminin yıkılmasından sonra (2003) İran bu ülkede ilişkide olduğu Şii-İslami güçler üzerinden etki alanını genişletmiştir. Bu yönlü gelişmeye Ürdün kralı daha 2004'te dikkat çekiyor ve İran'dan Irak'a, Suriye ve oradan da Lübnan'a (Hizbullah) uzanan bir Şii ekseninden bahsediyordu. O zamanın Amerikan Başkanı G. W. Bush da bu ekseni, Ürdün kralının deyimiyle “Şii Hilali”ni “şer ekseni” olarak tanımlıyordu.

Saddam rejiminin yıkılmasından sonra İran ve S. Arabistan arasındaki bölge üzerine rekabet, doğrudan karşı karşıya gelme biçiminde değil, nüfuz altına almak veya nüfuzlarını genişletmek istedikleri bölge ülkeleri (Suriye, Irak, Körfez ülkeleri, Yemen, Filistin, Lübnan) üzerinden dolaylı olarak keskinleşiyordu. S. Arabistan'ın desteklediği Wahabistlerin ve Selefilerin, İran dinsel açılımını “dinsizlik” olarak tanımlamaları, Kahire kaynaklı bir fetvaya göre Sünnilerin Şam'daki “dinsizlere” karşı bütün araçları kullanarak mücadele etmek zorunda olmaları vs. Böylece İran ve S. Arabistan arasındaki çelişkiler din savaşı biçimine bürünmüş oluyordu. Türkiye ise Suriye üzerinden bölge üzerindeki rekabetinde demokrasi silahını kullanıyor.
Arap Baharı” ile birlikte Tunus ve Mısır'da Müslüman Kardeşler özellikle Katar Emirliğinin maddi ve askeri yardımıyla ve basın desteğiyle S. Arabistan'ın karşısına bir güç faktörü olarak çıkmıştır. Müslüman Kardeşlerin bu yükselişi Türkiye'yi de gündeme getirmiş; Müslüman Kardeşlerle daha da güçlendiğinin hesabını yapan AKP, Türkiye'nin böle üzerinde önderlik rolünü daha sık dillendirmeye başlamıştır. AKP'nin Mursi'nin devrilmesine karşı çıkışının ardında yatan gerçek budur veya kendisi için bir tehlike görmesidir. Bu nedenle Erdoğan, Mısır'dan, darbeden bahsederken aslında Türkiye'den bahsetmektedir.
Bahsettiğimiz bu ilişkiler/çelişkiler yumağı, Suriye savaşından bölgesel aktörlerin Türkiye, İran, S. Arabistan, Mısır ve Katar olduğunu göstermektedir. Ürdün, Irak ve Lübnan gibi ülkeler, yabancı kontrol altında lojistik destek sunan veya sunmak zorunda olan bölgeler konumundadır. Sadece İsrail, açık tavır almamaktadır, ama nerede durduğu bir muamma değildir. İsrail'in, Ürdün'den gelerek, askerilikten arındırılmış Golan bölgesi üzerinden Suriye'ye giriş yapan ayaklanmacıları, lojistik, askeri, tıbbi olarak aktif desteklediği, bazen Suriye Ordusuna hava saldırıları düzenlediği bilinmiyor değil.

Şimdi hem bu görüşmelerden, hem de Ortadoğu ve dünya jeopolitikası açısından hareketle önemli gördüğümüz bazı gelişmeleri tespit etmeye çalışalım.

 
Türk burjuvazisi, Balkanlar-Kafkaslar/Hazar Havzası-Ortadoğu çelişkiler üçgeninin ortasında yer alan bir ülke olarak bu alanlarda hem Amerikan emperyalizmiyle ortaklık çerçevesinde hem de doğrudan kendi çıkarlarına özgü jeopolitika geliştirmekle karşı karşıya kaldığını, daha doğrusu böyle bir politika geliştirmeksizin var olamayacağı algılaması içindedir ve ona göre de hareket etmektedir. 
 

[Yukarıdaki haritada Türkiye'nin jeopolitik önemini ve bunun nedenlerini görüyoruz. Türkiye, emperyalistler arası rekabetin dönem dönem keskinleştiği, dönem dönem geri planda kaldığı üç rekabet alanının -Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya- ortasında yer alıyor. Açık ki konumundan dolayı Türkiye'nin, kapitalizm koşullarında bu üçgen içinde olmanın beraberinde getirdiği ve getireceği sorunlardan kurtulma şansı pek yoktur.]

Türk burjuvazisi böyle bir politikanın bedel ödemeden geliştirilemeyeceğinin bilincindedir. Türkiye emperyalizme bağımlıdır, yeni sömürge bir ülkedir, geçelim bunları diyebilirsiniz. Ben de Türkiye'yi emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülke olarak görüyorum, ama Türkiye'nin “geçelim bunları” küçümsemesini çok geride bırakmış bir güce sahip olduğunu gözardı edemiyorum.

II

Başbakan Erdoğan'ın ABD ziyareti, Ortadoğu'nun siyasi olarak yeniden şekillendirilmesi açısından büyük bir önem taşıyor: Burada söz konusu olan her şeyden önce Türkiye'nin bölgedeki yeni konumu ve Amerikan hegemonyasının geleceğidir.

Tam da bu nedenden dolayı söz konusu görüşmelerde her iki ülke arasındaki stratejik işbirliği ve hedeflerin boyutları, sadece ve sadece Suriye veya Ortadoğu ile sınırlı kalmamıştır. Filistin'den Irak'a, İran'dan Afganistan'a kadar uzanan geniş bir yelpazeyi; Ortadoğu'yu, Kafkaslar'ı, Orta Asya'yı, Güney Asya ve Rusya'yı içine alan geniş bir alanda ortaklaşan ve ayrışan jeopolitik çıkarlar ele alınmıştır.

Özellikle AKP hükümetiyle birlikte ABD, Türk burjuvazinin gücünü ve eğilimlerini de dikkate alarak Türkiye'yi yukarıda belirtilen alanlarda dizgini elinde tutarak, kontrollü bir biçimde ön plana çıkarmaktadır. Bu, klasik emperyalist politikayla -kırıntılar vermek- açıklanacak bir durum değildir. Ama bu her iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinin eşitler arasındaki ilişkiler temelinde yükseldiği anlamına da asla gelmez. ABD bu politikasını sürdürürken Türkiye'ye nereye kadar gidebileceğini, olanaklarının sınırlarını da göstermekten geri kalmıyor. Yani ABD, Türkiye'ye şu veya bu konuda -örneğin İran, Türkiye/Güney Kürdistan ilişkilerinde petrol merkezli gelişmeler, Türkiye'nin Cenevre sürecine mesafeli duruşu vs.- şu veya bu biçimde farklı görüşlerimiz olabilir, “eksen kayması” gibi tartışmalara yol açabilirsin, İsrail karşısında “küheylan” kesilebilirsin, ama bunun da bir sınırı var ve gücünü abartırsan söylediklerinin altında kalırsın vs. diyor. ABD, bu görüşmelerde bunu Türkiye'ye bir daha hatırlattı ve Türkiye'ye kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir ayar çekti, neyi nasıl yapacağını adeta planladı. Bu görüşmelerde Amerikan emperyalizmi, ABD çıkarları temelinde çıkarların ortaklaştırılması üzerinde durarak Türkiye'nin gazını aldı. Örneğin şunu söyledi: Suriye konusunda aramızda temel politik hedeflerde önemli bir sorun yok, ama sorunun çözümü için yöntem ve araçlar bakımından farklı yerlerde durmaktayız. Erdoğan'ın görüşmeler sonrasında Suriye ile ilgili açıklamaları bu konuda ABD'nin çıkışını çok iyi okuduğunu göstermektedir.

Diğer şeylerin yanı sıra şu süreci de görmek gerekir: Esasen AKP'nin hükümet olmasından bu yana ABD-Türkiye ilişkilerinde ABD'nin Türkiye'yi de hesaba katan bir ilişki anlayışı içinde olduğu son ziyarette açık bir biçimde görülmüştür. Eski görüşlemelerde ABD'nin her sözü, değerlendirmesi uyulması gereken bir emir olarak algılanırdı. Şimdiki ilişkilerde bu durumun biraz değiştiği görülüyor; Türkiye bütün bölgesel sorunları ABD ile konuşuyor, işbirliğinin ve bağımlılığının bir gereği olarak konuşmak zorunda. Ama ABD de bölgemizi içeren sorunları Türkiye ile sadece konuşmuyor, değerlendirmesini de Türkiye'yi hesaba katarak yapıyor. Siz bunu, İsrail dışında dayanacağı başka güç kalmadığı için yapıyor diye okuyabileceğiniz gibi Türkiye bölgesel güç olmuştur biçiminde de okuyabilirsiniz. Her iki okuma tarzı burjuva medyada yer almaktadır.

Bu okuma tarzlarından çıkartılması gereken sonuç şudur: Türkiye'nin bölgesel bir güç olduğu doğrudur, ama bu, bağımsız politika geliştirip ve uygulayacak derecede bölgesel güç olmaktan henüz uzak olduğunu da gösterir. Sadece Suriye politikasını eline yüzüne bulaştırmış olması bunun böyle olduğunu göstermektedir. Esad rejimi birkaç ay içinde devrilecek derken, devreye Rusya giriyor ve açık ki, ABD'nin önerisiyle tarafların katılacağı bir konferans kararlaştırılıyor ve Erdoğan “ipe un sermek” anlayışından vazgeçerek bu konferansı Suriye sorunun çözümünde atılması gereken adım olarak kabul ettiğini açıklıyor.
Böylece ABD, Suriye sorununun çözümünde, bölge ve bölge dışında sadece Türkiye ile işbirliği içinde olmadığını Türk hükümetine de göstermiş oluyor. ABD'nin bu tavrı Türkiye'nin sınırlılıkları olan bir ortak olduğunu da gösterir. Açıkça, “her şeye gücün yetmez, gücünün yettiği işler, gücünü aşan işler var” deniyor.

Bu görüşmelerde Ortadoğu bağlamında elde edilen sonuç ne?
Amerikan emperyalizmi neyi nasıl yapacağını ve gücünün ne olduğunu Türkiye'ye bir kez daha göstermiştir: Ortak politik hedefin gerçekleştirilmesi için Türkiye, ABD'nin uygun gördüğü yöntem ve araçlara bağıl kalarak hareket edecek. Bu nedenle Türk hükümeti, Başbakanın deyimiyle “ipe un sermek”ten başka bir şey olmayan Cenevre görüşmelerine şimdi ABD gözüyle bakmaya başlamıştır.
Bunun anlamı şudur: Asalım, keselin, bir an önce müdahale edilmelidir vb. söylemler artık geride kalmıştır ve Türkiye, Suriye krizinde Rusya tarafından ortaya konulan teze göre şekillenen son ABD-Rusya yol haritasının dışına çıkmayacaktır. İran, İsrail ve Filistin sorunlarında kendine göre “hot zotculuk” yapmayacak, Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi için daha "yapıcı" bir rol oynayacaktır.
Bu anlamda hükümet yeni bir strateji geliştirmekle karşı karşıya kalmıştır. Herhalde bu, Amerikan çıkarlarıyla uyumluluk içinde hareket etme stratejisi olacaktır.

III

Amerikan emperyalizminin Suriye sorununun çözümünde isteksiz davrandığı türünden anlayışlar doğru değildir. Şüphesiz ki, ABD'nin soruna aktif katılımını teşvik eden ve sınırlayan sorunlar vardır.

ABD, Irak işgalinden sonra, bir ülkeyi işgal etmenin o ülkede devlet yapısını mutlaka yıkmak ve yenisini kurmak anlamına gelmediği görüşüne varmıştır. Irak'ta ne oldu? Sadece Saddam rejimi yıkılmadı, Irak'ın devletsel kurumları yıkıldı; Irak devlet olarak ortadan kaldırıldı. Aynısı Afganistan'da da yapıldı. Şimdi yeni devlet kurmanın sorunlarıyla boğuşulmakta ve yeni devlet de ABD kontrol dışında olan güçler tarafından kurulmaktadır; devletsel otorite boşluğu farklı güçler tarafından doldurulmaktadır. ABD aynı hatayı Suriye'de tekrarlamak istemediğinden dolayı, mevcut rejimin yıkılmasından B. Esad'ın gitmesini anlamaktadır. Ama muhalefet içinde B. Esad'ın gitmesini mevcut rejimin tamamen yıkılması olarak anlayan sesler güçlenerek yükselmektedir.

Ama her halükarda İran bağlamıyla Suriye sorunu, ABD açısından Ortadoğu'da hakimiyet sorunudur. Bu nedenle ve aynı zamanda İsrail nedeniyle Amerikan emperyalizminin kayıtsız kaldığı söylenemez. Yeni bir Irak'la karşı karşıya kalmamak için kendisi açısından müdahalenin olgunlaşmasını beklemektedir. Bu, bir pasif bekleyiş değil, müttefiklerine iş yaptırmaktır.
ABD sorunun çözümünde Rusya'yı da hesaba katarak hareket etmektedir.

IV

Cenevre ve Türkiye'nin sınırları/gücü:

30 Haziran 2012'de yapılan ilk Cenevre zirvesine BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Türkiye, Katar ve Kuveyt katılmıştı. Bu toplantıda “barış”ın sağlanması için bir geçiş hükümetinin kurulması konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Ancak, BM Suriye özel temsilcisi Kofi Annan'ın deyimiyle ”küresel güçlerin yıkıcı rekabetinden” dolayı alınan kararlar uygulanamamıştı.

Cenevre girişiminde veya genel olarak Suriye sorununda taraflar sadece Suriye'nin ortaya çıkardığı iç savaş dinamiklerinden ibaret değildir. Bu gerici savaşın bir tarafında Rusya, Çin, İran ve onların koruyucu şemsiyesi altında B. Esad rejimi, diğer tarafında ise ABD'nin, AB'nin (özellikle de Fransa ve İngiltere'nin), Türkiye'nin, Katar, S. Arabistan vb. ülkelerle bunların destekledikleri silahlı gruplar yer almaktadır. Dolayısıyla Mart 2011’de başlayan çatışmalar, daha başından uluslararası boyutlara sahipti. Aşağıda ayrıca ele alacağız, ama burada sadece Suriye ile sınırlandırıldığında Rusya'nın bakış açısını belirtelim.

Suriye, Rusya açısından Ortadoğu'da var olmak için mutlaka elde tutulması gereken öneli bir üstür. Bu üs de ancak ve ancak B. Esad rejimi ile var olabilir. Bu nedenle Rusya mevcut Suriye rejiminin yanında yer almaktadır.

Rusya, Esad rejiminin silahlı mücadeleyi kaybettiği anlayışında değilidir. Savaşarak ayakta kalabilmesi için de onu silahla desteklemektedir.
Rusya'nın korkusu, Esad rejimi yıkılınca Suriye'yi üs olarak kullanamayacağıyla sınırlı değildir. Esad rejiminin yıkılmasıyla iktidara gelecek olan Sünni güçlerin Ortadoğu'da güçlenecekleri ve bunun da Rusya'ya yansıyacağı korkusu Rusya'yı tedirgin etmektedir. Bunların Rusya'da -Kafkaslar, Orta Asya- Sünni-İslami güçleri tetikleyeceği göz ardı edilemez.

Sorunun kendi kontrolü dışında çözümünü engellemek için Rusya, tehditleri de içeren hamlelerden sonra ABD'yi ortak çözüme razı etmiştir. Sorunun çözümünde ABD'nin Rusya'yı neden ortak ettiği, bana göre nedeni bugün bilinmeyen bir hamle olarak görülmelidir. Ne de olsa sorun, Ortadoğu'da hakimiyet sorunudur ve ABD'nin bu hakimiyete Rusya'yı ortak etmesi ABD'nin Ortadoğu jeopolitikası açısından oldukça düşündürücüdür. Bunu açıklamak için ABD'nin Asya'ya ağırlık verdiği, Ortadoğu'dan çekilmek istediği, Çin ile Rusya arasında çatlaklar oluşturmaya çalıştığı türünden düşünceler de ileri sürülmektedir. Her halükarda ADB Dışişleri Bakanının Moskova ziyaretinde soruna ortaklaşa yaklaşım bakımında sonuç alınmıştır.

Bu anlaşmaya göre Rusya ve ABD, A. Esad rejimini ve muhalefeti, siyasi çözüm için bir araya gelmeye çağırıyor ve sorunun ele alındığı bir uluslararası konferansın acilen düzenlenmesini talep ediyor. Bu konferans, bilindiği üzere 2012’de Cenevre’de yapılan konferansın ikincisi olarak görülmektedir.

Yakında toplanması düşünülen 2. Cenevre konferansında ABD, Rusya, B. Esad rejimi ve muhalefet temsilcilerini siyasi çözüm için bir araya getirecekler. Bu noktadan sonra Türkiye'nin Esad'sız çözüm talebinin de bir anlamı kalmamış oluyor.

2. Cenevre toplantısında açık veya kapalı çok yönlü pazarlıkların olacağı bir süreç olacaktır: Bir taraftan Rusya, muhtemelen Çin ve İran Ortadoğu'daki gelecekleri için doğrudan (Rusya) veya uzantıları vasıtasıyla (Suriye) masada olacaklar. Nüfuz peşinde olan veya bölgesel konumlarını pekiştirmek isteyen Katar ve S. Arabistan orada olacaklar. Güvenlik sorunu nedeniyle İsrail bir biçimde orada olacak. Başından beri soruna taraf olan Türkiye orada olacak. ABD doğrudan AB ve özellikle Fransa ve İngiltere bir biçimde orada olacaklar.

Suriye'de çözüm sorununda Türkiye'nin oldukça zorlandığı da ortaya çıkmıştır. Bunu bizzat Erdoğan açıklamaktadır:
ABD’ye hareket etmeden önce Esenboğa Havaalanı’nda düzenlediği basın toplantısında bir gazetecinin sorduğu “Obama ile görüşmenizde Suriye rejimine karşı daha agresif bir politika izlemesini isteyecek misiniz?” sorusuna Erdoğan şu cevabı vermişti:
Daha aktif ne gibi adımlar atabiliriz konuşacağız. İşin siyasi noktada atılması gereken adımlarında 1’inci Cenevre Anlaşması’nda oradaki çalışmalarda atılan adımlar netice vermedi. Daha sonra 2’nci Cenevre gibi yaklaşımlar, bize bunlar ipe un sermek gibi geliyor.”

ABD'de resmi görüşmelerden sonra Brookings Enstitüsü’ndeki konuşmasında Erdoğan’a “Cenevre süreci için ipe un sermek gibi olduğunu söylemiştiniz. Şimdi bu sürece nasıl bakıyorsunuz?” diye soruldu. Başbakan bu soruya şu cevabı verdi:
Doğrudur, daha önce Cenevre sürecinin ipe un sermek olduğunu söyledim. Görüşüm değişti veya gelişti diyebilirsiniz. Ama Rusya ve Çin’in de sürece katkı vermesini sağlayacak bir adımın atılması için Cenevre sürecini biraz daha ilerletelim diye bir düşünce söz konusu. Bu duruma yönelik Türkiye olarak bir desteğimiz olabilir. Ama bu sürecin uzaması halinde Esed’e zaman kazandırmamalı.”
ABD Başkanı Obama 2. Cenevre’yi kastederek “Önümüzdeki haftalarda rejimi ve muhalefeti bir araya getirdiğimizde Türkiye önemli bir rol oynayacaktır”, “İkimiz de Esad’ın gitmesi gerektiğinde hemfikiriz. İktidarı geçici bir hükümete devretmesi gerekiyor. Bu, krizi çözebileceğimiz tek yoldur” diyerek stratejik müttefikinin güç noktasında fazla hırpalanmasının önüne geçmiş oluyor.

ABD ve özellikle Türkiye'nin Esad'sız çözüm tezi yerini Rusya'nın Esad'lı çözüm tezi alıyor. Cenevre konferansı Esad'lı çözüm konferansıdır. Bu durumda Esad'sız çözüm isteyenler (ABD ve Türkiye) Esad'lı çözüm isteyenlerin (Rusya ve İran) müzakere çizgisine gelmişlerdir.

Açık ki Türkiye, ABD'de Suriye konusunda umduğunu bulamamış, tamamen dışlanmamak için de Amerikan nasihatlerine boyun eğmiştir.
Suriye konusunda masada sadece ABD-Türkiye oturmuyordu. ABD ve Türkiye'nin yanı sıra Rusya da üçüncü taraf olarak masada oturuyordu; bu anlamda görüşmeler Obama-Erdoğan arasında değil, Obama-Erdoğan-Putin arasında sürdürülüyordu.

V
Suriye konusunda Türkiye Rusya'ya, Rusya da Türkiye'ye güvenmiyor. Cenevre sürecinde bir çözüm aranacaksa, acil müdahaleden, bir an öce çözüm için savaştan yana olan güçlerin -başta Türkiye olmak üzere İsrail, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin kontrol altına alınması ABD'nin görevidir. Rusya böyle görüyor.
Şüphesiz ki, Türkiye-Rusya ilişkileri uzun bir zamandır olumlu bir seyir izliyor. Yaklaşık son iki on yıldan bu yana adım adım güçlenen ekonomik-ticari işbirliği, turizmin, kültürel bağların ve insani ilişkilerin de hızla gelişmesi iki ülkeyi birbirine yakınlaştırdı. Başkan Putin‘in Aralık 2004′teki ziyaretinden sonra siyasi ilişkiler de oldukça dinamikleşti.

İki ülke arasındaki ilişkilerde genel çerçeve hala olumlu, ama Suriye krizindeki görüş ayrılıklarının iki ülke arasında soruna yol açtığı da bir gerçektir.

VI

Ortadoğu ve komşu ülkelerle ilişkiler bağlamında Türk burjuvazisinin kendini algılama sorunu:

Birinci aşama:
1-2002-2010 döneminde AKP hükümeti, güçlü bir barış söylemiyle komşu ülkelere zeytin dalı uzattı. Hükümetin bu politikasında başarısız olduğu söylenemez. “Komşularla sıfır sorun”, “çok boyutlu dış politika” ve “karşılıklı ekonomik bağımlılık” gibi tezler bu dönemde geliştirildi. Ortadoğu’ya açılım adı altında bölge ülkeleri gezildi, bolca kardeşlikten bahsedildi. Ticari ilişkilerin geliştirilmesi için adımlar atıldı, vizeler kaldırıldı vs. Bu çerçevesinde yürütülen dış politika ile Türkiye’nin yakın çevresinde elde etmek istediği amaçlar vardı: Barış ortamı oluşturulacak, bu ortamdan yararlanılarak ekonomik ilişkiler azami geliştirilecek ve böylece başta Ortadoğu olmak üzere komşu ülkeler üzerinde ekonomiye ve askeri güce dayanarak Türkiye'nin nüfuzu arttırılacak. Bu dönemde Türk burjuvazisi komşularla kavga içinde bu amaca ulaşılamayacağının bilincinde hareket ediyordu.

Barış”, “dostluk”, işbirliği eksenli bu açılımına komşu ülkelerin de olumlu cevap vermesi üzerine Türkiye, komşularıyla çok iyi ilişkiler kuran bir ülke olarak algılanmaya başlandı. Öyle ki, Suriye ve Irak ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleri çerçevesinde ortak kabine toplantıları dahi yapılıyordu. ABD’den gelen bütün baskılara rağmen özellikle doğal gaz alanında İran ile işbirliği yoğunlaştırıldı, bu ülke ile dış ticaret kısa zamanda 11-12 kat artış gösterdi.

Bu dönemde Türkiye, komşu ülkeleri aşan bir “barış seferberliğine” çıkmıştır. Öyle ki, doğrudan kendisinin taraf olmadığı çok sayıda bölgesel çatışmanın çözümü konusunda arabulucu rolüne soyunuyordu.

Bu aşamada Türkiye'nin işbirliği eksenli politikası, baş müttefiki ABD'nin de gözünden kaçmıyordu.

İkinci aşama:
Burjuvazi, bölgesel güç olduğundan, bölgenin en büyük ekonomisine sahip olduğundan hareketle sorunlara bakıyordu. Alglaması, bölgesel ve komşusal her gelişme beni doğrudan ilgilendirir, o halde müdahil olmam, çıkarlarımı korumam veya çıkarlarım doğrultusunda hareket emmem gerekir eksenliydi. Öyle de oldu: Suriye'nin içişlerine karışmaya, taraf olmaya başladı, Erdoğan'ın kadim dostu, B. Esad ezeli düşmana, zalim bir diktatöre dönüştü. Suriye'ye müdahale etmemenin, Ortadoğu'da silinmek, etkisizleşmek anlamına geleceği düşüncesine göre politikalar oluşturmaya başlandı. Böylece bölgesel sorunlar karşısında pasif duran değil, aktif müdahil olan bir Türkiye karşımıza çıktı. Burjuvazi kendini dev aynasında görmeye başladı. Barış için risk almak, gerekirse çatışmak gerekiri dillendiriyordu. Bu anlamda emperyalist ülkeleri örnek alıyordu; ABD, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere vb. ülkeler gerektiğinde riskler alarak, savaşarak küresel güç olduklarına ve küresel çıkarlarını koruduklarına göre Türkiye de aynı yoldan ilerleyebilirdi.
Birinci aşama “barış”, “dostluk”, işbirliği eksenliydi, ikinci aşama ise karşımıza yayılmacılık, tahakküm girişimi, savaş politikası olarak çıktı.

Rusya algılaması

VII

Değişen dünya koşulları, derinleşen ve kapsamlaşan emperyalist ülkeler arası rekabet, yeni ittifak arayışlar sonuçta Rusya'nın da dış politik açılımını yenilemesini beraberinde getirmiştir. Şubat 2013'te yayımlanan Rusya dış politika belgesi, esas itibariyle uluslararası güç dengelerindeki değişimi, emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin keskinleşmesini; jeopolitik hamleleri, dünya fazla üretim krizini, başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri olmak üzere bölgesel istikrarsızlaşmayı esas almaktadır.

Soruna Rusya-Türkiye bağlamında baktığımızda şunu görüyoruz: Her iki ülkenin şu veya bu bölgede örtüşen ve örtüşmeyen çıkarları ve bu bağlamda da rekabetleri söz konusudur. Her iki ülkenin de Balkanlar'da, Karadeniz'de, Kafkasya'da, Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da, Ortadoğu'da ve bir bütün olarak Avrasya'da tarihi bağları vardır ve bu alanlar Türkiye ve Rusya'nın sürekli karşı karşıya geldikleri rekabet alanlarıdır.

VIII

Rusya ve Kürt sorunu:
Rusya emperyalist bir ülkedir ve Kürt sorununa da kendi emperyalist çıkarları açısından yaklaşıyor. Rakipleri karşısında dönem dönem Kürt ulusal mücadelesi karşısında takındığı “ince taktik”ler Rusya'nın bu sorundan yararlanarak rakipleri karşısında güçlü olmak amacını güttüğü gerçeğini karartmamalıdır. Rusya, Kürt sorununun çözümünü, devam eden “barış süreci”nin amaçlandığı gibi sonlanmasını istemez. Onun mantığına göre bu sorunu çözmüş bir Türkiye daha da güçlenmiş, güçlenecek bir Türkiye demektir. Enerjisini bu soruna harcamayan bir Türkiye, güçlü rekabet yapma olanağı yakalamış bir Türkiye'dir. Salt bu burjuva emperyalist mantıktan, algılamadan dolayı Rusya, Kürt sorununun çözümünden yana değildir.

Rusya'nın bu algılamasını Ortadoğu'da somutlaştırırsak: Bölgemizde oldukça önemli olan Kürt faktörünün Türkiye açısından sorun olmaktan çıkması, Türkiye'nin bölgede daha rahat hareket etmesine neden olacaktır. En azından karşısında olmayan Kürt faktörü, Türkiye'nin Ortadoğu politikasını güçlendirecektir. Ortadoğu'da güçlenen bir Türkiye, Rusya'nın çıkarlarına tamamen ters düşmektedir. Rusya, Kürt sorununa bu emperyalist algılama ile yaklaştığından Kürt sorununun çözümünden yana değildir.

Ortadoğu'da büyük-küçük bütün oyuncular, Kürtlerin bölgenin siyasi coğrafyasını altüst edecek jeopolitik değişime neden olabileceğinin bilincindedir.
IX

İran-Irak ilişkileri:
ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra veya genel anlamda merkezi Bağdat otoritesinin çökmesinden sonra bölgedeki hemen her ülke Irak'ın iç işlerine karışır olmuş, kendine göre nüfuz alanı oluşturmaya başlamıştır. Komşu ülkeler Irak’taki etnik, dini ve siyasi farklılıkları kaşıyorlar, birbirlerinin nüfuzunu kırmak ve kendi çıkarlarını güçlendirmek için her türlü çarpıtmaya baş vuruyorlardı. Bu ülkelerin başında İran, Türkiye ve S. Arabistan gelmektedir. Bu ülkeler arasında en karlı çıkanı, en etkili olanı son kertede İran olmuştur.
Amerikan emperyalizminin Irak’a müdahalesinden İran, iki açıdan yararlanmıştır: Birincisi, Saddam önderliğinde İran düşmanı bir rejim yıkılmış, ikincisi de işgal altındaki Irak'ta İran nüfuzuna açık bir iktidar oluşmuştur. Bunda Saddam rejimine karşı mücadele eden Iraklı Şii ve Kürt oluşumlara İran'ın yıllarca evsahipliği yapması ve bu güçlerin Irak'a döndüklerinde siyasi iktidarda belirleyici güç olmaları önemli bir rol oynamıştır.

Amerikan askerlerinin Irak'tan çekilmesiyle (Aralık 2011) İran-Irak ilişkileri daha hızlı gelişir ve kapsamlaşır. Örneğin savunma, güvenlik ve ekonomi alanında işbirliği geliştirilir. Karşılıklı ilişkilerin seviyesi bölgesel düzeye yükseltilir.

Amerikan askerlerinin çekilmesiyle Irak, bölgede yeniden aktif bir rol oynamaya başlar. ABD'yi rahatsız etse de Suriye sorununda B. Esad rejimine destek veren İran ve Hizbullah yanında; dolayısıyla Türkiye, ABD, S. Arabistan, Katar karşısında yer alır. Maliki hükümeti, ABD'ye rağmen bölgesel sorunlarda açıktan İran yanlısı bir konumdadır.
İran-Irak yakınlaşmasını salt “Şii”liğe bağlamak yanlış olur. Şüphesiz ki, her iki ülke arasındaki yakınlaşmada bu da önemli bir faktördür. Ve bu faktör geçici olarak İran'a yaramaktadır; “Şii”lik üzerinden bölge politikasında güçlü olmaya çalışmaktadır. Ama bu geçicidir. İran'ın Irak üzerindeki etkisinin kalıcı olacağının hiçbir emaresi yoktur. Her şeyden önce son kertede ABD böyle bir gelişmeye müdahale edebilir. Diğer taraftan bugün ele alınmayan, ama her iki ülke arasında sürekli sorun olan sınır anlaşmazlıkları, yükselen Arap milliyetçiliği, Irak politikasında belli bir zaman sonra gündeme gelecektir. Maliki hükümetinin düşmesi ve sonrasındaki olası gelişmeler, İran-Irak ilişkilerinin hangi yönde gelişeceğini gösterecektir. Sürekli İran politikasına endekslenmiş bir Irak ne ABD ne Türkiye ve ne de Arap dünyası tarafından uzun vadede kabul edilebilir. Bu olgular, İran-Irak ilişkilerini sınırlandırmaktadır.

İran'ın Irak'tan beklentisi ne olabilir veya Irak, İran için neden önemlidir?
Irak, İran için Ortadoğu'ya ve Akdeniz'e açılmada doğrudan bir köprübaşıdır. İran enerji ihracatında kullandığı yolları çeşitlendirmek istiyor. Bu amaçla İran, 25 Temmuz 2011’de Irak ve Suriye arasında imzalanan doğal gaz boru hattına ilişkin çalışmaları Kasım 2012’de başlattı. Açık ki niyet enerji sevkıyatıdır. Bunun ötesinde İran siyasi nüfuzunun kesintisiz olarak Irak üzerinden Suriye ve Lübnan'a kadar uzanmasıdır. Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak ABD'nin ve Türkiye'nin Irak ve dolayısıyla da bölge üzerindeki etkisini zayıflatıcı bir rol oynamaktadır.

X

İran'ın Suriye algılaması:
Suriye, İran için düşmemesi gereken son kaledir. İran, Suriye'nin düşmesi durumunda sıranın kendine geldiğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle Suriye'ye sarılmakta, bütün gücüyle Esad rejimini desteklemektedir. Aşağıda harita üzerinde de göstereceğimiz gibi, Suriye'nin düşmesi durumunda İran, parçalanması güç bir çember içine alınmış olacaktır. İran rejimi savaşla mı veya boğularak mı düşürülür veya teslim alınır burası bilinmez, ama İran'ın düşmesi, Kuzey Afrika'dan Pakistan'a, Afganistan'a kadar o “büyük Ortadoğu Alanı”nın tamamen Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerini kontrolü altına girmesi demektir. Amerikan jeopolitik açılımının Rusya, Çin ve Hindistan sınırlarına dayanmasıdır. Böyle bir gelişmeyi Rusya ve Çin, hatta Hindistan sıra bize geldi olarak algılayacaktır. Bu nedenle Rusya ve Çin ne pahasına olursa olsun sonuna kadar İran'ın yanında yer almaktalar. “Şanghay İşbirliği Örgütü” şekillenmesini bu açıdan da ele almak gerekir.

Şüphesiz ki Rusya, ABD önderliğinde Batılı ülkelerin, yerel, ama Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da nüfuz peşinde koşan güç olarak da Türkiye'nin bu jeopolitik hamlelerine karşı, tehlikeyi kendinden uzaklaştırmak için uzlaşma yolunu da seçebilir. Bu durumda ABD'nin yanı sıra Ortadoğu'da söz sahibi olan bir Rusya, Çin'in çembere alınmasında, en azından kendi sınırları boyunca önemli bir rol oynayabilir. 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini devam ettirmek isteyen ABD'nin böyle bir ilişkiye hayır demesi kendi çıkarları bakımından mantık dışı olur. Çin, sorunun bu yönünün de bilincindedir.

XI
Dinsel eksen sorunu:
Bölgede İran merkezli bir Şii ekseni oluştu. Bu eksen bugün Irak ve Suriye üzerinden Lübnan'a (Hizbullah) kadar uzanıyor ve Akdeniz'e açılıyor. Bu eksen Bahreyn'i zorladı. Ama iktidarı yıkamadı. Şiilik üzerinden daha da gelişme olanağı yok; sınırları belli bir eksen.

Buna karşın bölgede hakim durumda olan Sünni eksendir. Ama bu eksende bir bütünsellik yok veya giderek daha fazla farklı sesler yükselmektedir. Amerikan emperyalizmi ve Türkiye bu eksene sarılmaktadır. Sovyetler Birliği'ne karşı mücadelede, Afganistan'daki anti-sovyetik mücadelede kullanmak için örgütlediği radikal İslamcı cihatçı hareketler bütünsellik arz etmiyorlar, Selefi akımlar, ılımlılık atfedilen Müslüman Kardeşler gibi ana kollara ayrışıyorlar. Her bir ülkede bu hareketlerin farklı oldukları görülebiliyor; örneğin Müslüman Kardeşlerin Tunus'ta, Mısır'da, Suriye'de aynı olduğu pek söylenemez. Bunların şekillenmesinde veya birbirinde farklılaşmasında kimlerle ittifak yaptıkları ve güç dengeleri belirleyici olmaktadır.

XII

Kürt faktörünün algılanma sorunu:
Türkiye ile PKK arasında başlatılan “müzakere süreci”nden bu yana Türkiye-PKK denklemi çerçevesindeki Ortadoğu algılanmasında değişme görülmektedir. Tabii bunun BOP'a kadar uzanan bir tarihçesi de vardır. Ama göze batan değişim, söz konusu bu “müzakere süreci”nden bu yana olan gelişmelerdir. Bu sürecin sonu ne olurdan bağımsız olarak mevcut güç dengesinde önemli değişmelere kapı açılmış, Kürtler bölge siyasi coğrafyasını ve güçler dengesini değiştirebilecek duruma gelmişlerdir.
Suriye'deki iç savaş sürecinde Kürtler, Batı Kürdistan'da özerk yapılanmalarını gerçekleştirdiler. Rojava bölgede Kürt dinamiğinin önemi bakımından başlı başına bir kavram olmuştur. Ortadoğu coğrafyasında Kürtleri hesaba katmayanlar, şimdi katmak zorunda kalıyorlar. Esad rejiminin yıkılmasından sonra durum ne olurdan bağımsız olarak günümüzde Batı Kürdistan'ın durumu böyledir.
Güneyde federal yapı, gerekirse bağımsız devlet olma yolunda gelişmektedir.
Türkiye'de devam eden “müzakere süreci” daha şimdiden Kürt kimliğinin tanınmasını artık geri alınamaz yapmıştır.

Bu durum Ortadoğu'da güçler dengesinin değişimiyle bağlam içinde yeni jeopolitik düşünce egzersizlerinin yapılmasına da yol açmıştır. PYD’nin, Türkiye'de “müzakere süreci”nin ilerlemesine paralel olarak Esad rejimi ile çatışmaya başlamasını zamanlama bakımından anlamlı görenler, Türkiye’nin, Irak ve Suriye’deki Kürtlerle federasyon kuracağı üzerine düşünce egzersizi yapıyorlar. Süreç başlangıcında A. Öcalan'ın “Misak-ı Milli” atfı kimi çevreleri heyecanlandırırken, oluşacak bir Türk-Kürt federasyonu fikri birçok ülkenin korkulu rüyası olmuştur. Böyle bir federasyonun gerçekleşmesi durumunda İran, Rusya, Fransa, İngiltere, ABD ve İsrail'in bölgedeki çıkarlarını bu federasyonun çıkarlarına uygun hale getirmek zorunda kalacakları açıktır. Bu nedenle bu ülkelerin hiçbiri böyle bir federasyondan yana değillerdir. Bırakalım böyle bir federasyonu, Türkiye bağlamında Kürt sorunun çözümünden yana değillerdir. Federasyon veya Türkiye bağlamında Kürt sorununun çözümü, burjuva algılamaya göre Ortadoğu'da Türkiye'nin oldukça güçlenmesi demektir. Güçlenen Türkiye bölgedeki diğer rakiplerini, örneğin bölgesel olarak İran'ı, İsrail'i, ötesinde emperyalist ülkeleri oldukça rahatsız edecektir. Güney Kürdistan ile geliştirdiği ekonomik ilişkilerden rahatsız olan ABD'nin “söz dinlemez” bir Türkiye istemeyeceği açıktır.

Kürtlerin farklı ülkelerde özerk statüde yaşamak istememeleri ve birleşerek bağımsız devlet kurmaları onların en doğal hakkıdır. Suriye'de Esad rejiminin düşmesinden ve Türkiye'de tarafların belirledikleri doğrultuda “müzakere süreci”nin tamamlanmasından sonra böyle bir talebin dillendirilmesi doğaldır. Kürtlerin dillendirdiği Batı Kürdistan sınırlarının Akdeniz'e kadar uzatılması böyle bir adımın işareti olarak görülebilir.

Geçmişte ABD ve İsrail'in Güney Kürdistan çıkışlı, Türkiye (Kuzey Kürdistan), İran (Doğu Kürdistan) ve Suriye (Batı Kürdistan) katılımıyla Akdeniz'e açılan bir Kürt devletinin kurulması için çaba harcamadıkları söylenemez. Ortadoğu'nun siyasi coğrafyasını ve jeopolitiğini tamamen değiştirecek bu gelişmenin kolay kolay gerçekleşemeyeceğini görmüşlerdir. Bu durumda ABD söz konusu bu devletlerin hepsini karşısına almak sorunuyla karşı karşıya kalacaktı.

XIII

Ortadoğu’da bölgesel görünen uluslararası bir saflaşmayla karşı karşıyayız:
Görünüşte sorun, Suriye'dir. Ama bu sorunla ilgilenenler hiç de Suriye'nin iç güçleriyle, ülkenin dinamikleriyle sınırlı değildir. Suriye sorununa müdahil olanlar, bölgesel görünümlü uluslararası güçlerdir; Suriye ve onun arkasında Rusya, Çin, Irak ve İran dururken, muhaliflerin arkasında da ABD, Türkiye, S. Arabistan, Katar ve başka emperyalist ülkeler durmaktadır. Bu saflaşmada Esad rejimi düşse de veya Esad'dan vazgeçseler de bir biçimde Suriye'de etkili olmaya çalışacak ülkelerin başında Rusya ve İran gelmektedir. İran ve Rusya açısında Suriye, stratejik bir öneme sahiptir.

Açık ki Suriye sorunu bölgesel saflaşmayı güçlendirmiştir. İlişkileri zaten iyi olan Rusya ve İran, Suriye sorunundan dolayı da daha yakın işbirliğine yönelmişlerdir. Bu anlamda Irak ile Rusya arasındaki ilişkiler de güçlenme yönündedir. Bu ülkelerin Türkiye'ye karşı da politikalarında, en azından Suriye sorunundan dolayı çok belirgin bir ortaklaşama vardır. S. Arabistan ve Katar'ın Suriye'de muhalefeti desteklemeleri bu ülkeleri oldukça rahatsız etmektedir.

Suriye sorununun ne denli Suriye ile sınırlı olmadığına, hatta temel rekabet için bir vesile olduğuna da bakalım:
Irak’taki zengin enerji (petrol) kaynakları, tarihsel bakımdan da Ortadoğu'nun kaderini belirleyen en önemli faktör olmuştur. Bu nedenle Irak petrollerinin Irak'a, Kürtlere ait olması sorunun özünde fazla bir şey değiştirmemektedir. Önde gelen bütün emperyalist ülkelerin ve Türkiye'nin de bu kaynakları ele geçirmek için rekabetleri ve birbirleriyle savaşları söz konusudur. Bu da göstermektedir ki, bu enerji kaynakları için mücadele, bölgesel değil, uluslararası bir mücadeledir. Bu ülkede ve genel olarak bölgede petrolün keşfinden ve ekonomide öneminin artmasında sonra önde gelen hemen bütün ülkeler bütün güç unsurlarını kullanarak bölgeye hakim olmaya çalışmışlardır ve hakim de olmuşlardır.

XIV

Ortadoğu'da aktörler arası mücadelede kilitlenme ve yeni çatışmalı gelişme durumu:
Hatırlayalım:
Ortadoğu’da 2000’li yılların ortalarına gelindiğinde Filistin “barış süreci” tıkanmış; işgal altındaki Irak'taki iç savaş bölge devletleri arasında bir vekâlet savaşına dönüşmüş; radikal dinci güçler yeni mücadele alanları bulmuş; Hizbullah Lübnan'da güçlenmişti. (Hizbullah, İsrail’i istemediği bir savaşın içine çekerek onun yenilmezlik mitini yerle bir etmişti).
Bütün bu olgular sonuçta Ortadoğu'da devletler bazında güçler dengesinin İran ve müttefikleri lehine değişmesini beraberinde getirmişti.

Mevcut durum neyi göstermektedir?
Savaşan güçlerin coğrafi dağılımını aşağıdaki haritada görüyoruz:

Suriye’de kısa sürede yıkılacağı beklenen rejim yıkılmamış, devam eden iç savaş ülke dışına sıçrama aşamasına gelmiştir.

Basra Körfezi'nde başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin çabasıyla “Arap Baharı” Bahreyn’de bastırılmıştır.

Filistin’de “barış süreci”, Filistin içi çelişkilerden (Hamas ve El Fetih arasındaki çelişkiler) dolayı da tamamen tıkanmıştır.

İran’ın sürdürdüğü nükleer çalışmalar başta İsrail ve ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçleri ve bu arada Türkiye'yi de tedirgin etmeye devam etmektedir.

Bölgede birkaç sene içinde devlet ve devlet dışı güçler bazında ittifak ilişkilerinde önemli değişmeler olmuştur: Türkiye, Hamas, Mısır ve Kürtler.

Türkiye ile Suriye arasındaki dostluk düşmanlığa dönüşmüş, dün Erdoğan'ın kadim dostu olan B. Esad bugün zalim olmuştur.

Kısa bir zaman öncesine kadar İran ve Suriye’nin önemli müttefikleri arasında yer alan Hamas bugün bu ülkelerden uzaklaşmıştır.

Mısır, İsrail ile anlaşmasını bozmamasına rağmen belirgin bir pozisyon değişimine gitmektedir.
Ortadoğu'da Kürtler önemli bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır. Güney Kürdistan'daki özerk yapılanma, Batı Kürdistan'da şimdilik devam eden özerk yönetim Türkiye'de devlet ile PKK arasında çatışmasızlık temelinde sürdürülen “barış süreci”.
Açık ki, Ortadoğu’da hiçbir devlet ve hegemon emperyal güçler (ABD, Rusya, Fransa, Çin, İngiltere) mevcut durumdan, değişimin ulaştığı bu aşamadan memnun değildir. Ortadoğu'da keskinleşen çelişkiler, bütün bölgeyi kapsamına alacak bir bölgesel savaşa doğru gelişmektedir.
Bütün bölgeye yayılan bir savaşta yine savaşanların dış destekçileri belirleyici olacaktır. Savaşın bir tarafında ABD, Batılı emperyalist ülkeler, Türkiye, İsrail, S. Arabistan, Mısır, Katar, diğer tarafında ise Rusya ve Çin himayesinde İran, Hizbullah (Lübnan), bütünlüğünü korursa Suriye olacaktır.

Suriye'de savaş bölgeselleşmektedir. İran'ın Esad rejimini açıktan siyasi, ekonomik ve askeri olarak desteklemesi; İran'ın çabalarıyla Lübnan'ın (Hizbullah) ve Irak'ın Esad rejimi yanında yer almaları; Rusya'nın Esad rejimini modern silahlarla desteklemeye devam etmesi; ABD ve AB'nin muhalefeti silahlandırma kararı bu savaşın Ortadoğulaşmaya yüz tuttuğunun açık göstergeleridir.
Sadece Suriye'nin kendisi değil, Suriye üzerinden Ortadoğu balkanlaşmaktadır, Iraklaşmaktadır, Afganistanlaşmaktadır, istiyorsanız buna Somalileşmektedir de diyebilirsiniz.

JEOPOLİTİK SENARYOLAR...

1-Suriye'de rejimin yıkılmaması ve İran senaryosu
İran'ın Ortadoğu açılımı Suriye'yi oldukça önemli kılmaktadır. İran'ın ne pahasına olursa olsun Suriye'yi elden bırakmak istememesinin temel nedeni onun Ortadoğu'da nüfuz arama çabasında yatmaktadır, onun bölge politikasının temel taşını oluşturmaktadır.
Ortadoğu’da görünüşte doğrudan Suriye'yi hedef alan geniş tabanlı bir mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadele aslında üstü örtülü olarak İran’a yönelik bir mücadele özelliği taşımaktadır.

Suriye’de rejimin yıkılması veya yıkılmaması sadece bölge ülkelerini değil, Ortadoğu'da söz sahibi olmak isteyen emperyalist ülkeleri de doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye, İran, Irak, İsrail, Magrip ülkeleri (Fas, Cezayir, Tunus, Libya), Maşrık ülkeleri (Mısır, Ürdün, Lübnan) ve ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin gibi emperyalist ülkeler Suriye'deki rejimin geleceğinden doğrudan etkileneceklerdir.

İran, Irak, Suriye ve Lübnan'da (Hizbullah) etkilidir. Ama İran'ı Ortadoğu'da gücü, etkisi sürekli artan, nüfuz alanı genişleyen bir ülke olarak görmek de yanlıştır. Aslında İran, uzun vadede kaybeden bir ülkedir. Irak'ın işgalinden sonra (2003) İran’ın bölgede kazandığı zemin ve etki alanı, dayatılan yaptırımlardan ve uygulanan uluslararası tecritten dolayı daralmaya başlamıştır. Buna “Arap Baharı” denen halk ayaklanmalarının İran İslami Devrimini örnek almamaları da eklenmelidir. Uzun Vadede Ortadoğu'da yükselen bir İran ile değil, kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalacak olan bir İran ile karşı karşıyayız. İran klerikal (dinci) faşist rejimi bu durumu pekala görmektedir. Tam da bu nedenden dolayı Suriye rejimine sarılmaktadır; onu kendi çıkarları için ne pahasına olursa olsun ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de açık veya örtülü her türden desteği sunmaktadır.

Bu durumda İran'a, onun Ortadoğu ülkeleri üzerinde nüfuz sahibi olma çabalarına karşı olan veya bundan tedirginlik duyan her ülke İran karşıtı cephede yer almaktadır. Bölgesel aktörler arasında bu cephenin başını çeken de Türkiye'dir.
Bu durumda Suriye sorunu üzerinden Türkiye ve İran eksenli ittifaklaşmalar oluşmuş oluyor.
Bu bölünme uluslararası bölünmeyi de beraberinde getiriyor; bölgesel (iç) ve uluslararası (dış) güçler arasında kamplaşma oluyor. Suriye sorunu bu kamplaşmanın aynasıdır:

Bir taraftan Suriye'de B. Esad rejiminin devrilmesi için muhalefeti destekleyen başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, bölgesel olarak da Türkiye, S. Arabistan, Katar, Ürdün, İsrail veya “Suriye'nin dostları” olan ülkeler.

Diğer taraftan ne pahasına olursa olsun B. Esad rejimini ayakta tutmaya çalışan Rusya, Çin, İran gibi ülkeler.
Açık ki Suriye'deki gelişmelere bu kamplaşmada yer alan emperyalist ülkelerin çıkarı yön vermektedir. Yerel aktörler bir biçimde bu çıkarlara tabi kılınmaktalar.
Suriye'de B. Esad rejiminin yıkılmaması durumunda ne olabilir? Olabileceklerin hepsi ABD, Türkiye, S. Arabistan ve İsrail açısından birer kabustur.

Suriye'de rejimin yıkılmaması durumundan en karlı çıkacak olan bölgesel güç İran'dır. Irak'ın da İran'ın etkisi altında kalması, en azından mevcut ilişkilerin devam etmesi durumunda İran doğrudan Suriye'ye, Lübnan'a (Hizbullah) uzanmış ve Akdeniz'e açılmış olacaktır. Bu durumda İran batı Afganistan'dan Akdeniz'e kadar uzanan geniş alanda “Geniş Ortadoğu Alanı”nın en önemli bölümünde hakim güç olacaktır. Böylece “Büyük Ortadoğu Projesi” ve Başbakan Erdoğan'ın “BOP-Eşbaşkanlığı” boşa çıkacaktır. Bunun nasıl bir nüfuz alanı olduğunu ve BOP içindeki yerini haritada gösterelim.

Sınırları kırmızı çizgi ile belirlenmiş Amerikan çıkar alanını neredeyse ortasında ikiye bölen Suriye'yi, Lübnan'ı, Batı Afganistan'ı -S. Arabistan'ın kuzey sınırlarından, Ürdün ve Türkiye'nin güney sınırlarına ve Afganistan içlerine kadar uzanan alanı- kapsayan bir İran çıkar alanı ortaya çıkmaktadır. Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynakları ve sevkıyat koridorları için rekabetin nasıl şekilleneceğini istediğiniz gibi düşünebilirsiniz.

Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda İran'ın bu bölgeyi nasıl yöneteceği pek önemli değildir. Böyle bir durumda B. Esad veya Suriye rejimi açık ki Arap dünyasından kopacaktır ve varlığını İran'a borçlu olduğunu hiçbir zaman unutmayacağı için de İran'ın çıkarları doğrultusunda hareket edecektir. Açık ki nüfuz alanını korumak için İran, ordularını Suriye'de de konuşlandıracaktır. Sadece bu, bölge ülkeleri Mısır'ı, İsrail'i, S. Arabistan'ı, Türkiye'yi ayağa kaldırmaya yeter!

S. Arabistan üzerine İran algılaması, nüfuz alanıma ordularımı konuşlandırırsam S. Arabistan korkar, karşı koyma yerine durumu sineye çeri içermektedir.
S. Arabistan'ın durumu kabullenmesi ABD'nin izni olmadan mümkün değildir. ABD'nin bu durumu kabullenmesi, en azından S. Arabistan'a durumu kabullen demesi, Körfez'deki küçük ülkelerin düşmesi -İran'ın nüfuzu altına girmesi- anlamına gelir.

Bu senaryonun gerçekleşmesi, İran'ın İsrail sınırlarına dayanması, Mısır'ı doğrudan tehdit etmesi ve Türkiye'yi güneyden de çevrelemesi anlamına gelir.
Böyle bir durum hem İsrail hem Türkiye ve hem de Mısır açısından açıktan bire savaş nedeni olur. Bu savaşın başını çeken de Amerikan emperyalizminden başkası olmayacaktır.

Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda Rusya'nın Ortadoğu'daki konumunun ne olacağı İran'ın tavrına bağlı olacaktır. Amerikan tehdidi var olduğu müddetçe ortaklık içinde hareket etmek zorunda kalacaklardır.

Böyle bir senaryonun gerçekleşmesini kabus olarak gören ABD, diğer Batılı emperyalist ülkeler, Türkiye, İsrail, Mısır ve S. Arabistan bütün güçleriyle buna karşı mücadele edeceklerdir. Bu nedenle B. Esad rejiminin yıkılmasını talep ediyorlar.

B. Esad rejimini bir an önce yıkmaya çalışan bölgesel aklıevveller, bu rejimin kolay kolay yıkılmayacağını baştan bilmeleri gerekirdi. İran'ı jeopolitik olarak doğru okumaya çalışanlar, Suriye rejimini güçlü kılan faktörü görmeleri gerekirdi.

İran üzerinde baskının arttırılması, doğrudan Esad rejiminin zayıflatılması anlamına gelir. İran'ın Irak üzerindeki nüfuzunun kırılması veya geri püskürtülmesi, Suriye rejiminin zayıflatılması anlamına gelir.

Suriye'de rejim değişimini NATO'ya havale etmek ise Arap ülkeleri nezdinde ters tepkiye neden olabilir. NATO üzerinden müdahale edilmeseydi, Gaddafi rejiminin kolay kolay yıkamayacağını Batıl emperyalist güçler de biliyorlardı. Ama Suriye, Libya değildir ve Ortadoğu denkleminde Libya biraz kenarda dururken, Suriye merkezde durmaktadır; durum daha karmaşıktır. Diğer taraftan Arap psikolojisini de anlamak gerekir; ikinci bir Arap ülkesinde rejimin NATO bombardımanıyla değiştirilmesini Araplar ikinci defa sineye çekerler mi, orası bilinmez. Ve Arap ülkelerinde gerici rejimler sıra bir gün bize de gelecek diye düşünmezler mi? Yani İran korkusu ne denli güçlü olursa olsun, Suriye'ye NATO ile müdahale birçok bilinmezi beraberinde getirebilir.

Bu senaryo bağlamında Amerikan emperyalizminin önünde fazla seçenek yok:
Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçları kabullenmesi, Ortadoğu'da hegemon olmaktan, bir bütün olarak BOP'tan vazgeçmesi, son kertede bölgedeki müttefiklerini kendi haline bırakarak çekilmesi anlamına gelir. Buna İsrail de dahildir. Bu durumda Amerikan emperyalizmi gerileyen, çöken bir güç olduğunu bütün dünyaya ilan etmiş olur, iddiasızlaşır, dünya hegemonyası için rekabeti kaybetmiş olur.

Geriye tek yol kalmaktadır; Suriye'de rejimi düşürmek, Irak'ta İran etkisini kırmak ve İran'ı boğacak derecede çembere almak ve gerekirse savaşarak teslim almak. İkinci olasılık gerçekçi olanıdır.
Bu nedenle ABD, üsleriyle İran'ı çember altına almıştır. Aşağıdaki haritada bunu görüyoruz. 
 


























Harita İran'ın, ABD tarafından adeta çevrilmiş durumda olduğunu, ABD tarafından ne denli kuşatıldığını gözler önüne seriyor.

İran'a karşı olası bir savaş durumunda ABD ve muhtemelen bütün NATO, doğuda Afganistan'daki ve Pakistan'daki üslerini kullanacaktır.
Güneyde S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'deki üsler; Batıda ise Irak'taki ve Türkiye'deki üsler kullanılacaktır.

2-“Sykes-Picot” anlaşmasını tazeleme senaryosu

Fransız gazeteci Thierry Meyssan, “Obama ve Putin Ortadoğu'yu paylaşacaklar mı” makalesinde her iki ülke arasında gerçekleştirilmesi düşünülen bir paylaşma planından bahsetmektedir. Burada sorun böyle bir planın olup olmadığından ziyade böyle bir planın yaklaşık yüz sene önce uygulamaya konmasıdır.

Ortadoğu'da petrolün bulunmasından ve ekonomik değerinin artmasından sonra bölgede emperyalistler arası çelişkiler de keskinleşmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak hakim olan her bir emperyalist ülke, bölgeyi kendi kontrolünde tutabilmek için yapay sınırlar çizmiş, yapay ülkeler oluşturmaya çalışmıştı. Taktik, “böl ve yönet” taktiğiydi, taktiğiydir.

Fransa 1919/1920 döneminde etnik nedenlere dayanan devletçikler oluşturmaya çalışmıştı. Fransa ve İngiltere arasında Osmanlı topraklarını (Kürdistan ve Ortadoğu'nun Osmanlı devleti sınırları içinde olan toprakları) paylaşmak için 16 Mayıs 1916'da yapılan Sykes-Picot Anlaşması ve Sevr'in ön koşullarını oluşturmak için San Remo Konferansı (1920) Ortadoğu ve emperyalist çıkarlar bağlamında devletçiklerin kurulması “böl ve yönet” taktiğinin uygulanmasından başka bir anlam taşımaz.
Devletçikler oluşturma politikası Irak'ın işgalinden sonra yeniden gündeme gelmişti. Ortadoğu, bugün de geçerli olan “Lübnanlaştırma”, “Balkanlaştırma” veya “Iraklaştırma” kavramlarıyla ifade edilen emperyalistler arası çatışmaların ve kışkırtmaların merkezi olmaktan çıkmamıştır.

Söz konusu gazetecinin yorumuna göre ABD ve Rusya 1916'dan kalma Sykes-Picot anlaşmasını tazelemek için görüşüyorlar. Önemli olan, böyle bir görüşmenin gerçek olup olmamasından ziyade böyle bir planın gerçekleştirilmesinin ne anlama geleceği ve gerçekleştirme şansının olup olmadığıdır.

Önce böyle bir planın gerçekleştirilmesi durumunda Ortadoğu'nun siyasi haritasının nasıl şekilleneceğine bakalım. Bunu aşağıdaki haritada görüyoruz.

Sykes-Picot Anlaşmasına göre Ortadoğu'nun Fransa ve İngiltere arasında paylaşımı:

Bu senaryonun -eski ve yeni Sykes-Picot anlaşmasının- Kürdistan'ı ne hale getirdiğini aşağıdaki harita ile karşılaştırarak da çıkartabilirsiniz.


















Kürdistan'ı paramparça eden 1916'dan kalma Sykes-Picot anlaşmasının yenilenmesine Kürt ulusu boyun eğer mi? Buna inanmak için insanın aklından zoru olması gerekir.

Aslında ABD'nin Ortadoğu'nun siyasi haritasını yeniden çizme anlayışı yeni değildir veya bu gazetecinin makalesiyle ortaya çıkmış bir plan değildir. Bu niyeti açığa vuran haritalar çizilmiş, anlayışlar ortaya atılmıştır.

Böyle bir senaryonun uygulanması, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasından, BOP'tan ve nihayetinde dünya hegemonyasından vazgeçmesi anlamına gelir. Böyle bir senaryonun uygulanması durumunda, dünya tarihinde geriye çekilen, gününü doldurmuş, yerini başka güç veya güçlere bırakma sürecinde olan bir ABD ile karşı karşıyayız demektir.
ABD'nin böyle bir senaryonun aktörü olmasına neden olan anlayışlardan bahsedilmektedir:

-Birinci anlayışa göre ABD, enerji temini konusunda giderek bağımsızlaşmaktadır. Katranlı kumdan petrol ve kaya gazı üretimi ile bu bağımsızlık sağlanmış oluyor. Bu durumda Basra Körfezi'nden sorunsuz petrol sağlanmasını içeren1980'den kalma Carter-Doktrini'nin bir anlamı kalmamış oluyor.

-İkinci anlayışa göre ABD'ye sorunsuz petrol sağlamayı garanti eden Suudi Hanedanını korumayı amaçlayan 1945'ten kalma Quincy anlaşmasının bir anlamı kalmıyor.

-Üçüncü anlayışa göre ABD, çok pahalıya mal olan, uluslararası arenada savunulacak durumu kalmamış İsrail'i birtakım anlaşmalarla kendi haline bırakıyor.

Bu nedenlerden dolayı Barack Obama, Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası jeopolitikasını bir kenara atmak için Rusya ile anlaşmayı, ABD'nin çıkarlarına daha uygun görmüş oluyor. Bu durumda ABD, bütün dünyanın gözü önünde Suriye sorununda başarısız kaldığını, herhangi bir karşılık beklemeksizin Rusya'nın Ortadoğu'da konuşlanmasına hazır olduğunu ve bölge üzerinde Rusya ile birlikte kontrolü üstleneceğini kategorik olarak açıklamak zorunda kalacak.

Ortadoğu'da bu adımları atan ABD, buradaki güçlerini Uzakdoğu'ya kaydırarak Çin'in gelişmesini frenlemeye çalışacak ve aynı zamanda Rusya ile anlaşmasının bir sonucu olarak da Çin-Rusya ittifakının parçalanmasını, dolayısıyla “Şanghay İşbirliği Örgütü”nün dağılmasını ve Rusya'nın Uzakdoğu'da aktif olmamasını bekleyecek.

Bu adımları atmak için ABD, Rusya ile birlikte Suriye sorununu, sorunsuz çözmenin yollarını arayacak; yani Ortadoğu'nun siyasal haritasını, bölgeyi kendisiyle Rusya arasında paylaşma temelinde tamamen değiştirecek.

Bu aynen I. Dünya Savaşı sürecinde Fransa ve İngiltere'nin Sykes-Picot Anlaşmasıyla Ortadoğu'yu kendi aralarında paylaşmalarına benzemektedir. Fransa ve İngiltere 1916'da bu anlaşma için 8 ay müzakere ettiler. Anlaşmanın içeriğini ise Bolşevikler, iktidara geldikten hemen sonra açıkladılar. Sykes-Picot Anlaşması özellikle Türk ulusal kurtuluş mücadelesi tarafından geçersiz kılındı.
Yaklaşık yüz sene sonra aynı anlaşma bu sefer ABD ve Rusya tarafından tazelenmiş olacak!

Plan çok basit; Suriye sorununun sorunsuz çözümünden sonra, yani bu ülke ABD-Rusya çıkarlarına göre “istikrara” kavuştuktan sonra İsrail ve komşuları arasında kapsamlı bir barışı sağlamak için Moskova'da uluslararası bir konferans düzenlenecek. Filistin sorunu çözülmeden Suriye barışa yanaşmayacağı için, yönetimi parçalanmış Filistin'i ikna etmek ve Madrid Konferansına (1991) göre hareket etmelerini sağlamak görevi Suriye'ye veriliyor. Bu durumda İsrail, mümkün olduğunca 1967 sınırlarına çekiliyor ve Filistin devletini oluşturmak için Filistin topraklarıyla Ürdün birleşiyor. Shepherdstown görüşmeleri (1999) doğrultusunda Taberiye Gölü İsrail'e veriliyor ve İsrail de Golan Tepelerini Suriye'ye devrediyor. Suriye, anlaşmanın Filistin-Ürdün kesimi için garantör oluyor.
Bağımsız bir Kürdistan'ı kurmak için Irak üçe bölünüyor. Türkiye de Kuzey Kürdistan'a otonomi statüsü vererek federal bir devlete dönüşüyor.
Gözden çıkartılan S. Arabistan üçe bölünüyor; bazı bölgeleri Filistin-Ürdün devletine veya “Şii-Irak” devletine devrediliyor.

Böylece ABD, Rusya'ya büyük bir nüfuz alanı verirken, kendi nüfuz alanlarından bir şey kaybetmemiş oluyor. Bu nasıl olur orasını bilemem, ama söz konusu plana göre Ortadoğu aşağıdaki haritada görüldüğü gibi yeniden şekillendirilmiş oluyor.

Bu durumda Ortadoğu'nun yeni haritası aşağıdaki gibi çizilmiş olacak:


Ortadoğu'nun ABD ve Rusya arasında paylaşılması üzerinde yükselen bu siyasi-askeri anlaşma, aynı zamanda enerji eksenli bir iktisadi anlaşmadır. Suriye ve Akdeniz'in güneyinde yeni keşfedilen doğal gaz yatakları, Suriye ve bu bölgeyi daha da önemli kılmaktadır. Anlaşmaya göre ordularını Suriye'de konuşlandıracak olan Rusya, doğal gaz pazarının büyük bir kısmını kontrol edecektir.
Senaryoya göre ABD, bunların hiçbirsini karşılıksız yapmıyor: Rusya'yı Uzakdoğu'dan uzak tutuyor, dikkatini Ortadoğu'ya yoğunlaştırmasını sağlıyor ve yanı sıra İsrail yükünden de kurtulmuş oluyor. Bu şöyle oluyor: Suriye'de konuşlanan Rus orduları, Arapların İsrail'e saldırılarını veya İsrail'in Arap ülkelerine saldırısını engelleyen bir görev üstlenmiş oluyorlar. Böylece ABD, İsrail'i tarafsılaştırmış ve devasa ekonomik ve siyasi bir yükten kurtulmuş oluyor.

Bu senaryoya göre ABD, İran'ın bölgesel rolünü tanımak zorunda kalıyor. Buna karşın, İran'ın Latin Amerika'dan çekilmesini garanti altına almak istiyor.

Gerçekleşmesi durumunda bu senaryonun kaybedenleri var: Uluslararası çapta ekonomik entegrasyon olarak AB, emperyalist ülke olarak Fransa, İngiltere, Almanya kaybedenler listesinin başında yer alıyorlar.

Bölgesel olarak kaybedenlerin başında İsrail, Irak, S. Arabistan gelmektedir. İsrail, önemsileştiriliyor, Irak ve S. Arabistan bölünüyor.
Esas kazançlı çıkanlar ise Suriye ve Rusya oluyor.

Bu senaryoyu engelleyecek, yeni bir “Sykes-Picot Anlaşması”nı geçersiz kılacak iki güç hesaba katılmıyor. Türkiye ve Kürtler. Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda bağımsız Kürdistan, bütün zenginliklerine rağmen kendini çevreleyen ülkeler -bu durumda Türkiye, Suriye, Sünni ve Şii Irak ve İran- tarafından boğulacaktır. Bu ülkelerin hiçbiri bağımsız Kürdistan'a dost olmayacaktır. İran, Suriye ve Irak, Kürt topraklarını kaybettikleri için dost olmayacaklardır. Türkiye ise otonomi verdiği Kuzey Kürdistan'ı kaybetme tehlikesinden dolayı dost olmayacaktır. Boğulmamak, denize açılmak için Kürtler, Türkiye ve Suriye ile savaşırlar mı, bunu bilemem. Ama Türkiye-Kürdistan birliği bütün bu planları altüst eder. Bu durumda yeni bir “Sykes-Picot Anlaşmasını” bozacak tek güç Türkiye-Kürdistan birliği olabilir.

Ama başka bir alternatif, kesinlikle gerçekleşecek olan başka bir “senaryo” daha var. O da Ortadoğu'da devrimci mücadele ve sonuçlarıdır. Bu da ayrı bir yazının konusu olmalıdır.