deneme

19 Ağustos 2017 Cumartesi

DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GENEL GELİŞME EĞİLİMİ (II)


DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GENEL GELİŞME EĞİLİMİ (II)

II-TÜRKİYE EKONOMİSİ

Türkiye’de ekonomi üzerine yazıp çizenlerin bir kısmı hakkında artık belli bir görüşe vardım. Bunlar için nesnel gerçekliğin beş para değeri yok. Ekonomi beyazsa siyah; siyahsa beyaz demeyi ilke edinmişler. Bunların temel özellikleri de şu: Ekonomiden anlamıyorlar ama öznel görüşlerini gerçeklik yerine koyuyorlar. Örneğin ibre biraz aşağıya dönünce kriz patlatıyorlar ve hükümeti de devirme umutlarını canlandırıyorlar. Eski dönemlerde ekonomiyi hep krizde tutanlar vardı. O dinozorlara şimdilerde pek rastlamıyoruz veya da varlıklarından benim haberim yok.

Diğer bir çevre de kapitalizmi nasıl eleştireceğini pek beceremiyor. Bunlar sanıyorlar ki, ekonominin büyüdüğünü söylersem, onu eleştiremem. Öyleyse büyümediğini, büyüdüyse de kağıt üzerinde büyüdüğünü veya ekonomiye katkısı alt veya orta derecede olan sektörlerin katkısıyla büyüdüğünü anlatmalıyım diye düşünüyorlar. Ama bunların aklına şu soru gelmiyor mu? Tamam, ekonomi büyümüş olabilir, büyümüştür de. Ama nasıl büyümüş? Bu soruya cevap vermeye çalışsalar, Türkiye’de kapitalizm gerçeğini eleştirmek için pek çok neden bulacaklardır.

Başka bir çevre de okuma yazma bilse de okumadan yazanlardan veya konuşanlardan oluşmaktadır. Bunların tipik özelliği şudur: İstatistik verileri kullanmaktan ve analiz etmekten bihaber olmak. Neredeyse salt bu özelliklerinden dolayı, ülke ekonomisi borç batağında olmasa da ekonomiyi borç batağına gömmekten çekinmezler; üretmiyor, “sıcak para” ile ayakta duruyor demeyi dillerinden düşürmezler; yabancı sermaye olmasa sonları gelir; turist gelmezse kriz patlak verir; her şeyiyle dışarıya bağımlı bir ekonomi vb.

Ne yaparsanız yapın bunları ikna edemezsiniz. Bu nedenle bunlara artık “iflah olmazlar” diye tanımlamaya karar verdim.
Bu makalede bu çevrelerin görüşlerini dikkate almaksızın son dönemde Türk ekonomisindeki gelişmenin yönünü göstermeye çalışacağım. Bakalım, veriler (sanayi üretimi, kapasite kullanımı, işsizlik ve ekonominin dinamikliği) bizi nereye götürecek.
Şimdi bu kıstasları kısaca ele alalım.

1- Türkiye’de aylar, yılın çeyrekleri ve yıllar bazında sanayi üretiminin gelişmesi

1.1-Aylara göre sanayi üretiminin seyri


Yukarıdaki grafik bize şunu göstermektedir: Kriz sürecinde aylık bazda mutlak gerileyen sanayi üretimi nispeten kısa bir zaman dilimi içinde kriz öncesindeki en üst seviyesini açmış, böylece krizden çıkmış ve eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi, bazı aylarda gerilemeler olsa da sürekli yükseliş içinde olmuştur.

Son dönemdeki -2016’nın Ocak aynından bu yana- gelişmeyi aşağıdaki grafikte somutlaştırıyoruz.


Bu grafikte sanayi üretimindeki istikrarsızlığı görebiliyoruz. 2016’nın Temmuz ve Eylül aylarında diğer aylara göre üretimde önemli gerilemeler oluyor ve sanayi üretimi Ekim 2016’dan itibaren artış trendine giriyor. Bu son 16 ay içinde genel eğilim ibresi, eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi yukarıya doğru.

1.2-Yılın çeyreklerine göre sanayi üretiminin seyri

Burada da uzun dönemde genel eğilimi ve son dönemdeki gelişmeyi göstermek için iki grafikten yararlanacağız.


Yukarıdaki grafik bize sadece şunu göstermektedir: Sanayi üretimi 2008’in ilk çeyreğinden sonra krize giriyor ve 2010’un son çeyreğinde (104,1) kriz öncesindeki en yüksek seviyesini (2008/I=103,3) aşıyor; krizden çıkıyor. Sonraki dönemdeki sürekli üretim artışı 2016’nın üçüncü çeyreğinde sert bir düşüşten sonra (bir önceki çeyreğe göre – 2,7 oranında) yeniden artışa geçiyor. Ama üretimdeki bu düşüş, eğilim çizgisinin ibresinin yukarıya doğru olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

İkinci (alttaki) grafikte 2016’nın başından bu yana sanayi üretiminin yılın çeyrekleri bazında gelişmesini daha somut görebiliyoruz.


Yukarıdaki grafik bize şunu söylüyor: Sanayi üretiminde hem belli bir kırılganlık hem de üretim artışı dinamikleri aynı anda etkide bulunmaktadır. İç ve dış siyasi faktörler krizi tetikleyebilir, ama aynı zamanda dünya ekonomik koşulları ve ekonominin kendi iç dinamiği kriz faktörlerini etkisiz kılar ve üretim artışı devam eder. 2016 başından bu yana dünya ekonomik koşulları Türk ekonomisinin kriz faktörlerini tetikleyecek derecede olumsuz etkilememiş, tam tersine Türk sermayesi “dirayetli” hareket etmiş ve keza Türkiye bağlamında Erdoğan merkezli dış siyasi gelişmeler de beklenen sonucu vermemiştir. Diktatör Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmak için dışarıdan medet umanlar, bir kez daha düşünmeliler; Erdoğan'ın, sarayda oturan tek kişi olmadığını, onu orada tutanın Türk sermayesinin çıkarları olduğunu düşünmeliler.

1.3-Yıllara göre sanayi üretiminin seyri 
 

Yukarıdaki grafik, aylara ve çeyreklere göre sanayi üretiminin yıllık bazda görünümünü ele vermektedir. Bu grafik, bazı aylarda veya çeyreklerde üretimin gerilemesinin kriz tellallığı yapmak için mutlaka bir neden olmayacağını anlatıyor. Üretim bir veya iki ay düşünce kriz şavırcılığı yapma, soruna daha geniş bir perspektifte bak diyor. Bu perspektif de şunu gösteriyor: 2010=100 bazında Türkiye’de sanayi üretimi artan oranlarda sürekli büyümüştür.
Bu veriler, kriz şavırcılarına bir ders veriyor!

Soruna bir de zincirleme endeks bazında bakalım.
Aşağıdaki grafik bize şunu gösteriyor: 2010 ve 20111’deki kriz sonrası güçlü büyüme geride kalmıştır. 2012-2016 arasında yıllık büyüme oranları yüzde 3,5-1,9 bandına gerilemiştir. Ama sanayi üretiminde büyüme devam etmektedir.
Aşağıdaki grafik, yukarıda sürekli büyümeyi gösteren grafiğin ayrıntısıdır.


2- İmalat sanayi kapasite kullanım oranları


Yukarıdaki grafik bize şunu gösteriyor:
Kriz öncesinde imalat sanayi kapasite kullanım oranları yüzde 80’in üzerinde. Kriz sürecinde yüzde 70’lerin altına düşüyor. Krizden çıkışla birlikte yüzde 75-80 arasında gidip geliyor. 2007-2017 (ilk altı ay) arasında kapasite kullanımında genel eğilim önemsiz oranda bir gerilemeyi gösteriyor. Bunu eğilim çizgisinden anlıyoruz.

Şimdi bir de 2016’dan bu yana kapasite kullanım oranlarının seyrine bakalım.
Kapasite kullanım oranlarındaki istikrarsızlık; inişler, çıkışlar, örneğin Ağustos 2016’da olduğu gibi sert düşüşler sanayi üretiminde kırılganlığın, istikrarsız gelişmenin doğrudan ifadesidir.
Grafik bize aynı zamanda şunu da gösteriyor. 2016 başından bu yana kapasite kullanımında ortalama oran, dengesiz de olsa yükselmektedir. Bunu eğilim çizgisinden anlıyoruz.
Kapasite kullanım oranlarının ortalama yüzde 77-80 bandında seyrettiği bir ekonomi hiçbir zaman krizde olamaz. 
 

Bu veriler de kriz şavırcılarına ders veriyor.

Kriz bağlamında şu kapasite kullanımı üzerine biraz gidelim. Bakalım nereye varacağız. Burada sorun, son aylarda, daha doğrusu geçen yılın son aylarında ekonomik kriz şavırcılığı yapanlarla değildir. Sorun imalat sanayi kapasite kullanım oranlarından hareketle maddi değerlerin üretiminde, somutta da sanayide, durumun ne olduğunu tespit etmektir. Kısaca; kriz tespiti yapabilmek için imalat sanayi kapasite kullanım oranlarının seyri analiz edilmiş olmalıdır. Ama kriz tespiti yapanların böyle bir analiz yaptıklarını söyleyemeyiz. Şimdi burada 2008-2016 ve sonrasında imalat sanayi ana sektörlerinde kapasite kullanım oranlarındaki değişime bakalım.


Yukarıdaki grafikte iki farklı dönemde imalat sanayi ara malları, tüketim malları ve yatırım malları üretiminde kapasite kullanım oranlarını gösterdik (3). Grafiğin üst kısmında 2008 krizi öncesinde, kriz sürecinde ve sonrasında söz konusu bu ana sektörlerde kapasite kullanım oranlarındaki değişimi görüyoruz. 2009’un Şubat ve Mart aylarında yatırım malları üretiminde kapasite kullanım oranı yüzde 50 bandının altına düşüyor; Şubatta yüzde 47,4 ve Martta da yüzde 48,3 oranlarında gerçekleşiyor. Sonraki dönemde artıyor.

Yine aynı yılın Mart ve Nisan aylarında ara malları üretiminde kapasite kullanım oranı yüzde 62,7 ve yüzde 62,9’a geriliyor ve sonra yükselmeye başlıyor. Keza aynı yılın Mart ayında tüketim malları üretiminde kapasite kullanım oranı yüzde 62,7’ye geriliyor ve sonrasında artmaya başlıyor (4).
Bu bize neyi gösterir? Şu gerçeği gösterir: Ekonomik kriz bir veya birkaç önemli sektörde patlak verip tüm ekonomiyi etkisi altına alabilir. Ama ne olursa olsun kapitalist genişletilmiş yeniden üretimin işleyişi değişmez. Nihayetinde üretim araçları üreten bölüm (burada yatırım malları ve ara malları) ile tüketim araçları üreten bölüm arasındaki ilişki hep değişik seviyelerde devam eder: Tüketim araçları üreten sektörler, üretebilmek için üretim araçları üreten sektörden makine, teçhizat vb. almak zorundadır. Şayet tüketim araçları sektörleri makine vb. biçimde üretim araçları satın almazlarsa üretim araçları üreten sektörler krize girer. Kriz döneminde de gerçekleşen budur. Bu nedenle yukarıdaki grafiğin ilk kısmında yatırım malları (üretim araçları üreten bölüm) üretimi yüzde 50’nin atına düşmüştür.

Kapitalist bir ekonomide şu olmaz: Yatırım malları sektörü krizde olmayabilir, ama tüketim malları sektörleri krizdedir veya da tersi; yatırım malları sektörü krizde olmayabilir, ama tüketim malları sektörleri krizdedir! Her iki sektör arasında sermaye hareketinden kaynaklanan diyalektik bağ böyle bir gelişmeyi dışlar: Ya her iki bölüm de krizdedir veya da değildir. Bütün fazla üretim krizlerinde bu süreç yaşanır.

Şimdi yukarıdaki grafiğin alt kısmına bakalım: Ne görüyoruz? Her üç sektörde de kapasite kullanımı yüzde 70 bandının altına düşmemiştir. Tüketim malları üretiminde kapasite kullanımı 2016’nın Mart ayında yüzde 71,8 ve 2017’nin keza Mart ayında yüzde 71,9 oranlarında gerçekleşmiştir.

Ara malları üretiminde kapasite kullanım oranı 2016’nın yüzde 75,8 ve 2017’nin Ocak ve Şubat aylarında yüzde 76,5 oranında gerçekleşmiştir.

Yatırım malları üretiminde en düşük kapasite kullanım oranı 2016’nın Şubat ayında yüzde 77,4 ve 2017’nin aynı ayında yüzde 81 oranında gerçekleşmiştir.

Nesnel gerçeklik böyle.
Şimdi bir de imalat sanayi toplamında kapasite kullanım oranlarını 2007-2017 arasındaki bütün aylar bazında gösterelim. Kapasite kullanım oranıyla bağlam içinde yukarıdaki ilk iki grafikte 2007-2017 arasında yıllar da belirtilerek kapasite kullanım oranının gerileme eğilimi içinde olduğunu gösterdik (ilk grafik). İkinci grafikte 2016 ve 2017 ayları bazında kapasite kullanımını somutlaştırdık. Aşağıdaki grafik verileri ilk grafikteki verilerin aynısıdır. Burada şu farkı göstermek istedik: 2008 krizi sürecinde imalat sanayi toplamında kapasite kullanım oranı Nisan 2009’da yüzde 62 bandına kadar gerilemiş. Ama şimdi, en azından 2016’nın son aylarından bu yana ekonominin krizde olduğunu savunanlar, kapasite kullanım oranı yüzde 76-79’larda seyrederken bu ekonominin krizde olduğunu açıklamak zorundalar.


3- İşsizlik sorunu

Aşağıdaki grafikte şunu görüyoruz: Verili dönem içinde işsizlik oranında, eğilim çizgisinin de gösterdiği gibi belli bir gerileme var. 2008-2017 arasında işsizlik oranı Ocak-Mart 2009’da olduğu gibi yüzde 14’ün üzerine hiç çıkmamıştır. Ocak-Şubat 2010 ve Ocak 2017’de yüzde 13’ün üzerinde seyretmiştir.

 
Son dönemlerde işsizlik oranı:
2016’dan bu yana işsizlik oranının nasıl geliştiğini aşağıdaki grafikte görmekteyiz. Bu grafikte işsizlik oranının Nisan 2016’dan itibaren Ocak 2017’ye kadar sürekli arttığını; yüzde 9,3’ten yüzde 13’e çıktığını ve sonrasında da yeniden gerilemeye başladığını ve Nisan 2017’de yüzde 10,5’e düştüğünü görüyoruz.


Tabii bu resmi verilere dayanarak işsizliğin gerçek boyutlarını göremeyiz. İstatistiğin bir dizi hilesi olduğu gibi istatistiğin hazırlanmasında da bir dizi hileye baş vurarak istediğinizi kanıtlayan sonuçlar elde edebilirsiniz. Ama her halükarda resmi verilere göre son dönemlerde işsizliğin doruk noktası yüzde 13 oranıyla Ocak 2017.

Resmi verileri değil de Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR) araştırmasını doğruyu tespit eden değerlendirme olarak ciddiye alalım. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) Nisan ayı işsizlik verilerinin değerlendirildiği bu araştırmada DİSK-AR vardığı sonucu grafikleştiriyor.


Nisan 2017 döneminde tarım dışı işsizlik oranı bir önceki yılın aynı ayına göre 1,4 puan artarak yüzde 12,4 olarak gerçekleşti. Tarım dışı kadın işsizliği ise 3 puanlık bir artışla yüzde 17,4 olarak hesaplandı. Tarım dışı genç işsizliği ise 4,2 puanlık bir artışla yüzde 22,4’e yükselirken, tarım dışı genç kadın işsizliği 6,5 puan artarak yüzde 29,3 olarak gerçekleşti...
İşsizlik son altı yılın en yüksek oranına yükselirken bütün işsizlik türlerinde tırmanış yaşanıyor. Genişletilmiş işsiz sayısı 6 milyon olarak gerçekleşti.” DİSK-Ar, ag. araştırma)

4-Türkiye’de kapitalizmin eleştirisi üzerine

Türkiye’de kapitalizm üzerine veya da ekonominin seyri üzerine “sol” kesimden eleştiriler oldukça yetersizdir. Bu yetersizliği bu yazıda açmak, makaleyi bir kitapçık boyutuna taşımak anlamına gelir. Ama şu kadarını söylemeliyim: Türkiye’de kapitalizmin analizi yapılmamış, yapanlar da gerçeği görmemek için analiz yapmış. Dolayısıyla neyi eleştirdiğimizi somut olarak bilmiyoruz; önümüzde, kafamızda canlandırdığımız soyut bir kapitalizm var. İşte bu kapitalizm eleştiriliyor. Bu nedenle nasıl bir kapitalizmle karşı karşıyayız sorusuna cevap vermek -doğru cevap vermek- mümkün olmuyor. Yıkılmak istenen sistemi ve sınıf düşmanını küçümsemek adına o sistemin ve sınıfın neye neden muktedir olabildiğini bilmiyoruz, bunu analiz edemiyoruz. Bunun çok basit örnekleri vardır. Birkaçını belirteyim: Üretmiyor veya ne üretiyor ki; dışa bağımlı; inşat sektörüyle yürüyor; borç batağına gömülmüş vs. Bu ve benzeri tanımlamaları hemen her devrimci gazetede, dergide bir biçimde okuyabilirsiniz veya tartışmalarda duyabilirsiniz.
İnatla okumuyor ve analiz etmiyoruz. Ama Lenin tam tersine yapıyordu; Rusya’da ekonominin -özellikle sanayide ve tarımda- gelişmesini yeni verilerle sürekli analiz etmiş, siyasi sonuçlar çıkartmış ve sınıf mücadelesinde değerlendirmiştir. Biz neden yapmıyoruz?

Ekonomi battı, kriz, borç batağı vb. demekle işçi sınıfını ve emekçi yığınları harekete geçiremeyiz. Türkiye’de kapitalizm ve ekonomi bağlamında burjuvazi nasıl eleştirilmelidire birkaç örnek vermek istiyorum.

1-İşgücü verimliliği 
 
Türkiye’de işgücü sömürüsünün yoğunluğunu açıklayabiliyor muyuz? Belki açıklayan yazılar vardır, ama ben rastlamadım.
Mart 2016’da “The Economist” dergisinde yayımlanan “Düşük ücretler, düşük üretkenliğin hem nedeni hem de sonucudur” makalesinde aşağıdaki grafiğe de yer veriliyor.

Bu grafikte Türkiye’de çalışılan saat başına işgücü verimliliğinin özellikle 1980’den sonra Japonya, Almanya ve ABD’den geri kalır tarafının olmadığını görüyoruz. 2002/2003’ten sonra ise Türkiye işgücü verimliliği bakımından söz konusu diğer ülkeleri açık ara geride bırakmaktadır.
Bunun bir izahı olması gerekir. Gelişmiş ekonomilerde, örneğin söz konusu bu üç emperyalist ülkede işgücü verimliliği düşmektedir. Ama 21. yüzyılda, 2001 krizinden sonra Türkiye’de artmaktadır.
Böyle bir gelişmenin Türkiye ekonomisinde olmaması gerekir demek için Marks’ın “Kapital”inde sayısız alıntı bulabiliriz. Aynı şekilde emperyalist ülkelerde işgücü verimliliğinin gerilemesinin nedenleri üzerine de bir dizi anlayış bulabiliriz.

Türkiye bağlamında burada önemli olan Marks’ın şu anlayışıdır:
Kapitalist üretimde ... üretkenliğin artmasıyla işten tasarruf sağlandığı zaman, işgününün kısaltılması hiç bir zaman düşünülmez. Amaç, yalnızca belirli miktarda metanın üretimi için gerekli olan çalışma zamanının kısaltılmasıdır. Çalışmasındaki üretkenliğin artması sonucu işçinin, eskisinin diyelim 10 katı meta üretmesi ve böylece her biri üzerinde onda-bir kadar az çalışma zamanı harcaması, onu eskisi gibi 12 saat çalışmaktan alıkoyamayacağı gibi, bu, 12 saatte 120 parça yerine 1.200 parça üretmesini de engellemez. Dahası var, işgünü, aynı zamanda, 14 saatte, diyelim 1.400 parça üretecek şekilde uzatılabilir de. .. Kapitalist üretim sınırları içersinde, işin üretkenliğinin gelişmesinin tüm amacı, işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı sürenin kısaltılması ve bu kısaltma yoluyla kapitalistin çıkarına bedavadan çalışacağı sürenin uzatılmasıdır (abç, İ. Okçuoğlu)” (K. Marks, Kapital, C. 1, s. 339/340 (Alm.), Türkçesi, s. 335).

Bunun diğer anlamı ister çalışma saatlerinin uzatılmasıyla (mutlak artı değer sömürüsü) veya da yoğun teknoloji kullanımıyla, çalışma saatleri uzatılmasa da (görece artı değer sömürüsü) işçilerin iliklerine kadar, korkunç derecede sömürülmeleridir. Sendikal örgütlenmenin zayıf olduğu, siyasi örgütlenmesinden yoksun; siyasi örgütlenmesinde iddialı olan örgütlerin sınıfla ilişkisinin olmaması veya bireyler temelinde olması koşullarında bu sınıf; tarihi misyonu devrimi gerçekleştirerek, sosyalizmi kurmak olan bu sınıf, hakim sınıfların her türlü baskı ve şantajına açık bırakılmış demektir. Bu sınıfın ölesiye çalışması için bütün nesnel koşullar var demektir. Sanırım tam da bu Türkiye’de bir gerçekliktir.
Ama avanak küçük burjuva yukarıdaki grafikten hiçbir şey anlamaz. Ona göre aslından böyle bir grafik olmamalıdır; düşünsenize Türkiye gibi derme-çatma bir kapitalizmin olduğu ülkede iş(gücü) verimliliği Almanya, ABD ve Japonya gibi modern teknolojiye dayalı ülkelerden çok çok ileride!

Türkiye’de hangi koşullarda veya hangi koşulların bir araya gelmesi sonucunda işgücü düpedüz talan edilmektedir; işçi ölesiye çalıştırılmaktadır; kelimenin gerçek anlamıyla köleleştirilmektedir? İşçi sınıfını örgütlemek isteyenler bunu izah etseler ve bu izahla o sınıfı örgütlemeye çalışsalar nasıl olur?

2-İşgücü sömürüsü 
 
Karl Marks, “Kapital”de artı değer ve kar oranlarını ve bunun işçi gücü, işçi sınıfı bağlamından ne anlama geldiğini analiz etmiştir. Peki biz; işçi sınıfını örgütleyip de devrim gerçekleştirmek amacında olanlar olarak Türkiye’de işçi sınıfının sömürüsünü analiz edip, bundan genel ve özel siyasal sonuçlar çıkartıp, programlaştırdık mı, talepleştirdik mi ve bu program ve taleple sınıfın kapısına dayandık mı; fabrikalara, işletmelere girdik mi; onları o koşullarda örgütlemeye çalıştık mı? Bilmiyorum, belki yapanlar vardır!

Sömürü söz konusu olduğunda Türkiye’de kapitalizm oldukça vahşidir; sanıyorum benzerlerini ancak 19. yüzyılda bulabilirsiniz. 1950-1991 arasında -çoğumuzun varlığını dahi kabul etmediğimiz dönemde- artı değer oranı yüzde 200 ila 300 arasında değişen oranlardaydı. Bu oranlar bazı dönemlerde yüzde 400’ün, 500’ün üzerine de çıkabiliyordu.
Aynı dönemde kar oranları da yüzde 32,8 ile yüzde 45,9 arasında değişebiliyordu. Örneğin Almanya, ABD, Japonya gibi en gelişmiş kapitalist ülkelerde kar oranlarının yüzde % 5’lere, 10’lara düştüğü dönemlerde Türkiye’de bu oranlar yüzde 40’ların üzerinde seyrediyordu (5).


3- İşgücü ödemelerinin gayrisafi katma değer içerisindeki payı

Buna işçi sınıfının kendi yarattığı yeni değerden aldığı pay da diyebiliriz. İşgücü ödemesi (6) (Ücret payı), yeni üretilen değerin ne kadarının işçi sınıfının yeniden üretimine (çalışabilecek derecede yaşamını devam ettirmesine) ayrıldığını gösterir. Gayrisafi katma değerin (7) geriye kalan kısma kapitalist “işletme artığı/karma gelir (8) olarak el koyar. Bu, işçi sınıfının yarattığı değerdir ve karşılığı ödenmemiştir. Yeni yaratılan değerde işçi sınıfının ve kapitalistin payını aşağıdaki grafikte görüyoruz.


Birim 100’e tamamlanmak için her iki oran (değer) dışında kalan oran (değer) “üretim üzerinde net vergileri” ve “sabit sermaye tüketimini” ifade eder. Yani 1998 yılında garisafi katma değerin yüzde 54,6’sı kapitaliste, yüzde 28,8’i işçiye ayrılırken geriye kalan yüzde yüzde 16,6’sı da “üretim üzerinde net vergilerin” ve “sabit sermaye tüketiminin” payıdır.

Gayrisafi katma değerde kapitalistin payı arttıkça işçinin payı azalır veya tersi. İşçinin payının artması demek, ücretlerin artması demektir. Bunun böyle olduğunu 2009’dan sonra ücret artışlarında görüyoruz. Demek ki, 2009’dan sonra ücretler bir biçimde artmış ve bu artışın sonucu işçilerin garisafi katma değerdeki payı artarken kapitalistlerin payı da azalmış.

Yukarıdaki grafikte Türkiye’de işgücü sömürüsünün resmen bir talan olduğunu, acımasız olduğunu görüyoruz. Sendikal örgütlenmesi zayıf, siyasi önderliğinden yoksun ve burjuvazinin açık baskı ve ideolojik, siyasi yönlendirmesine açık bir sınıf, kendi misyonunun tanıyamaz hale getirilmiş.

Kendi yarattığı değerden aldığı pay her ne kadar 1998’de yüzde 28,8’den 2015’te yüzde 33,2’ye çıksa da bu oran oldukça düşüktür.

Yukarıdaki grafiği aşağıdaki grafikle karşılaştıralım:

Verili dönem içinde ABD, Almanya gibi ülkelerde; genel anlamda gelişmiş kapitalist ülkelerde yaratılan yeni değerde işçi sınıfının payı giderek düşmektedir; örneğin ABD’de bu pay 1980’de yaklaşık yüzde 70’den yüzde 65’in altına düşüyor; aynı şekilde Almanya’da da yüzde 70’den yüzde 65’e düşüyor. Ama her halükarda bu ülkelerde işçi sınıfının yeni yaratılan değerdeki payı Türkiye’dekinin iki mislinden fazladır.
Burjuvazinin “çevre” diye tanımladığı, emperyalizme bağımlı, geri, yeni sömürge ülkeler toplamında yeni yaratılan değerde işçi sınıfının payı ortalama olarak yüzde 55’in üzerinden yüzde 45’in altına düşüyor (yaklaşık 10 puanlık bir gerileme). Bu ortalama oran da Türkiye’dekinden daha yüksektir.


Bu ekonomiyi, Türkiye’de kapitalizmi, onun iç çelişkilerini, bu çelişkilerin yukarıya aktardığımız yansımalarını veya da başka yansımalarını ele alarak eleştirsek ne kaybederiz? “Yaşasın-kahrolsun” edebiyatını, kriz, battı çığırtkanlığını kaybederiz, ama işçi sınıfı ve emekçi yığınları bilinçli kazanabiliriz.

Lenin’in deyimiyle propaganda yerine “terbiyeli yalan”la yol alınamaz. Sermaye nasıl gelişeceğini, “ne durumda olduğunu”, neye ihtiyacının olduğunu bize sormuyor; sahibine dahi sormuyor. Kendi nesnel yasaları doğrultusunda hareket ediyor. Önemli olan o yasaların etkisini; aynı zamanda toplumsal ve ekonomik tahribatını görebilmektir ve eleştiri oklarını oralara yöneltebilmektir. Böyle yapıyor muyuz? “Sömürerek büyüyorlar”, dışa bağımlı, “sıcak” para gelmezse çöker, kriz, aslında üretmiyor veyası ne üretiyor ki demek marifet değil. Türk ekonomisinin, öncelikle de sanayinin dışa bağımlılık oranını hesap ettiniz mi? Hesap etmeye de gerek yok, Tüik yayınlıyor. O yayınlara bir baksanız, dışa bağımlılık konusunda daha dikkatli konuşursunuz, analiz edersiniz.

Krize ve “sıcak” para gelmezse diktatör Erdoğan’ın iktidarda kalamayacağına pek bel bağlandı. Ama ne iştir anlayamadım gitti, bu “sıcak” para Türkiye’yi pek seviyor, geliyor da geliyor; bu durumda Erdoğan da iktidarda kalıyor. Peki, şu “sıcak” paranın Türk ekonomisindeki yerini, neden geldiğini analiz etsek nasıl olur? Ve Erdoğan’ın iktidarda kalışını “sıcak” para hareketiyle, krizle açıklarken daha dikkatli olsak nasıl olur? Erdoğan hala iktidarda ve “sıcak” paracılarla, “krizciler”in bir açıklaması yok.

Diktatör Erdoğan’ın ikide bir ABD’ye, Almanya’ya, AB’ye “Ey” çekmesi bizi haklı olarak çok ve yakından ilgilendiriyor. Biraz da neye güvenerek “Ey” çektiğine kafa yorsak nasıl olur?
Aslında bu türde soru listesi oldukça uzun. Türkiye’de kapitalizmi ve sermaye hareketini ve bunun toplum ve sınıflar üzerindeki etkisini nasıl eleştirmemiz gerektiğini beceremediğimiz müddetçe, liberal burjuvazinin, avanak küçük burjuvazinin eleştiri anlayışına mahkum olmaya devam ederiz ve soru listesi de uzadıkça uzar.
Bu seferlik bu kadar...


Notlar:

3) Bkz.: TCMB, İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı Aylık Toplu Sonuçları, s. 7, Aralık 2011 ve TCMB,İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı (Temmuz 2017), s. 3.

4) Bkz.: Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı; Ekonomik ve Sosyal Göstergeler, 1950-2014, Temmuz 2015, s. 77.

5) Bu verilerle ilgili olarak şunu söylemeliyim: O zamanın koşullarında mevcut istatistiklerden yararlanılarak yapılan artı değer ve kar oranları hesaplamasının gerçeği tam olarak yansıttığına ben de inanmıyorum.“Türkiye ekonomisinde sermayenin telaşını, burjuvazinin bu telaştan kaynaklanan çığırtkanlığını, birtakım hesaplamalara dayanarak göstermek isterdik. Bu isteğimizi, istediğimiz gibi yerine getirmeyeceğiz. Elimizde bir dizi kaynak olmasına rağmen, bu kaynaklarda aradığımızı bulamadık. Örneğin, Türkiye ekonomisinde sermayenin telaşını, artı değer oranını (sömürü oranını), kâr oranını, ortalama kâr oranını, kâr oranının düşme eğilimini en yaklaşık bir şekilde göstermek isterdik. Ne var ki istatistik veriler bu türden hesaplar yapmaya hiç elverişli değiller.

Çalışmamızın orijinlinde 1963-1979 döneminin kâr ve artı değer oranlarını hesaplamıştık. Aynı kaynakları kullanarak bu hesaplamayı 1950-1991 arasına yayma olanağı olmadığı için yeni bir hesaplama yaptık. Bu hesaplamamızda T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü’nün “İstatistiki Göstergeler, 1923-1992” Yayımını (1994) esas aldık. Tabi bu kaynaktaki verilerle de tam sonuca varmak mümkün değil. Ama bazı sonuçlar çıkartılabilir...
Bu verilerin gerçeği tam olarak yansıtmadıklarını bir daha belirtelim. Buna rağmen tespit etmek istediğimiz eğilimi görüyoruz”. İ. Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 2, genişletilmiş 2. baskı, sayfa 447-450, Ceren yayınları, Haziran 2003) 447-450.

6) “İşgücü ödemeleri, muhasebe dönemi boyunca, girişim tarafından çalışanın yaptığı iş karşılığında, ayni ve nakdi olarak ödenen toplam karşılıklar olarak tanımlanmaktadır. Nakdi ya da ayni olarak ödenen maaş- ücretler ile İşverenler tarafından çalışanlar adına ödenen sosyal güvenlik katkılarından oluşmaktadır” (Tüik açıklaması).

7)“Gayrisafi Katma Değer (GSKD), yerleşik ekonomik birimlerin belli bir dönemde ekonomik faaliyetleri sonucunda ürettikleri mal ve hizmetlerin (çıktı) değerinden, bu üretimde bulunabilmek için kullandıkları mal ve hizmetler (ara tüketim) değerinin çıkarılması sonucu elde edilen değerdir” (Tüik açıklaması).

8)”İşletme artığı, net katma değerden, çalışanlara yapılan ödemeler ve üretim üzerindeki vergilerin çıkarılması ve sübvansiyonların eklenmesiyle elde edilir. Katma değer içinde sermayenin payını ifade etmektedir” (Tüik açıklaması).