deneme

2 Haziran 2021 Çarşamba

ZENGİNLİK VE YOKSULLUĞUN NEDENLERİ



 

EKONOMİK KRİZ VE YOKSULLUK


KRİZ DÖNEMSELDİR, ÇEVRİMSELDİR - 

YOKSULLUK HER ZAMAN VARDIR


Ekonomik Krizin Kendine Özgü Nesnel Yasası Vardır-

Yoksulluğun Da Kendine Özgü Nesnel Yasası Vardır

Kriz ve yoksulluk konusunda “sol”da her türden reformist, revizyonist ve yeni Keynesci burjuva politik ekonomi savunucularının anlayışlarını görebilirsiniz. Orada ücretle kriz arasında, ücretle yoksulluk arasında bağ kurularak en pespaye burjuva anlayışların Marksizm, Marksizm-Leninizm kılıfına büründürülerek savunulduğu görülür. 

Öyle ki, Marksist kriz teorisinin akıl almaz biçimde bayağılaştırıldığını; ekonomide para-kredi hareketini, borsa hareketini incelemeksizin nerede bir altüst oluş görülürse orada hemen bir ekonomik kriz patlatıldığına az şahit olmadık. Ayrıca, küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi arasında bağ kurup kriz patlatanlar da az olmamıştır. Bu türden saçmalıklar sadece bu coğrafyaya da özgü değildir.

Bu da yetmiyor. Bildik burjuva ekonomi teorilerinden esinlenerek burjuvazinin hemen her kriz döneminde kriz kıstasları olarak yaptığı açıklamalara dayanılarak ekonomi analizi yapılabiliyor. Öyle ki, ekonomi büyürken, istihdamın azalmasına hayret edilebiliyor. Oysa teknolojinin üretimde yoğun bir biçimde kullanılmasından dolayı hemen bütün sanayisi makineli üretim aşamasında olan ülkelerde istihdam (çalışan işçi sayısı) azalırken üretim (artı değer) artmaktadır. Türkiye de böylesi ülkelerden birisidir. Açıktır ki, salgın döneminde işçiler ölesiye çalıştırılmışlar, verimlilik artmış demektir. Gerçekten de “saatlik işgücü verimi” endeksine göre 2019’dan 2020’ye gücü verimliliği yüzde 8 artmıştır.

Ekonominin krizde olmaması mutlaka refah anlamına gelmez. 2020’deki büyümenin yoksullaştıran, işsizleştiren, borçlandıran bir büyüme olduğu gerçeğine neden şaşıyoruz ki.

Kriz Dönemseldir, Çevrimseldir - Yoksulluk Dönemsel, Çevrimsel Değildir

Kapitalizmde Yoksulluk Her Zaman Vardır

Kriz neden dönemsel/çevrimsel ve yoksulluğun da neden her zaman var olduğunu açıklamak için Marks’a baş vurmamız gerekmektedir. Bu konuda, işin teorik kısmını oldukça dar tutarak şunları söyleyebiliriz:

1-Sermaye hareketinin (kriz çevriminin) dönemselliği ve bunun nedeni

Burada söz konusu olan, sermaye hareketinin neden periyodik, çevrimsel olduğudur. Periyodik krizler makineli üretim aşamasında olan kapitalizmin, sanayi kapitalizminin ürünüdür. Kapitalizm, makineli üretim aşamasına 19. yüzyılın ilk çeyreğinde geçti. Şüphesiz ki, daha önceleri de krizler vardı. Ama bunlar belli bir periyodu olmayan, özgün nedenlerden kaynaklanan, kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarından kaynaklanmayan; kapitalizmden önce de var olan krizlerdi (para, banka spekülatör krizleri vs.).

Kapitalizmin makineli üretim aşaması öncesinde (basit kapitalist ve manüfaktür aşaması) kriz çevriminden bahsedilemez. Ancak, makineli üretim aşamasındaki kapitalizmde krizin olasılığının gerçekliğe dönüşmesinin koşulları doğmuştur. Bu krizlerin nedenleri, kapitalist ekonominin genel çelişkilerinde aranmalıdır.

Toplumsal üretici güçlerin açılıp serpilmesiyle kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi de gelişir. Bu, üretimin toplumsal karakteriyle el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki çelişkidir. F. Engels’in dediği gibi, “yeni üretim biçimine kapitalist karakterini veren bu çelişkide günümüzün bütün çatışması embriyon halinde vardır.” (1)

Bu temel çelişki, kapitalist üretim biçiminin periyodik krizlerinin de nedenidir. Marksist-Leninistler, ekonomik krizleri bu çelişkiden hareketle açıklamışlardır.

Stalin, “Krizin nedeni, üretimin toplumsal karakteri ve üretimin sonuçlarına el koyuşun kapitalist biçimi arasındaki çelişkidedir” der. (2)

Şüphesiz ki, üretimin toplumsal karakteriyle ürüne el koyuşun kapitalist karakteri arasındaki temel çelişki, krizlerin son, nihai nedenidir. Bu çelişki, doğrudan krize neden olmaz. Ama bu çelişkinin açılıp serpilmesi, kapitalist üretim biçiminin krize neden olan çelişkilerini açığa çıkaran çatışmaları görünür kılar. Nedir bunlar? Üretim ile pazar arasındaki çelişki; çeşitli üretim dalları arasındaki çelişki; ortalama kar oranı; kar oranının eğilimli düşüşü; kredi mekanizmasının gelişmesi; dünya pazarının durumu.

Bunlar, aynı zamanda, konjonktüre/krize neden olan faktörlerdir.

Fazla üretim krizi, belirttiğimiz bu çelişkilerin ve faktörlerin gelişmesinin bir sonucu olarak, zorunlu olarak patlak verir. Burada önemli olan, bu çelişkilerden ve faktörlerden hangisinin veya hangilerinin en önemli olduğu değil, bunların ekonomide krizin patlak vermesini zorunlu kılacak derecede gelişmiş olmalarıdır.

Marks, kriz olasılığı ve krizin zorunluluğu arasında fark görüyor. Hangi koşullarda kriz olasılığının, kriz olasılığı olarak kalacağını, hangi koşullarda kriz olasılığının gerçekliğe, krizin zorunluluğuna dönüşeceğini açıklıyor. Bu açıklama, aynı zamanda, kapitalist üretim biçiminin aşamaları arasındaki farkı da gösterir. Kapitalizmin ilk iki aşamasında (basit kapitalist üretim ve manüfaktür) kriz olasılığı söz konusuyken, kapitalizmin üçüncü/sonuncu aşaması olan makineli üretimde kriz bir zorunluluktur.

Ne kapitalist üretimin kendisi ve ne de artı değer üretimi, kendiliğinden konjonktür çevrimi üretemez. Burada söz konusu olan, ekonomik krizin dönemsel patlak vermesinin nedenidir. Sorun şu; fazla üretim krizleri neden belli aralıklarla patlak veriyorlar, dönemsellik nereden kaynaklanıyor? Ekonomik krizler, aynı zamanda toplumsal görünümdür. Bundan dolayı krizlerin dönemselliği de toplumsal görünüme neden olan nesnel ekonomik yasalarla açıklanmalıdır. Marks, kriz çevriminin temelini sabit sermayenin dönüşümünde keşfetmiştir.

Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, bir çok yılı, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer yandan da bu ömür, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam süresinin ortalama on yıl olduğu var sayılabilir. Ne var ki biz, burada kesin rakamlarla ilgili değiliz. Şu kadarı açıktır; bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, yükselme ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar.” (3)

Kriz çevriminin zorunluluğunu veya ekonomik krizlerin devreselliğinin maddi temelini Marks, sabit sermayenin dolaşımında görmüştür. (4)

Krizlerin patlak verme vesilesi, yansıyış biçimleri ne denli farklı olursa olsun, hepsinin ortak özelliği vardır. Kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan bu özellik, konjonktürü oluşturan özelliktir. Marks, bunu yukarıda da belirttiğimiz gibi, sabit sermayenin dönüşümünde arar. Yani konjonktürden konjonktüre konjonktürü oluşturan faktör hep aynıdır. (5)

2-Proletaryanın Yoksullaşması Teorisi

İşçi sınıfının genel yoksullaşması üzerine teoriler Marks'tan önce de geliştirilmişti. Sanayi kapitalizmi (makinalı üretim) sürecinde ortaya çıkan ekonomik kriz olgusu, toplumsal bir güç olarak işçi sınıfının durumu, mücadelesi, yaşam koşulları, sonuç itibariyle bu sınıfın genel yoksullaşması üzerine düşünce oluşumunu da beraberinde getirmiştir (6). Bunun ötesinde, işçi sınıfının iktisadi (sendikal) ve siyasi (parti) örgütlenmesi; mücadelesi ve kendi ideolojisine-dünya görüşüne sahip olması (Marksizm-Leninizm) her dönem birçok kapitalist ülkede örgütlü güç olması, bir taraftan, sermaye tek elde toplanırken, diğer taraftan maddi değerleri üretenlerin yaşam koşullarının giderek mutlak ve görece kötüleşmesi, burjuvaziyi en gericisinden en "ilerici" görünen sosyal demokratına kadar; işçi sınıfının yoksullaşmasıyla ilgilenmeye zorlamıştır.

Kapitalizmin serbest rekabetçi ve emperyalizm-tekelci devlet kapitalizmi dönemlerinde bir dizi burjuva, sosyal demokrat yoksullaşma teorileri üretilmiştir. Ama bu teorilerin en doğruları bile sorunu genel olarak ortaya koymaktan veya sorunun şu veya bu yönünü ele almaktan öteye geçememiştir.

Proletaryanın mutlak ve görece yoksullaşma teorisini geliştiren Marks olmuştur.

2.1- İşsizlik-sanayi yedek ordusu

Kapitalizm, iç yasallığının bir yansıması olarak kapsamı, bileşimi ne denli değişik olursa olsun, sürekli bir sanayi yedek ordusu doğurur. (7)

"Kapitalist birikim, sürekli, görece, yani sermayenin kendini ortalama değerlendirme ihtiyaç için fazlalık olan bir nüfusu; işçilerden oluşan bir artı-nüfusu üretir." (8)

Kapitalizmde artı nüfus görecedir. Bu nüfusun, yani sanayi yedek ordusunun göreceliği, kapsamı kapitalist üretimin-birikimin gelişmesine göre değişir (9)

Burada konumuz bağlamında söz konusu olan, kapitalizmi kapitalizm yapan; kapitalizmin “olmazsa olmaz”ları olan özelliklerdir: 1) Kapitalizmde artı-nüfus görecedir; 2)Kapitalizmde sanayi yedek ordusu kaçınılmazdır; 3)Görece artı-nüfus veya sanayi yedek ordusu herhangi bir doğa yasasından değil, üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanmaktadır.

Ancak, burjuva ekonomisti (ve papaz) Malthus (1766-1834) hiç de böyle, Marks gibi düşünmüyordu. Burjuva politik ekonominin bu savunucusu, kendinden önceki burjuva ekonomistlerden devraldığı nüfus yasasıyla tanınan birisidir. Malthus'a; onun nüfus “yasa”sına göre yoksulluk, işsizlik/sanayi yedek ordusu, görece artı-nüfus, dolayısıyla işçi sınıfının yoksullaşması, kapitalist üretim biçiminden kaynaklanmaz. Tersine bunlar, insanların mevcut gıda maddesi miktarından daha hızlı çoğalmalarından kaynaklanır. Malthus'a göre yoksullaşmanın, işsizliğin kaynağı insanların hızlı çoğalmasıdır ve bundan dolayı da üretilen gıda maddelerinin -ne kadar çok olursa olsun- yetersiz kalmasıdır. Bu papaza göre bu, bir doğa yasasıdır. Bu yasayı geçersiz kılmanın, yani artı-nüfusun; işçilerin yoksulluğu alt etmelerinin tek yolu az/yavaş çoğalmalarıdır.

Malthus'a göre artı-nüfus mutlaktır.

Marks'a göre artı-nüfus görecedir.

Burada iki dünya görüşü, iki sınıfsal anlayış karşı karşıyadır. Malthus nezdinde burjuva politik ekonomi, burjuva sınıf (10). Marks nezdinde Marksist politik ekonomi, işçi sınıfı.

Gerçekten de yoksulluk yeteri kadar gıda, başkaca ihtiyaç maddelerinin üretilemediğinden mi kaynaklanıyor? Her işçi, gerekli olandan daha fazlasının üretildiğini biliyor. Ama ürünlerin tüketilebilmesi için değer olarak, meta olarak satılmaları gerekir, yani sahibine kâr sağlaması gerekir. Her ekonomik kriz, yoksulluğun ürün yetersizliğinden kaynaklanmadığının, tam tersine pazarları dolduran, satılmayan ürün bolluğunun doğrudan bir göstergesidir. Ekonomik kriz, ürün bolluğu içinde yoksulluk üretir. Bütün dünyada yoksulluk içinde kıvranan insan sayısı 2-3 milyar, bazılarına göre dört milyardır. Ama aynı zamanda pazarlarda ürün ve üretim aracı fazlalığı var. Kapitalist, kâr getirmediği için, satılmadığı için ürününü denize döküyor, çürümeye terk ediyor. Öyleyse sorun, nüfus fazlalığı değildir veya nüfus fazlalığı, herhangi bir doğa yasasının etkisinin sonucu değildir.

Artı-nüfusun nedeni, kapitalist üretim biçimidir; sanayi yedek ordusu, işsizlik, yoksulluk kapitalizme özgüdür. Bir dönemin, Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği'nin kapitalizmin hiçbir krizinden etkilenmemesi, üretimini devasa bir hızla genişletmesi ve işsizliği nihai olarak ortadan kaldırması, artı-nüfusun doğa yasalarından değil de kapitalizmden kaynaklandığını bütün dünyaya göstermiştir.

Sonuç itibariyle: Görece artı-nüfus, sermaye birikimi sürecinde yeniden ve yeniden üretilir. Bu nüfus fazlalığı kapitalizmin gelişmesinin, öyle ki varlığının koşulu olur. Kapitalist üretim, her ani ve hızlı gelişmesi durumunda, sürekli üretime dahil edebileceği bir yedek işçi rezervine ihtiyaç duyar.

Kapitalizm koşullarında görece artı-nüfusu ortadan kaldırmak imkansızdır. İmkansızdır; çünkü, bu nüfus fazlalığı kapitalist üretimin sadece bir sonucu değil, aynı zamanda onun bir koşuludur da. O halde; nedeni yok edilmeden, bu nedenin sonucu da ortadan kaldırılamaz; kapitalist üretim biçimi yok edilmeden işsizlik de ortadan kaldırılamaz.

3- Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması - Mutlak Yoksullaşmanın Araç ve    

    Biçimleri

Sürekli büyüyen görece artı-nüfus, işçi sınıfının durumunun kötüleşmesinin bir ifadesidir. Sanayi yedek ordusu "işçileri, sermayenin diktasına sokmak" gibi belirleyici öneme haiz bir fonksiyona sahiptir. Sanayi yedek ordusu veya görece artı-nüfus, işçi sınıfının üretimde faal olan kesiminin de mutlak yoksullaşmasının bir aracı olmaktadır. Kapitalizmde mutlak yoksullaşma, derecesi farklı da olsa işçi sınıfının çalışan-çalışmayan bütün kesimlerini kapsamına alır.

Ancak, geçen yüzyılın ‘20’li yıllarından bu yana sanayi yedek ordusu, işsizlik, görece artı-nüfus, teknolojinin üretimde yoğun kullanılmasıyla süreç içinde kitlesel kronik işsizliğe dönüşmüştür. Marks’ın eğilim olarak gördüğü bu gelişme emperyalist çağda yasa olmuştur; bugün gelişmiş, orta gelişmiş ekonomilerde işsizler ordusu sadece kriz döneminde artmıyor; işçiler sadece kriz patlak verdiğinde sokağa atılmıyorlar. Her yeni, modern teknoloji sürekli, işçilerin işsiz kalmasına neden olmaktadır. Bundan dolayı çağımızda kapitalizm, süreklilik kazanmış (kronikleşmiş), kitleselleşmiş bir işsizler ordusunun doğmasına neden olmaktadır. Bu gerçeklik, mutlak ve görece yoksullaşmanın çağımızda ne derece derin ve kapsamlı olduğunu da gösterir.

Bu nedenle devasa bir kitlesel kronikleşmiş işsizlik, çalışan, üretim sürecinde olan işçilerin durumunu doğrudan güçlü bir biçimde etkiler. Kapitalist, kitlesel kronikleşmiş işsizliği işçileri sürekli en kötü koşullarda çalıştırmak için önemli bir baskı aracı olarak kullanır.(11)

Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. O, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretir.

"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (12)

Kapitalizmde yoksulluğun yasası budur. Kapitalizmde sermaye-zenginlik birikimi esastır, aksi taktirde kapitalizm var olamaz. Sermaye-zenginlik birikimi (kapitalist birikim) kaçınılmaz olarak bir taraftan işsizler ordusunu büyütür ve diğer taraftan da proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artar.

Hem gıda maddeleri, hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o, tam da eskisine göre daha da fakirleşiyor o, daha kötü yaşamaya, daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye, bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...

Kapitalist toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (13)

İşçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde onun durumu; işçi sınıfının durumu mutlak olarak kötüleşmektedir.

Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır

"...Bütün artı değer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır. Nihayetinde, görece artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlaki yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (14)

Marks burada mutlak yoksullaşmanın biçimlerini de sıralıyor: Sefalet-yoksulluk; çalışma yorgunluğu-bezginliği; kölecilik; bilgisizlik-cehalet; zalimlik; ahlaki yozlaşma.

Marks bunları, işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasında ele alınması gereken kıstas göstergeler olarak tespit ediyor:

-Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak ücret sorunu:

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de ne kadar revizyonist ve reformist varsa koro halinde koşulların değiştiğinden, bugün işçilerin Marks'ın "Kapital"i yazdığı dönemden daha iyi koşullarda yaşadıklarından, ücretlerin arttığından, otomobil sahibi, ev sahibi olduklarından bahsediyorlar ve daha fazla ücret mücadelesiyle sınıfın nihai amacına ulaşabileceğinin -açıkça söylemeseler de- teorisini yapıyorlar. Adı ne konursa konsun bu türden tartışmalar, Marks'a, "Kapital"e yöneltilen eleştiriler ve saldırılar hiç yeni değil.

İşçi sınıfının mücadelesini daha fazla ücret ve demokratik haklarla sınırlayanların, sınıfın özgürlüğünün bu sistemde de elde edilebilir olduğunu savunanların atası E. Bernstein'dır.

Kapitalizmin gelişmesiyle gözü kamaşan ve onun nimetlerinden bir biçimde faydalanan veya bunu amaçlayan bütün küçük burjuva oportünistler ve reformistler gibi Bernstein da işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını, bu Marksist teoriyi reddetmiştir. Bu baya göre, işçilerin aldığı ücret sadece mutlak değil, aynı zamanda görece olarak da -yani burjuvazinin gelirine oranla da- artmaktadır.

İşçi sınıfının büyümesi göz önünde tutulursa, aldığı toplam gelirin arttığı görülür. Ama buna rağmen, bu artan payın ulusal gelirdeki payı giderek düşer. Sorun bundan ziyade kapitalizm koşullarında işçi sınıfının aldığı ücret bazında durumunun mutlak olarak iyileşip-iyileşmeyeceği veya da kötüleşip-kötüleşmeyeceğidir. Tabii bütün oportünist-revizyonist, reformist koro, duruma göre işçi sınıfının aldığı ücret mutlak olarak düşse de eğilim mutlak artış yönündedir, mücadele bunun için olmalıdır diyecektir. Böylelikle, açıkça söylemeseler de reformistler devrimin gereksizliğini açıklamış olurlar. Madem ki, demokratik, sendikal mücadele ile ücretlerin sürekli mutlak artışı sağlanıyor, işçi sınıfının durumu giderek iyileşiyor, yani, mutlak yoksulluğu tarihe karışıyor, o halde bu sınıfın devrim için hazırlanmasına kendi iktidarını; proletarya diktatörlüğünü kurmasına gerek yok. Bütün sorun, sermaye birikimini teşvik etmektir.

Diğer taraftan, işçi sınıfının durumu, sadece ücretin seviyesiyle sınırlandırılarak ele alınamaz. Marks'ın sözünü hatırlayalım: "Aldığı ücret yüksek veya düşük olsun, işçinin durumu sermaye birikimi oranına göre kötüleşecektir", yani işçinin aldığı ücret artsa da onun durumu kötüleşecektir. Ücretler artarken dahi proletaryanın mutlak yoksullaşıyor olması ilk bakışta çelişkili gözükebilir, ama işin gerçeği böyle; ücret hareketini kendi başına bir olgu olarak ele alamayız. Bu, reformistlere özgü bir anlayıştır. Ücret hareketi, işgücü değerinin hareketiyle bağlam içinde ele alınmalıdır. Ücreti, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alırsak ve işçi sınıfının durumunu sadece ücret ile ölçersek varacağımız nokta kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfının durumunun mutlak iyileştiği noktasıdır. Gerçekten de neredeyse bütün 19.yüzyıl boyunca, ama özellikle de 19.yüzyılın ikinci yarısında önemli kapitalist ülkelerde reel ücretler sürekli bir artış trendi içinde olmuştur. Ama bu gelişmeden hareketle ücretlerin asgari geçimin üstüne çıktığını; işçilerin asgari ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir ücret aldıklarını söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Reformistlere göre tek başına ücret artışı, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alınması, yani işçi sınıfının durumunun iyileşip iyileşmediğinin salt ücret hareketine göre ölçülmesi yeterlidir. Reformistlerin, sınıfın durumunun iyileşip-iyileşmediği konusunda yegane kıstasları budur. Marksist-Leninistlerin göz önünde tuttukları temel nokta ise, asgari geçim koşullarının da değişmesidir. Yaşam koşulları, işçilerin ücretlerinden bağımsız olarak değişiyor. Dün ihtiyaç olmayan bugün asgari ihtiyaç oluyor. Gıda tüketiminden kültürel yaşama, konut sorununa kadar bu böyle. Bu durumda dünyanın hangi kapitalist ülkesinde veya kapitalizmin hangi döneminde, işgücü değerinin değişimiyle bağlam içinde alınan ücret hareketi -bu durumda ücret artışı- asgari ihtiyaçları karşılamanın ötesine geçmiş ve kapitalizm, kendi gelişmesi içinde işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını, mutlak iyileşmeye çevirmiş? Bu hiçbir ülkede, hiçbir dönem olmamıştır.

Türkiye gibi ülkeler göz önüne getirilirse, ücret bazında proletaryanın yoksullaşma boyutları korkunçtur.

-Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak çalışma yorgunluğu-bezginliği:

Özellikle çalışma sürecinin yoğunlaştırılması; otomasyon, modern teknoloji, çalışma sürecinde işçilerin "meslek" hastalıklarından kurtulmalarını değil, tersine bu hastalıkların devamını beraberinde getirmiştir. Sinirsel rahatsızlıklar, psikolojik sorunlar vs. Bütün bunlar; çalışma sürecinde ortaya çıkan yorgunluk ve bezginliğin çoğalması, mutlak yoksullaşma sürecinin göstergesi olurlar. Covid-19 sürecinde bu türden yoksullaşma bütün dünyada yaygınlaşmıştır.

-Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak bilgisizlik-cehalet:

Burada söz konusu olan, bilgisizlik birikimidir. Şüphesiz ki, insanların bilgisi görece olarak artmıştır. Örneğin, Türkiye'de okuma-yazma oranı artmamış denemez. Yazılı ve de görsel medyanın, özellikle “sosyal medya”nın yaygınlığı ve etkisi de ortada. Ama bütün bunlara rağmen, bilgisizlik giderek artmıştır. Burada söz konusu olan, bilgisizliğin görece bir artışı değildir. Burada söz konusu olan, bilgisizliğin mutlak artışıdır. Burjuvazi, işçi sınıfını, çıkarına uygun düştüğü oranda "bilgili" kılıyor, "eğitim”den geçiriyor.

Bilgilendirmenin bütün araçları burjuvazi tarafından cehaletin, yanlış-bilginin yaygınlaştırılması için kullanılıyor. Burjuva basın ve görsel medya insanları, bilgilendirme, eğitme adı altında cehalete mahkum etmiyorlar mı? Türkiye'nin geleceğini milyonlara hitap eden kanallarda bir zamanlar "üfürükçüler", "medyumlar" belirliyordu, şimdi de her konuda “uzmanlar” belirliyor. Türkiye’de yazılı ve görsel medya, özellikle de “sosyal medya” bilgi kirliliği üretmektedir; bunlar birer bilgisizlik-cehalet birikim merkezleridir. Bu, bu alanda da mutlak yoksullaşmanın söz konusu olduğunu gösterir.

Şüphesiz, bir dönemin çıplak köleliği bugün söz konusu değil. Ama biçimi değişerek kölelik dünyanın birçok ülkesinde devam ediyor. Kapitalist sistemin, burjuvazinin yasalarıyla uyguladığı zalimlik, yani toplumda sistem zalimliği ve işletmede patron zalimliği devam ediyor. Ancak biçimsellik bazı reformist avanakların gözünü boyayabilir.

Ahlaki çöküntü, ahlaki yozlaşma, işçi sınıfının bilincini, disiplinli mücadelesini kırmak, sınıfı teslim almak için burjuvazi tarafından her araç ve imkan kullanılarak yaygınlaştırılıyor. Bütün bunlar, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının göstergeleri olmaya devam ediyorlar.

 

Bütün bu kıstasları bir kavramla da ifade edebiliriz: İşçinin kendine yabancılaşması. Bu, geniş anlamda işçi sınıfının kendine yabancılaştırmasıdır. İşçi, üretim sürecine ve toplumsal gelişme sürecine yabancılaşıyor. O, çalıştığı fabrikada üretim ve toplumsal gelişme üzerinde kontrolü kaybediyor, ilgisizleşiyor. İlgisi, televizyona, cep telefonuna, buzdolabına, çamaşır makinasına, otomobile yönelmiş veya yöneltilmiş bir işçi açısından sınıfının, toplumun geleceği hiç önemli değildir. Bu, basınımızda da sık sık, sınıfın şu veya bu konudaki duyarsızlığı olarak ele alınmaktadır. Kendine, sınıfına yabancılaşmanın boyutu bilgisizliğin, zulmün, ahlaki yozlaşmanın boyutudur.

Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması-Yasa mı, Eğilim mi?

Proletaryanın mutlak yoksullaşması kapitalizmde bir yasa mıdır, yoksa eğilim midir sorusu sınıf mücadelesinde, Marksizm-Leninizm ile reformizm/sosyal demokratizm arasında hâlâ devam etmekte olan ideolojik mücadelede önemini korumaktadır. Yukarıda proletaryanın mutlak yoksullaşmasının bir yasa olduğunu, eğilim olmadığını Marks'tan aktardığımız anlayışlarla gösterdik. Ancak, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının yasa olarak kendisini sürekli geçerli kılamadığını savunanlar olduğu gibi, bu gerçeği tamamen reddedenler de var. Sınıf mücadelesinde bunlar revizyonistler, oportünistler ve reformistler olarak tanımlanır. Tabii sadece bu yasaya karşı aldıkları tutumdan dolayı değil. Diyelim ki, bunlar haklı ve bu yasa, geçerlilik kazanamıyor. Bu durumda istense de istenmese de, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının durumunun mutlak olarak iyileştiği savunulmuş/kabul edilmiş oluyor. Mantıksal olarak; mutlak yoksullaşmanın olmadığı yerde mutlak iyileşme söz konusudur. Ama kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar böyle bir gelişme görülmemiştir.

Bu anlayışın ve mücadelenin başını çekenler reformist ve revizyonistlerdir. Bu bağlamda iktidar mücadelesini sendikal mücadeleye indirgeyenlere ve de bu mücadeleyi yanlış anlayanlara Marks'ın uyarısı şudur:

"Sendikalar, sermayenin zorbalığına karşı direncin toplanma noktası olarak iyi hizmet görürler. Güçlerini amaca uygun kullanmadıkları an amaçlarından kısmen saparlar. Onlar mevcut sistemin etkilerine karşı kendilerini, beraberce sistemi değiştirmeye çalışmak yerine, örgütlü güçlerini işçi sınıfının nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin nihai yok edilişi için kaldıraç olarak kullanma yerine küçük bir savaş ile sınırlarsa, amaçlarından tamamen sapmış olurlar" (15)

Burada söylenen oldukça açık: Tam da bu yasanın; proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerli olmasından dolayı sendikalar, bütün karşı eğilimlere rağmen, işçi sınıfının durumunun sürekli kötüleşmesini iktisadi-sendikal mücadele ile engelleyecek durumda değiller. Bunun böyle olduğunu Engels de şöyle açıklar:

"Ücret yasası, sendikal mücadeleden dolayı sakatlanmaz. Tam tersine, sendikal mücadele onun tam geçerli olmasını sağlar. Trade-union direnci olmaksızın işçi, ücret sistemi kurallarına göre hakkı olanı dahi alamaz, sadece Trade-union karşısındaki korku, kapitalistleri, işçiye, işgücünün tam piyasa değerini ödemeye zorlar." (16)

Demek ki, sendikal mücadele, yüksek ücret veya en yüksek ücret proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliğini ortadan kaldırmıyor ve bunu savunanlar da reformizmden, işçi sınıfı dalkavukluğundan başka bir şey yapmıyorlar.

Mevcut karşı eğilimlere ve sendikal mücadeleye rağmen kapitalizmin tarihi, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının yasa olarak geçerlilik kazandığını ve eğilim olarak geçerli olmadığını göstermiştir.

Belirttiğimiz gibi, Marks, proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasını sermaye birikiminde arıyor. Bunun, mutlak yoksullaşmanın eğilim değil de yasa olduğunu sermaye birikimi yasasından hareketle açıklıyor. Hangi biçimde olursa olsun sermayenin, sermaye olarak kalabilmesi için çoğalması gerekir. Sermayenin çoğalması ise sömürüden, artı değer üretiminden ayrı olarak düşünülemez. Kapitalist hiçbir zaman daha az sömüreyim mantığıyla hareket etmez.

Yukarıda bahsetmiştik. Teknolojik gelişme devasa adımlarla ilerliyor. Her yeni teknolojinin üretimde, dolaşımda, maliyede vs. kullanılması bu alanlarda çalışanların işsiz kalması anlamına gelir. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız; kapitalist üretim, gelişmesinin doğrudan bir sonucu olarak daha fazla, daha ucuz üretmek için daha az işçi çalıştırmayı kapitalizmin genel krizi koşullarında eğilim olmaktan çıkartarak yasa konumuna getirmiştir. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir. Bu, kitlesel işsizliğin kronikleşmesidir. Artık kapitalizmin kitlesel kronik işsizlikten kurtulmasının nesnel olanağı yoktur. O halde; kapitalist üretim, işçileri sürekli mutlak yoksulluğa mahkum ediyor. 21.yüzyılda çalışanların sadece %20'nin çalışmasıyla bütün toplumun ihtiyaçlarının karşılanabileceği hesabı yapılıyor. Demek oluyor ki, 100 işçiden 20'si çalışırken 80'i işsizliğe mahkum edilecek. Bu, sadece işsizlik üzerinden proletaryanın mutlak yoksullaşmasının korkunç boyutlara varacağını göstermiyor mu?

Şüphesiz ki, Marks'tan bugüne yaşam koşulları çok değişmiştir. Örneğin eğitim, sağlık alanında ilerlemeler olmuştur. Peki, isteyen istediği eğitimi görebiliyor mu? Sağlık, sadece önemsiz bir sorun mu oldu? Hayır, mutlak ki şu veya bu ülkede birtakım iyileşmeler olmuştur. Sorun bu değil. Sorun, emekçilerin maddi yaşam koşullarının üretici güçlerin gelişme seviyesine tekabül edip etmediğidir. Ediyor diyenleri bir kenara bırakalım, etmesi için mücadele ediyoruz diyenler, reformistlerdir. Bunlar mutlak yoksullaşma teorisini eğilim olarak görüyorlar. Yani kapitalizme karşı mücadeleyi; bu sömürü sistemini yıkmaya kadar götürmüyorlar. Kapitalizmin ıslah edilebileceğini savunuyorlar. Oysa kapitalizmin birikim yasası, sermayenin birikim yasası, proletaryanın yoksullaşma yasasıdır, kapitalizme karşı mücadele, mutlak yoksullaşma yasasının kabulünden geçmektedir, yani sömürüye karşı mücadele. Aksi takdirde kapitalizme karşı onu yıkma mücadelesinin hiçbir anlamı yoktur.

Şüphesiz, proletaryanın mutlak yoksullaşma yasası, kapitalizmin tarihinin her döneminde ve her ülkede bütün şiddetiyle etkili olmamıştır. Onun şiddetini kıran; mutlak yoksullaşmayı yumuşatan karşı etkenler olmuştur/vardır. Örneğin, önce sömürge ülkelerin, sonra da yeni sömürge ülkelerin talanı bazı emperyalist ülkelerde proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasının etkisini yumuşatıcı bir rol oynamıştır/oynamaktadır. Bunda sınıf mücadelesinin de önemli bir rolü vardır. Ama bütün bunlar söz konusu bu yasayı, eğilime dönüştürecek faktörler olamamışlardır. Şüphesiz ki, işçilerin maddi durumu birçok bakımdan geçmişe oranla çok daha iyidir. Türkiye'de dahi işçilerin TV, buzdolabı, otomobil, ev sahibi olmaları normal bir olgu olmuştur. İşçilerin durumunda, daha çok artı değer üretebilsinler diye bir dizi iyileşmeler olmuştur. Üretim sürecine hakim olmaları için okuma-yazma öğrenme olanağı, işçi çocuklarını da yüksek öğrenim yapabilmeleri vs. Bütün bunları, işçi sınıfının durumunun kapitalist üretim koşullarında iyileşiyor olduğunun, mutlak yoksullaşma yasasının geçersiz olduğunun, sınıfın amacına ulaşması için siyasi mücadeleye gerek olmadığının kıstası olarak algılayan reformistler, bugünün modern sanayisinin, 100 veya 50 sene öncesinin koşullarında yaşayan bir işçi sınıfıyla yürütülemeyeceğini anlayacak durumda değiller.

Esas olan ve kapitalist üretimde işçi sınıfının bütünü için geçerli olan şudur:

Kapitalist birikim, ancak ve ancak kapitalist toplumda mümkündür; kapitalist toplumda üretim araçlarına sahip olanlar kapitalistlerdir ve işçiler de ancak işgücünü satarak geçimlerini sağlarken kapitalist için de artı-değer üretirler. Artı-değer üretiminin amacı ise birikimdir. O halde sermaye birikimi, artı-değer üretiminden kaynaklanır. Bu durumda; birikim yasası, sanayi yedek ordusunun varlığı ve bu ordunun sınıf üzerinde ücret ve talepler konusunda burjuvazinin lehine olan baskısı, bütün olarak işçi sınıfının kapitalizm koşullarında sosyal ve iktisadi durumunu sürekli iyileştirerek, kapitalist ücret köleliğinden kurtulmasını engellemektedir. Bu nedenlerden dolayı kapitalizm koşullarında bütün olarak işçi sınıfının durumu iyileşeceği yerine, sürekli kötüleşmektedir. Sınıf, mutlak olarak yoksullaşmaktadır.

Açıktan veya sinsice reformistler şunu diyorlar: Devrime gerek yok, işçi sınıfı, burjuvazinin belirlediği 'yasal' alanda mücadele ederek sosyal ve iktisadi konumlarını sürekli iyileştirebilirler ve belli bir zaman sonra, elde etmiş oldukları bu konumlardan hareketle kapitalist sistemden sosyalizme geçerler.

Buna karşın Marksist-Leninistler ise şunu diyorlar: İşçi sınıfı, kapitalist sistem içinde sosyal ve iktisadi konumlarını mutlak olarak iyileştiremezler. Artı-değer üretimi, kapitalist birikim söz konusu olduğu müddetçe, mutlak yoksullaşmanın birikimi de; proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliği de söz konusudur. Bu durumda işçi sınıfına kalan yegane yol -şayet kapitalist kölecilikten kurtulmak istiyorsa- kapitalist sistemi; sermaye ve yoksullaşma birikiminin kaynağı olan bu sistemi yıkmak ve kendi sistemini; sosyalizmi kurmaktır.

Proletaryanın mutlak yoksullaşması işçi sınıfının çeşitli/bütün katmanlarını aynı derecede etkilemeyebilir. Yani proletaryanın mutlak yoksullaşması teorisine göre işçi sınıfının durumu; süreç içinde giderek mutlak kötüleşmesi, işçi sınıfının bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak kötüleşeceği anlamına gelmez (17). Veya işçi sınıfının bazı tabakalarının durumunun mutlak iyileşmesi, mutlak yoksullaşma yasasının genel olarak geçersiz olduğu anlamına gelmez.

Sermayenin uluslararasılaşması ve proletaryanın mutlak yoksullaşması

Bütün dünyayı kasıp kavuran, talan eden tekelci, uluslararası sermayenin özelliklerini göz önünde tuttuğumuzda, her bir emperyalist ülkedeki ve dünya çapındaki mutlak yoksullaşmanın faktörlerine varırız. Buna göre:

-Emperyalist ülkelerdeki mutlak yoksullaşma, sadece her bir emperyalist ülke sınırları içindeki işçi sınıfı ve emekçilerinin sömürü ve talanıyla açıklanamaz.

-Emperyalist ülkelerde dönem dönem görülen mutlak yoksullaşmanın yumuşaması, sadece bu emperyalist ülke sınırları içindeki gelişmelerle açıklanamaz.

-Dünya çapındaki mutlak yoksullaşmada uluslararası sermayenin, genel olarak emperyalizmin; emperyalist ülkelerin baskı, sömürü ve talanı önemli bir rol oynamaktadır.

Kapitalizmin genel krizi koşullarında genel olarak emperyalist ülkelerde mutlak yoksullaşma yasasının bazı dönemlerde genel olarak yumuşaması, işçi sınıfının bazı kesimlerinin durumunun iyileşmesi istisnadır/geçicidir.

Sanayi yedek ordusu, kapitalist sermaye birikimi yasasının doğrudan bir sonucudur. Kitlesel kronik işsizlik, kapitalizmin genel krizi koşullarında yasa olmuştur. Bir bütün olarak kapitalist üretim, mutlak yoksullaşma yasasının faktörlerini tamamen, sürekli olarak yumuşatıp, bu yasayı, eğilime dönüştürecek durumda değildir. Bunun önündeki engel, kapitalist üretimin kendisidir ve bu üretim, bu birikim, bütün dünyada yoksullaşma yasasının etkisini hafifletmek bir yana, doğal işbirliğinin gereği olarak derinleştiriyor. Dünya çapında artan açlık, sefalet, işsizlik bunu göstermiyor mu?

İşçilerin durumuna ilişkin temel ögeler koşullara bağlı olarak değişkendir (18).

Şüphesiz, Marks ve Stalin'in işçi sınıfının durumunu açıklamak için belirttikleri faktörlerin bir kısmı sorun olmaktan çıkmış, bir kısmı da tarihe karışmış olabilir. Ama her halükarda bu faktörler şu veya bu şekilde, toplumsal gelişme sürecinde yeniden ve yeniden karşımıza çıkıyorlar. Kapitalist ve toplumsal gelişme, işçi sınıfının durumunu ifade eden yeni faktörler ve yeni olguları da beraberinde getirmiştir. Yoksullaşma sürecine özgü olan faktörler dönem dönem, öyle ki, ekonomik devrevilikten ekonomik devreviliğe değişebilirler. Bunun yanı sıra, dönem dönem bazı faktörler etkilerini görece kaybederlerken, bazılarının etkisi daha belirgin olarak ön plana çıkabilir. Burjuvazi, alacağı tedbirlerle bazı faktörleri, sınıf mücadelesinin konusu olmaktan çıkartabilir. Bunların hepsi mümkündür. Ücretler, reel olarak dönem dönem artabilir, iş yasaları, kaza yasaları çıkartılır, işletmede sağlık sorunlarının çözümü için kararlar alınır. Çalışma süreleri kısaltılabilir. işçi sınıfının durumunu izah eden şu veya bu faktör, faktör olmaktan çıkartılabilir. Ama bütün bunlar, ancak ve ancak kısmi iyileştirmelerdir. Bunun ötesinde bu yasal tedbirlerden dolayı bu alanlarda gerçekten bir iyileşmenin olduğu da her zaman savunulamaz. Bu, genel olarak doğru değildir. Soruna bütün açısından bakmak gerekir. İşçi sınıfının durumunun iyileşiyor olmasının kıstası, onun durumunu izah eden şu veya bu faktörün ortadan kaldırılması olamaz, işçi sınıfının durumu, süreç içinde her bir değişme bazında kötüleşmektedir. Bugünkü kötüleşmenin bir nedeni, yarın, neden olmaktan çıkabilir. Ama onun yerini başka bir neden alır. Tam da bundan dolayı, işçi sınıfının durumundaki değişmeleri tespit etmek için, onun durumunu izah eden önemli birkaç faktörü incelemek yeterli değildir. Bu, reformistlerin işidir. Marksizm-Leninizm ise bize, sorunun bütününü ele almamız gerektiğini öğretiyor.

Marks, Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumundaki değişmeleri tam anlamıyla tespit edebilmek için bütün faktörlerin dikkate alınması gerektiğini öğretiyorlar.

Bu faktörler; işçi sınıfının yoksullaşma biçimlerinin çeşitliliği, reformistler ve oportünistler tarafından önemli bir silah olarak kullanılmaktadır. Oportünist ve reformist sendikalarda ve partilerde yaygın kullanılan demagoji şöyledir: Mücadele ile şu hakkımızı elde ettik, mücadele ile bu hakkımızı da elde edeceğiz. Böylelikle gerçekten elde edilmiş bazı haklar; işçi sınıfının durumunu o noktada iyileştiren olgular -reel ücret artışı, sosyal sigorta, sendika kurma hakkı, vs. vs.-ön plana çıkartılır ve işçi sınıfına 'günlük mücadele, sendikal mücadele ile hedeflerimize ulaşırız' mesajı verilir. Bu, aynı zamanda, proletaryayı, kapitalist düzeni yıkma, devrim yapma amacından uzak tutmanın da mesajıdır.

Oportünizm ve reformizm, işçi sınıfının durumunun genel kötüleşmesini, mutlak yoksullaşmayı gizlemek, için tek tek; münferit iyileştirmeleri ön plana çıkartırlar. Esas olan ise, bütünü görebilmek, yoksullaşma sürecinin diyalektiğini, çelişkilerini kavramak ve bunu, sermayeye ve onun uşakları olan oportünistlere ve reformistlere karşı mücadelede, iktidar için mücadelede önemi haiz bir silah olarak kullanmaktır. Bu, Marksist-Leninistlerin bir sorunu ve görevidir.

4-Proletaryanın Görece Yoksullaşması

Marks'ın tespit ettiği "mutlak yoksullaşma teorisi" kendine Marksist diyenler tarafından da eleştirilmiş ve reddedilmişti. Buna bir örnek E. Bernstein'dır. Kautsky de, Berstein'ı eleştirerek, onun tespit ettiği görece yoksullaşma teorisinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışmış, ama mutlak yoksullaşma teorisine hiç girmemişti. Sorunun ne olduğuna bir daha bakalım ve buradan hareketle de proletaryanın görece yoksullaşması teorisini ele alalım:

Marks tarafından geliştirilen mutlak yoksullaşma teorisi, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu teoriye göre işçi sınıfının durumu sadece kötüleşmez, sürekli mutlak kötüleşmek zorundadır. Şayet bu anlaşılmıyorsa, bunun sorumlusu ne Marks'tır ve ne de teorinin kendisidir. Bu durumda demek oluyor ki, işçi sınıfının durumunun kapitalizm koşullarında neden sürekli mutlak kötüleşmek zorunda olduğunu; mutlak yoksullaşmanın, nedenlerini biz anlatamıyoruz.

Marks, proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir. Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle anlatılabilir.

"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından ibarettir." (19)

Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirken, işçiler giderek daha da fakirleşir. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Öyleyse sermaye, kapitalist açısından, işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'tan aktardığımız anlayışı hatırlayalım; "öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir".

Buna göre:

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek düştüğü veya değişmeden kaldığı bir toplumda gerçekleşmiyor; kapsamı, hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma , zenginliğin, birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir. Bunun, görece yoksullaşma teorisi açısından anlamı nedir?

Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak daha da yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.

Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor ve proletaryanın mutlak yoksullaşma teorisinin mantıksal bir sonucudur.(20)

Sorunun teorik kısmı böyle. Anlatmaya çalıştığımız gibi fazla üretim krizi kendine özgü nesnel yasasına göre hareket eder; bu kapitalizme içsel olan bir yasadır. Bu yasanın işlevsel olmadığı bir kapitalizm düşünülemez. Fazla üretim krizi bu yasa doğrultusunda periyodik-dönemsel, yani belli aralıklarla patlak verir.

Yoksulluğun da kendine özgü yasası vardır. Bu yasa, sermaye birikimi yasası bağlamında işlevsel olduğu için sürekli, kesintisiz her dönem etkilidir.

Bu her iki ekonomik nesnel yasanın etkisinden dolayı kapitalizmde mutlak ve görece yoksulluk bu sistemin ayrılmaz bir görüngüsüdür.

Yoksulluk, sadece ve sadece krizle, krizin bir sonucu olarak açıklanamaz. Ancak, kriz döneminde yoksulluk daha derin ve kapsamlı olur.

Ekonomi krizde olmasa da yoksulluğun sadece işçi sınıfını değil, geniş emekçi yığınlarını da derinden etkilediğini Covid-19 koşullarında görüyoruz. Örneğin 2020 yılında ekonomi yüzde 2,2 oranında büyümüştü, ama işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların hem yaşam standartları gerilemiş hem de ulusal gelirdeki payları azalmıştır. Bu durum, ekonomi krizde olmamasına rağmen mutlak ve görece yoksullaşmanın daha da şiddetlenmiş olduğunu gösterir.

Bu yasallıklardan dolayı yoksulluk varsa kriz var küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi açıklanamaz. Çünkü yoksulluğun ve ekonomik krizin nedeni bir ve aynı değildir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi proletarya iki türden yoksullaşmaya karşı karşıyadır.

Şimdi Türkiye toplumunda işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşmasının boyutunu birkaç örnekle gösterelim.

Mutlak yoksullaşma:

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinin (gıda, giyim, yakacak vb.), kiraların vb. fiyatlarının artması, işinin yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinde, kirada fiyatların artması, enflasyon işçinin her geçen gün eskisine göre daha da fakirleştiği anlamına gelir; örneğin eskiden 100 lira ile alabileceğini bugün belki 150, 200 lira ile alabilmektedir.

Aslında bu konuda söylenecek fazla bir şey yok. Mutlak yoksullaşma, enflasyonla, tüketim maddelerinin fiyatının artmasıyla, ücretlerin reel olarak düşmesiyle ölçüldüğü için bu yoksulluk türü üzerine her evde, her ortamda “hayatın nedenli pahalı” olduğu üzerine sohbetten, yakınmadan geçilmez.

İlla bir örnekleme yapmak gerekirse: 2020 yılında ekonomi yüzde 2,2 oranında büyümesine rağmen, örneğin sanayide reel ücretler yüzde 5 gerilemiştir. Toplumun dörtte biri temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa, yarısı temel ihtiyaçlarını zar zor karşılayabiliyorsa o toplumda yoksulluk diz boyu demektir. 83 milyonluk nüfusun yüzde 71’i (59 milyon) borç veya taksit ödemek zorunda kalıyorsa orada yoksulluk yaygın demektir.

2019 yılında nüfusun yüzde 33,6’sı iki günde bir et, tavuk veya balık içeren yemek ihtiyacını; nüfusun yüzde 29,7’si beklenmedik harcamalarını, yüzde 19,2’si de ev içinde ısınma ihtiyaçlarını karşılayamamışsa orada mutlak yoksulluk diz boyu demektir.

Yoksulluk risk oranının 18 yaş altı nüfus için yüzde 48; 18-24 yaş arası nüfus için yüzde 43,3; 18-64 yaş arası için yüzde 37,7 ve 65 yaş üstü için de yüzde 28,5 olduğu bir ülkede mutlak yoksulluk çok yaygın demektir. Aynı yaş grupları için bu oranlar AB’de sırayla yüzde 23,4, yüzde 28,1, yüzde 21,5 ve yüzde 18,9 idi (Eurostat, 2019) (21)

Görece yoksullaşma:

İşçi sınıfının toplam ulusal gelirdeki payının azalması demektir. Ulusal gelir belli bir miktar olduğu için bu miktar içinde proletaryanın payının azalması sömürücü sınıfların payının artması anlamına gelir.

Ulusal gelirde ücretlerin ve sermayenin payına baktığımızda gelişme şöyledir: Ulusal gelirde ücretlerin payı 1991’de yüzde 37,51’den 2006’da 34,39’a düşer. Aynı dönemde sermayenin payı (“İşletme artığı”) yüzde 62,49’dan 65,61’e çıkar.

Yukarıdaki grafik durumun vahametini; sömürünün korkunçluğunu göstermektedir. İşçi maddi değerleri yaratıyor; üretiyor, ama bu üretimdeki payı sadece yerinde saymıyor, giderek azalıyor. Örneğin ekonomi 2020 yılında yüzde 2,2 oranında büyüyor, ama bu büyümede işçilerin payına hiçbir şey düşmüyor; tam tersi oluyor, işçilerin payı ulusal gelirde azalıyor; 2019’a yüzde 31,3’ten yüzde 29,4’e geriliyor (1,9 puan düşüyor) (22)

Ulusal gelirin paylaşımında bu oransal durum örneğin Almanya’da tam tersidir. Almanya’da ücretlerin ulusal gelirdeki payı 1991’de yüzde 69,9’dan 2000’de yüzde 71,9’a çıkar, 2018’de ise yüzde 69 oranındadır (23). Ancak, bu veriler Almanya’da yoksulluğun olmadığı anlamına asla gelmez. Kapitalizmde her ülkenin veya ülke gruplarının kendine göre bir yoksulluğu vardır. Almanya’nın yoksulluk “standardı” Türkiye’nin yoksulluk “standardı” ile karşılaştırılamaz. Ama aynı şekilde örneğin Ermenistan’ın, Irak’ın yoksulluk “standardı” da Türkiye’nin yoksulluk “standardı” ile karşılaştırılamaz. Kapitalizmde yoksulluk her bir ülkenin kendi koşullarına göredir.

Salt bu veriler, Türkiye'de sömürünün ne derece korkunç boyutlarda olduğunu, Türkiye sanayinde işgücünün resmen talan edildiğini gösteriyor.


*

Kaynak/Açıklama:

1)Marks-Engels; Seçme Yazılar; C. II, s. 125. (Engels; “Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft”)


2)Stalin; C. 12, s. 214 (“Politischer Rechenschaftsbericht an den XVI. Parteitag”).


3)Marks; C. 24 (Kapital, C. II), s. 198 (Türkçesi).


4) “Büyük sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor. Ekonomi politiğin yüzeyselliği, kendisini, sınai devresel dalgalanmaların salt bir belirtisi olan kredi hacmindeki genişleme ve daralmayı bunların nedeni olarak görmesiyle de ortaya koyar. Tıpkı belirli bir hareketle fırlatılmış bulunan gökcisimlerinin daima bunu yinelemeleri gibi, bir kez bu birikimi izleyen genişleme ve daralma hareketi içine sokulan toplumsal üretim için de durum aynıdır. Sonuçlar, sırası gelince, neden halini alırlar ve durmadan kendi koşullarını yeniden üreten sürecin tümü içerisindeki değişik olaylar, devresel bir şekle bürünürler. Bu devresellik bir kez yerleşti mi, nispi artı-nüfusun yaratılmasını —yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan fazla bir nüfusun meydana gelmesini— ekonomi politiğin kendisi bile, büyük sanayinin zorunlu bir koşulu olarak görür.” (Marks; Kapital, C. 1 s. 662)

Babbage'a göre İngiltere'de makinenin ortalama üretimi 5 senedir; bundan dolayı reel olanı belki 10 senedir. Sabit sermayenin büyük ölçüde gelişmesinden bu yana sanayinin yaşadığı devreviliğin -bununla birlikte sermayenin toplam üretim aşamasının da- şu veya bu biçimde 10 senelik bir zamana tekabül ettiği şüphe götürmez. Başka belirleme nedenleri de bulacağız. Ama bu, nedenlerden biridir.

Tarım gibi...sanayi için de geçmişte iyi ve kötü zamanlar olmuştu. Ama karakteristik dönemlere, çağlara ayrılmış çok yıllık sanayi çevrimi büyük sanayiye özgüdür”(K. Marks, Grundrisse, s. 608).

Öyleyse, yatırılan sermaye değeri bir devirler çevriminden geçmek zorundadır… Bu çevrim, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı ile belirlenir” (Marks; Kapital, C. II, s. 185).

Marks bu süreci ortalama 10 sene olarak tanımlıyor. Yani her 10 senede bir sabit sermayenin yenilenmesi, kriz gündeme geliyor. Bu, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde gerçekten de böyle olmuş; her 8-10 senede bir fazla üretim krizleri patlak vermiş ve krizler, yeni yatırımlar için çıkış noktasını oluşturmuştur.

Demek ki, “kapitalizmin her 7-10 senede bir girdiği klasik kriz döngüsü” izlemesini belirleyen

sabit sermaye hareketidir.


5) Bu konuda ayrıntılı analiz için bkz.: İbrahim Okçuoğlu; Kapitalizmin Dünya Krizi (2008...),Ceylan Yayınları, Eylül 2009.


6) Bkz. K. Marks, Kapital, C. I, Kapitalist Birikimin Genel Yasası bölümü.


7)Sermayenin artan organik bileşimi, işgücüne olan talebin görece olarak azalması anlamına gelir.

"Özgül kapitalist üretim biçimi, işin üretici gücünde buna uygun düşen gelişme ve sermayenin organik bileşiminde bu yüzden meydana gelen değişme yalnız birikimin ilerlemesine ya da toplumsal zenginliğin büyümesine ayak uydurmakla kalmaz. Basit birikim, toplam toplumsal sermayedeki mutlak artış, bu toplumu meydana getiren bireysel sermayenin merkezileşmesi ile birlikte olduğu ve ek sermayenin teknolojik yapısındaki değişme, başlangıç sermayenin teknolojik yapısındaki benzer değişmeyle elele gittiği için; bunlar çok daha büyük bir hızla gelişirler. Bu yüzden, birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:2, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artırmaya devam ederken, toplam değerin 1/2' si yerine yalnızca 1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında işgücüne dönüştüğü halde, 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim araçlarına dönüşür, İşe olan talep, sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce var-sayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde düşer. İşe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen işgücü de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur." (K. Marks, Kapital C. I, s. 657/658)


8)K. Marks, Kapital C. I, s. 658).


9)"Bütünlüğü içinde ele alındığında toplumsal sermaye birikim hareketinin, onu bütünü az ya da çok etkileyen devresel değişmelere yol açtığı, bazen de geçirdiği çeşitli evreleri aynı anda farklı üretim alanlarına dağıttığı görülür. Bazı alanlarda, basit merkezileşmenin sonucu olarak, sermayenin mutlak büyüklüğünde bir artış olmaksızın, bileşiminde bir değişiklik olur; diğer bazı alanlarda ise, sermayedeki mutlak büyüme, değişen kısmındaki, yani bu kısmın emdiği işgücündeki mutlak azalma ile birlikte olur; yine bazı üretim alanlarında sermaye, kendi teknik temeli üzerinde bir süre büyümeye devam eder ve bu büyümeyle orantılı olarak ek işgücünü kendine çeker, oysa bir başka zaman, organik bir değişiklik geçirir ve değişen kısmı azalır; bütün bu alanlarda, sermayenin değişen kısmındaki artış ve dolayısıyla çalıştırdığı işçi sayısı sürekli, şiddetli dalgalanmalara ve geçici artı-nüfus üretimine bağlanmış durumdadır; bu artı-nüfus üretimi çalışmakta olan işçilerin işten atılmaları biçiminde açık bir şekilde olabileceği gibi, ek işçi nüfusunun her zamanki kanallardan daha güç emilmesi şeklinde, daha az gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir. Halen işlemekte olan toplumsal sermayenin büyüklüğü ve artış derecesi, üretimin boyutlarıyla çalıştırılan işçi kitlesindeki artış, bunların üretkenliklerindeki gelişme ve bütün zenginlik kaynaklarındaki çoğalma ve yoğunlaşma ile birlikte işçilerin sermaye tarafından çekilmesi hareketinin boyutlarında bir büyüme olduğu gibi, yine sermaye tarafından itilmelerinin boyutlarında da bir büyüme görülür, sermayenin organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişmenin hızı artar, gittikçe artan sayıda üretim alanı bazen aynı anda, bazen de değişik zamanlarda bu değişmenin etkisi altında kalır. Bu nedenle, işçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren nispi artı-nüfus haline çeviren araçları üretmiş olur ve o, bunu, daima artan boyutlarda yapar. Bu, kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır; ve aslında, her özel tarihsel üretim biçiminin, yalnızca kendi sınırları içerisinde tarihsel bakımdan geçerli kendi özel nüfus yasaları vardır" (K. Marks, Kapital C. I, s. 658- 660).


10) Malthus'un bahsettiği bu doğa "yasa"sını bugün "aklı başında" hiçbir burjuva ekonomisti savunmaz. Bu anlayış bugün, ancak ırkçıların, faşistlerin elinde bir silah olabilmektedir. Özellikle emperyalist ülkelerde (örneğin Almanya, Fransa) gelişen faşist hareketlerin, işsizliğin ve yoksulluğun nedeni olarak yabancıları göstermeleri, Malthus'un bu anlayışının modernleştirilmiş bir varyantıdır.


11)"İşsizlikten sadece işsizler zarar görmüyorlar. Çalışan işçiler de bundan zarar görüyorlar. Onlar bundan, çok sayıda işsizin varlığı kendileri için işletmede güvensiz bir duruma neden oldukları için, yarını belirsiz yaptıkları için zarar görüyorlar. Bugün işletmede çalışıyorlar, ama yarın uyandıklarında işten atılıp atılmadıklarından emin değiller" (Stalin; Leninizmin Sorunları, 1951, s. 466).


12)Marks, Kapital, C. I, s. 673/674).


13) Lenin; C. 18, s. 428/429, “Kapitalist Toplumda Yoksullaşma”).


14)Marks; Kapital C. I, s. 674/675.

15)K. Marks, Ücret, Fiyat ve Kâr, C. 16, s. 152.


16)Engels; Ücret Sistemi. C. 19, s, 253.


17) Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması ve İşçi Sınıfının Çeşitli Katmanlarının Durumu: "Kapitalizmin gelişme yolu, emekçilerin-onların -bir üst tabakası rüşvetlenirken ve daha iyi konuma getirirken-ezici çoğunluğunun açlık ve sefaletinin yoludur." (Stalin, C. 7, s. 83)

Proletaryanın mutlak yoksullaşması teorisine göre, işçi sınıfının durumu süreç içinde giderek mutlak kötüleşir. Ama bu, işçi sınıfının bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak kötüleşeceği anlamına gelmez. Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanlarının durumu iyileşebilir. Engels, gelişmenin bu yönüne "İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu" yapıtının 1892'deki baskısına önsözünde dikkati çekiyordu. Engels orada şöyle der;

"Bu dönemde (bununla Engels 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan dönemi kastediyor- İ. Okçuoğlu) işçi sınıfının durumu nasıldı? Dönemsel olarak büyük kitle için dahi iyileşme, vardır. Ama bu iyileşme yeniden ve yeniden çalışmayan rezervin büyük kitlesinin akışıyla yeni makinelerle işçilerin sürekli püskürtülmesiyle, kır proletaryasının gücüyle... eski seviyesine indirildi.

Sürekli iyileşme, işçi sınıfının sadece, 'korunan' iki bölüğünde gerçekleşiyor. Bunlardan ilki fabrika işçileridir. Çalışma günlerinin nispeten mantıklı sınırlarının yasal tespiti, onların vücut kondisyonunu eski haline getirdi ve onlara bölgesel yoğunlaşmayla da güçlendirilmiş bir ahlaki üstünlük verdi. Durumları, 1848 öncesindekinden şüphe götürmez iyidir....

İkincisi, büyük Trade-unionlardır. Bunlar, sadece yetişkin erkeklerin işinin kullanılabilir olduğu veya hakim olduğu iş dallarının örgütleridir. Burada şimdiye kadar ne kadın ve çocuk işi ve ne de makine rekabeti onların örgütlü gücünü kırabildi. Makina tesviyecileri, doğramacılar, marangozlar, inşaat işçileri-bunların her biri kendisi için bir güçtür. Öyle ki, makine kullanımına başarıyla karşı koyabilen bir güç. Durumları 1848'den bu yana dikkate değer bir şekilde şüphesiz iyileşmiştir... Onlar, işçi sınıfı içinde bir aristokrasi oluşturuyorlar. Nispeten konforlu bir durumu elde etmeyi başardılar ve bu durumu nihai olarak kabul ediyorlar... Onlar, her uyumlu kapitalist için özelde ve kapitalistler sınıfı için de genelde oldukça net, uzlaşılabilir insanlardır...

Ama işçilerin büyük kitlesine gelince; onlar için yaşam güvensizliğinin ve sefaletin seviyesi bugün, eskisinden daha düşük değilse, (en azından) eskisi kadar düşüktür." (Marks-Engel; C. 22, s. 273/274)

Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanları durumlarını iyileştirebiliyorlar.

"Emperyalizm... proletaryanın üst katmanlarının rüşvetlendirilmesinin ekonomik olanağını yaratıyor, besliyor, biçimlendiriyor ve oportünizmle pekiştiriyor... Emperyalizm, işçiler arasında da imtiyazlı kategoriler ayırım yapmak ve onları proletaryanın büyük kitlesinden kopartmak eğilimine sahiptir." (Lenin; C. 22, Emperyalizm, s. 286, 288).

İşçi sınıfının bu kesiminin, kendi özel mücadeleleriyle durumlarını iyileştirdiklerini veya kapitalistlerin onların durumunun iyileşmesine gönüllü razı olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır. Bu imtiyazlı kesimin; işçi aristokrasisinin oluşmasının, kapitalizmin emperyalizme doğru gelişmesiyle doğrudan ilgisi vardır. Kapitalistler, işçi sınıfının bütününü aldatabilmek, sınıfın direncini kırmak ve sömürüyü yoğunlaştırmak için; sınıfın bütününü reformist yola sevk edebilmek ve siyasi olarak teslim alabilmek için işçi sınıfının oldukça küçük bir azınlığının durumunun iyileşmesini kabul ediyorlar. Sermayenin çıkarları, burjuvaziyi bu kabul için zorluyor ve burjuvazi bu iyileşmenin yükünü işçi sınıfının çoğunluğunun sırtına yıkıyor, sömürge ve bağımlı ülkelerin talanı sonucunda elde edilen kâr ve ekstra kârın bir kısmını bu alanda harcıyor.

"Ama iyileştirmekten bahseden ekonomistler belki de, İngiltere'de aynı sanayide çalışan 1,5 milyon işçi, ekonominin üç sene değil de on sene açılıp gelişmesini sağlamak için Doğu Hindistan'da ölmek zorunda bırakılan milyonlarca işçiden bahsetmek istiyorlardır."(K. Marks; C. 4, s. 123/ 124, “Felsefenin Sefaleti”).

18) Marks, Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumu üzerine pratik ve teorik çalışmalarında bir dizi faktörü göz önünde tutmuşlar ve ele almışlardır. Onlar açısından önemli olan, işçi sınıfının durumunu bütün yönleriyle açıklayabilmek ve sınıf mücadelesini ilerletebilmekti. Bugün bu alanlarda, özellikle sendikalar tarafından düzenlenen anketler yapılmaktadır. Örnek olması açısından, Marks tarafından hazırlanan (Nisan 1880) "Revue Socialiste"de 20 Nisan 1880'de özel sayı olarak yayınlanan anket sorularının bazılarını buraya aktaralım.

Soru konuları: Çalışma güvenliği yasaları; işsizlik ve kısa devre iş; çalışma süresi; işçilerin geliri; gıda-beslenme; eğitim; aile durumu; hastalıklar ve ölüm durumu; polisiye durum; çalışmanın yoğunluğu; ücretler; temizlik, sağlık bakımı durumu, iş kazası, konut sorunu, işletmenin mülkiyeti; işletmede teknoloji kullanma durumu; çırakların durumu; ustabaşılar; yemek, dinlenme saatleri, kaç vardiya çalışıldığı; cezalandırmanın olup olmadığı; ücret durumu vs. vs. (Bkz. K. Marks; C. 19. s. 230-237).

İşçi sınıfının durumunu ifade etmek açısından Stalin'in 27 Ağustos 1909'da yayımlanan "Yaklaşan Genel Grev Üzerine" makalesinde de önemli yaklaşımlar var. Stalin, bu makalesinde şöyle der:

"Ücret, doğrudan kesintilerle veya konut parasının, primlerin vs kesilmesiyle düşürülür. İki vardiya sistemin yerine üç vardiya sisteminin getirilmesiyle çalışma günü uzatılır, fazla mesai ve özel çalışma fiilen mecbur kılınır. 'Çalışanların sayısını sınırlama' anlayışına eski tarzda devam edilir, işçiler -özellikle sınıf bilinçli olanlar-önemsiz nedenlerden dolayı, çoğu kez hiçbir neden yokken sokağa atılırlar. 'Kara listeler' acımasızca kullanılır. 'Daimi' işçi sistemi yerine 'geçici' işçi sistemi getirilir... borç cezaları ve kötü muamele 'sistemi' her biçimde uygulanır... Kaza yasası, en utanmaz bir tarzda boşa çıkartılır. Tıbbi yardım asgariye indirgenir... Sağlık koşulları kötüdür. Okul sistemi aksar. Halk ocakları yoktur. Akşam kursları yoktur. Konferanslar yoktur. Sadece işten atmalar ve bir daha işten atmalar vardır. "(Stalin; C. 2, s. 143).

19)Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955, s.166/167.

20)İşçi sınıfının görece durumunun ne anlama geldiğini Rosa Luxemburg şöyle açıklar:

"...Örneğin bir durumda işçiler, öncesine nazaran daha çok gıda maddelerine, daha zengin gıdaya, daha iyi giyime sahip olabilir. Ama şayet diğer sınıfların serveti daha da hızlı artarsa, işçilerin toplumsal üründeki payı küçülür. Öyleyse mutlak olarak alındığında işçilerin yaşam standardı yükselebilirken, payları, diğer sınıflara görece olarak alındığında düşebilir. Ama her insanın ve her sınıfın yaşam standardı verili zamana ve aynı toplumun diğer katmanlarına göre ele alındıklarında ancak, doğru değerlendirilmiş olur. Afrika'da primitif yarı vahşi veya barbar bir zenci aşiretinin prensi, Almanya'da ortalama bir işçiye göre düşük bir yaşam standardına, yani daha basit konuta, daha kötü giyime, ham gıdaya sahiptir. Ama bu prens, aşiretinin olanaklarına... oranla 'prensçe' yaşarken, Almanya'da fabrika işçisi, zengin burjuvazinin lüksü ve zamanın ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında oldukça fakir yaşamaktadır. Öyleyse, işçilerin bugünkü toplumdaki konumlarını doğru değerlendirmek için, sadece mutlak ücretin -yani ücret miktarının-değil, bilakis görece ücretin de yani işçinin ücretinin, işinin toplam üründeki payının da incelenmesi gerekir." (Toplu Eserler; C. 5, s. 757/758, "Ulusal Ekonomiye Giriş".)

21) Bkz.: DİSK-Genel İş Araştırma Dairesi; Covid-19 Döneminde Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk Raporu, Ocak 2021.

22)TMMOB bülten, “Sanayinin Sorunları ve Analizleri (68)-Pandemide üretim

yukarı, istihdam ve ücret aşağı”, Mart 2021, Sayı 273’ün ekidir.

23) https://de.statista.com/statistik/daten/studie/161378/umfrage/anteil-des-arbeitnehmerentgelts-in-deutschland/