deneme

27 Haziran 2021 Pazar

TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (IV)



TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (IV)

ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE


ALT-EMPERYALİZM” VE TÜRKİYE

III. Enternasyonal'in ülkeleri kategorilere ayrıştırma yönteminde belirleyici olan kapitalizmde eşitsiz ekonomik gelişme yasasının işlerliğidir. Nitekim III. Enternasyonal sınıflandırmasından bugüne geçen zaman zarfında bahsedilen ülkelerin yerleri değişmiştir. Ancak, ne gariptir ki, bu değişim bir türlü Anadolu coğrafyasına uğramamıştır. Aslında tabii ki, uğramıştır da, Türkiye devrimci hareketi bunu göremediği için, yok saymıştır. Bu yok sayış bir biçimde hala devam etmektedir. Türkiye hala bir biçimde yarı-sömürge, yarı-feodal, yeni-sömürge, bilmem ne sömürge kategorisinde ele alınmaktadır. Biz bunu, gelişmenin dondurulmasını 1970'li yıllardaki sakatlanmış, dondurulmuş emperyalizm kavrayışımıza borçluyuz. Bu nedenle bazı ülkelerin sergilediği gelişme görülmüyor; yöntem buna izin vermiyor. Bir defa bağımlı hep bağımlı, bütün zamanlar için sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge veya bir defa emperyalistsen bütün zamanlar için emperyalistsin anlayışı ilke, kural haline getirilmiş.

III. Enternasyonal, 1928’de böyle tespit ettik, bu tespit ebediyen böyle kalacaktır demedi. Tam tersine dünya ekonomisindeki, tekil ülkelerdeki gelişmeleri, yeni olguları araştırmalısınız, analiz etmelisiniz ve ona göre bir devrim yolu tespit etmelisiniz dedi. Ancak, Türkiye devrimci hareketi 1970’li yıllarda bunu yapmadı, bugün de hakkını vererek; Leninist emperyalizm analizini kavrayarak yaptığını söylemek, en azından geneli için söylemek pek mümkün değildir.

Ortaya bir “Hilkat Garibesi” çıktı. Daha doğrusu, Türkiye’yi sosyo-ekonomik bakımdan “Hilkat Garibesi” yapan Türkiye devrimci hareketinden başkası değildir. Bu işi nasıl başardığımız “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Yöntem ve Teori Üzerine Hesaplaşma”, Kitap 1, 2, 3 ve 4 çalışmalarımda oldukça ayrıntılı olarak ele alınmıştır.(1)

Sonuç şu: Başka ülkeler gelişiyorlar, değişiyorlar. Ama bu değişim Türkiye’ye uğramıyor. Çok ilginç değil mi?

Türkiye'de “sol”, daha dar anlamda Türkiye devrimci hareketi emperyalizm-bağımlılık ilişkilerini; sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerin emperyalizme bağımlılığının diyalektiğini, bu bağlamda eşitsiz gelişme yasasının etkisini ya hiç anlamamıştır veya da “anladığı” kadarıyla yanlış anlamıştır. Doğrudur, Türkiye hiçbir zaman sömürge olmamıştır. Kuruluşundan (1923) II. Dünya Savaşı başlangıcına kadar hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisine girmemiştir. Farklı ülkelerle yapılan ticari, ekonomik, siyasi anlaşmalar; hükümetler/devletler arası ilişkiler bunu göstermektedir (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 2. kitap)

Ancak, Marhall Planı ve Truman Doktrini ile kurulan ilişkiler bağımlılık ilişkileri olmuştur. Arkasından NATO’ya üye olmakla kapitalist dünyaya, emperyalizme yedeklenme ete buda bürünmüştür. O günden bu güne Türkiye'de kapitalizm emperyalizme; Türk sermayesi, emperyalist sermayeye, Türk burjuvazisi emperyalist burjuvaziye bağımlıdır. Önemli olan bunun nasıl bir bağımlılık olduğunu analiz etmektir, bu bağımlılıktan bir sonuç çıkartmak ve bu sonucu sınıf mücadelesinin sorunu yapmaktır. Peki, bunu kendine dert edinenler var mı? Elbette var, ama sonuçta değişen bir şey yok. Yelpazenin bir ucunda yarı-sömürge, yeni-sömürge, bilmem ne sömürge, yarı-feodalizm anlayışları dururken, öbür ucunda bugünkü kapitalizm serbest rekabetçi kapitalizm değildir, aynı zamanda emperyalist kapitalizm de değildir; bugünkü kapitalizm emperyalist küreselleşmedir türünden ne olduğu belli olmayan bir “kapitalizm” durmaktadır.

Komünist Enternasyonal sözü geçen programında ülkeleri kategorilere ayırırken aslında gelişme düzeylerini gösteren bir hiyerarşi piramidi oluşturuyordu. Bu piramit emperyalizm çağında eşitsiz ekonomik ve siyasi gelişme yasasının; kapitalizmin bu nesnel ekonomik yasasının etkisi göz önünde tutularak, belirleyici koşul olarak oluşturulmuştu.

Eğer bugün kapitalist dünya sisteminde ülkelerin konumuna göre bir piramit oluşturulmak isteniyorsa bu ancak, aynı yasanın işlerliği göz önünde tutularak yapılabilir. Burada öznelliğin, şu teorinin, bu teorinin yeri olmadığı gibi, görüş doğrulamak için teorik yamukluğun; yasa yasaklamanın da yeri yoktur. Soruna sadece ve sadece söz konusu yasanın işlerliği ve etkisi perspektifiyle yaklaşmak yeterlidir. Bu yapılırsa birtakım ezberlerin bozulduğu, düşünce tarzlarının yıkıldığı görülür.

Şimdiye kadar bazı göstergeleri göz önünde tutarak Türkiye’nin emperyalistleşen bir ülke olduğunu söyledim. Bunun artık yeterli olmadığını düşünüyorum.

Türkiye’nin artık emperyalistleşen değil de, emperyalist Türkiye olmasının iki temel nedeni var.

Birinci neden:

Değişimde esas rolü son birkaç yıllık gelişme oynamıştır. Birikim, önceki yıllardaki gelişmedir. Bu birikim, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle sıçrama noktasına ulaşmıştır; bu önceki nicel gelişmelerin yeni bir niteliğe dönüşmesidir. Bu dönüşümde, bu sıçramada ekonominin “eşsiz”, “sürekli” bir büyümesi, yeni yer altı zenginliklerinin bulunması değil, Türk tekelci burjuvazisinin uygulamaya koyduğu yeni ulusal güvenlik konsepti ve bu konseptin uygulanmasında bağlayıcı bir rol oynayan “yerli”, “ulusal” silah sanayinin; askeri-sanayi kompleksinin sonuç alıcı gelişmesidir.

İkinci neden:

Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren jeopolitik gelişmeler

Türkiye tarihinde bu fırsatı iki kere yakaladı. Birinci fırsatı I. Dünya Savaşından sonra; daha doğrusu Ekim Devriminden itibaren dünyanın iki kampa bölünmesinin bir sonucu olarak genç Türkiye’nin eline geçen jeopolitik fırsattı. O zamanki Türkiye’nin kapitalist dünya ile sonradan sosyalist dünyanın merkezi olacak Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerden yararlanmasıydı. Batı’lı emperyalist güçler, Türkiye, kapılarını sonuna kadar açmasına rağmen Türkiye’ye ilgi göstermediler veya I. Dünya Savaşının yıkıntısını ortadan kaldırmak için pek ilgi gösteremediler. Buna karşın SSCB, güneyinde kapitalist dünya ile sınırını güvenli tutmak, Türkiye’nin bağımsız gelişmesine katkıda bulunmak için genç Türkiye’ye her bakımdan destek sunmuştur. Bu destek, Türkiye’de kapitalizmin hızlı gelişmesine, tekelci gelişmesine katkıda bulunmuştur. Öyle ki, daha 1930’lu yılların sonunda sanayide makinalı üretim ağırlık kazanmıştır. Örnekleyecek olursak: 1913’te sanayi üretiminde büyük işletmelerin payı yüzde 46 iken 1939’da yüzde 60’a, 1944’de yüzde 67’ye ve 1950’de de yüzde 70’e çıkar. Aynı yıllarda manüfaktur ve küçük üretimin payı da 1913’te yüzde 53,7 iken 1939’da yüzde 40’a, 1944’te yüzde 32,6’ya ve 1950’de de yüzde 29,3’e düşer. (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 1. ve 2. kitaplar)

Bu, Türk burjuvazisinin ilk tarih yazımıydı.

Bu gelişmeyi anlamaksızın, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısındaki değişimi kavrayamayız. Türkiye devrimci hareketi, hepsi olmasa da genel anlamda Türkiye’nin burjuva kuruluş yıllarını emperyalizme bağımlı yıllar, yabancı sermayeli yıllar, siyasi, ekonomik bağımlı yıllar ve tabi sonuçta da Türkiye’nin, sömürge değilse de yarı-sömürge olduğu yıllar olarak tanımlamaktan vazgeçmemiştir. Önlerine ne kadar kanıt koysanız da inandıramazsınız. Teoride bağnazlık, çarpık emperyalizm anlayışı bu denli derindir.

Velhasıl Türk burjuvazisi, kuruluş yıllarında her iki kamp arasındaki çelişkilerden yararlanmıştır. Bu jeopolitik fırsatı değerlendirerek kendi varlığını ve hakimiyetini sağlayan kapitalizmin hızlı gelişmesini teşvik etmiştir. Böylesi bir jeopolitik fırsat olmasaydı ne olurdu, bu pek bilinmez. Ancak, birçok Asya ve Afrika ülkesinde emperyalizme karşı kazanılan ulusal kurtuluş savaşlarından sonraki gelişmeler hiç de Türkiye’de olduğu gibi olmamıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan kamplaşmada Türkiye Batı’da yerini almak için can atmıştır. Marshall Planı ve Truman Doktrini ile ipleri eline alan Amerikan emperyalizmi, NATO’ya girişle Türk burjuvazisine “artık ben dünyaya nasıl bakıyorsam sen de öyle bakacasın” demiş oluyordu.

Kabul etmek lazım ki, Türkiye-ABD ilişkileri hep inişli-çıkışlı, hırlı-gürlü olmuştur. Abartılı olarak dönem dönem bu ilişkileri kölelik ilişkileri olarak tanımlasak da ABD, Türk burjuvazisine her zaman her dediğini kabul ettirememiştir. Örneğin, o kadar bastırmaya, tehdide rağmen Kıbrıs çıkartmasını engelleyememiştir. Ancak Türkiye-ABD ilişkileri iki kamp ilişkilerine NATO çerçevesinde bağlı kalmıştır.

Bu, Türk burjuvazisinin ikinci tarih yazımıydı; emperyalizme bağımlılık tarih yazımıydı.

Ne olmuştu SSCB dağıldığında? Yeni bir küresel jeopolitik değişim ortaya çıkmıştı. Daha önceki, II. Dünya Savaşından 1991/1992 dönemine kadar geçerli olan iki kutuplu dünya jeopolitikasının var oluş nedeni ortadan kalkmıştı.

1990’lı yıllardan bugüne kadar, her ne kadar bir taraftan ABD kendi başına bir kutup olsa da karşısında henüz kutup oluşturacak bir ittifaklaşma yok. Peki, ne var? Dünya 1990’lı yıllardan bu yana çok rekabet merkezli bir sürece girmiştir. Bu süreç, ABD-Çin/Rusya rekabeti gölgesinde hala devam etmektedir.

Türkiye açısından ikinci fırsat SSCB’nin, revizyonist blokun yıkılmasından sonra doğmuştu. Yani ikinci fırsat, Türk burjuvazisinin eline yeni geçmemiştir. 1990’lı yılların başında bu fırsatı değerlendirmek için Türk burjuvazisinin girişimleri olmuştu. Ancak, o zamanki Türkiye sonuç alacak güçte değildi.

Ama şimdi Türk burjuvazisinin bütün nicel güç birikimi 15 Temmuz darbe girişimi vesilesiyle nitelik sıçraması yapmıştır.

Bu gelişimindeki nitelik sıçramasıyla Türk burjuvazisi tarihini yeniden yazıyor.

Bu sefer emperyalist Türkiye’nin tarihini yazıyor.

Peki, bu jeopolitik değişimin Türkiye açısından önemi nedir?

Kuruluş yıllarında olduğu gibi bu sefer de Türkiye iki jeopolitik cephe arasında sıkışıp kalmıştır. İlkinde, kuruluş yıllarında tarafsız kalan ve bundan yararlanan Türkiye, II. Dünya Savaşından sonra tarafını seçmiş, kapitalist cephede yerini almıştı. Şimdi, bir taraftan Rusya’nın (yakın bir gelecekte Çin’in, belki de Çin-Rusya ortaklığının) temsil ettiği dünya hakimiyeti jeopolitikası ile Amerikan emperyalizminin temsil ettiği dünya hakimiyeti jeopolitikası arasında sıkıştı. Ancak bu sefer Türk burjuvazisi, kuruluş yıllarında olduğu gibi ne güçsüz ne de tecrübesiz. Gücünü ve tecrübesini esas alarak bu sıkışmışlığı parçalamak için her iki taraftan bağımsız olarak, ama her iki taraf ile sıkı ilişki içinde kendi jeopolitik açılımını yapıyor. Diktatör Erdoğan bu açılımı yeni ulusal güvenlik politikasıyla defalarca dillendirmiştir. Bu politika saldırganlıktan, işgalcilikten, nüfuz alanı genişletmekten, tahakküm ve savaştan başka bir şey değildir.

Tabii, sıkışan sadece Türkiye değil. Kendi dünya hegemonyası jeopolitikasını gerçekleştirmek için hem Amerikan emperyalizmi hem de Rus emperyalizmi Türkiye’ye muhtaç duruma düşmüşlerdir. Türk burjuvazisi de bu durumu kullanıyor.

Neden Türkiye’ye muhtaç duruma düşmüşlerdir?

Anadolu coğrafyası öyle bir coğrafyadır ki, üzerinde kurulu ülke hangi tarafta yer alırsa o taraf diğerine karşı rekabete üstün konumda başlar veya devam eder. Türkiye’nin birtakım kırıntılara evet diyerek ABD yanında yer alması, Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığını ana gövdeden kopartır. Karadeniz’de sıkıştırır. NATO döneminde olduğu gibi Rusya’yı güneyinde hareketsiz hale getirir. Boğazları kullanmasını sınırlandırır. Çin’e karşı çevrelemeye güç aktarmasını; yani Ortadoğu’dan güç kaydırmasını kolaylaştırır. Saymakla bitmez...

Türkiye'nin Rusya’nın yanında yer alması durumunda Ortadoğu, ABD için bir felaket olur. Rusya’yı çevreleme hattı, Bulgaristan’da kesilir. Irak’da, Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, Libya’da ABD nefes alamaz duruma gelir. Buna bir de Çin katılırsa, bu sahalarda ABD kıskaca alınır, geriletilir. Bu durum da AB, kararlı bir biçimde ABD’nin yanında yer alırsa, onunla aynı kaderi paylaşır.

Peki, dünya hegemonyası için jeopolitika geliştirme yeteneğine ve imkanlarına sahip olan ülkeler için (bugün somutta ABD, Rusya ve Çin) Doğu Akdeniz de dahil Ortadoğu neden bu kadar önemlidir?

Bu bölgeyi tutmadan, kontrol altına almadan ne Akdeniz ve Süveyş Kanalı rotasındaki dünya ticaretini kontrol edebilirsiniz ne ABD, Rusya’yı güneyden durdurmayı, çevrelemeyi gerçekleştirebilir ve böylelikle ne de Rusya’nın güneye inmesini engelleyebilir.

Çok özet olarak durum böyle (Bkz.: Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika kitabı)

Türk burjuvazisi bu iki jeopolitika arasındaki çelişkilerden stratejik konumundan dolayı sonuna kadar yararlanmanın adımlarını atıyor. Amaçlarına ulaşmak için her iki taraf (buna yakında Çin de katılır) Türkiye’yi kazanmak, kendi yanında tutmak için olmadık tavizler verirler ve verecekler de...

Türkiye’nin yeni ulusal güvenlik politikası gereği attığı adımlar, örneğin en somutu olarak Suriye sahasındaki gelişmeler, Rojava devriminin tasfiyesi, Türkiye’nin yerine göre Rusya ile, yerine göre ABD ile ortaklaşa adım atmasının bir sonucu değil mi?

Türk burjuvazisi bahsettiğim her iki tarafın jeopolitik hesaplarından yararlanmaktadır. Her iki taraf kendi güçleriyle bölgemizde kendi çıkarları doğrultusunda sonuç alamayacakları için bu yararlanma süreci de uzayıp gidecektir. Her iki jeopolitika bölgemizde doğrudan karşı karşıya gelirse, yani savaşırsa sonuç alabilir. Ama savaşacaklarsa da şimdi savaşmazlar. Veya Türkiye taraflardan birine katılarak bu oyuna son verebilir. Ancak, Türk burjuvazisi bunu yapacak kadar aptal değil. O halde her iki taraf arasındaki çelişkilerden yararlanmaya devam edecektir. Bu bir nevi “kutsal” ve zoraki “üçlü ittifak”tır.

Derdimizi anlatmak için bir tekrarı göze alalım:

1- Türkiye ABD ve AB’nin ayağına, dolayısıyla da damarına basıyor, ABD ile ipleri kopartma pahasına Rusya’dan S-400 alıyor.

2-Yeni silah sistemleri geliştiriyor.

3-Suriye sahasında, Rojava’da kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor; bazen Rusya ile bazen de ABD ile ortak hareket ediyor, mutabakatlar imzalıyor. Ama her hareketi bir biçimde ya Rusya’nın veya da ABD’nin çıkarlarına ters düşüyor.

4-Doğu Akdeniz’de, başta AB olmak üzere Batılı emperyalist güçlere kafa tutuyor, kıyıdaş ülkelerin Doğu Akdeniz paylaşımını yok sayıyor.

5-Libya’nın talan edilmesine taraf olarak katılıyor; ne ABD’nin ne AB’nin ve ne de Rusya’nın işine gelmeyen müdahalelerle Libya’da gelişmelerin seyrini değiştirebilecek adımlar atmış oluyor.

6-Ermenistan-Azerbaycan savaşına müdahil oluyor; Rusya bu müdahaleyi zorlanarak kabul ediyor, ama ikisi birden Batılı güçleri (ABD ve AB) dışlıyor.

7-ABD’nin bölgedeki en büyük müttefiklerinden Suudi Arabistan’ının ortadan kaldırmak istediği Katar’ın yanında yer alıyor.

Bütün bu güncel gelişmeler/çelişkiler, Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor olduğunu göstermektedir. Tabii bu, Türkiye, uluslararası alanda istediği gibi hareket ediyor, istediğini alıyor anlamına gelmez. Uluslararası alanda doğru bulduğuna göre hareket etmek, istediğini almak güç meselesidir. Bu arenada gücün oranında hareket edebilirsin.

Türkiye ve emperyalist ülkeler arasında, her biri karşısında farklı boyutlarda eşitsizliğe dayanan bir ilişki vardır. Fransa’ya kafa tuttuğu kadar ABD’ye, Rusya’ya, Çin’e kafa tutması beklenemez. Ama her halükarda kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için uluslararası alanda siyasi, askeri ve ekonomik olarak kendi gücüne göre adım atmaktadır. Bazen en güçlü emperyalist ülkelerle anlaşarak, bazen onların arasındaki çelişkilerden yararlanarak çıkarlarını gerçekleştirmenin peşinde koşabilmektedir.

ABD her ne kadar hala en güçlü ülke olsa da artık gerileme, çöküş sürecine girmiştir; artık her dediğini kabul ettiremiyor. Aynı zamanda dünya jeopolitikasında; güçler dengesinde Amerikan emperyalizmi açısından geriye dönüşümü olmayan, en fazlasıyla geciktirilebilecek olan gelişmeler, değişimler söz konusudur. Örneğin Çin’in yükselişi doğrudan ABD’ye meydan okumaktır. ABD bu gelişmeyi durduramayacağını biliyor, en azından ötelemek için Çin’i çevreleme politikası güdüyor. Yani güçlerini Pasifik’te yoğunlaştırıyor. Bu demektir ki, ABD belli bir zaman sonra Ortadoğu’daki konumunu gözden geçirecek, çekilmese de fazla iddialı olmayacaktır. Bunun iki sonucu olur: Birinci sonucu, Ortadoğu’yu Rusya’yı çevrelemede üs olarak kullanma imkanı zayıflayabilir. İkincisi ve en önemlisi, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi, Türkiye’ye ummadığı devasa fırsat sunacaktır. Bırakacağı boşluğu ne AB, ne İsrail, ne Rusya ne de başka bir ülke doldurabilir. Bu ülke ancak Türkiye olabilir.

Rusya olamaz, çünkü ABD’nin güçlerini pasifikte yoğunlaştırması, Rusya’nın da güçlerini o alanda yoğunlaştırması anlamına gelir. Bu nedenle de Ortadoğu’da elinde olanı tutmakla yetinecektir.

Bu devasa fırsatı Türk burjuvazisi kullanmayacak mıdır? Kullanacaktır. Bu fırsatsı değerlendirmesi sıçramalı gelişmedir.

Şimdiki haliyle Türkiye, dünya hegemonyası için jeopolitika geliştiren ülkelerin (somutta da ABD, Rusya ve Çin) jeopolitik doktrinlerini Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de altüst edecek güce sahip olduğunu göstermektedir.

Peki, Türkiye’nin bağımız hareket ettiğinin göstergeleri nedir?

1-Suriye’ye girme dediler, ama girdi.

Peki, kimin adına girdi, hangi emperyalist ülkeye taşeronluk yaptı? Kendi adına girdi ve hiçbir emperyalist ülkeye taşeronluk yapmadı.

2-Hangi emperyalist ülkenin taşeronu olarak Libya’ya gitti? Kendi adına gitti, hiçbir ülkeye taşeronluk yapmadı.

3-Doğu Akdeniz’de hangi emperyalist ülkenin taşeronluğunu yapıyor, kimin adına hak arıyor? Hiçbir emperyalist ülkenin taşeronluğunu yapmıyor, kendi adına hak arıyor.

4-Güney Kafkasya’ya hangi emperyalist ülkenin taşeronu olarak gitti ve Azerbaycan-Ermenistan savaşına katıldı? Hiçbir emperyalist ülkeye taşeronluk yapmadı, kendi adına gitti.

Peki, bu faaliyetlerden dolayı Türkiye-ABD ve AB ilişkilerinin karakteri gerginlik midir, yoksa bunlar çelişkiye dönüşmüş sorunlar mıdır? Elbette çelişkiye dönüşmüş sorunlardır.

1-Güney Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan savaşı) ABD/AB ile Türkiye arasında bir gerginliklik değil, açıktan birer çelişkidir. Türkiye, ABD ve AB’ye rağmen Rusya ile işbirliği yaparak bu savaşa doğrudan müdahil olmuştur.

2- Suriye/Rojava, İdlib ve Irak/Güney Kürdistan eksenli Ortadoğu’da ABD/AB ile Türkiye arasında bir gerginlikten değil, bir çelişkiler yumağından bahsedebiliriz.

3-Doğu Akdeniz’de ABD/AB ile Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

4-Kıbrıs'da ABD/AB ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

5-Libya’da ABD/AB/Rusya ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

6-Türkiye’nin Rusya politikasına ABD doğrudan karşıdır.

Peki,

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Orta Asya’nın fiziki yolunu açan, Rusya’nın hiçbir emperyalist gücü yaklaştırmadığı Güney Kafkasya'dan çekilir mi?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Güney Kürdistan’daki üslerini terk eder mi?

-Türkiye, ABD, AB ve Rusya istiyor diye Rojava’daki işgal alanlarından çıkar mı?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye SDG ile barışabilir mi, Suriye’nin kuzeyinde Kürt oluşumunu kabul eder mi?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Kıbrıs'dan çıkar mı?

-Türkiye, ABD, AB ve Rusya istiyor diye Libya’dan çıkar mı?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Doğu Akdeniz’de kıyıdaş ülke olarak hakkı olan MEB’den vaz geçer mi?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Ege Denizi’nde Yunanistan ile sorunlarının Yunanistan dayatmasına göre çözülmesini kabul eder mi?

-Türk burjuvazisi, ABD ve AB istiyor diye “Mavi Vatan” doktrininden vaz geçer mi?

-Türk burjuvazisi, “Anadolu’nun savunması”nı “Mavi Vatan”dan başlatma anlayışından vaz geçer mi?

-Türkiye, ABD istiyor diye ‘S-400’den geri adım atmayacağız’dan vaz geçer mi?

Diktatör Erdoğan bu konuların hemen hepsini “kırmızı çizgi”, “ulusal çıkar” ilan etti ve “oyun bozan” oldu.

Türkiye’nin elinde başka kozlar da var. Türkiye-ABD arasındaki hesaplaşmada Rusya ve Çin, kendi emperyalist, jeopolitik çıkarları gerekli kıldığı için Türkiye’nin yanında yer alabilirler.

Küresel ve bölgesel jeopolitik “oyunlar” ve çıkarlar ABD-Rusya-Türkiye üçlüsünü birbirine bağlamıştır. Bu, jeopolitik çıkarların dayattığı zoraki bir ”birliktelik”tir. ABD bir yere kadar Türkiye’nin üzerine gidebilir. Rusya da öyle. Her ikisi de Türkiye’yi küresel jeopolitik amaçları için kazanmak istiyor. Bu da Türkiye üzerindeki baskıyı sınırlıyor, Türk burjuvazisine direnme ve kendi çıkarlarına tekabül eden tavizler koparma imkanı veriyor. Diktatör tam da buna oynuyor ve kazanıyor.

Şimdi buna Çin de katılıyor. “Bir kuşak bir yol” çerçevesinde de olsa Türkiye-Çin yakınlaşması, Türkiye üzerindeki ABD ve AB baskısını azaltacaktır.

Bu durumda ABD/AB-Türkiye ekseni veya ilişkileri, Türkiye/Rusya/Çin-ABD/AB eksenine, ilişkilerine dönüşür. Çin ve Rusya’nın jeopolitik çıkarları böyle bir eksenin oluşmasına uygun düşmektedir.

Nihayetinde Amerikan emperyalizminin dünya jeopolitiğinde esas düşman Türkiye değil, Çin ve Rusya’dır. Bundan dolayı ABD’nin restleşmesinin arka planında yine de Türkiye’yi kazanmak vardır.

Kendimizi kandırmayalım: Ne ABD’nin ne de Rusya’nın ve yakın gelecekte ne de Çin’in bölgemizde (Kafkasya’da, Suriye’de, Irak’da, Doğu Akdeniz’de, Libya’da) Türkiye’ye bir şeyler vermeme lüksü vardır; biri bir şeyler verirse diğeri de eş değerde bir şeyler verecektir.

Bütün veriler Türkiye’nin ”Alt-Emperyalizm” konumuna çakılıp kalmadığını, piramidin tepesindeki emperyalist ülkeler kategorisinde yer aldığını göstermektedir.


Devam edecek

SÖMÜRGECİLİK, EMPERYALİZM VE TROÇKİ

GÜNÜMÜZDE TROÇKİSTLER NEYİ REDDEDİYORLAR?


*

1) Açıklama:

Bu ve diğer makaleleri hazırlamak için daha önce yayınlanmış kitap çalışmalarımdan ve konuyla bağlamı olan bazı makalelerimden yararlandım. Ayrıca belirtilmediyse bütün verileri aşağıdaki çalışmalarda bulabilirsiniz:

İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi – İç Pazarın Oluşma Süreci, Tarihi Yaklaşım, Birinci Kitap, Varyos Yayınları, Ağustos 1996.

--Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci, 1923-1950 Arası, İkinci Kitap, Ceylan Yayınları, Haziran 1999.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci (1951-1991), Yöntem ve Teori Üzerine Hesaplaşma, Üçüncü Kitap, genişletilmiş 2. baskı, Ceylan Yayınları, Nisan 2001.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Türkiye Devriminin Diyalektiği, Dördüncü Kitap, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Günümüzde Emperyalizm (Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci), Akademi Yayınları, Kasım 2011.

--Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, Şubat 2009.

--Kapitalizmde Eşitsiz Gelişmenin ve REKABETİN TARİHİ-5, Ceylan Yayınları, Ocak 2006.

--Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/09/darbe-karakterli-renkli-devrim-girisimi.html

--Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/10/ortadoguda-it-dalasi-ve-turk.html

-- Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – III)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/11/musul-seferi-ve-turk-burjuvazisinin.html

--Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – IV)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/12/ulusal-guvenlik-politikasi-ve-turk.html

--Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – V)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/03/emperyalistlesen-turkiye-ve-turk_14.html