Uluslararası sermayenin saldırısı:
ÖZELLEŞTİRME
Özelleştirme,
devlet mülkiyetinde olan üretim araçlarının veya işletmelerin
özel kapitalist mülkiyete dönüştürülmesidir. Genellikle modern
teknolojiyle donatılmış, ve yüksek kar getiren devlet işletmeleri
özelleştirilir. Bu işletmeler ya halktan toplanan vergilerle inşa
edilmişlerdir ya da daha önceleri millileştirilmişlerdir.
Özelleştirmede esas olan, işletmelerin tekellere çok ucuza
satılmalarıdır; peşkeş çekilmeleridir. Böylelikle tekeller,
devlet işletmesini satın alırken de emekçilerin sırtından biraz
daha zenginleşmiş olurlar. Dünyanın hiçbir yerinde devlet
işletmelerinin gerçek fiyatı ödenerek özelleştirildiği
görülmemiştir.
1970'li
yılların ikinci yarısından bu yana kapitalist dünya ekonomisinde
hala devam eden bir özelleştirme furyası sürmektedir. Adeta
millileştirme dönemi kapanmış, özelleştirme dönemi
başlamıştır. Hemen hemen her şey özelleştiriliyor. Öyle ki,
48 yaşındaki fil bile özelleştirildi; Buenos Aires belediyesinin
hayvanat bahçesinde yaşayan Norma adlı fil, sahip değiştirdi.
Daha önce kamu kesesinden beslenen Norma, artık özel sektör
kasasından besleniyor. Tabii ki Arjantin'de özelleştirme sadece
hayvanat bahçesiyle sınırlı kalmadı. Bu ülkede devlet
mülkiyetinde olan herşey satıldı/satılıyor. Sadece Arjantinde
mi? Hayır. Bütün Latin Amerika, hummalı bir özelleştirme
içinde. İşe önce fiili başladı.
Allende
döneminde devletleştirilen işletmeler, faşist cunta döneminde
ekonomiye yön veren "Chicago-Boys"lar, Miltan Friedman'ın
ekolünden olan neoliberaller tarafından yeniden özelleştirildiler.
Kükürt madeninden elektrik hizmeti veren Endso'ya ve havayolu
şirketi Airline Lanchile'ye varana kadar yaklaşık 500 firma o
dönemde satıldı. fiili örneğini Meksika takip etti ve 452
devlet işletmesi satılarak, devlet işletmelerinin sayısını
1152'den 700'e indirdi. Meksika, sadece telefon tekeli Telmex'in
satışından yaklaşık 4 milyar dolar aldı. '80'li yılların
sonuna doğru hemen hemen bütün Latin Amerika devletleri,
özelleştirme listeleri hazırladılar; devlet işletmelerini satışa
çıkardılar.
Özelleştirme
sadece Latin Amerika'yla da sınırlı kalmadı, '80'li yılların
sonundan itibaren bütün dünyada salgın gibi gelişen bir
özelleştirme başladı. Amerika kıtasından Avrupa'ya, Asya'dan
Afrika'ya, İngiltere'den Sovyetler Birliği'ne, Bangladeş'ten
Mısır'a, Tanzanya'dan Mozambik'e
devlet
işletmeleri, "bit pazarına düşmüş mal" değeriyle
özelleştirilme listelerine alındı.
Avrupa'da
özelleştirme dalgası, önce başbakan M. Thatcher dönemi
İngiltere'sinde başladı. Bu ülkeyi Hollanda takip etti. Portekiz
de özelleştirme yolunu tuttu ve '70'li yıllarda devletleştirilen
işletmeleri satışa çıkardı.
Revizyonist
blokun yıkılmasıyla da bu bloku oluşturan ülkelerde
özelleştirme, tüm yaşamı alt-üst edecek boyutlarda sürdürüldü.
Batı Almanya, yuttuğu Demokratik Alman Cumhuriyeti'ni özelleştirme
piyasasına sürdü. (Aşağıda özelleştirme örneklerini
vereceğiz.)
Neden
dünya çapında özelleştirme yapılıyor? Neden '70'li yılların
ikinci yarısından beri süreklilik arz eden hummalı bir
özelleştirme söz konusu?
Aşağıda
ele alacağımız gibi özelleştirmeyle hedeflenen amaç,
özelleştirme yapan ülkenin gelişmişlik durumuna göre değişiyor.
Gelişmişlikle her nüanstan gelişmişliği anlamıyoruz: Bundan
tekelci devlet ülkeleri/emperyalist ülkeleri (gelişmiş ülkeler)
ve emperyalizme bağımlı ülkeleri (az veya orta derecede gelişmiş
bağımlı, yeni sömürge ülkeler) anlıyoruz. Emperyalist
ülkelerde özelleştirme, devleti kendine tabi kılan tekellerin
daha da güçlenmelerine hizmet ederken, bağımlı ülkelerde
özelleştirme, devlet kasasına para aktarma adı altında devletin
elinde biriken ulusal zenginliklerin genellikle yabancı sermayeye
peşkeş çekilmesine yeni bir çıkış noktası oluyor.
Demek
oluyor ki, özelleştirme ile güdülen amaç, özelleştirme yapan
ülkenin ekonomik gücüne, dünya ekonomisindeki konumuna;
gelişmişlik durumuna göre farklı oluyor.
Özelleştirmenin
'70'li yılların ikinci yarısından itibaren süreklilik ve
yaygınlık kazanması, emperyalist ülkelerde, ekonominin (tekelci
devlet kapitalizminin) yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasıyla
ve emperyalizme bağımlı ülkelerde de yeni sömürgeci
politikaların uygulanma metoduyla açıklanabilir.
Bu,
emperyalist ülkelerde, ekonomik sorunların artık keynesçi
iktisadi-politik anlayış çerçevesi içinde çözülemeyeceğinden
hareketle, neomonetarist iktisadi-politik anlayışa geçiş,
emperyalizme bağımlı ülkelerde de bunun neoliberalizm olarak
uygulanmaya konması anlamına geliyordu.
Neomonetarizm
'30'lu-'40'lı yıllarda ABD'de gelişmeye başlayan sosyal açıdan
oldukça gerici bir iktisadi düşünce akımıdır. Bu akımın
günümüzdeki temsilcilerinden birisi de M. Friedman'dır.
Neomonetarizm, en gelişmiş ifadesini, toplumsal kabulünü, '80'li
yılların başında ABD'nin ve enternasyonal mali sermayenin hakim
kesimlerinde buldu.
O
dönemde tekelci devlet kapitalizminin karşı karşıya kaldığı
sorunlardan; –örneğin ekonomik kriz ve beraberinde getirdiği
sorunların çözülememesi–, hareket eden M. Freidman, keynesci
iktisadi politik anlayışla hesaplaşarak, hangi iktisadi-politik
anlayış temelinde hareket edilirse, mevcut sorunların üstesinden
gelineceğini formüle eder. M. Friedman'a göre yapılması gereken
şuydu; devletin faaliyeti ile ek talep yaratmaya dayanan kapitalist
ekonominin yönlendirilmesinin keynesci ilkesi bir hayaldir. Gerçekte
bu yolla ek talep yaratılmaz, sadece özel talebin yerine devletsel
talep geçirilmiş olur ve özel yatırımlar, devletsel
yatırımlardan esas itibariyle daha verimli olduklarından,
devletsel yatırımların esas alındığı ekonomilerde, ekonominin
genel verimliliği düşer, böylelikle uluslararası planda rekabet
gücünü kaybeder, işsizlik azalacağına artar.
M.
Friedman'a göre devlet, ekonomik faaliyetten kovulmalıdır; elini
çekmelidir ve tekelci sermayenin taleplerini yerine getirmeyi asli
görevi olarak görmelidir. (M. Friedman'ın neomonetarizm anlayışı
sadece bununla sınırlı değildir. Sorunun para politikasına
dayandırılışını ve bunun uygulamadaki sonuçlarını, bu
iktisadi-politik anlayışının uygulanmasının sosyal sonuçlarını
yani bir bütün olarak neomonetarizmi burada ele almak yazımızın
kapsamını ve amacını aşan bir çalışma olur.)
Devletin,
keynesci anlayışın aksi olarak, ekonomik faaliyetten Friedmancı
dışlanışı 1970'li yıllardan sonraki süreçte tekelci devlet
kapitalizminin karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünde
bir çıkış yolu olarak algılandı. Friedman, hangi tekelci devlet
tedbirleri alınırsa, bütçe açıklarının kapatılabileceği,
ekonomik krizin atlatılabileceği, yatırım kaynaklarının
bulunabileceği ve nihayet uluslararası planda rekabet gücüne
kavuşulabileceği konularında enternasyonal alanda mali sermayeye
akıl hocalığı yaptı. Friedmancı iktisadi-politik anlayış,
Reagan döneminde ABD'de ve
Thatcher
döneminde de İngiltere'de uygulandı.
Bu
iktisadi-politik anlayış emperyalist ülkeler dışında da;
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde de uygulandı. İlk
denemesi Şili'de faşist cuntayla başlatılan bu neomonetarizm,
neoliberalizm olarak tanımlandı ve bugün de emperyalist yeni
sömürgeci iktisadi politik anlayışın en yaygın uygulanış
formu olarak emperyalizm tarafından bağımlı, yeni sömürge
ülkelere dikte edilmektedir. Bu uygulamada esas olan, bağımlı
ülkelerin emperyalist ülkelere olan borçlarının ödenmesi, hala
ulusallık özelliği taşıyan ekonomi alanlarının, kaynaklarının
emperyalist sermayeye
açılması,
bu türden ülkelerin bir bütün olarak tamamen emperyalist
ekonomiye entegre edilmeleri; çok uluslu tekellerin çıkarlarına
tabi kılınmalarıdır. İşte özelleştirme böyle bir
iktisadi-politik anlayışın neoliberalizmin günümüzdeki en
belirgin özelliği oluyor.
Demek
oluyor ki; '70'li yılların ikinci yarısından günümüze kadar
süreklilik arz ederek devam eden dünya çapındaki özelleştirme
hareketinin teorik; iktisadi-teorik temeli, tekelci devlet
kapitalizminin '70'li yıllardan sonra karşı karşıya kaldığı
sorunlara çözüm arayışında yatıyor.
Belirtmek
gerekir ki, Friedmancılık '80'li yılların ikinci yarısından
itibaren iktasadi-politik anlayış olarak; burjuva iktisat teorisi
olarak önemini kaybetmeye başlamıştır. Hiçbir emperyalist
ülkede bugün neomonetarist iktisadi-politika esas alınmamaktadır.
Ama neomonetarist anlayışın birçok yönü hala uygulanıyor.
Uygulanıyor çünkü bunlar, tekellerin çıkarlarına tekabül eden
tekelci devlet tedbirlerinin içeriğini oluşturuyorlar.
Yeni
sömürge, emperyalizme bağımlı ülkelerde de, bir zamanlar
Şili'de uygulandığı şekliyle neomonetarist
iktisadi-politikalardan bahseden yok. Bu anlayışın adı değişti;
neoliberalizm, bu ülkelerin ekonomik krizden, çıkmazdan
çıkışlarının yolu oldu! Şimdiki sloganı şöyle formüle
edebiliriz; 'Kahrolsun ekonomik güçlerin özgür gelişmesini
engelleyen devlet sektörü, devletin ekonomiye müdahalesi!',
'Yaşasın serbest rekabet, ekonomik güçlerin özgür gelişmesi!'
Bir
noktayı daha açmakta yarar var; revizyonist blokun çökmesinden
sonra, bu bloku oluşturan ülkelerde görülen özelleştirmenin
çıkış noktası tamamen değişiktir. Bu ülkelerde esas olan
(Batı Almanya'yla birleştiğinden dolayı Doğu Almanya örneğini
dışlıyoruz), bürokratik kapitalizmin ve o temelde bir sınıfın
ve sömürünün oluşmasına neden olan özünde burjuva mülkiyeti
ifade eden devlet mülkiyetinin klasik burjuva mülkiyete
dönüştürülmesidir. Böylelikle bu ülkelerde klasik burjuva
(kapitalist) mülkiyetin ve sınıflaşmanın yolu açılmış
oluyordu. Ama bu ülkelerdeki özelleştirme de son kertede halkın
malının tekellere peşkeş çekilmesi, özelleştirme adı altında
ülke zenginliklerinin talan edilmesi ve emperyalizme bağımlılık
anlamına gelmektedir.
1-
Tekelci devlet kapitalizminde (emperyalist ülkelerde) özelleştirme
Emperyalist
ülkelerden özelleştirmeye en erken başlayan ve radikal bir
şekilde sürdüren İngiltere'dir. Thatcher döneminde başlatılan
özelleştirme, hala devam eden 15 yıldan beri- bir program
çerçevesinde ele alınmıştır. Şimdiye kadar, telefon, gaz,
elektrik, su vb. gibi ülkenin en önemli kamu kuruluşları
özelleştirilmiştir. Özelleştirme vasıtasıyla devletin kasasına
giren para, borçların azaltılmasında ve İngiliz tekellerinin
enternasyonal alanda rekabet güçlerinin artırılmasında
kullanılmıştır. Özelleştirme, aynı zamanda en modern
teknolojinin kullanılmasını –rekabet nedeniyle– gerekli
kıldığı için ileri seviyede otomasyonu ve rasyonelleştirmeyi
kaçınılmaz kılmıştır. Yani işçiler sokağa atılmıştır.
İngiliz
tekelci burjuvazisi özelleştirmeyle İngiliz ekonomisinin hiçbir
sorununu çözememiştir. İngiltere'de özelleştirme devletin daha
yoğun bir şekilde tekellerin güdümüne girmesini, tekellerin
avukatlığını yapmasını beraberinde getirmiş; kolektif
kapitalist şirketler özel tekellere peşkeş çekilmiş ve bunun
sonucu olarak da özelleştirmeyle bir taraftan tekellerin rekabet
gücü artarken, işçiler işten çıkarılmıştır.
Çeşitli
emperyalist ülkelerde özelleştirmenin niçin ve nasıl yapıldığını
telefon şirketlerinin özelleştirilmesinde örnek olarak
gösterebiliriz.
İngiliz
hükümeti '80'li yılların başında devlet kuruluşu olan "post
office"in telefon alanındaki tekeline son verir. Aynı zamanda
özel firma olan "Mercury" kendi telefon ağını kurmak
için lisans alır. 1984 yılında İngiliz hükümeti, attığı ilk
adımın devamı ve mantıki sonucu olan ikinci adım atar; "post
office"den ayrılan tekel konumu kaldırılan "British
Telecom" özelleştirilir. Önce 10,5 milyar mark değerinde
olan hisse senetleri (toplam hisse senetlerinin %51'i) borsaya
aktarılır. Satılması
söz
konusu olan %22 oranındaki kısmını ise İngiliz maliyesine
yaklaşık 13 milyar mark getireceği hesap ediliyordu.
Japonya,
İngiliz örneğini uygular. 1985'te uygulamaya konan posta
reformuyla kamu kuruluşu olan NTT'nin tekelci konumunu kaldırır ve
bu dev tekeli, anonim şirkete dönüştürür. Şimdi Japonya'da
70'den fazla yerel ve ulusal çapta üç firma telefon alanında
birbirleriyle rekabet içindeler.
AT
ve T firması ABD'de telekomünikasyon alanında 1913'den beri
tekelci konumdadır. 84 milyon müşterisi olan bu dev tekelin
yaklaşık bir milyon çalışanı ve 300 milyar dolara varan bir
kıymeti var. Bu dev tekelin özelleştirme süreci 1974'te başlar.
Ama bu firmanın sahip olduğu tekelci konumun kaldırılması ancak
1984'te gerçekleşir ve mahkeme kararıyla tamamen parçalanır. AT
ve T'den yedi bağımsız firma doğar. Bu firmalar toplam 22 yerel
telefon şirketini kontrol ederler. Bu firmaların en büyüğü de
Bell South'dur. AT ve T'nin ise sadece uzak mesafe telefon alanında
faaliyet sürdürmesine müsaade edilir. Ama aynı zamanda bu
alandaki tekel de kaldırılır. Böylelikle AT ve T, 600'den fazla
firmayla rekabet etmek zorunda kalır. MCI ve US Sprint bu firmaların
en büyüklerindendir.
Alman
Telekom'u da özelleştiriliyor. 1993 yılının başında borcu 90
milyar marka varan Telekom'un 1992'deki yatırımı 30 milyar marktı.
Sadece eski Doğu Almanya topraklarında telefon ağının yapımı
için 1997'ye kadar harcanacak miktar, 60 milyar marka varıyor. Ama
bütün bu harcamalar Telekom'un rekabet gücünü artırmıyor.
Telekom'un rekabet gücünün artırılması için sermayeye ihtiyaç
var. Tekelin yeniden inşa edilmesi ve hizmet veren firmalara
dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun için Telekom, anonim şirketine
dönüştürülecek ve 1996'dan itibaren hisse senetleri satışa
çıkarılacak. Bu dev tekelin en fazla %49'unun özelleştirilmesi
söz konusu.
Kominikasyon
sektöründe en karlı alan olan telefon hizmetinin öncelikle
özelleştirilmesi tesadüfi değildir. Bu alan en çabuk ve en fazla
kar getiren alandır. Bu nedenledir ki bu alanda, enternasyonal
tekellerin
rekabeti büyük boyutlardadır. Aşağıdaki veriler, rekabetin
boyutlarını da açıklıyor. (Tablo I)
AB
komisyonu sadece Avrupa'daki bu sektörün cirosunun '90'lı yılların
sonunda 250 milyar marka, GSMH'daki payının da %3'ten %7'ye
çıkacağını hesap ediyor. Demek oluyor ki, telekomünikasyon
sektörü, dev tekellerin çok önemli bir rekabet alanı. Bu
alandaki tekellerin bu pazardaki paylarını artırmalarının yegane
yolu; her zaman en modern teknolojiyle donatılmış olmak; daha
fazla otomasyon daha fazla rasyonelleştirme, yani çalışanların
sayısını azaltmak; sermaye birikimini sağlamak ve uluslararası
planda rekabet gücünü artırmak.
Fransa'da
Telecom hala kamu mülkiyetinde. Diğer ülkelerde, belirttiğimiz
gibi özelleştirilmiş veya özelleştirilme sürecinde. Her
halükarda bu ülkelerdeki özelleştirme tecrübeleri hep aynı
sonuçlara varmıştır.
- en
karlı sektörün, tekellere peşkeş çekilmesi,
-
kuruluşun borcunun devlet tarafından üstlenilmesi,
-
işçilerin sokağa atılması,
İkinci
bir örnek olarak demiryolu özelleştirmesini gösterebiliriz.
Devlet malı olan "Japon ulusal demiryolu" 1987-1991
döneminde özelleştirilerek, bölgesel faaliyet gösteren
şirketlere dönüştürülür ve özelleştirmeden doğan yaklaşık
325 milyar mark tutarındaki masrafı devlet üstlenir. Bu, yıllık
olarak 19 milyar marka varan faiz ve borç ödemesinin Japon
emekçilerinin sırtına yıkılması anlamına gelmektedir.
Özel
şirket "Japon-Railway-East", fiyatları bir misli
artırarak tatlı kar yapar. Devlet, özel şirketleri, süper bir
trenin geliştirilmesi için 100 milyar mark ile sübvanse eder, yani
devlet, demiryolu satışından aldığı miktar kadar bir meblağı,
sübvansiyon olarak yeniden özel şirketlere vermiş olur. Özel
şirketler, demiryolu sektöründe en azından 110 bin işçiyi
sokağa atarlar.
Alman
demiryolu da Japonya'dakine benzer bir şekilde özelleştiriliyor.
Demiryolu reformuyla, Alman demiryolu en geç 1996/1997'de
özelleştirilmiş olacak, mevcut borçları devlet üstlenecek, 400
bin işçinin 150 bin kadarı sokağa atılacak.
Almanya'da
demiryolu reformunun başını çekenler Daimler-Benz ve Deutsche
Bank gibi dev tekellerdir. Reforma göre üçe bölünen demiryolu
tekelinin, zarar yapan, masraflı bölümleri devlete kalacak, kar
gerçekleştiren kısmı satışa çıkartılacak ve bu hisseler
1996/'97'de borsaya çıktığında alıcılar da yukarıda
belirttiğimiz tekeller olacak. Böyle bir özelleştirme, önümüzdeki
8-10 sene içinde Alman emekçilerine 326 milyar marka mal olacaktır.
Burada
da aynı metodu, aynı sonuçları görüyoruz.
-
Devlet, özelleştirilen kamu şirketinin borçlarını üstleniyor.
- En
karlı bölümler özelleştiriliyor.
-
Devlet, özelleştirdiği şirketleri sübvanse etmeye devam ediyor.
-
Özelleştirilen kuruluşlarda işçiler
sokağa
atılıyor.
Almanya'da
kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi hummalı bir şekilde devam
ediyor. Satılması mümkün olan her şey satışa çıkarılıyor;
demiryolu, posta, Posta Bankası, belediye temizlik işleri, belediye
su şirketleri vs.
Özelleştirmeler
sonunda yüz binlerce işyerinin yok edileceği hesaplanıyor. Sadece
posta ve demiryolunun özelleştirilmesiyle önümüzdeki yıllarda
200 bin işçi sokağa atılacak.
Biraz
da dünya tarihinde eşi emsali görülmemiş bir özelleştirmeden;
bütün olarak bir devletin özelleştirilmesinden; tekellere peşkeş
çekilmesinden ve bunun sonuçlarından bahsedelim;
Demokratik
Alman Cumhuriyeti'nin satılışı:
“Şimdi
demokrasi" grubunun önerisi üzerine 26 fiubat 1990'da
"Treuhandanstalt" (yediemin kurumu) kurulur. Böyle bir
kurumun kurulmasındaki amaç, Doğu Alman "emekçilerinin
ulusal zenginlikteki payının" teminat altına alınmasıdır.
Bu
kuruma yaklaşık 8 bin devlet işletmesinin mülkiyet hakkı
devredilir. Bu işletmelerde çalışanların sayısı da 6
milyondur. Bu 8 bin işletme, ekonominin sanayi, ticaret ve
taşımacılık alanlarında faaldirler. Tarım, su işleri, belediye
ulaşım, demiryolu ve posta bu kuruma devredilmezler.
"Emekçilerin
ulusal zenginlikteki payını" teminat altına almak,
emekçilerin gözünü boyamak, adalet havariliği yapmak için
kullanılan bir demagojidir. Çünkü esas olanı, "emekçilerin
ulusal zenginlikteki payını" teminat altına alma adı
altında, Batı Almanya ile "birleşen" Doğu Almanya'nın
zenginliklerinin Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda
paylaşımıdır. Yani bu kurum, Doğu Almanya'nın pazarlayıcısıdır.
Pazarlamanın, yani doğu Almanya'nın zenginliklerinin Alman
tekelleri arasında paylaşımının sağlanması için esas alınması
gereken noktalar şöyle tespit ediliyordu:
–
Hangi Alman tekellerinin en karlı işletmeleri ele geçirecekleri
tespit edilmelidir. Yabancı tekeller bu alanlardan dışlanmalıdır.
Bu anlayış, söz konusu kuruma işlerlik kazandıran yasada "amaca
uygunluk noktalarına göre … düzenleme" formülasyonuyla
ifade ediliyor/gizleniyor.
–
Hangi işletmelerin iflas edecekleri, yani ettirileceği.
–
Hangi işletmelerin devlet mülkiyetinde kalacağı ve,
–
Hangi işletmelerin devlet tarafından rasyonelleştirileceği tespit
edilmelidir.
Treuhandanstalt'ın
Yönetim Kurulu ve İdare Meclisi, Batı Alman tekellerinin
temsilcilerinin elindedir. Böylelikle devlet olarak da Alman
Demokratik Cumhuriyeti'nin pazarlanmasında Alman tekellerinin
belirleyici oluşları hukuki açıdan da gerçekleşir ve dünya
ekonomi tarihinde şimdiye kadar eşine rastlanmamış çapta
pazarlama başlar.
Satışa
çıkartılan firmalara değerlerinin altında fiyat biçilir
(firmayı almak isteyen tekelin temsilcisi firmayı satan kurumda
olursa, başka türlü de olamaz) ve tekellere devri kolaylaştırılır.
Satışın başladığı dönemde bu işletmelerin borçları 240
milyar mark olarak hesaplanır ve devletin sırtına yıkılır.
Devlet, çevre kirliliğinin, sanayinin yarattığı kirliliğin de
masraflarını üstlenmelidir (yaklaşık 400 milyar mark.)
Firmaların,
yaklaşık üçte birisi yok edilmelidir ve burada doğacak masraflar
halkın sırtına yıkılmalıdır.
Treuhandanstalt'ın
elinde olan zenginliğin tam miktarı bilinmiyor, ama 1.5 trilyon
(1500 milyar) mark olduğu tahmin ediliyor.
Satışlar
beklenilen hızda yapılamaz. Örneğin nisan 1991'e kadar ancak her
sekiz işletmeden birisi satılır. 333 işletme kapatılır ve
buralarda çalışan 87 bin işçi sokağa atılır. Zamanla
özelleştirmenin, işletmelerin devlet tarafından reorganize
edilmelerinden, rekabet edebilir duruma getirilmelerinden geçtiği
ve birçok firmanın daha bir dönem devlet mülkiyetinde kalacağı
anlaşılır.
Birçok
firmanın önce devlet mülkiyetinde kalması ve en fazla kar
getirecek durumuna getirilmesinden sonra özel mülkiyete
devredilmesi, yani özelleştirilmesi Alman tekellerinin başlı
başına bir politikasıdır; böylelikle hiçbir zahmete
katlanmaksızın en modern, rekabet gücü olan devlet işletmeleri
özel mülkiyete peşkeş çekilmiş olacak.
Alman
tekelleri bu politikalarını daha ileri boyutlara götürdüler.
Dünya çapındaki rekabette başarılı olmanın yegane yolu, üretim
sürecini mikro elektronik ve otomasyonla donatmaktır. Bu ise,
korkunç boyutlara varan sermaye kıyımı demektir. Örneğin bütün
fabrikanın binasıyla, makinalarıyla yok edilmesi; arsa üzerine
yeni bir işletmenin kurulması! Batı Alman tekeller tam da böyle
hareket ettiler ve Doğu Alman işletmelerini bilinçli bir şekilde
krize sürüklediler. Otomobil, tekstil, gemi, çelik, kimya
sektörlerinin durumu bu politikanın uygulanmasına örnektir. Batı
Alman tekelleri "çürümüş plan ekonomisinin reorganizasyonu"
adı altında Doğu Alman işletmelerini yok edip, en modern
teknolojiyle donatılmış işletmeler kurdular. Bu işletmelerin
finansmanının %50'sini devlet karşıladı. Örneğin sadece bu
yolla VW 1.3 milyar marktan fazla bir miktarı kasasına indirdi.
Bu
ve benzeri politikaların, bir bütün olarak Demokratik Alman
Cumhuriyeti'nin Batı Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda
özelleştirilmesi sonucunda, Doğu Almanya'da sayısı 9.8 milyon
olan çalışabilir nüfusun %30 ila %50'sinin, yani 4 milyonunun
işsiz kalacağı tahmin ediliyordu 1991'in ortalarında.
Alman
tekelleri amaçlarına ulaştılar. Örneğin, 1991 verilerine göre
Doğu Almanya'da makine yapımı ve çelik üretimi, ciro olarak
%10.9 oranında; kimya, yapay maddeler %29.6; ağaç, kağıt,
oyuncak sektöründe %38.5; elektroteknik sektöründe %55.1 ve
tekstil, deri sektöründe ise %72.9 oranında düştü.
Ağustos
1992 verilerine göre "yediemin kurumu"nun elinde olan 800
işletmeden yaklaşık 4200'ü satılmış veya yok edilmiştir. Yani
geriye satılması gereken 3800 kadar işletme kalmıştır. 1993'ün
başına kadar bu işletmelerin 800 kadarı ya satılır, ya da yok
edilir ve geriye 3 bin işletme kalır, Alman hükümeti bu 3000
kadar firmanın %70'nin, yani 2100 kadarının reorganize edilecek
durumda olduğunu tespit eder!
Bu
işletmeleri, Alman devleti küçük parçalara bölmeyi, her bir
parçayı kendi başına bir devlet holdingi yapmayı doğru bulur.
Çünkü 2-3 senelik tecrübe, özelleştirmeyi sadece "yediemin
kurumu"na bırakmanın doğru olmadığını göstermiş ve
devlet, devlet holdinglerini, modernleştirerek, onlara rekabet gücü
kazandırarak, tekelleştirerek özelleştirebileceği anlayışına
varmış. Yani devlet milyarlar harcayarak en modern teknolojiyle
donatılmış işletmeleri, özelleştirme adı altında tekellere
peşkeş çekecek. Tabii, devlet tamamen çekilmiyor, kendi payını
%50'nin altında tutuyor.
Demokratik
Alman Cumhuriyeti'nin Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda
özelleştirilmesinin sonucu olarak, Doğu Alman sanayisinde çalışan
toplam 3.6 milyon işçiden, 1993'ün başında sadece 750 bini
geriye kalmıştı, çalışıyordu, Yani 3.6 milyon sanayi işçisinin
2 850 000'i; %80'ni sokağa atılmıştı.
Doğu
Almanya'nın özelleştirilmesinde de aynı sonuçlara varılıyordu:
*
Devlet özelleştirilen kamu işletmelerinin borçlarını
üstleniyor.
* En
çok kar getiren işletmeler hemen devrediliyor.
*
Devlet, elinde kalanı işletmeleri, rekabet edebilecek hale
getiriyor (modernleştiriyor) ve sonra özelleştiriyor.
*
Özelleştirilen veya yok edilen işletmelerdeki işçiler sokağa
atılıyorlar.
2-
Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde özelleştirme
Meksika
hükümeti, radikal bir neoliberal ekonomi politika uyguladı.
Ülkenin borcu, devlet işletmelerinin özelleştirme adı altında
enternasyonal tekellere satılmasıyla birazcık azaltıldı. Ama
değişen bir şey olmadı. Meksika yeniden borçlanmak zorunda
kaldı. Ekonomi düzelmedi, durumu daha da kötüleşti. Asgari
ücretin alım gücü '80'li yıllarda %50 gerilemişti. 1994'te %30
oranında bir gerileme daha oldu. Ekonomik kriz ve de özelleştirmenin
sonucu olarak işsizlik büyük boyutlarda arttı.
Dünya
Bankası ve IMF'nin "yardım"ıyla Bangladeş ekonomisi
çığırından çıkarıldı. Ekonominin yeniden düzeltilmesi için
Dünya Bankası ve IMF, bu ülkeye kredi verdi ve Bangladeş'in dış
borçları ülke içi GSMH'nin %40'ına ulaştı. Şimdi IMF ve Dünya
Bankası, borçların geri ödenmesini talep ediyorlar. Plan şöyle;
özelleştirme ilerletilmelidir, tarım sektörüne verilen
sübvansiyonlar kesilmelidir, oldukça liberal bir dış ticaret
politikası izlenmelidir. Bunun Türkçesi şöyle; devletin
mülkiyetinde
olan işletmeler enternasyonal tekellere özelleştirme adı altında
satılmalıdır, tarım sektörüne yapılan sübvansiyon kesilerek,
ülkenin tarımsal alanda da dışa bağımlılığı sağlanmalıdır,
gümrükler indirilmeli ve böylece yerli sanayi yıkılarak, yabancı
mallar pazara tamamen hakim olmalıdır.
Borçların
doğrudan yatırımlara dönüştürülmesi de bir özelleştirmedir.
Bu metod aslında yeni değil. Yeni olan, borçlu olan ülkenin
ulusal zenginliklerinin akıl almaz boyutlarda değersiz gösterilerek
pazarlanmasıdır. Böylelikle çok uluslu tekeller, borçlu ülkenin
fabrikalarını, hammade kaynaklarını, tarım tesislerini ucuza
kapatırlar. Sonuçta borçlu ülkenin ekonomisinin önemli alanları,
doğrudan çok uluslu tekellerin eline geçer.
Uruguay
bu gelişmeye bir örnektir. Özelleştirme yasasına göre,
çoğunluğu ABD'den olan alıcı bankalar, ülkenin 7 milyar
dolarlık borcunun ödenmesi için, çıkartılan bonoları tekellere
(tercihen de Avrupa tekellerine) satma imkanına kavuşuyorlar.
Böylelikle bonoları ele geçiren tekeller de telekomünikasyon,
enerji, elektro enerji gibi önemli devlet işletmelerini satın
alabiliyorlar. Bu ticaret yoluyla bir taraftan bankalar, verdikleri
borcun bir kısmını geri alırlarken, diğer taraftan da
tekeller
değerinin %57'sini ödeyerek aldıkları bonoları söz konusu
işletmelerin, hisse senetlerinin yeni sahipleri olarak %100 oranında
kota ediyorlar.
Arjantin'de
Alman tekelleri, özelleştirme çerçevesinde demiryollarının, su
işletmelerinin, metal işletmelerinin,
kominikasyon sektörünün satışına ilgi duymuşlardır.
Arjantin
devlet başkanı Menem, özelleştirilecek devlet işletmelerinin
öncelikle reorganize edileceklerini, yani modernleştirileceklerini
ve sonra da satışa çıkarılacaklarını açıklamıştır. Bu
anlayışın sonucudur ki; dev çelik işletmesi Somisa'da
çalışanların sayısı (13 bin) oldukça azaltılmıştır.
Demek
oluyor ki; Arjantin'de de enternasyonal tekeller ülkenin hayati
öneme
haiz
sektörlerini ele geçirmeye çalışıyorlar ve satılmadan önce bu
işletmelerin rekabet
gücü
artırılıyor, yani modernleştiriliyor ve işçilerin işlerine son
veriliyor.
Arjantin
hükümeti, yabancı sermaye ve karının korunması için
yatırımları koruma anlaşması yapıyor, mal ve patent haklarını
garanti altına alıyor, 4 bin'den fazla ürün için ithal kotasını
kaldırıyor, yani iç pazarı yabancı ürünlere daha da açıyor.
Şimdi
Arjantin ekonomisinin kominikasyon
sektörü, petrol, gaz, çelik, alüminyum, demiryolu vb. anahtar
sektörlerinde yabancı tekeller, özelleştirme yoluyla belirleyici
konuma gelmişlerdir.
Peru'daki
"Fujimori-Şoku"da IMF'nin neoliberal iktisadi programının
dayatmasıdır. Bu program doğrultusunda hareket edilerek yerli
sanayiyi koruma amacını güden gümrük duvarları %50'den %15.2'ye
indirilmiştir. Özelleştirmeye, öncelikle madencilik sektöründe
başlanmıştır. Petrol çıkarımındaki devlet tekeli
kaldırılmıştır. Uygulanan neoliberal programın 1992'deki
sonuçları şöyle olmuştur; yerli işletmelerin %40'ı iflasa
sürüklenmişlerdir. Çalışacak yaşta olan Peruluların %80'ni ya
işsiz kalmış ya da geçici işlerde geçimini sağlamaya
çalışanlar durumuna düşmüştür.
Değerlendirmeye
geçmeden önce bir de dağılmış revizyonist blokun bazı
ülkelerindeki özelleştirmelere bakalım.
Polonya,
Macaristan ve o zamanki adıyla Çekoslovakya'da
başlatılan özelleştirme yoluyla toplam 14.500 devlet işletmesinin
özel mülkiyete geçirilmesi öngörülüyordu.
Özelleştirmenin
gerçekleştirilmesi için Polonya'da ve Çek Cumhuriyeti'nde
özelleştirme bakanlıkları kurulurken, Macaristan'da "devlet
yediemin kurumu" oluşturuldu. Bu kurumların görevi, ülkeye
yabancı yatırımları çekerek, devlet işletmelerini en kısa
zamanda özelleştirmekti.
Bugün
gelinen noktada; özelleştirmede belli bir mesafe katedilmiştir,
ama istenilen amaca ulaşılamamıştır.
Polonya'da
60 bin dükkan satılarak perakende ticaretin %70'i (1991)
özelleştirilmişti.
Polonya'da
satışa çıkartılan sanayi işletmelerinin sayısı 7500'dür. Bu
firmaların özelleştirilmesi için, resmen pazarlamacılık yapan
"consulting firmaları" kurulmuştur. Polonya, bu firmalar
vasıtasıyla, devlet işletmelerini sektör sektör bloklaştırarak
satmayı planlamıştır. Ne var ki umulan
sonuç
elde edilememiştir.
1993
verilerine göre çalışanların (çalışabilen nüfusun değil)
%57'si özel sektörde faaldir. Bütün sanayi ürünlerinin yaklaşık
üçte biri özel sektör tarafından üretilmektedir.
Polonya
hükümeti, en modern, rekabet yeteneği olan işletmeleri doğrudan
satışa çıkartıyor. Zarar yapan işletmelerin kredi borçları
bankalara pay olarak satılıyor. Yani kredi vermiş olan bankalar bu
işletmelere ortak oluyorlar. Bu türden bazı işletmelerin
modernleştirilmesine Avrupa Kalkınma Bankası "yardımcı"
oluyor. Geriye kalan işletmeler ise yok ediliyor. Böylelikle
binlerce işçi de işsiz kalıyor.
Polonya
hükümeti, özelleştirmenin ve modernleştirmenin işçileri sokağa
atmak anlamına geldiğini bildiği ve güçlü bir toplumsal
muhalefetle karşı karşıya kalmak istemediği için
özelleştirilecek firmaları kapsamlı bir incelemeye tabii tutuyor.
Örneğin işsizliğin zaten, büyük boyutlarda
olduğu
bölgelerde özelleştirme yapmaktan çekiniyor.
Polonya
hükümeti 8 bin orta ve büyük çaptaki işletmenin 2 bin kadarını
(1993) özelleştirebilmişti. Ülke içinde özel sermaye birikimi,
bu türden işletmeleri satın almaya veya modernleştirmeye
yetmediğinden, yegane umut yabancı sermaye oluyor. Yabancı sermaye
de Fiat-Polski-Otomobil işletmesi FSM veya Varşova Çelik İşletmesi
gibi en önemli işletmeleri zaten ele geçirmiş durumda.
O
zamanki adıyla Çekoslavakya'da 4800 devlet sanayii işletmesi
özelleştirme adı altında satışa çıkartılır. Bu ülkede;
şimdiki Çek Cumhuriyeti ve Slovakya'da özelleştirmede kupon
dağıtımı esas alınır. Ve buna da özelleştirmenin "demokratik
çözümü" denir. Böylelikle 11.5 milyon Çekoslovakya’nın
özelleştirilen işletmelere ortak olmalarının yolu açılır. Ve
satışa çıkarılan işletmelerde mülkiyetin formunun değişmesi
hukuksal açıdan olanaklı olur. Ne var ki mülkiyet formunun
değişmesi yeni sermaye anlamına gelmiyor. Ülkenin ise sermayeye
ihtiyacı var.
60
mark değerindeki kuponlar Çek ve Slovakların yaklaşık 1000 Çek
ve 500 Slovak işletmesine -bunlar büyük işletmeler- ortak
olmalarına hizmet ediyorlardı. Kupon sahipleri, kuponlarını ya
doğrudan kullanarak, işletmeye ortak oluyor, ya da kuponunu bir
yatırım fonuna emanet veriyordu. Kuponları emanete verme yoluyla
spekülasyon imkanı doğuyordu.
Nitekim 1994 yılının başında 800 binden fazla kuponcu,
kuponlarını Havvards-Fonds'a emanet ediyorlardı. Kupon
özelleştirmesi kupon toplama spekülasyonuna yol açmış ve
kuponcular, adı geçen yatırım fonuna
kuponlarını
vermek için uzun kuyruklar oluşturmuşlardı.
Polonya'da
olduğu gibi Çekoslovakya'da
da amaçlanan sonuçlara varılamadı. 14.800 dükkan nispeten kolay
satılmış ve bu özelleştirmeden yaklaşık 800 bin mark elde
edilmişti. Büyük firmaların özelleştirilmesi ise ağır
ilerliyor. Ama Polonya'da olduğu gibi bu ülkede de en modern, hemen
kar getirebilecek büyük firmaları Batı tekelleri kapmışlardı.
Örneğin Alman VW tekeli milyarlık yatırımlarıyla Çekoslovak
otomobil firması Skoda'yı kapmıştı.
Macaristan'da
ise özelleştirme adı altında 2200 sanayi işletmesi satışa
çıkartılır. Özelleştirmede Macaristan, Polonya ve
Çekoslovakya'dan
daha farklı bir yol izler; bu ülkede işletme yönetim
kurulları, alıcı bulmakla da görevlendirilirler. Bu ülkede de
devlet işletmelerinin özelleştirme adı
altında
yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinde "consulting
firmaları"ndan yararlanılır.
Macaristan'da
da hızlı bir özelleştirme olmaz. Ama yine en modern, hemen kar
getirebilecek olan işletmeleri yabancı tekeller kaparlar. Örneğin
General Electric firması (ABD), Macar ampül firması
Tungsram'ı
250 milyon dolar karşılığında satın alır (pay %50+bir hisse
senedi) ve geriye kalan payın %20'sinin de satış hakkını elde
eder. Alman Allianz-Sigortası da 80 milyon mark karşılığında
"Hungaria Biztorito'nun %49'unu satın alır. Hungaria
Biztorito'nun Macaristan'daki pazar payı %44'tür.
Sonuç
itibariyle; bu ülkelerde özelleştirme emperyalist ülkelerin
ekonomik krizde oldukları bir dönemde başlamıştı. Dağılan
revizyonist blok ülkelerinin de krizde olması, dolayısıyla alım
gücü zayıf ve rizikosu büyük bir pazar oluşturmaları sonucunda
yabancı sermaye en verimli, en modern işletmeleri kapatmanın
ötesine geçmemiş, bekleme pozisyonunda kalmıştır. Her halükarda
bu ülkelerde özelleştirmede işsizlik durumunu dikkate alınmış,
ama son kertede, özelleştirilen ve kapatılan işletmelerde çalışan
işçilerin bir kısmı işten atılmıştır. Bu ülkelerde de kamu
işletmeleri, kelepir fiyatına yabancı sermayeye peşkeş
çekilmişlerdir ve bu süreç hala devam etmektedir.
Özelleştirme
adı altında ülkenin satışa çıkarılışının birer belgesi
olan ilanları aşağıya aktarıyoruz: (Tablo
II ve III)
1985-1993
arasında sanayi üretiminin Baltık devletlerinde %50; Polonya'da
%76; Bulgaristan'da %61; Romanya'da %44, eski Çekoslovakya'da
(1990-'93) %60 oranlarında düştüğü ve sanayii de çalışanların
sayısının da azaldığı göz önünde tutulursa, özelleştirmenin
ne denli başarılı olup olmadığı anlaşılır (OECD.)
Sanıyoruz
ki yukarıdaki veriler, özelleştirme adı altında söz konusu
ülkelerin emperyalist sermayeye nasıl ve hangi koşullarda peşkeş
çekilmeye başlandığını yeteri kadar açıklıyorlar.
Özelleştirme
BDT ülkelerinde de planlandığı gibi yürümemektedir.
Rusya
ekonomisinin bel kemiğini oluşturan binlerce büyük işletmenin
kısa zamanda özelleştirilerek anonim şirketlere
dönüştürülemeyeceğini Rus hükümeti de anlıyor. Örneğin 1
Eylül 1992 tarihi itibariyle perakendecilikte özelleştirme ancak
%5.5 oranında; gastronomide %2; hizmet sektöründe %4.5; belediye
konutlarında %3.1 oranında gerçekleştirilebilmiştir. Sanayi de
ise özelleştirme bir Temmuz 1992 tarihi itibariyle ancak %4.9
oranında gerçekleştirilmiştir. Demek oluyor ki; söz konusu
sektörlerde devlet mülkiyeti hala belirleyicidir.
Kazakistan'da
çıkartılan özelleştirme yasasına göre (1 Ocak 1993) 6198
işletme özelleştirilmiştir. Özelleştirilen işletmelerin çoğu,
çalışanların işletmesine dönüştürülmüştür. Bu tarzda
özelleştirilen işletme sayısı 3172'dir. Bu işletmelerde
çalışanların payı %51.2'dir. Özel mülkiyet olarak satılan
işletmelerin sayısı 1461 ve anonim şirkete dönüştürülenlerin
sayısı da 522'dir.
Özelleştirilen
toplam 6198 devlet işletmesinin %29.6'sı ticaret sektöründe;
%25.7'si hizmet sektöründe; %10.1'i tarım sektöründe; %8.8'i
sanayi sektöründe; %8.6'sı gastronomi (otelcilik, yeme-içme
sektörü) alanında; %5.1'i inşaat sektöründe vs. faaldiler.
1
Ocak 1994 tarihi itibariyle Özbekistan'da özelleştirmenin durumu
ise şöyledir: (Tablo IV)
Şimdi
Özbekistan'da küçük işletmelerin özelleştirilmesi neredeyse
tamamlanmıştır. Özbek hükümetinin özelleştirme anlayışına
göre her Özbek vatandaşı, özelleştirmede aynı hakka sahiptir.
Ama bu kitlesel bir özelleştirmeyi, örneğin Çekoslovak örneğinde
olduğu gibi beraberinde getirmiyor. Bir taraftan tekelleşme yasal
olarak engelleniyor, diğer taraftan da işletmeler bedava dağıtım
ve satış kombinasyonu içinde gerçekleştiriliyor.
Özbek
yasalarına göre büyük sanayi kombinaları, çalışanların
anonim şirketine dönüştürülüyor. Böylece bir taraftan
işsizlik önlenmeye çalışılırken, diğer taraftan da yabancı
alıcılar dışlanıyor ve aynı zamanda işten çıkan da
işletmedeki payını kaybediyor.
Özelleştirilen
işletmelerin %40'ı (26140) anonim şirkete; %13'ü kolektif
işletmelere dönüştürülürken; %1'i de kiralanmıştır. Söz
konusu tarihte devletin mülkiyetinde olan işletme sayısı
11.180'di (%17.) Bu işletmeler, önemli sanayi sektörlerindeki
üretimin %40 ila %50'sini gerçekleştiriyorlardı. Yani en önemli
sanayi kuruluşları devletin elindeydi.
Örnekler
çoğaltılabilir. Ama amacımız bu değil. Sonuç itibariyle şunu
görüyoruz;
Emperyalizme
bağımlı, yeni sömürge ülkelerin hemen hemen hepsinde
özelleştirmenin amacı ve varılan sonuçlar aynı. Bu ülkelerin
hepsinde özelleştirme, emperyalizmin, IMF'nin, Dünya Bankası'nın
bir dayatması/politikası olarak karşımıza çıkıyor. O halde
burada ele alınması gereken, iktisadi politikanın; emperyalizmin
bağımlı, yeni sömürge ülkelere dayattığı güncel
neoliberalizmin ne olduğudur.
3-
Emperyalizmin dayatması olarak "neoliberalizm"
Emperyalistler
de bağımlı ülkelerin giderek keskinleşen ekonomik ve siyasi
durumlarını görüyorlardı. Onların açısından önemli olan, bu
ülkelerin krizden kurtulmalarına; ekonomik ve siyasi olarak bir
seviye tutturmalarına "katkı"da bulunmak değildi. Onlar
açısından önemli olan, bağımlı ülkeleri talan etmeye devam
edebilmekti. Bunun için de yapılması gereken, o güne kadar
emperyalist sömürüye doğrudan açılmamış olanların, ulusal
zenginliklerini enternasyonal sermayenin çıkarlarına tabii
kılmalarıydı. Aşağıda da göstereceğimiz gibi bu, ülkenin tam
anlamıyla pazarlanması anlamına geliyordu. Bu politikanın
uygulanabilmesi için dikkatlerin başka yöne çekilmesi
gerekiyordu. Öyle de yapıldı: '80'li yılların başından beri
emperyalist burjuvazi ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerdeki
uşakları geniş yığınlara mevcut krizden çıkışın, ve
"büyük" atılımın ancak ve ancak "neoliberal"
bir iktisadi politikayla sağlanabileceğini vaaz ediyorlar. Biz bu
vaazı önce Özal'dan duyduk, sonra Demirel devam etti ve şimdi de
T. Çiller aynı vaazı veriyor.
"Liberalizm"
kavramıyla yapılan demagoji serbest rekabetin gerçekleşeceği,
ekonomik güçlerin özgürce gelişeceği hayalini yayma üzerine
oturtuluyor. İşin esası ise hiç de öyle değil. "Liberalizm"
kavramının içeriğine baktığımızda vaaz edilenle,
gerçekleşenin aynı olmadığını görüyoruz. Bu tam anlamıyla
ifadesini bağımlı, yeni sömürge ülkelerde rekabetin yok
edilmesinde, ulusal ekonomilerin enternasyonal üretimle tamamen
bütünleşmelerinde ve çok uluslu tekellerin çıkarlarına entegre
olmalarında
bulmaktadır.
Başka
türlü de olamazdı. Dünya hakimiyeti kurma eğilimi emperyalizme
özgüdür. Dolayısıyla emperyalist burjuvazinin, bağımlı, yeni
sömürge ülkelerde ulusal bir ekonominin gelişmesini engelleme
çabası onun doğasından ayrı düşünülemez. Burada ulusal bir
ekonomiden anlaşılması gereken, ekonominin tamamen
ulusallaştırılması değildir. Devlet işletmelerinin varlığı,
ulusal sermayenin devlet tarafından sübvanse edilmesi, gümrük
politikasıyla ulusal/yerli ürünlerin korunması; bir bütün
olarak devletin çeşitli formalarda ekonomiye müdahale etmesi, ülke
ekonomisini ifade eden faktörlerdir. Emperyalist burjuvazi;
"neoliberalizm" vaazıyla bağımlı ülkelerdeki mevcut
ekonomik ulusallıkları da yıkmayı, kendine entegre etmeyi
amaçlamaktadır.
Bu
politikanın geniş yığınlara kabul ettirilmesi için en bayağı
demagojilere başvurmaktadır. Örneğin bağımlı ülkelerdeki
devlet işletmeleri revizyonist-kapitalist ülkelerdeki işletmelerle
eş anlamda ele alınmakta ve "sosyalizm" battığı için
bu işletmelerin de sonunun olmayacağı anlayışına varılmakta.
Yani devlet işletmeleri en kısa zamanda elden çıkartılmalıdır.
T. Çiller'in Türkiye'yi devlet işletmeleri açısından, bölgenin
en son sosyalist ülkesi olarak tanımlaması bayağı demagojiden
başka bir şey değildir. Çiller'e göre Türkiye'nin pazar
ekonomisine tam geçebilmesi için "sosyalist" olmaktan
çıkması, yani KİT'lerin yabancı ve yerli tekellere peşkeş
çekilmesi gerekmektedir.
Diğer
taraftan, devlet işletmelerinin revizyonist-kapitalist ekonomi ile
eşdeşleştirilmesi ve revizyonist sistemin çöküşünden sona,
bunun çıkmaz bir yol olduğu propagandası kapitalizmin
"sosyalizme" olan üstünlüğünü kanıtlamaya hizmet
ediyordu ve hizmet etmektedir. Böylelikle ulusal kurtuluş
mücadelesi veren örgütlerin veya iktidarda olan ulusal
burjuvazinin takip etmeleri gereken ekonomik yol, emperyalist
burjuvazi tarafından çizilir. Böylesi ülkeler için emperyalist
burjuvazi "çok partili sistemi", "siyasi çoğulculuğu"
öneriyor. Afrika'nın birçok ülkesinde "demokratik"
seçimlerin yapılması, "siyasi çoğulculuğa" atılan
adımlar, bir zamanların ulusal burjuvalarının antiemperyalist
savaşçılarının pazar ekonomisinden, arzdan, talepten, yabancı
sermayeden bahseder olmaları; ülke kapılarını ardına kadar
yabancı sermayeye açmaları başka türlü
yorumlanamaz.
Tabii
ki her ülke, emperyalist burjuvazinin her talebini istenildiği gibi
yerine getiremiyor. Bu durumda emperyalist burjuvazi, böyle bir
ülkeyi istenilen "kıvama" getirene kadar yumuşatıyor!
Onu, talep edilen reformlara razı olana kadar baskı altına alıyor.
Kısaca, emperyalist burjuvazinin ve çok uluslu tekellerin, bağımlı
ülkelere dayattığı "neoliberalizm", bu ülkelerin kendi
siyasi ve ekonomik gelecekleri üzerine karar verme olanaklarını
tamamen ortadan kaldırıyor.
"Neoliberalizm"in
her bir ülkede uygulanışı farklı formlar alabilir. Bu doğaldır
ama uygulama formları ne denli farklı olursa olsun, varılan
sonuçlar hep aynı.
Okur
şunu sorabilir; bu nasıl oluyor ve anlatılanın özelleştirmeyle
ilgisi nedir.
Borçlanma,
emperyalizm ve bağımlı ülkeler:
Ekim
1985'te G. Kore'nin başkenti Seul'de IMF/Dünya Bankası'nın yıllık
toplantısı yapılır. Bu toplantıda Dünya Bankası'na yeni bir
rol de verilir. Bu role göre Dünya Bankası, borçlu ülkelerin
neoliberal ilkelere göre temelden yeniden şekillenmesine, dünya
ekonomisiyle entegre olmalarına katkıda bulunmalıdır. Bunun
sağlanabilmesi için de esas olan diğer şeylerin yanı sıra bünye
uyumunu sağlamaya hizmet eden kredilere ağırlık verilmesidir
ve bu kredilerin siyasi baskı aracı olarak kullanılmasıdır.
Öteden beri var olan bu nitelik böylece daha da pekiştirilmiş
oldu. Bu türden kredilerin siyasi olarak ne anlama geldiğini önde
gelen bir Dünya Bankası çalışanı şöyle açıklıyordu;
"yapısal (bünye –çn) uyum kredileri Dünya Bankası'nın
olanak sağlamasında en hassas bir araçtır. Çünkü bu krediler,
bir ülkenin ekonomi politikasının kalbine oturabilir ve bundan
dolayı da hükümranlık sorunlarına müdahale olarak görülebilir.
Böylesi kredilere başvuran … hükümetler kayıtsız şartsız
reform yanlısı olmak zorundadırlar" (blätter
der iz
3w, Aralık 1987, sayı 146, s. 15. Alm.)
Bunun
anlamı şudur: Dünya Bankası giderek daha ziyade belirli amaçlar
için, kullanımı sınırlanmış krediler veriyor. Nitekim Dünya
Bankası'nın toplam kredi hacmi içinde sektörel uyum kredilerinin
payı 1979-'80'de %0.5'ten 1987'de %19.5'e ve toplam uyum
kredilerinin payı da aynı dönemlerde %3.8'den %23.3'e çıkar.
(Bkz. agy.) Bu kredileri alan hükümetler, daha baştan
ekonomilerini neoliberal ilkeler temelinde yeniden
yapılandıracaklarını ve dünya ekonomisine tamamen entegre
olmanın yolunu açacaklarını kabul etmiş oluyorlar. Yani daha
baştan reform yanlısı olduklarını kabul ediyorlar. Aksi taktirde
kredi alamayacaklar. Bu türden kredilerin nasıl kullanılacağını,
krediyi alan ülke değil Dünya Bankası ya da IMF belirliyor ve bu
belirleme/bilinçli politika sonucu, söz konusu krediler anahtar
sektörlerde (örneğin dış ticaret, kamu işletmeleri, maliye vs.)
yoğunlaşıyor. Böylelikle bağımlı ülke ekonomilerinin temel
sektörleri özel sektör lehine şekillendiriliyorlar ve devletin
ekonomideki faaliyeti geriletiliyor. Özel sektörün
geliştirilmesiyle tekellerin pazarlardaki hakimiyetleri
perçinleniyor ve emperyalist ekonomilere daha sıkı bağlarla
bağlanıyor.
Bu
bir programdır ve bu programı açtığımızda, gerçekleşmesi
için ağırlık verilen tedbirlerin neler olduğu karşımıza
çıkıyor.
Yerli
kaynakların harekete geçirilmesi (kamu açıklarının
azaltılması-kamu çalışanlarının işten çıkartılmaları,
sübvansiyonların azaltılması vs.)
Ticarette
reform (fiyat kontrolünün kaldırılması, ihracatın teşviki,
ithalatta liberalleşme vs.)
Yapısal
uyum, demokrasi ve özelleştirme:
Dünya
Bankası ve IMF, bağımlı ülkelerde "demokratikleşme"
sürecini ekonomik yapısal uyumla birleştiriyor ve diyorlar ki,
ekonomik yapısal uyum programı uygulandıkça; pazar ekonomisine
geçildikçe demokratikleşme süreci de ilerler!
Enternasyonal
sermayenin bağımlı ülkelere dayattığı ekonomik yapısal uyum
programını -bu, şu veya bu yeni sömürge, bağımlı ülkede
farklı formlar olabilir ama özü ve amacı aynıdır- açtığımızda
12 Eylül 1980 faşist darbesinden bu yana Özalların, Demirellerin,
Tansu hanımların, ülkeyi ziyaret eden uluslararası mali kurum
temsilcilerinin vaazlarını görüyoruz: Ekonomik liberalleşme,
özelleştirme, dünya pazarına açılma ve bunları yapılabilmesi
için devletin mevcut fonksiyonlarının zayıflatılması, devletin
faaliyet alanının sınırlanması vs.
Bunları
bağımlı, yeni sömürge ülkeler ve hakim sınıfların bağımsız
siyasi kararları olarak görebilir miyiz? Bu imkansız. Bütün
bunlar Dünya Bankası'nın, IMF'nin veya başka emperyalist
devletlerin, çok uluslu tekellerin düzenlemesi ve dışarıdan
dayatmasıdır. IMF'nin Türkiye'ye her gelişinde, hükümetin kredi
arayışı için dünya turuna her çıkışında yapılan pazarlık,
emperyalist dayatmanın hangi formlardan yansıtılacağı
üzerineydi/üzerinedir.
Revizyonist-kapitalist
blokun yıkılmasından sonra klasik kapitalist formda birleşmiş
dünya pazarı, tamamen emperyalist ülkelerin elindedir. Bağımlı,
yeni sömürge bir ülkenin, tamamen bu pazara
göre
yeniden yapılaştırılması elbette ki bu ülkeden ziyade bu
yapılaşmayı dayatanların çıkarına olacaktır.
Emperyalist
burjuvazi, pazar ile demokrasinin ikiz kardeşler olduğu vaazını
veriyor. Türkiye'de Demirel ve Tansu Çiller gibi emperyalizmin
uşakları hemen demokrasi adına "ayıplarını" kapatmak
için pazar ekonomisine açılışı önkoşul olarak öne
sürüyorlar. Türk burjuvazisine göre, Türkiye'de demokrasi pazar
ekonomisine geçişe, dünya ekonomisiyle bütünleşmeye, ülke
zenginliklerinin daha da fütursuzca talan edilmesine, yani
özelleştirmeye endekslenmiştir. Ekonomi ne denli emperyalist
dayatmaya göre yeniden şekillenirse, ülkede o denli kapsamlı bir
demokrasi olacaktır. Yani ülkenin emperyalizme tamamen peşkeş
çekilmesiyle demokrasi özdeşleştiriliyor.
Ama
işin gerçeği hiç de öyle değil. IMF'nin, Dünya Bankası'nın
dayattığı program uygulandığında devlet olarak geriye ne
kalıyor? Bu durumda bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde devlet
olarak geriye polis teşkilatı, ordu, mahkemeler ve gizli istihbarat
teşkilatı kalıyor. Yani sınıfsal karakteri daha çıplak hale
gelen baskı araçlarıyla devlet mekanizması. Böyle bir devlet,
emperyalist burjuvazi açısından "demokratik" bir
devlettir ve onun her adımı "demokrasi"ye uygundur. Uygun
olmak zorundadır: Çünkü, o, artık tamamen dünya pazarına
açılmış, bütünleşmiş ve uluslararasılaşmış "ulusal"
ekonominin, "ulusal" varoluşun daha fütursuz bekçisidir.
Yani emperyalizmin bekçisidir.
Ülke
zenginliklerinin talanı/borçlanma:
Emperyalist
ülkeler, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borçlarını
ödeyebilmeleri için ülke zenginliklerini enternasyonal mali
pazarlarda pazarlamalarını talep ediyorlar. Bu anlayışa göre,
bağımlı ülke borcunu ödeyebilmek için ülkesel zenginliğini,
enternasyonal mali pazarda açık artırmaya çıkarmalıdır.
Böylelikle borçlar, uluslararası tekellerin sermaye katılımına
dönüşmüş olacak. Yani bir parça borç ödeme adına emperyalist
sermaye o zamana kadar giremediği alana/işletmeye ortak olmuş
olacak.
Şüphesiz
ki; borçların doğrudan yatırıma dönüşmesi yeni değildir.
Burada yeni olan, KİT'lerin bu formda emperyalist sermayeye doğrudan
peşkeş çekilmesinin politika haline getirilmesi ve yoğun
uygulanmasıdır. Şimdi bağımlı ülkeler, yeni sömürge ülkeler,
borç ödeme adı altında emperyalist sermayeye devlet
fabrikalarına/işletmelerine, kamu kuruluşlarına, hammadde
kaynakları ve tarımsal üretime daha yoğun bir şekilde
“katılımlarına” izin veriyorlar; devlet işletmeleri, borç
ödemek için, özelleştirme formunda, sermaye iştiraki formunda
enternasyonal tekellere çok ucuza satılıyorlar. Böylelikle
ekonomide yapısal uyum sağlamanın bir gereği (!) olarak, IMF,
Dünya Bankası vb. emperyalist kuruluşların programlarının bir
gereği olarak, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde ekonominin
merkezi/can alıcı alanları doğrudan enternasyonal tekellerin
kontrolüne geçmiş oluyor.
1992
ekiminin başında Alman ve Arjantin burjuvazilerinin önde gelen
temsilcileri biraraya gelirler. Bu buluşmayı bir Alman gazetesi
şöyle yorumlar. "Başkanın açıklamalarına göre Alman
işletmeleri şimdiye kadar demiryolu ağının satışına, su
işletmelerinin, metal işleyen işletmelerin kominikasyon
alanındaki, özellikle de uydu tekniği alanındaki işletmelerin
özelleştirilmelerine ilgi duydular.
Menem,
özelleştirilecek devlet işletmelerinin çoğunluğunun
özelleştirmeden önce yenileneceğini vurguladı. Buenos Aires,
yabancı yatırımcılara büyük bir rekabet yeteneği ve çekicilik
bahşetmek istiyor. Örneğin personel mekanizması şişirilmiş…
Çelik devi Somisa çalışanlarının sayısı 13 binden (7 bini
mühendis) oldukça aşağılara çekilmiş. Alman Thyssan AŞ de
Somisa'ya ilgi duyanların arasında. ("Handelsblatt" 5.10
1992)
Demek
oluyor ki, uluslararası sermaye her işletmeye ortak olmuyor, her
işletmeyi satın almıyor. Emperyalist sermaye, önce işletmelerini
modernleştir, reorganize et, sonra ben alırım dayatmasında da
bulunuyor.
Ulusal
pazarların peşkeş çekilmesi:
Özelleştirme
ve başka dayatmalarla bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde hala
mevcut olan iç pazarlar emperyalist sermayeye tamamen açılmalıdır.
Böylelikle ulusal üretimi korumaya hizmet eden faktörler
kaldırılacaktır ve ulusal pazara tekabül eden veya ulusal pazarı
ifade eden yerli üretim, çok uluslu tekellerin kitlesel üretimi
karşısında daha kapsamlı yıkıma uğrayacaktır.
Böylelikle,
orta ve küçük üreticiler, burjuvazinin tekelci olmayan kesimi
iflasa sürüklenecek, bu sınıf ve tabakaların sermayesi,
emperyalist tekeller lehine bir bölüşüme tabii tutulacaktır.
Özetleyecek
olursak;
"Neoliberalizm"
bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin emperyalizme bağımlılığını
yeniden yapılaştırmaya yeniden şekillendirmeye hizmet etmektedir.
Yeni yapılanma bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde ulusal
zenginlik adına geriye ne kalmışsa onları da emperyalist
sermayenin hizmetine açmaktadır. Artık "muz yok, çikita
vardır." Artık a, b, c ülkesi yok emperyalist sermaye, çok
uluslu tekeller, IMF, Dünya Bankası vardır. Özelleştirme de buna
hizmet etmelidir.
4-
Türkiye'de özelleştirme tartışması
24
Ocak kararları (1980) emperyalistlerin "neoliberal"
politikasının Türkiye'ye dayatılmasını ifade ediyordu.
Türkiye'de özelleştirme de bu kararların bir sonucu olarak 1983
yılında gündeme getirildi. O günden bugüne özelleştirme
Türkiye'nin gündeminden hiç çıkmadı. Hangi KİT'lerin
özelleştirileceği, nasıl özelleştirileceği, kaça satılacağı
tartışıldı. Nihayet özelleştirme yasası da çıkarıldı ve
bir de özelleştirmeyle sorumlu kurul kuruldu. Bunun ötesinde bazı
KİT'ler de satıldı. Örneğin çimento fabrikaları…
Özellikle
T. Çiller'in başbakan olmasından sonra yoğun bir şekilde ele
alınan özelleştirme Türkiye'yi kurtaracak bir olay olarak lanse
edilmeye başlandı. Özelleştirme adı altında KİT'lerin yerli ve
yabancı tekelci sermayeye kolayca peşkeş çekilmesi için
toplumsal muhalefetin kırılması,
etkisizleştirilmesi
gerekiyordu. Bunun için yapılması gereken de, Türkiye'nin
özelleştirmeyle kazanacağının, özelleştirmeyi
gerçekleştirmemekle de kaybedeceğinin yığınlara anlatılmasıydı.
Ne anlatılmalıydı? Gerçeği anlatmak, özelleştirme eyleminden
vazgeçmek anlamına gelecektir. Burjuvazinin düpedüz gerçekleri
çarpıtmaktan güdülen amacı gizleyerek demagojiye sarılmaktan
başka yapacağı bir şey yoktur.
Diğer
ülkelerde olduğu gibi Türkiye de emperyalizmin dayattığı ve
yerli egemen sınıfların da benimsediği "neoliberal"
demagojilere sarıldı.
Burjuvaziye
göre;
*
Pazar ekonomisine tam geçiş, dünya ekonomisiyle bütünleşme
ancak özelleştirmeyle gerçekleşebilir.
*
KİT'ler ekonominin birer kamburu olmuşlardır. Zarar etmektedirler.
Bundan kurtulunması gerekmektedir.
*
Özelleştirmeyle mülkiyet tabana yayılacaktır. Yani Tansu hanımın
ifadesiyle halkın malı halka verilecektir.
Bu
ve benzeri savların her biri bir demagojidir. Özelleştirme
gerçeğiyle hiçbir ilgileri yoktur. Bunların hiçbirisi yeni
değildir. Özelleştirme yapan her ülkede bu ve benzeri
demagojilerle hareket edilmiştir.
Yukarıda
Dünya Bankası ve IMF'den, onların yapısal uyumluluk kredilerinden
ve programlarından bahsettik. O program burada karşımıza
özelleştirmeyle pazar ekonomisinin güçleneceği savı olarak
çıkıyor. Yani pazar ekonomisinin güçlenmesi için, yani özel
sektörün güçlenmesi için, devlet sektörünün, devletin
ekonomik gücünün kırılması, devletin ekonomiden çıkartılması
gerekiyormuş! Diğer bir ifadeyle bu, pazar ekonomisinin
güçlendirilmesi adı altında, devlet mülkiyeti formundaki
zenginliğin
özelleştirme yoluyla yerli ve yabancı tekellere peşkeş
çekilmesinden başka hiçbir anlam taşımamaktadır.
Bazı
gerçekler/olgular vardır ki, onların kanıtlanması için herhangi
bir çaba dahi gereksizdir. Bu türden gerçeklerden birisi de
emperyalist ülkelerde devlet sektörünün önemidir. Daha düne
kadar ve çoğu emperyalist ülkelerde şimdi de bir çok devasa
kuruluş devlet mülkiyetindeydi. Ve emperyalist ülkelerde birçok
devlet işletmesi özelleştirilmesine rağmen devlet mülkiyeti
ekonomide önemli bir rol oynamaktadır. Şimdi soru şu; madem ki
özelleştirilmenin gerçekleştirilmesiyle pazar ekonomisine geçiş
kolaylaşıyormuş, madem ki, özelleştirme=pazar
ekonomisi=demokrasileşmeymiş, o halde, emperyalist ülkelerde,
devlet sektörünün önemi göz önünde tutulursa, bu ülkelerde
piyasa ekonomisinin olmadığını mı söylemek gerekiyor? Onlarda
mı piyasa ekonomisinin, demokratikleşmenin yolunu açmak için
özelleştirmeden bahsediyorlar?
Pazar
ekonomisine geçişi özelleştirmenin gerçekleştirilmesinde
görenlere göre, devletin ekonomideki ağırlığından dolayı
üretim ve fiyat politikalarında bir tekelleşme söz konusu
oluyormuş ve bu da ekonominin ve pazarın kendi iç işleyişiyle
oluşumunu (rekabeti) engelliyormuş. Bundan dolayı, devlet
mülkiyetinde olan işletmeler özelleştirilirse bu olumsuzluklar da
ortadan kalkacakmış!
Diyeceksiniz
ki, böyle şey olur mu? Doğru söylediniz. Böyle şey olmaz. Madem
ki üretim ve fiyat politikasındaki tekelleşme ekonominin ve
pazarın iç işleyişini yani rekabeti engelliyor. O halde özel
sektördeki
tekelleşme bunu engellemeyecek mi? Sermaye boynuna ip takılmış
eşek değil ki, hangi yöne çekersen o tarafa gitsin! Sermaye şu
veya bu politik tercihe göre değil, kendi objektif işleyiş
yargıları doğrultusunda hareket eder. Tekelleşmeyle üretimin ve
fiyat oluşumunun değişime uğratılması ve rekabetin sadece
tekeller arası rekabete dönüştürülmesi bir gerçektir. Ama
tekelleşmenin devlet sektöründe mi, yoksa özel sektörde mi
olduğu önemli değildir.
Diğer
taraftan bu anlayış Türkiye gerçeği tarafından da
çürütülmektedir. Türkiye'de kapitalizm, adeta tekelci olarak
doğmuştur. Türkiye'de ekonomiye, önce devlet sektörlerindeki
tekeller, sonra da
devlet
tekelleriyle birlikte özel sektördeki tekeller hakimdirler. Böyle
bir ülkede şimdiye kadar üretimi ve fiyat politikasını kim
belirliyordur da bu belirlemeden dolayı piyasa ekonomisine geçiş
sağlanamıyordu? Evet kim? Yabancı tekeller mi, devlet tekelleri
mi, özel tekeller mi veya bu
tekellerin
hepsi mi? Yoksa küçük üreticiler mi?
"Kamu
kuruluşları ekonominin kamburu" olduğu demagojisine bakalım:
İşletmelerin
mülkiyetinin kamuda veya devlette olması, bu işletmelerin
kapitalizmin kurallarına göre faaliyet göstermedikleri anlamına
gelmez. O halde, bu işletmelerin zarar etmeleri söz konusuysa, bu
zararın nedeni mülkiyetin formunda değil, kapitalist sistemin
kendisinde, sermayenin hareket yasalarında aranmalıdır. Bazı
KİT'ler zarar ediyorlarsa, açık ki onlar bir dizi objektif
(kapitalist sisteme özgü) ve subjektif (idari, yönetim)
nedenlerinden dolayı çalıştırılamıyorlar.
Burjuvazi,
kamu mülkiyetinde olan işletmeleri, devletin sırtında duran birer
kambur ilan ettikten sonra, bu işletmelerde verimlilik düşük
tespitini yaptıktan sonra, onlardan kurtulmanın yolunu
özelleştirmede arıyor. Böylelikle bu işletmeler devlete yük
olmayacaklar ve verimlilikleri de artacak!
Bu
sav da bir demagojidir. Çünkü, ilk önce özelleştirilmiş olan
işletmeler (örneğin çimento fabrikaları) ve şimdi de özellikle
özelleştirilmesi önplana çıkartılan işletmeler (örneğin
PTT'nin T'si) kar eden işletmelerdir. Diğer taraftan yerli ve
yabancı tekeller, demode, zarar eden işletmeleri almıyorlar.
Dolayısıyla zarar eden firmalara talip değiller. Yani devlet,
istese de istemese de "zarar" eden, teknolojisi demode
olmuş işletmeleri işçi ve emekçilerin sırtından
modernleştirmek, reorganize etmek zorundadır. Özelleştirmeyle
mülkiyet tabana yayılır mı? Böylelikle halkın malı halka iade
mi edilmiş olur? Veya işletmelerin öncelikle işletmede
çalışanlara satılması, bunların o işletmeye sahip oldukları,
o işletmenin ortağı oldukları anlamına gelir mi?
Bunların
hepsi birer çıplak yalan, birer basit demagoji. Özelleştirmeyle
bunların hiçbirisi olmayacaktır. Bu, işçi sınıfı açısından,
yukarıda ele aldığımız özelleştirmenin nedenlerine ilişkin
demagojilerden daha tehlikeli bir demagoji olduğu için biraz
detaylı ele alınmaya değer.
Halkın
malını halka vermek isteyen Amerikan vatandaşı Tansu Çiller ve
işletme satın almaya kalkan sendikaların söyleyemediklerini biz
söyleyelim. Bunun adı "sosyal özelleştirmedir." Bunun
adı "halk kapitalizmi"ni geliştirmedir. Ve bundan dolayı
da halkın malını halka vermek, yani mülkiyetin tabana yayılması,
"sosyal özelleştirme", "halk kapitalizmi" adı
altında devlet işletmelerinin, yerli ve yabancı tekellere peşkeş
çekilmesinden başka bir şey değildir.
Bu
demagojiye sarılarak özelleştirmeye girişen birçok ülke vardır.
Almanya bunlardan birisidir. Özelleştirmenin muhaliflere, özellikle
de işçilere kabul ettirilmesinde kullanılan bu metod hiç de yeni
değildir. (Yeni olan bu metodun eski revizyonist blok ülkelerindeki
özelleştirmede; devlet işletmelerinin halka iadesinde(!) yaygın
olarak kullanılmasıdır.)
Alman
tekelci burjuvazisi '50'li yıllarda devlet işletmelerinin
özelleştirilmesini talep etmiş, ama işçi sınıfının
direnciyle karşılaşınca geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Tekeller, II. dünya savaşı sonrası yıllarda kapsamlı
yatırımları gerçekleştirmiş, oldukça modern teknolojiyle
donatılmış, verimli çalışan ve faal oldukları sektörlerde
tekelci konuma sahip olan büyük devlet işletmelerine ilgi
duyuyorlardı. Tekellerin çıkarları, bu türden devlet
işletmelerinin özelleştirilmesini gerekli kılıyordu. Ama o
zamanın Almanya’sında devlet işletmelerinin özelleştirilmesi
öyle kolay yutulan bir lokma değildi. Çünkü işçi sınıfının,
büyük işletmelerin sosyalleştirilmesi talebi, Alman Demokratik
Cumhuriyeti'nde üretim araçlarının mülkiyetinin değişmesi
(devlet mülkiyeti) Batı Almanya'da yeni bir antitekelci, antiözelci
bir hareketin gelişmesine neden olabilirdi. Alman tekelci
burjuvazisi böyle bir hareketin gelişmesinden korkuyordu. Bundan
dolayıdır ki, göz dikilen devlet işletmelerinin
özelleştirilmesinde rafine bir yöntem gerekliydi. Yeni yöntem
bulundu da; artık özelleştirmenin adı, doğrudan özelleştirme
değildi; özelleştirme "halk hisse senedi" adı altında
yapılmalıydı. Denendi de.
Alman
tekelci burjuvazisi savaş sonrası yıllarda ve '50'li yıllarda,
"serbest piyasa ekonomisi" ve "sosyal ortaklık"
anlayışıyla işçi sınıfı nezdinde pek inandırıcı olmamıştı.
Bunun içindir ki, Alman tekelci burjuvazisi, işçi sınıfını
sisteme tam anlamıyla bağlama arayışında Amerikan tecrübesini
değerlendirerek "halk kapitalizmi" düşüncesine sarıldı
ve Alman tekelleri
1957
seçimlerinde "halk kapitalizmi" ve "halk hisse
senedini"ni bayrak edindi. 1957 seçimlerinden önce de "halk
kapitalizmi"nin geniş çaplı propagandası yapılmış,
işçilerin küçük hissedarlara dönüştürülmesi için
uğraşılmıştır. Bunun için özelleştirilmesi söz konusu olan
işletmelerde çalışanlara özgü "personel (veya çalışanlar)
için hisse senetleri" çıkartılmıştı. Ama başarı
sağlanamadı. Örneğin Demag işletmesi 1955'te çalışanlarına
hisse senedi satmaya başlar. 20 bin kişilik çalışandan sadece
938 ücretli memur ve 162 işçi, hisse senedi satın alır. Bir yıl
sonraki denemede ise çalışanların ancak %5'i hissedar olurlar.
Mannesmann AG'de 72 bin kişiden, 5 yıldan daha fazla bir zamandan
beri işletmede çalışıyor olan işçilere hisse senedi olmaları
önerilir. Hisse senedi alma durumunda olanların %90'ı bu öneriyi
reddederler. Hisse senedi alanların %15'i, zamanı gelince aldıkları
hisse senetlerini satarlar. Başarısızlığın örnekleri
çoğaltılabilir.
Alman
tekelci burjuvazisi "halk hisse senedi" hareketine genel
bir karakter kazandırmada başarılı olamaz ve taktik değiştirir.
Artık işe devlet, hükümet el atar. "Halk hisse senedi"
eylemi tek tek devlet işletmelerinin sorunu olmaktan çıkartılıp,
devletin, hükümetin sorunu yapılır. Bunun için de, o dönem
halkın işçilerin gerici, intikamcı Adenauer hükümetinde
"demokratik" bir karakter görme yanılgıları kullanılır.
Yeni özelleştirme kampanyasının merkezine devlet işletmelerinin
"halk hisse
senedi"
yoluyla "bütün halkın eline geçmesi" oturtulur. Alman
"mucize"sinin "kahramanı" Erhand şöyle der;
"Sanırsam bu, VW işletmesini, kelimenin tam anlamıyla Alman
halkının, yani birçok tek tek insanın eline vermenin ateşli bir
düşüncesidir." Evet Adenauer hükümeti bu ateşli
düşünceyle, biz buna demagoji diyelim, bir taraftan devlet
işletmelerini özelleştirerek tekellerin taleplerini yerine
getirmiş, diğer taraftan da işçi sınıfı ve emekçileri "halk
kapitalizmi" için, yani Alman emperyalizmi için kazanmış
olacaktı. (Benzeri uygulamalar ABD, Fransa, İngiltere'de de
görülmüştü.) Ve aynı anlayışa Türkiye'de de T. Çiller
sarılıyor.
Her
ne kadar T. Çiller "halk kapitalizmi"nden bahsetmiyorsa da
herkes için mülkiyetten, halkın malını halka devretmekten
bahsediyor. Ama halkın malı gerçekten halka devrediliyor mu, tek
tek hissedarlar, "satın aldıkları" işletmenin
gidişatında söz sahibi olabilecekler mi? Asla olamayacaklar.
Alman
işçi sınıfı ve emekçileri emperyalist devletin ve tekellerin
sürdürdüğü özelleştirme kampanyasına, "halk hisse
senedi"ne ve "halk kapitalizmi"ne beklenen ilgiyi
göstermemiştir. "Halk hisse senetleri"nin satışıyla
hisse senedi sahipliği olgusunun "demokratikleşeceği anlayışı
da bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Birçok işletmenin hisse
senetleri çeşitli satın alış yoluyla büyük bankaların,
spekülatörlerin eline geçmiş ve bunlar da işletmelerin
geleceğini belirlemişlerdir. Yani işletme yönetim kurullarına
temsilcilerini göndermişlerdir. "Halk hisse senedi sahipleri"
ise "sahibi" oldukları işletmenin yönetiminde hiç söz
sahibi olamamışlardır.
Lenin'in
ifade ettiği gibi "Hisse senedi sahipliğinin
'demokratikleştirilmesi', gerçekte mali oligarşinin iktidarını
arttıran bir araç" olarak açığa çıkmıştır. (Lenin;
Emperyalizm, C. 22, s. 231/232)
Hisse
sahibi büyük bankalar şirketin genel toplantılarında hazır
bulunurlarken, dağınık durumda olan küçük "halk hisse
senedi" sahiplerinin bu olanağı yoktu.
Kısaca;
mülkiyeti tabana yayma anlayışı, işçilere ideolojik yanılgıya
sürüklenmekten, sınıfsal yaklaşımlarını sermayenin çıkarına
terk etmekten başka bir şey vermeyecektir. Bu, işçi sınıfının,
sermaye tarafından satın alınması anlamına gelir.
Özelleştirme
ve ona karşı mücadelenin ne olup olmadığını ele almadan önce,
özelleştirilenin, yani devlet mülkiyetinin ne olup ne olmadığını
açıklayalım.
5-
Kapitalizmde devlet mülkiyetinin karakteri
a)
Kapitalist sistemin objektif ekonomik kategorisi olarak devlet
mülkiyeti (sektörü)
Türkiye'de
devlet mülkiyeti, kapitalist üretim biçiminin ekonomik
ilişkilerindeki bazı değişmelerin bir ifadesi olmuştur. Bu
değişmelerin içeriğini, tek tek unsurlarını ele alarak
gösterirsek:
–
Türkiye'de kapitalizmin gelişme koşulları devletin, ekonominin
hemen hemen bütün alanlarında faal olmasını kaçınılmaz kılmış
olduğundan dolayı, devletin faal olduğu ekonomi sektörlerinde
üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin
hızlanması için oldukça uygun koşullar oluşmuştu. Böylelikle
büyük üretimin gelişmesi ivme kazanıyor, teknolojik yenilenme
önemli oluyor ve bütün bunlar da Türkiye'de kapitalizm
koşullarında üretici güçlerin toplumsallaşma sürecini
ilerletiyorlardı.
–
Devlet sektöründe (devlet işletmelerinde) üretim araçlarının
sahibi ile (burada hukuki anlamda değil, sosyal ekonomik anlamda bir
sahiplik söz konusudur) üretim sürecinin doğrudan yönetim
organları arasındaki ayrım/farklılık tamamen belirgindir. Yani,
sadece emperyalizmde değil, Türkiye'deki kapitalizm koşullarında
da devlet mülkiyetinin varlığı burjuvazinin prazit, fazlalık
tarihi ömrünü doldurmuş olduğunu, artık toplumsal bir
fonksiyonunun kalmadığını çok açık bir şekilde
göstermektedir. Bu anlamda devlet mülkiyeti, hem kapitalizmin maddi
tahribatının ve hem de sosyalist üretim biçiminin maddi
hazırlığının bir unsurudur.
–Devletin
ekonomideki faaliyeti, işgücünün alım ve satımında belli şekli
değişmeye neden olmuştur; devlet işletmelerinde işçi, doğrudan
tek tek kapitalistler tarafından sömürülmüyor. Devlet
işletmelerinde işçi, özel bir kapitalist tarafından; büyük
burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin temsilcisi olan devlet
tarafından sömürülüyor. Böylelikle devlet işletmelerinde ve
özel sektörde artı değere el konuş formu değişik oluyor.
Bundan dolayıdır ki, Engels şöyle der; "Tam da bu,
sorunun
bamteli;
mülk sahibi sınıflar iktidarda oldukları müddetçe...
devletleştirme sömürünün ortadan kaldırılması değil, bilakis
sadece biçim değiştirmesidir." (C. 38, s. 64, Alm)
–
Devlet mülkiyeti, toplumsal ürünün bölüşümünde de belli
değişmelere neden olmaktadır; devlet, işçi sınıfının ve
emekçi yığınların gelirlerinin sürekli artan bir kısmını
vergi olarak alıyor ve bu miktarın bir kısmını sermaye olarak
(devlet) işletmesine yatırıyor. Devletin, kendi işletmelerinde
elde ettiği gelirin bir kısmı da çeşitli formlarda (örneğin
kredi vs.) büyük burjuvazinin eline geçiyor. Böylelikle devlet
mülkiyeti, ulusal gelirin, büyük burjuvazinin lehine paylaşımında
bir araç oluyor.
Devlet
mülkiyetinde üretici güçlerin toplumsal karakterinin tanınma
zorunluluğu, üretici güçlerin toplumsal araç olarak ele alınma
zorunluluğu kendini gösteriyor. Tam da burada, devlet mülkiyetinde,
Engels'in ifadesiyle, "Bizzat toplum tarafından bütün
üretici güçlerin ele geçirilmelerinin yeni bir basamağına
ulaşılıyor." (C. 20, s. 259, "Anti-Duhring"
Alm.)
Demek
oluyor ki, devlet işletmeciliği kapitalizmde, toplumsal araç
olarak üretim araçlarının ekonomik realize edilmesinde
(bölüşümünde) yeni bir basamağı ifade ediyor. Ama devlet
işletmeciliğinin bu karakteri, yani toplumsal karakterinin
tanınmamazlıktan tam tanınmaya geçişi
ancak
sosyalizmde mümkün olur.
Tam
da bu süreç devlet mülkiyetinin kapitalist üretim biçimi
koşullarında üretici güçlerin toplumsal karakterinin
tanınmasının en yüksek aşamasını ifade ettiğini
göstermektedir; devlet mülkiyeti, üretim araçlarının
burjuvazinin mülkiyetinde olarak (bütün olarak tekelci burjuvazi),
sermaye olarak, sömürünün aracı olarak görülebileceği en son
sınırı oluşturmaktadır. Bu sınırın ötesine geçmek; yani
üretici güçlerin toplumsal karakterinin tanınmasının en yüksek
aşaması üretim araçlarının topluma devredilmesi anlamına
gelmektedir. Tabii ki, bu devrim sorunudur, bu Türkiye açısından
antiemperyalist demokratik devrim ve giderek sosyalizme geçiş
sorunudur. Türkiye'de bu devrime en yakın mülkiyet formunu devlet
mülkiyeti oluşturmaktadır.
Bütün
bu belirttiğimiz özelliklerine rağmen devlet mülkiyeti,
kapitalist ilişkileri ortadan kaldıran yeni bir üretim ilişkisini
ifade etmiyor. Bunların hepsi kapitalist üretim biçimi
çerçevesindeki değişmelerdir; proletaryanın, iktidar
mücadelesinde dikkate alması gereken değişmelerdir.
Belirttiğimiz
değişmeler yeniden üretim süreci çelişkilerinin hareket
edebilecekleri formların doğmasına neden oluyorlar:
–
İfadesini devlet mülkiyetinde bulan ekonomik ilişkilerdeki
yukarıda belirttiğimiz değişmeler, özel sektör çerçevesindeki
üretici güçlerin belli hareket formlarının oluşmasına da neden
oluyorlar; devlet mülkiyeti (sektörü) özel sektöre sermayesinin
nispeten iyi koşullarda değerlendirmesi için, ek kar kaynakları
için koşullar oluşturuyor. Zaten devlet sektörünün temel
ekonomik fonksiyonu da bundan ibarettir. Ve Türkiye'de devlet
sektörü varoluşundan bugüne kadar bu fonksiyonunu tam olarak
yerine getirmiştir; devlet işletmeleri sermayenin birikim sürecini
etkiliyorlar (Kemalist burjuvazi döneminde belirliyorlardı), geniş
kapsamlı bir yatırım faaliyetini gerçekleştiriyorlar ve ülke
ekonomisinde işin verimliliğini belli ölçülerde yükseliyorlar.
–
Devlet sektörü, özel sektörün üretimini realize etmesini
kolaylaştırıyor; devlet sektörü iç pazarın genişlemesinde
dolayısıyla genişlemiş iç pazarda özel sektörün rekabet gücü
kazanmasında önemli bir faktör oluyor.
Bütün
bunlara rağmen vurgulamak gerekiyor ki, devlet sektörü görünüşte
her ne kadar bağımsız bir gelişme yolu izlerse izlesin, sonuç
itibariyle ekonomik faaliyetini özel sektörün mülkiyetindeymiş
gibi gerçekleştiriyor. Yani yeniden üretim sürecindeki rolü,
özel sektörde olduğu gibi, kapitalist ekonominin genel yasalarıyla
sınırlanmıştır. Devlet sektörü, Türkiye ekonomisinin
gelişmesine temel değişimler taşıyamamakta; yeniden üretim
sürecinin veya genel olarak kapitalizmin çelişkilerini ortadan
kaldırmamakta. Zaten bu kapitalizm koşullarında mümkün değildir.
Demek
oluyor ki, devlet mülkiyeti –ekonomik realizasyonu açısından–
bütün burjuva sınıfın değil, ama işbirlikçi büyük
burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin bir mülkiyet formunu
oluşturmaktadır. Ama o, aynı zamanda şeklen bağımsızdır. Ama
devlet mülkiyetinin ekonomik ilişkilere taşıdığı ve yukarıda
belirttiğimiz değişmeler bu bağımsızlıktan kaynaklanmıyorlar.
Şekli bağımsızlık, sadece hukuksal bir ifadedir. Başka bir şey
değil.
Devlet
sektörü dendiğinde, üretim araçlarının bir kısmının tek tek
kapitalistlerin veya özel sektör tekellerinin mülkü olarak değil,
bir bütün olarak işbirlikçi burjuvazinin mülkü olarak realize
edildiği
görülür.
Hal böyle olunca üretim araçlarının bu kısmı üzerine tasarruf
hakkının kimde olduğu sorununda da çözümlenmiş olması
gerekir. Bu sorunun çözümü şöyle; üretim araçlarının bu
kısmının tasarruf/kullanım hakkı kapitalist bir işletmeye
devrediliyor ve bu kapitalist işletmede işbirlikçi büyük
burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin (aynı zamanda yabancı
sermayenin de) çıkarlarını, siyasi iktidarını ifade eden
kapitalist Türk devletinden başka bir şey değildir. Her
kapitalist devletin doğuş koşulları farklıdır. Türk devleti
tekelci kapitalist işletme olma koşulları
içinde
doğmuş ve öyle de gelişmiştir.
Üretim
araçlarının bir kısmının yeni bir taşıyıcıya/tasarrufçuya
yani devlete devredilmesi bu devrin hukuksal tanımını da
kaçınılmaz kılıyor. Bu tanım, Türkiye'de ve kapitalist
dünyanın her yerinde karşımıza şekli bağımsız devlet
mülkiyeti formunda çıkıyor.
Bu
nokta oldukça önemlidir. Çünkü burjuva, faşist, reformist
ekonomistler tam da bu noktada bulanık/karanlık teorilerini
geliştirerek, devleti bütün toplumun temsilcisi olarak ilan
ediyorlar, onun sınıfsal karakterini gizliyorlar ve böylece de
büyük burjuvazinin mülkiyetinin değişik formu olarak devlet
mülkiyeti olgusunun özünü karartıyorlar.
Bu
gerçekten dolayıdır ki, devlet mülkiyetinin ekonomik içeriğini,
onun şekli-hukuki bağımsızlığından, onun özel sektörden
şekli ayrımından hareketle açıklamak hukuksal bir
uydurmadan başka bir şey değildir. Türkiye'de burjuvazi bu
hukuksal uydurmaya oldum olası ciddi bir şekilde sahip çıkar.
Bunun nedeni vardır: Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde devlet;
kapitalist işletme olarak devlet belirleyici bir rol oynamıştı.
Başlangıçta Türk kapitalizminin motoru devletti. Devlet bu
rolünden dolayı kolayca bütün toplumun temsilcisi olarak
açıklanabiliyordu, sınıflar üstünde bir konuma
getirilebiliyordu ve dolayısıyla devlet mülkiyeti de bu temelde
bütün toplumun mülkü olarak lanse edilebiliyordu.
b)
Kapitalist üretim biçiminin yıkılmasının formel aracı olarak
devlet mülkiyeti (sektörü)
Kapitalizm
ne derece gelişirse, üretim de o derece toplumsallaşmış olur.
Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm üretimi,
kapitalist çerçevede toplumsallaşacağı kadar
toplumsallaştırmıştır, kapitalizmin bütün çelişkilerini
derinleştirmiştir. Bütün emperyalist ülkelerde sosyalizme
geçişin nesnel koşulları son derece olgunlaşmıştır. Lenin
şöyle der bu konuda:
"...
tekelci devlet kapitalizmi, sosyalizmin tam maddi
hazırlığıdır, onun doğrudan ilk basamağıdır.
Çünkü tarihi merdivende bu basamak ile sosyalizm denen basamak
arasında artık hiçbir ara basamaklar yoktur"
(aç. Lenin; C. 25, s. 370, Alm.)
Şüphesiz
ki, Türkiye'de kapitalizm bu denli gelişmemiştir. Türkiye'de
sosyalizme geçiş, emperyalist bir ülkenin sosyalizme geçişi gibi
olmayacaktır. Bugün Türkiye'de sosyalist devrimden önce, o
devrimin yolunu açacak olan antiemperyalist demokratik devrimin
objektif koşulları oldukça olgunlaşmıştır. Bu süreç içinde
devletin ekonomik faaliyeti, devlet kapitalizmi de (veya sektörü)
çok önemli bir rol oynamaktadır.
Birincisi;
devletin ekonomik faaliyeti her şeyden önce, egemen burjuvazinin
tarihi olarak çağını doldurmuş olduğunu, bu sınıfın
toplumsal ilerleme açısından hiçbir anlamının kalmadığını,
egemen burjuvazinin üretici güçleri amaca uygun kullanma
yeteneğinden yoksun olduğunu gösterir.
İkincisi;
devletin ekonomik faaliyeti, burjuvazinin bu yeteneksizliğini
aşmanın bir aracı olarak hizmet eder. Ama bu, kapitalist
ekonominin belli çelişkilerinin çözümünde sadece sınırlı bir
araçtır. Bu abartılmamalıdır. Devletin ekonomik faaliyeti aynı
zamanda kapitalist ekonominin çelişkilerini de keskinleştirir. Bu
konuda Engels şöyle der:
"Formu
ne olursa olsun modern devlet, özü itibariyle kapitalist bir
makinedir, kapitalistlerin devletidir, ideal genel kapitalisttir.
Mülkiyetine ne kadar çok üretici güç alırsa o kadar çok gerçek
genel kapitalist olur, o kadar çok vatandaşı sömürür. İşçiler,
ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Sermaye ilişkisi
kaldırılmaz, daha ziyade keskinleşir." (C. 20, s. 260,
"Anti-Dühring", Alm.)
Görüyoruz
ki, devlet mülkiyeti, kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan
belli çelişkilerin (örneğin krizlerin geciktirilmesi veya
atlatılması için alınan tedbirler) çözümünde sadece sınırlı
bir araç değil, bilakis kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan
çelişkilerin keskinleşmesine neden olan bir faktördür.
Engels,
devamla şöyle diyor;
"Üretici
güçlere olan devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir,
ama o, kendi içinde çözümün şekli aracını, vesilesini
taşımaktadır. Bu çözüm sadece, modern üretici güçlerin
toplumsal doğasının gerçekten tanınmasında ve üretim, el koyuş
ve mübadele biçiminin üretim araçlarının toplumsal karakteriyle
uyum içine sokulmasındadır ve bu sadece, tolumun, kendi yönetimi
dışında kalan üretici güçleri açıkça ve dolayısızca ele
geçirmesiyle gerçekleşebilir" (agy.)
Demek
oluyor ki, Engels devletin mülkiyetini ayna zamanda, kapitalist
üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında bir araç olarak
görüyor. Yanlış anlaşılmayı önlemek için belirtelim ki, bu,
yine Engels açısından sadece ve sadece biçimsel bir araçtır.
Devlet
mülkiyetinin (sektörünün) bahsettiğimiz bu iki özelliği aynı
zamanda onun iki çelişkili yönünü de ele vermektedir:
–
Devlet mülkiyeti, üretici güçlerin toplumsallaşmasının bir
ifadesidir.
–
Devlet mülkiyeti, aynı zamanda artı değere kapitalist el koyuşun
bir formudur.
Devlet
mülkiyetinin bahsettiğimiz iki özelliğinin konumuz açısından
ve giderek de sosyalizmin maddi hazırlığı süreci açısından
önemi nedir?
Birincisi;
devletin ekonomik faaliyeti, üretici güçlerin daha yüksek bir
aşamada toplumsallaşmasının,
gelişimesinin genel bir ifadesidir. Böylelikle üretimin bir
merkezden yönetimi, ekonomi de belli dengelerin sağlanması,
toplumun ekonomik güçlerinin ve araçlarının önemli oranda amaca
uygun kullanılma olanakları doğmaktadır. Tam da bu noktada
kapitalist gelişmenin, burjuvazinin aşılmasının araç ve
yollarının bizzat kapitalist gelişme ve burjuvazi tarafından
nasıl hazırlandığını görüyoruz.
Unutmamak
gerekir ki, devletleştirme düşüncesi komünistlerin bir buluşu
değildir. Devletleştirme düşüncesi, toplumun nesnel gelişmesi
tarafından daha da ilerlemek için bulunmuş olan bir yoldur.
Bilimsel
teori olarak Marksizm, diğer şeylerin yanı sıra bu gerçeği de
görmek ve değerlendirmekle karşı karşıyadır: Toplumsal
ilerleyişin yolunu, bu ilerlemenin ekonomik ve siyasi koşullarını
keşfetmek ve bu ilerlemeye tekabül eden toplumsal güçleri
örgütleyerek demokratik veya sosyalist devrimi gerçekleştirmek.
Lenin,
tekelci devlet kapitalizmine, devlet tekeline bu açıdan da yaklaşır
ve şöyle der: "Sosyalizm, bütün halkın
yararına kullanılan ve böylece, kapitalist tekel
olmaktan çıkan (aç
Lenin) kapitalist devlet tekelinden başka bir şey
de değildir." (C. 25, s. 369, Alm.)
İkincisi;
devlet mülkiyetinin kapitalist sisteminin yok edilmesinde sadece bir
araç olması gerçeği. Üretimin kapitalist karakterini yadsımadığı
gibi, kapitalist üretim biçimi çerçevesinden çıkıldığı
anlamına da gelmez. Bundan dolayıdır ki, devlet mülkiyetini,
kapitalizmin yok edilmesinin aracı olarak karakterize eden bütün
faktörler öze ilişkin olmayan formel faktörlerdir.
Bu
soruna Lenin nasıl bakıyordu? Lenin, devlet mülkiyeti veya
devletleştirme sorununu hiçbir zaman sınıf mücadelesinden ayrı
olarak ele almamıştır. Öyle ki o, 1917'nin Şubat-Ekim ayları
arasında (demokratik devrimin politik plandaki zaferinden sonra)
devlet mülkiyeti veya devletleştirme olgusunda burjuva-demokratik
devrimden sosyalizme geçişin hızlandırılmasının bir aracını
görmüştür. Örneğin o maden ocaklarının ve şeker
fabrikalarının devletleştirilmesini ve bütün bankaların ulusal
bir banka olarak birleşmelerini uygun görmüştür. Lenin "Temel
Bir Sorun"
adlı
makalesinde bu konuda şöyle der:
"Kartellerin
burjuva-demokratik, köylü devletin eline geçmesi sosyalist bir
tedbir mi olacaktır?
Hayır.
Bu sosyalizm değildir...
Sorun
şu; bütün bankaların bir bankada kaynaşmaları ve şeker
fabrikaları kartellerinin demokratik, köylü devletin eline geçmesi
gibi tedbirler, proletarya ve yarı proletaryanın bütün toplum
kütlesi içindeki önemini, rolünü, nüfuzunu güçlendirecek
midir yoksa zayıflatacak mıdır?
Şüphesiz
ki, güçlendirecektir. Çünkü bunlar "küçük mülk sahibi"
tedbirleri değildirler.
Böylesi
tedbirler özellikle şehir işçilerinin, şehirdeki ve kırdaki
proleter ve yarı proleterlerin öncüsünün bütün toplum
üzerindeki önemini, rolünü ve nüfuzunu kaçınılmaz olarak
güçlendirecektir.
Böylesi
tedbirlerden sonra sosyalizme doğru adımlar
(aç Lenin) Rusya'da
tabii ki mümkün olacaktır." (Lenin "Temel Bir
Sorun", 1917, C. 24, s 183, Alm.)
Diğer
bir ifadeyle: Anadolu coğrafyasında komünistlerin antiemperyalist
demokratik devrim programının birkaç maddesinde ulusallaştırmayı
esas almaları boşuna değil.
Belirttiğimiz
gibi Lenin, kapitalist sistem çerçevesinde ulusallaştırma
sorununu, devlet gücünün karakterinden, sınıf mücadelesinin
gelişme durumundan, işçi sınıfının bu mücadelede ve
toplumdaki nüfuzundan bağımsız olarak ele almaktadır.
Lenin'in
soruna bu yaklaşımı, marksizmle revizyonizm arasındaki önemli
bir farkın da ifadesidir; revizyonistler, devlet mülkiyetinin
belirli yönlerini –ele aldığımız yönlerini–
mutlaklaştırırlar, devlet
mülkiyeti
olgusunu somut tarihi durumdan, sınıf mücadelesinin gelişme
seyrinden koparırlar ve burjuvazinin yapacağı her ulusallaştırmayı
işçi sınıfı için sürekli avantajlı bir gelişme olarak
görürler. Onlara göre, faşist diktatörlüğün Koç ve
Sabancıları, Alman devletinin Siemens'i ulusallaştırmasıyla, bir
zamanların Küba'sındaki, Nikaraua'sındaki ulusal iktidarların
ulusallaştırmaları arasında sadece yer ve zaman farkı vardır;
hepsi de işçi sınıfı için avantajlıdır! Ama revizyonist
blokun yıkılmasından sonra, zehir saçan dünya çapında örgütlü
ve güçlü bir revizyonizm artık olmadığı için "kulağımız
biraz dinç"!
c)
Anadolu coğrafyası işçi sınıfının mücadelesinde devlet
işletmelerinin (sektörünün) rolü
Son
dönemlerde özelleştirme tartışmalarının yoğunlaşması,
burjuvazinin KİT'leri yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekmede
kararlı olması, özelleştirme sorununa çeşitli çevrelerin
yaklaşımları komünistlerin dikkatini de kaçınılmaz olarak bu
yöne çekmektedir. Soruna köklü bir yaklaşım, tartışmaların
geldiği bir aşamadan sonra kaçınılmaz olmuştur. Özelleştirme
sorunu, diğer şeylerin yanısıra çok önemli sorunu da gündeme
getirmiştir; devlet işletmelerinde mülkiyet sorunu mevcut
toplumsal düzenin dayadığı mülkiyet temelleri.
Yukarıda
belirtmiştik; mülkiyetin devlet formunun sosyo-ekonomik içeriği
belirleyicidir. Bu ise, devletin sınıfsal karakterinden, söz
konusu ülkede sınıfsal/iktidarsal güç dengelerinden kopuk olarak
asla ele alınamaz. Devlet mülkiyeti, kapitalizmde de, demokratik
devrimden sosyalist devrime geçişin aracı olan demokratik devrimci
devlette de ve sosyalizm de de karşımıza çıkmakta. Biz bunların
hepsini aynı kefeye koyamayız.
Bu
üç dönemin her birinde devlet mülkiyetinin formu, sınıfsal
karakteri değişik olacak. O halde özelleştirme sorunu
tartışılırken sorunun, mülkiyete ilişkin can alıcı özü bir
kenara itilerek, daha tali yanlar (sendikasızlaştırma vb.) ön
plana çıkartılarak tartışılamaz. Sorun, komple bir perspektifle
ele alınmalıdır. Bizim amacımız, özelleştirme tartışması
vesilesiyle de proletaryanın iktidar mücadelesinde pratikte ve
bilinçlenmede ileri, yeni mevziler kazanmasını sağlamaktır. Bu
da, özelleştirme tartışmasında mülkiyetin karakterini ele
almadan olmuyor.
Türkiye'de
burjuvazi, özelleştirme propagandasında, Türkiye'nin bölgenin en
son sosyalist ülkesi olduğu bayağılını yapacak kadar ileri
gitti. Dün, özel sektörü yaratan, onun çıkarına olan devlet
sektörü, devlet mülkiyeti bugün T. Çiller tarafından sosyalizm
olarak açıklanıyor. Devlet mülkiyeti eskimiştir, onun ömrü
tükenmiştir deniyor. Böylelikle burjuvazinin siyasi sözcüleri,
kapitalist ve sosyalist devlet mülkiyetini demagojik bir şekilde
birbirine karıştırıyorlar. Bu karıştırma, sadece
özelleştirmeyi gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda işçi
sınıfının bilincini bulandırmak için de kullanılıyor.
Eskimiş, ömrü dolmuş bir mülkiyet anlayışı için mücadele
etmenin anlamı yok deniyor.
Oysa
eskiyen, ömrünü dolduran üretim araçları üzerine demokratik ve
sosyalist devlet mülkiyeti değildir. Eskiyen ve ömrünü doldurmuş
olan devlet mülkiyetinin kapitalist düzenin sağlamlaştırılması
tekelci kapitalist özel sektörün zenginleşmesi için kullanımdır.
Eskiyen ve ömrünü doldurmuş olan, kolektif kapitalist sömürünün
aracı olan KİT'leri özel sektörü, yabancı sermayenin çıkarları
için, baskı ve sömürüyü artırmak için, Kürt ulusunu
katletmede maddi imkanlar sağlamak için daha etkin
kullanmaya yönelen faşist Türk devletinin kendisidir.
Özelleştirme
sorununa yaklaşımda bu bakış açısı göz ardı edilirse,
varılacak sonuç yanlış olur, tali noktalar ön plana çıkar,
esas nokta geri planda kalır.
6-
Özelleştirme: Özelleştirmenin ekonomik ve siyasi nedenleri
Türkiye'de
burjuvazi özelleştirmeyi neredeyse bir kampanyaya dönüştürdü
ve yoğun ve geniş çaplı bir kampanyayla sürdürüyor.
Özelleştirmenin önüne çıkartılan hukuksal engelleri de aşıyor.
Türkiye'de
özelleştirme şimdiye kadar görülmemiş, boyutlarda ele alınıyor
ve hükümet politikasının önemli bir unsuru durumuna
getirilmiştir.
Burjuvazinin
özelleştirmeye her gün bu denli önem vermesinin nedeni, Türk
kapitalizminin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik genel durumda
aranmalıdır.
Türk
burjuvazinin özelleştirme propagandasında ve özelleştirmeyle
güttüğü amaçta neoliberalizmin güçlü izleri/etkisi vardır.
Burada
belirtilmesi gereken bir noktada şudur: Özelleştirme
propagandasında "serbest pazar ekonomisini" bayrak edinen
Türk burjuvazisinin, özelleştirmeyi salt "neoliberal"
dayatma ve taleplerden dolayı yaptığını söylemek, gerçeği tam
anlamıyla yansıtmamak anlamına gelir.
Her
ne kadar Türkiye emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülkeyse
de bu, Türkiye'nin ekonomik olarak fevkalade geri, tamamen dışa
bağımlı, hiçbir iddiası olmayan bir ülke olduğu anlamına
gelmez. Türk burjuvazisi kendi gücünü, bölgesel konumunu görüyor
ve revizyonist-kapitalist blokun dağılmasından sonra ortaya çıkan
olanakları kendi çıkarı için değerlendirmeyi amaçlıyor. Bu,
sermaye demektir ve bu sermayeyi o, emperyalist ülkelerden hiçbir
zaman alamaz. Dolayısıyla kendi birikim kaynaklarını zorlamak
zorunda kalıyor. İşte özelleştirmeden elde edilecek miktarın
bir kısmını da Türk burjuvazisi bu amaçlar için kullanacaktır.
Türkiye'de özelleştirmenin önemli bir noktası da emperyalizmin
"neoliberalizm" dayatmasının yanı sıra budur; "Türk
burjuvazisinin "Adriyatik kıyısından Çin Seddi'ne"
hırsıdır.
Özelleştirmenin
nedenlerinin ve bununla burjuvazinin güttüğü amacın anlaşılması
için devlet işletmelerinin ekonomideki spesifik (özgül) konumu ve
rolünün dikkate alınması gerekir.
Yukarıda
da belirtiğimiz gibi, devlet işletmeleri kapitalist karakterde olan
işletmelerdir ve nihai olarak da devlet tarafından özel sektörün
çıkarlarına ters düşmeyecek bir şekilde yönetilirler. Ama
mülkiyetin formu açısından devlet işletmeleri, özel sektör
işletmelerinden farklıdırlar. İşte tam da bu fark hem hakim
burjuvazi açısından ve hem de işçi sınıfı açısından
mutlaka dikkate alınması gereken bir farktır. Neden?
Birinci
neden; özel sektörün devlet işletmeleri üzerinde dolaylı
veya dolaysız bir nüfuzu vardır. Ama bu nüfuz, özel sektörün
kendi işletmeleri üzerindeki nüfuzu kadar/gibi teminat altına
alınmamıştır. Özel sektörün devlet işletmeleri üzerindeki
nüfuzu genellikle devlet kurumları üzerinden sağlanmaktadır. Ama
bir bütün olan özel sektör de çeşitli sermaye gruplarından
oluşmakta ve bu sektör, devlet sektörünü bir bütün olarak
değil, tek tek sermaye grupları bazında kendi çıkarları
doğrultusunda etkilemeye çalışır. İşte bu etkilemenin
sağlanması için uygun olan devlet kurumlarında özel sektörü
oluşturan sermaye grupları karşı karşıya gelirler (çıkar
çelişkileri). Bu, devlet işletmelerini etkilemek için sürdürülen
çıkar rekabetinin ifadesidir. Bu rekabet (sipariş alabilmek için
rüşvet vermekten, kendi adamının istenilen mevkiye getirmeye
kadar uzanan her türlü pisliğin mübah sayıldığı ve her gün
burjuva gazetelerde okuduğumuz olaylar/gelişmeler süreci) özel
sektörün tek tek sermaye grupları için pahalı olabilir ve
üstelik, belli bir nüfuz sağlanmış olsa da, bunun devam
edeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Diğer
taraftan ekonomide devlet işletmelerinin özel sektörle rekabet
ettiği durumlar da olur. Bu nedenlerden dolayı özel sektörün şu
veya bu sermaye grubu, özelleştirmeye uygun belli devlet
işletmelerini ele geçirmeyi kendi çıkarı açısından doğru
bulabilir. Böylelikle özel sektör, özelleştirilen devlet
işletmesi üzerinde sınırsız hakka sahip olur.
Aynı
anlayış, yabancı sermaye içinde geçerlidir. Yabancı sermaye de,
kendi pazarını daraltan, yani rekabet gücüne sahip olan devlet
işletmelerini ele geçirmeyi hedefler.
Bugün
Türkiye'de yürütülen özelleştirmeye özel sektörün (yerli
tekellerin) ve yabancı sermayenin bu anlayışla da yaklaştıkları
açıktır.
İkinci
neden; devlet işletmeleri, özel sektör işletmelerinden daha
yoğun bir şekilde kamuoyunun gündemindedir. Bu işletmelerin
yönetimi hükümetin elindedir. Bu işletmelerde olup bitenler,
kamuoyu tarafından hükümet eden siyasi partilerle bağlam içinde
ele alınır. İSKİ olayı ile SHP ilişkisi henüz küllenmedi.
Devlet
işletmelerinin bu idari özelliğinden dolayı hükümet özel
sektör karşısında ne kadar tavizkar davranırsa davransın, her
bir özel sektör işletmesinin, devlet işletmeleri bağlamında,
isteklerini tam
olarak
erine getiremez.
Bu
noktayla ilgili gelişmeler mevcut düzenin siyasi teşhirinde önemli
bir rol oynarlar/çıkış noktası oluştururlar.
Üçüncü
neden; bazı dönemlerde devlet işletmelerinin varlığı veya
sayılarının giderek artması burjuvazi için potansiyel siyasi bir
tehlike arzedebilir. Devlet işletmeleri kapitalist işletmeler
olmalarına rağmen, aynı zamanda, mülkiyetin formu bakımından
özel mülkiyetin bir inkarıdır. Bu durumda kapitalist mülkiyetin
idaresi, üretimin yönetimi devletin elinde olunca, tek tek
kapitalistin, birey olarak kapitalistin, ekonomik açıdan gereksiz
bir figür olduğu açığa çıkar. Devlet işletmelerinin varlığı,
kapitalist özel mülkiyetin ömrünü, kitleler nezdinde, tarihi
olarak doldurduğunun daha iyi görülmesine hizmet etmektedir.
Kısaca,
devlet işletmeleri, mülkiyet ilişkilerini, mülkiyet sorununu
gündeme getirdiği için, burjuvazi açısından devamlı tartışmalı
bir sorun olmuştur. T. Çiller'in devlet işletmelerini, sosyalist
kalıntı veya Türkiye'yi bölgenin en son sosyalist devleti olarak
görmesinde bu nazik sorunun da bir parça etkisinin olduğu inkar
edilemez.
Dördüncü
neden; özel sektörün, verimli devlet işletmelerine talip
olmasının nedeni sadece kar nedeniyle açıklanamaz. Böyle bir
açıklama eksik olur. Özel sektörün, verimli devlet işletmelerine
talip olmasının ikinci nedeni, bu işletmelerin özel mülkiyete
karşı önemli bir argüman oluşturmalarıdır ve böylece ekonomik
ilerlemenin, özel mülkiyete, özel inisiyatife dayandığı
anlayışının çürütülmüş olmasıdır. Özelleştirme özel
mülkiyetin "kutsal" temellerini sağlamlaştırmaktır.
Beşinci
neden; özel sektör, devlet işletmelerini de ele geçirmekle
büyür, sermayesini çoğaltır, rekabet gücünü yükseltir. Bu
neden, diğer nedenlerin bir parçasıdır, onların içinde vardır.
Altıncı
neden; bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki özelleştirmede
yabancı tekellerin de son derece önemli rolü vardır. Onlar da
devlet işletmelerini ele geçirerek potansiyel rakipten kurtulurlar,
pazar alanlarını ele geçirirler ve o ülkenin ekonomisinde
pratikte de daha fazla söz sahibi olurlar.
Sonuç
itibariyle; devlet işletmeleri, özel mülkiyet karşısında
ilerlemenin bir ifadesidir. Bu anlayış, ulusallaştırma formunda
farklı içerikte de olsa komünistlerin programında da yer
almaktadır. Devlet
işletmelerinin
varlığı, özel mülkiyeti gereksiz kılmaktadır ve bunların
hepsi kapitalizm çerçevesindeki mülkiyet formu gelişmeleridir.
Proletarya, mülkiyet ilişkilerindeki bu değişmeleri
antiemperyalist, demokratik devrim mücadelesinde kitleleri
bilinçlendirme açısından kullanmasını
bilmelidir.
7-
Özelleştirmeye karşı mücadelenin içeriği
Devlet
işletmelerinin özelleştirilmesine karşı mücadelenin, soruna
kapsamlı bir şekilde yaklaşılırsa, objektif olarak çok güçlü,
tutarlı siyasi argümanları içerdiği görülür. Tabii ki bu
argümanlar, her ülkenin somut koşullarından dolayı spesifik
(özgül) karakterler de taşıyabilirler. Ama bu siyasi argümanlar,
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde şu veya bu
şekilde genel hatlarıyla aynı özellikleri gösterirler. (Bkz.
Emperyalizmin dayatması olarak "neoliberalizm" başlığı
altında ele
alınan
kısım.)
İşbirlikçi
tekelci burjuvazinin devlet işletmelerini özelleştirmek için
gösterdiği yoğun çaba ve bazı işletmelerin özelleştirilmesi,
bazılarının özelleştiriliyor olması, özelleştirmeyi toplumun
her kesiminin gündemine koydu. Özelleştirme sınıf mücadelesinin
önemli bir sorunu oldu; özelikle genel olarak bütün kamuoyunun,
özel olarak da işçi sınıfının bir sorunu oldu.
Özelleştirmeye
karşı mücadelenin çeşitli yönlerine geçmeden önce
komünistlerin soruna ilkesel yaklaşımını belirtelim.
Komünistler, özelleştirme sorunu karşısında kayıtsız
kalamazlar.
Öncelikle
programatik, ilkesel ve stratejik bakımdan komünistler,
özelleştirmeye karşı mücadeleyi, devrim ve sosyalizm kavgasına
bağlı, bu kavganın bir parçası olarak ele alırlar.
Özelleştirmeye karşı mücadele emperyalist, kapitalist sömürünün
ortadan kaldırılması hedefine bağlıdır/bağlı ele alınmalıdır.
Bu
temel perspektife bağlı olarak özelleştirmeye karşı mücadele,
güncel olarak, özelleştirme saldırısının sonucu yoğunlaşan
emperyalist tekellerin ve yerli tekellerin sömürü ve talanına;
işçi kıyımına, sendikasızlaştırma ve işçi sınıfının,
emekçi yığınların kazanılmış öteki haklarının gasbına
karşı somutlaşmış bir anlayışla yürütülmelidir. Soruna
yaklaşımımız böyledir.
Şimdi
özelleştirmeye karşı mücadelenin çeşitli yönlerine bakalım:
Özelleştirme
ve ona karşı mücadele tek başına bir olgu olarak ele alınamaz.
Özelleştirmeye karşı mücadele son kertede devrim için, mevcut
düzeni yıkmak için, özelleştirme anlayışının maddi temelini
ortadan kaldırmak için mücadeledir.
Diğer
taraftan, özelleştirmeye hayır demenin anlamı burjuvaziye
"özelleştirme de ne yaparsan yap, ekonomide devlet sömürüsü
devam etsin, tercihimiz özel sektör değil, devlet sektörüdür"
mesajı vermek değildir. Sorunu böyle koymakla onun; özelleştirmeye
karşı mücadelenin sadece özünü ifade etmiş oluruz. Ama bizi
kimse anlamaz. O halde, özelleştirmeye karşı mücadeleyi, sınıf
mücadelesinin bir çıkış noktası yapabilmek için onu çeşitli
yönleriyle ele almamız gerekmektedir.
–
Özelleştirmeye karşı olmak, devlet sektörüyle özel sektör
arasında bir tercih sorunu olarak görülemez:
Komünistler
mevcut sistemin şu veya bu yönünün düzeltilmesi için mücadele
etmiyorlar. Bu anlamda özel mülkiyet mi, yoksa devlet mülkiyeti mi
ikilemiyle karşı karşıya kalmak ve her ikisi arasında bir tercih
yapmak zorunda kalmak yanlış sorulmuş soruya veya sorunun yanlış
konuluşuna cevap aramak demektir.
Her
şeyden önce iki kapitalist mülkiyet ve sömürü biçimlerinden
birisinin savunucusu olmak komünistlerin işi değildir. Burjuvazi,
özelleştirmenin, belirttiğimiz nedenlerden dolayı
gerekliliğinden/zorunluluğundan hareket ediyor. İşte komünistler,
özelleştirmeye karşı mücadele ederlerken söz konusu iki
mülkiyet ve sömürü biçiminden birini tercihle karşı karşıya
olmadıkları için acaba özelleştirmeye karşı olursak, devletçi
mi oluyoruz diye kendilerine sormadan, burjuvazinin özelleştirmeyi
neden gerekli/zorunlu gördüğünü ve bu gerekliliğin/zorunluluğun
ne anlama geldiğini ve yığınlar için hangi sonuçları
doğuracağını ele almaları gerekir.
Burjuvazinin
neden özelleştirme yaptığı açıldığında karşımıza
hayatın hemen hemen bütün alanlarında mücadele perspektifleri
çıkmaktadır. Bizim için önemli olan, ele alınması gereken
noktalar da bunlardır.
–Özelleştirmeye
karşı mücadele antiemperyalist mücadelenin bir parçası olarak
görülmelidir.
Yukarıda
emperyalizmin, yabancı sermayenin dayattığı "neoliberalizm"den
bahsettik. Bağımlı, yeni sömürge ülkelerin dünya
ekonomisindeki konumları aynı olmasa da, emperyalist dayatma şu
veya bu şekilde aynı içeriklidir.
Soruna
hangi boyuttan bakarsak bakalım emperyalist sermayenin bağımlı,
yeni sömürge ülkelerinde özel sermayeyi/sektörü kontrol ettiği
gibi devlet işletmelerini de kontrol etmesi söz konusu değildir.
Emperyalist sermaye doğrudan kendi kontrolünde olmayan bu alanların
da kendi kontrolüne girmesini sağlamak için bu ülkeleri, yapısal
uyum sağlama kredileriyle, IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve başka
emperyalist kuruluşların çok kapsamlı faaliyetiyle reform yapar
bir kıvam getiriyor ve bağımlı, yeni sömürge ülke
ekonomilerinin bu alanlarını da doğrudan ele geçiriyor.
Böylelikle emperyalist sermaye birçok bağımlı, yeni sömürge
ülkelerde devlet mülkiyetinde olan önemli maden işletmelerini,
sanayi kuruluşlarını, tarım işletmelerini vs. ele geçirme
olanağına kavuşmuş oluyor.
Emperyalist
sermaye, bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri, "ulusal
zenginliklerini sat ve borcunu öde" diye zorluyor. Böylelikle
bu ülkeler ulusal zenginliklerini uluslararası mali pazarlarda
(borsalarda) pazarlıyorlar, en çok verene satıyorlar. Bunun adı,
ulusal zenginliğin resmen ve düpedüz açık artırmayla
satılmasıdır.
Yabancı
tekeller bu zenginliklere, borç silme karşılığında verdikleri
sermaye ile ortak oluyorlar veya satın alıyorlar. Böylelikle, yeni
sömürge ülkelerdeki bir çok fabrika, tarım işletmeleri,
hammadde kaynakları maden ocakları çok uluslu tekellerin; yabancı
sermayenin eline geçmiş
oluyor.
Emperyalist
sermaye, yeni sömürge ülkeleri, mevcut ulusal iç pazarları da
çok uluslu tekellere açmaları için zorluyor. Bunun için bu
ülkeleri, ulusal üreticiyi koruyan yasaları ve sübvansiyonları
kaldırmaya zorluyor. Böylelikle yerli üretimin kitlesel üretim
karşısında rekabet gücü kırılıyor.
Ve
emperyalist sermaye, bu ülkelerde, satın aldığı (özelleştirme!)
veya ortak olduğu işletmeler vasıtasıyla da iç pazara daha güçlü
hakim olmaya çalışıyor.
Bütün
bu ve benzeri noktalar, antiemperyalist mücadelenin birer alanıdır.
Şüphesiz özelleştirme olmaksızın da bu türden bağımlılıklar
söz konusu. Ama son yıllarda emperyalistler arası çelişkilerin
varmış olduğu boyutlar, dünya pazarının fiziki olarak
genişlemesine rağmen, göreceli daralması; yani rekabetin
keskinleşmesi, yeni ittifakların gündeme gelmesi emperyalistlerin,
bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri daha yoğun bir kıskaca
almasını da beraberinde getirdi. Bu kıskaç bugün "neo
liberal" politika adı altında sürdürülüyor. Bu politikanın
belirleyici özelliği de özelleştirmedir.
Emperyalizmle,
yabancı sermayeyle bağı kurulmadan özelleştirmeye karşı
mücadele edilemez. Bugün açısından özelleştirme, Türkiye'de
en geniş yığınları antiemperyalist aydınlatmada, bu anlamda
burjuvaziyi teşhir etmekte en önemli çıkış noktalarından
birisidir. Burada çok objektif, güçlü bir siyasi bakış açısının
varlığı gözardı edilemez.
–Özelleştirmeye
karşı mücadele işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin
"emperyalist" hırsına karşı mücadele olarak da
görülmelidir.
Sosyal
emperyalist blokun dağılmasından sonra dünya coğrafyası siyasi,
ekonomik ve askeri olarak çok önemli değişimlere uğradı.
Kapitalist-emperyalist dünya pazarı kapitalist ve revizyonist
pazarlar olarak ikiye bölünmüşlükten çıktı ve 1917 Ekim
Devrimi'nden önce olduğu gibi yeniden klasik kapitalist biçimde
bütünlüklü halini aldı. Askeri blok olarak Varşova Paktı
dağıldı. NATO önemsizleşti. Balkanlar ve "doğu bloku"
ülkeleri yeniden paylaşım kavgasının en önemli alanlarından
biri haline geldiler. 1989/1990'dan beri söz konusu olan bu
gelişmeler hem Türkiye'yi
ön
plana çıkardı ve hem de Türk burjuvazisinin iştahını kabarttı.
Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği
(ABD'nin konumunu korumaya, mevzilerini yenilemeye ve geliştirmeye
çalışması, Almanya'nın dünyayı yeniden paylaşma talebini
yükseltiyor olması vs.) bu süreçte Türkiye, stratejik konumu
açısından emperyalist ülkelerin dönem dönem "tavlamaya",
"dövmeye" başladıkları bir ülke oldu.
Türk
burjuvazisi bunu görüyor. Türk burjuvazisi kendi ekonomik gücünü
ve imkanlarını da görüyor. Emperyalist ülkeler, Türkiye'nin
bölgesel potansiyel bir güç olduğunu, şimdiden bölgesel bir güç
olduğunu, Türk burjuvazinin rızası olmaksızın bölgede, onun
çıkarlarını zedeleyen bir girişimin pek başarılı
olamayacağını da görüyorlar.
Türk
burjuvazisi, tarihi ilişkilerini de canlandırarak Balkanlar'da,
Kafkasya'da, Orta Asya'da kendine yeni ufukların açıldığını
görüyor ve bu alanlardaki fırsatları değerlendiriyor.
Balkanlar'da Ortadoğu'da Kafkasya'da ve Orta Asya'da adı konmamış
bir rekabetin sürdürüldüğünü hiç kimse
inkar
edemez. Bu rekabetin bir ucunda Türkiye ve ABD yer alıyor. Diğer
ucunda Rusya'yı, Almanya'yı, Fransa'yı Hollanda'yı vs. görüyoruz.
Emperyalist
ülkelerin dönem dönem Türkiye'nin üstüne çullanmaları boşuna
değildir. Türk ordusunun Güney Küdistan'ı işgaline Almanya,
Fransa, Hollanda, Kürtleri çok sevdikleri için karşı çıkmadılar.
Türk
burjuvazisinin telaffuz ettiği "Adriyatik'ten Çin Seddi"ne
anlayışı bugün espri konusu olabilir. Ama bu anlayışta
ciddiyetin payı da görülmelidir. Yani Türk burjuvazisi yayılma
peşinde, pazar peşinde, bu onun "emperyalist" yayılma
hırsını gösterir. Bunun için Türk burjuvazisinin sermayeye
ihtiyacı vardır, büyümek zorundadır. O, özelleştirme ile bir
takım imkanlara kavuşacağına inanıyor ve bu imkanları yayılmacı
emelleri için kullanacaktır.
Özelleştirmenin
ve ona karşı mücadelenin bu yönü dikkate alınmalı ve siyasi
olarak işlenmelidir. Aksi taktirde burjuvazinin büyüme/yayılma
hırsını açıklamakta güçlük çekeriz.
–Özelleştirmeye
karşı mücadele düzene karşı mücadeleyle birleştirilmelidir.
Özelleştirme
ve ona karşı mücadele sadece işçi sınıfını ilgilendiren bir
sorun değildir. Özelleştirme, objektif ve güçlü olarak içerdiği
siyasi argümanlardan dolayı bütün ulusu ilgilendiren bir sorundur
(yerli işbirlikçi büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri
kozmopolit yapılarından dolayı dar anlamda ulusun Türk ve Kürt
ulusunun birer parçası değildirler.)
Özelleştirmede
kent küçük burjuvazisi, küçük ve orta köylülüğün yanı
sıra orta burjuvazi ve kırsal alandaki orta burjuvazi de (zengin
köylülük) zarar görürler. Sübvansiyonların kaldırılması, iç
pazarın tamamen korunmasız hale getirilmesi vb. bu kesimlerin
pazardan dışlanmaları anlamına
gelmektedir.
Kapsamlı bir özelleştirmenin gerçekleşmesi koşullarında kent
ve kır orta burjuvazisinin iktisadi bakımdan zayıf ve kıyıma
uğrayan kesimleri geçici koşullara bağlı, kısmi ilerici politik
tutumlar alabilirler. Bu durumda ilerici politik tutumlar alan
kesimlerle geçici, taktik güç birlikleri gündeme gelebilir. Ancak
hatırlatmak gerekir ki, Türkiye'de kent ve kır orta burjuvazisine
karşı stratejik politikamız, bu sınıfı yalıtma, tecrit etme,
etkisizleştirme politikasıdır.
Ayrıca
özelleştirme, ulusal değerlere/zenginliklere sahip çıkmayı
doğru bulan küçük burjuva-aydın kesimini de ilgilendirir.
Görüyoruz
ki, özelleştirme, bir bütün olarak başta işçi sınıfı ve
emekçi kesimleri olmak üzere bütün kesimleri doğrudan
ilgilendirmektedir. Bu demektir ki, bütün emekçi sınıf ve
tabakalar özelleştirmenin içinde taşıdığı antiemperyalist,
demokratik ve devrimci içerikli argümanları ışığında
düzene
karşı mücadeleye seferber edilebilirler. Demek oluyor ki
özelleştirmeye karşı mücadele, son kertede düzene karşı bir
mücadeledir; antiemperyalist, demokratik devrimin bir sorunudur.
Tabii ki, geniş yağınlar bunu, böyle görmüyorlar. Bizim
görevimiz, devrim ve sosyalizm hedefine bağlanmış bir siyasi
aydınlatmayla özelleştirmeye karşı mücadeleyi düzene karşı
mücadeleye; emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine, faşist
diktatörlüğe karşı mücadeleye çevirmektir.
Sonuç
itibariyle (sorunun teorik yönü açısından):
Kapitalist
sistemin ekonomik ve siyasi çelişkileri, devletin ekonomiye
doğrudan müdahalesini beraberinde getirdi ve devlet, çok çeşitli
formlarda olan bir takım ekonomik fonksiyonları üstlendi.
Türkiye'de bu süreç Kemalist burjuvazi döneminde başladı ve
Türkiye'de kapitalizm, adeta devlet kapitalizmi olarak kuruldu ve
gelişti. Devletin, ekonomiye müdahale etme formlarından birisi de
doğrudan işletme kurmasıdır. Bu, üretim araçlarına olan devlet
mülkiyeti formunda bir müdahaledir.
Türkiye'de
üretim araçlarına olan devlet mülkiyetinin ekonomide daha baştan
belirleyici olması, ülkede güçlü bir tekelci devlet
kapitalizminin gelişmesine neden oldu. (Bu, emperyalizmde söz
konusu olan tekelci devlet kapitalizmiyle karıştırılmamalıdır.)
Teorik açıdan baktığımızda devlet işletmelerinin kapitalizmde
mülkiyet sorununu gündeme getirdiklerini görüyoruz. Çünkü
devlet işletmeleri, kapitalist devlet mülkiyetinin kapitalist özel
mülkiyetin yerini aldığını gösteriyorlar. Bu süreç,
Türkiye'de daha ilginç gelişmiştir. Çünkü üretim araçlarına
olan özel mülkiyetin ekonomide belirleyici konuma gelmesinden önce
üretim araçlarına olan devlet mülkiyeti ekonomide daha baştan
beri belirleyici bir konumdaydı. Dolayısıyla Türkiye'de
kapitalizm devlet mülkiyeti-özel mülkiyet konusunda geri adım
atmıştır, özel mülkiyetin gelişmesine çıkış noktası
olmuştur. Kapitalizmde devlet mülkiyetinin özel mülkiyetin yerini
alması, özel mülkiyetin sınıfsal ifadesi olan burjuvazinin artık
fonksiyonsuz kaldığını, burjuvasız da kapitalizmin olduğunu ve
bunun, kapitalizmin kendi gelişmesinin bir sonucu olduğunu
göstermektedir. Bu durum, burjuvazinin gereksizliğini, burjuvazinin
tasfiyesi temelinde yeni bir toplumsal sistemin (sosyalizmin)
kurulmasının tamamen olanaklı olduğunun işçi sınıfı ve
yığınlar nezdinde daha rahat görülmesine hizmet etmelidir.
Devlet
işletmeleri kapitalist ekonominin hareketini, aktif olarak
etkiliyorlar. Türkiye'de bu, sürekli böyle olmuştur. Devlet
işletmeleri kapitalist karakterdedir ve dolayısıyla kapitalist
ekonomiyi aktif olarak etkilemeleri bu ekonominin çelişkilerini
çözmüyor, tersine daha karmaşıklaştırıyor ve derinleştiriyor.
Devlet işletmeleri veya devlet tekelciliği, bir taraftan sermayenin
iktidarını güçlü kılıyorlar, ama diğer taraftan da, yukarıda
bir yerde belirttiğimiz gibi, sosyalizmin maddi ön koşullarını
hazırlıyorlar. Paradoks gibi gözüken bu gelişme kapitalizmde
mülkiyetin gelişmesinin
bir
iç diyalektiğidir: Devlet mülkiyeti-özel mülkiyet!
Kapitalizmin
objektif yasaları bir taraftan üretim araçlarına olan devlet
mülkiyetinin gelişmesini kaçınılmaz kılarken, diğer taraftan
da burjuvazi, bu sürecin; üretim araçlarına olan devlet
mülkiyetinin gelişmesinin sınırlandırılmasını ve de
geriletilmesini (özelleştirme) istiyor.
Birçok
işletmenin veya hemen hemen bütün işletmelerin yüzde yüz
özelleştirilmesi söz konusu olmadığı için, özelleştirme, bir
nevi ortaklık işletmelerinin doğmasına neden olmaktadır:
Devletin, yerli ve yabancı tekellerin ortak oldukları işletmeler.
Bu işletmelerde özel sermaye/tekeller, devletin ekonomik
gücünü/olanaklarını kullanarak güçleniyor. Özelleştirme ile
hükümetin devlet işletmelerini bir kısım hisse senediyle
işçilere veya genel olarak küçük sermaye sahiplerine satması,
halkta mülkiyetin tabana yayılması duygusunu, "halk
kapitalizmi" anlayışını geliştiriyor ve böylelikle bu etki
altında kalan kesimler, özelleştirmeye karşı mücadeleden
uzaklaşmış oluyorlar.
Devlet
mülkiyetinin iç çelişkisi kendisini, mülkiyetin devletsel formu
ve kapitalist içeriği olarak açığa vuruyor. Mülkiyetin
devletsel formu ile kapitalist içeriği arasındaki bu çelişkinin
diğer ifadesi birbirini etkileyen iki eğilimdir: Bir taraftan
devletleştirme, diğer taraftan da özelleştirme! Burjuvazi, ne
gerçekten tutarlı/kararlı bir şekilde özelleştirebilmekte ne de
tutarlı/kararlı bir şekilde devletleştirebilmekte. O, bu iki
eğilim arasında gidip gelmekte. Bu durum burjuvazi için içinden
hiçbir zaman çıkamayacağı bir circulus vitiosus'tan (kısır
döngü). Ancak işçi sınıfı, bu iki eğilim arasında
gidiş-gelişe son verecek, söz konusu circulus vitiosus'u
parçalayarak toplumsal gelişmeyi antiemperyalist demokratik devrim
üzerinden sosyalizme götürecek güçtedir.
Adı
üstünde! Bu, bir devrim meselesidir.
O
halde:
–Özelleştirmeye
karşı mücadele, devlet sektörüyle özel sektör arasında bir
tercih sorunu olarak görülmemelidir.
–Özelleştirmeye
karşı mücadele antiemperyalist mücadelenin bir parçası olarak;
işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin "emperyalist"
hırsına karşı sendikasızlaştırmaya karşı bir mücadele
olarak görülmelidir ve düzene karşı mücadele ile
birleştirilmelidir.
Özelleştirme
saldırısı faşizm ve sermayenin topyekun saldırısının bir
parçasıdır. Ve bu saldırı dalgası yalnız işçi sınıfını
hedef almıyor. Tüm ezilen, sömürülen milyonlar bu saldırının
hedefi içindedirler. İşçi sınıfı bu bilinçle, kavganın
başına geçmelidir. Ezilen milyonların ve Kürt halkının önderi
olarak sermayenin topyekun saldırısına, özelleştirme dalgasına
karşı topyekun bir saldırıyla yanıt vermelidir. İşte bugün bu
yanıtın adı: GENEL GREV GENEL DİRENİŞTİR!
Proleter Doğrultu,Sayı 2, Ağustos-Eylül 1995.