deneme

1 Eylül 1995 Cuma

Uluslararası sermayenin saldırısı: ÖZELLEŞTİRME


Uluslararası sermayenin saldırısı:
ÖZELLEŞTİRME

Özelleştirme, devlet mülkiyetinde olan üretim araçlarının veya işletmelerin özel kapitalist mülkiyete dönüştürülmesidir. Genellikle modern teknolojiyle donatılmış, ve yüksek kar getiren devlet işletmeleri özelleştirilir. Bu işletmeler ya halktan toplanan vergilerle inşa edilmişlerdir ya da daha önceleri millileştirilmişlerdir. Özelleştirmede esas olan, işletmelerin tekellere çok ucuza satılmalarıdır; peşkeş çekilmeleridir. Böylelikle tekeller, devlet işletmesini satın alırken de emekçilerin sırtından biraz daha zenginleşmiş olurlar. Dünyanın hiçbir yerinde devlet işletmelerinin gerçek fiyatı ödenerek özelleştirildiği görülmemiştir.
1970'li yılların ikinci yarısından bu yana kapitalist dünya ekonomisinde hala devam eden bir özelleştirme furyası sürmektedir. Adeta millileştirme dönemi kapanmış, özelleştirme dönemi başlamıştır. Hemen hemen her şey özelleştiriliyor. Öyle ki, 48 yaşındaki fil bile özelleştirildi; Buenos Aires belediyesinin hayvanat bahçesinde yaşayan Norma adlı fil, sahip değiştirdi. Daha önce kamu kesesinden beslenen Norma, artık özel sektör kasasından besleniyor. Tabii ki Arjantin'de özelleştirme sadece hayvanat bahçesiyle sınırlı kalmadı. Bu ülkede devlet mülkiyetinde olan herşey satıldı/satılıyor. Sadece Arjantinde mi? Hayır. Bütün Latin Amerika, hummalı bir özelleştirme içinde. İşe önce fiili başladı.
Allende döneminde devletleştirilen işletmeler, faşist cunta döneminde ekonomiye yön veren "Chicago-Boys"lar, Miltan Friedman'ın ekolünden olan neoliberaller tarafından yeniden özelleştirildiler. Kükürt madeninden elektrik hizmeti veren Endso'ya ve havayolu şirketi Airline Lanchile'ye varana kadar yaklaşık 500 firma o dönemde satıldı. fiili örneğini Meksika takip etti ve 452 devlet işletmesi satılarak, devlet işletmelerinin sayısını 1152'den 700'e indirdi. Meksika, sadece telefon tekeli Telmex'in satışından yaklaşık 4 milyar dolar aldı. '80'li yılların sonuna doğru hemen hemen bütün Latin Amerika devletleri, özelleştirme listeleri hazırladılar; devlet işletmelerini satışa çıkardılar.

Özelleştirme sadece Latin Amerika'yla da sınırlı kalmadı, '80'li yılların sonundan itibaren bütün dünyada salgın gibi gelişen bir özelleştirme başladı. Amerika kıtasından Avrupa'ya, Asya'dan Afrika'ya, İngiltere'den Sovyetler Birliği'ne, Bangladeş'ten Mısır'a, Tanzanya'dan Mozambik'e
devlet işletmeleri, "bit pazarına düşmüş mal" değeriyle özelleştirilme listelerine alındı.

Avrupa'da özelleştirme dalgası, önce başbakan M. Thatcher dönemi İngiltere'sinde başladı. Bu ülkeyi Hollanda takip etti. Portekiz de özelleştirme yolunu tuttu ve '70'li yıllarda devletleştirilen işletmeleri satışa çıkardı.

Revizyonist blokun yıkılmasıyla da bu bloku oluşturan ülkelerde özelleştirme, tüm yaşamı alt-üst edecek boyutlarda sürdürüldü. Batı Almanya, yuttuğu Demokratik Alman Cumhuriyeti'ni özelleştirme piyasasına sürdü. (Aşağıda özelleştirme örneklerini vereceğiz.)

Neden dünya çapında özelleştirme yapılıyor? Neden '70'li yılların ikinci yarısından beri süreklilik arz eden hummalı bir özelleştirme söz konusu?

Aşağıda ele alacağımız gibi özelleştirmeyle hedeflenen amaç, özelleştirme yapan ülkenin gelişmişlik durumuna göre değişiyor. Gelişmişlikle her nüanstan gelişmişliği anlamıyoruz: Bundan tekelci devlet ülkeleri/emperyalist ülkeleri (gelişmiş ülkeler) ve emperyalizme bağımlı ülkeleri (az veya orta derecede gelişmiş bağımlı, yeni sömürge ülkeler) anlıyoruz. Emperyalist ülkelerde özelleştirme, devleti kendine tabi kılan tekellerin daha da güçlenmelerine hizmet ederken, bağımlı ülkelerde özelleştirme, devlet kasasına para aktarma adı altında devletin elinde biriken ulusal zenginliklerin genellikle yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine yeni bir çıkış noktası oluyor.

Demek oluyor ki, özelleştirme ile güdülen amaç, özelleştirme yapan ülkenin ekonomik gücüne, dünya ekonomisindeki konumuna; gelişmişlik durumuna göre farklı oluyor.

Özelleştirmenin '70'li yılların ikinci yarısından itibaren süreklilik ve yaygınlık kazanması, emperyalist ülkelerde, ekonominin (tekelci devlet kapitalizminin) yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasıyla ve emperyalizme bağımlı ülkelerde de yeni sömürgeci politikaların uygulanma metoduyla açıklanabilir.

Bu, emperyalist ülkelerde, ekonomik sorunların artık keynesçi iktisadi-politik anlayış çerçevesi içinde çözülemeyeceğinden hareketle, neomonetarist iktisadi-politik anlayışa geçiş, emperyalizme bağımlı ülkelerde de bunun neoliberalizm olarak uygulanmaya konması anlamına geliyordu.

Neomonetarizm '30'lu-'40'lı yıllarda ABD'de gelişmeye başlayan sosyal açıdan oldukça gerici bir iktisadi düşünce akımıdır. Bu akımın günümüzdeki temsilcilerinden birisi de M. Friedman'dır. Neomonetarizm, en gelişmiş ifadesini, toplumsal kabulünü, '80'li yılların başında ABD'nin ve enternasyonal mali sermayenin hakim kesimlerinde buldu.

O dönemde tekelci devlet kapitalizminin karşı karşıya kaldığı sorunlardan; –örneğin ekonomik kriz ve beraberinde getirdiği sorunların çözülememesi–, hareket eden M. Freidman, keynesci iktisadi politik anlayışla hesaplaşarak, hangi iktisadi-politik anlayış temelinde hareket edilirse, mevcut sorunların üstesinden gelineceğini formüle eder. M. Friedman'a göre yapılması gereken şuydu; devletin faaliyeti ile ek talep yaratmaya dayanan kapitalist ekonominin yönlendirilmesinin keynesci ilkesi bir hayaldir. Gerçekte bu yolla ek talep yaratılmaz, sadece özel talebin yerine devletsel talep geçirilmiş olur ve özel yatırımlar, devletsel yatırımlardan esas itibariyle daha verimli olduklarından, devletsel yatırımların esas alındığı ekonomilerde, ekonominin genel verimliliği düşer, böylelikle uluslararası planda rekabet gücünü kaybeder, işsizlik azalacağına artar.

M. Friedman'a göre devlet, ekonomik faaliyetten kovulmalıdır; elini çekmelidir ve tekelci sermayenin taleplerini yerine getirmeyi asli görevi olarak görmelidir. (M. Friedman'ın neomonetarizm anlayışı sadece bununla sınırlı değildir. Sorunun para politikasına dayandırılışını ve bunun uygulamadaki sonuçlarını, bu iktisadi-politik anlayışının uygulanmasının sosyal sonuçlarını yani bir bütün olarak neomonetarizmi burada ele almak yazımızın kapsamını ve amacını aşan bir çalışma olur.)

Devletin, keynesci anlayışın aksi olarak, ekonomik faaliyetten Friedmancı dışlanışı 1970'li yıllardan sonraki süreçte tekelci devlet kapitalizminin karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünde bir çıkış yolu olarak algılandı. Friedman, hangi tekelci devlet tedbirleri alınırsa, bütçe açıklarının kapatılabileceği, ekonomik krizin atlatılabileceği, yatırım kaynaklarının bulunabileceği ve nihayet uluslararası planda rekabet gücüne kavuşulabileceği konularında enternasyonal alanda mali sermayeye akıl hocalığı yaptı. Friedmancı iktisadi-politik anlayış, Reagan döneminde ABD'de ve
Thatcher döneminde de İngiltere'de uygulandı.

Bu iktisadi-politik anlayış emperyalist ülkeler dışında da; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde de uygulandı. İlk denemesi Şili'de faşist cuntayla başlatılan bu neomonetarizm, neoliberalizm olarak tanımlandı ve bugün de emperyalist yeni sömürgeci iktisadi politik anlayışın en yaygın uygulanış formu olarak emperyalizm tarafından bağımlı, yeni sömürge ülkelere dikte edilmektedir. Bu uygulamada esas olan, bağımlı ülkelerin emperyalist ülkelere olan borçlarının ödenmesi, hala ulusallık özelliği taşıyan ekonomi alanlarının, kaynaklarının emperyalist sermayeye
açılması, bu türden ülkelerin bir bütün olarak tamamen emperyalist ekonomiye entegre edilmeleri; çok uluslu tekellerin çıkarlarına tabi kılınmalarıdır. İşte özelleştirme böyle bir iktisadi-politik anlayışın neoliberalizmin günümüzdeki en belirgin özelliği oluyor.

Demek oluyor ki; '70'li yılların ikinci yarısından günümüze kadar süreklilik arz ederek devam eden dünya çapındaki özelleştirme hareketinin teorik; iktisadi-teorik temeli, tekelci devlet kapitalizminin '70'li yıllardan sonra karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm arayışında yatıyor.

Belirtmek gerekir ki, Friedmancılık '80'li yılların ikinci yarısından itibaren iktasadi-politik anlayış olarak; burjuva iktisat teorisi olarak önemini kaybetmeye başlamıştır. Hiçbir emperyalist ülkede bugün neomonetarist iktisadi-politika esas alınmamaktadır. Ama neomonetarist anlayışın birçok yönü hala uygulanıyor. Uygulanıyor çünkü bunlar, tekellerin çıkarlarına tekabül eden tekelci devlet tedbirlerinin içeriğini oluşturuyorlar.

Yeni sömürge, emperyalizme bağımlı ülkelerde de, bir zamanlar Şili'de uygulandığı şekliyle neomonetarist iktisadi-politikalardan bahseden yok. Bu anlayışın adı değişti; neoliberalizm, bu ülkelerin ekonomik krizden, çıkmazdan çıkışlarının yolu oldu! Şimdiki sloganı şöyle formüle edebiliriz; 'Kahrolsun ekonomik güçlerin özgür gelişmesini engelleyen devlet sektörü, devletin ekonomiye müdahalesi!', 'Yaşasın serbest rekabet, ekonomik güçlerin özgür gelişmesi!'

Bir noktayı daha açmakta yarar var; revizyonist blokun çökmesinden sonra, bu bloku oluşturan ülkelerde görülen özelleştirmenin çıkış noktası tamamen değişiktir. Bu ülkelerde esas olan (Batı Almanya'yla birleştiğinden dolayı Doğu Almanya örneğini dışlıyoruz), bürokratik kapitalizmin ve o temelde bir sınıfın ve sömürünün oluşmasına neden olan özünde burjuva mülkiyeti ifade eden devlet mülkiyetinin klasik burjuva mülkiyete dönüştürülmesidir. Böylelikle bu ülkelerde klasik burjuva (kapitalist) mülkiyetin ve sınıflaşmanın yolu açılmış oluyordu. Ama bu ülkelerdeki özelleştirme de son kertede halkın malının tekellere peşkeş çekilmesi, özelleştirme adı altında ülke zenginliklerinin talan edilmesi ve emperyalizme bağımlılık anlamına gelmektedir.

1- Tekelci devlet kapitalizminde (emperyalist ülkelerde) özelleştirme

Emperyalist ülkelerden özelleştirmeye en erken başlayan ve radikal bir şekilde sürdüren İngiltere'dir. Thatcher döneminde başlatılan özelleştirme, hala devam eden 15 yıldan beri- bir program çerçevesinde ele alınmıştır. Şimdiye kadar, telefon, gaz, elektrik, su vb. gibi ülkenin en önemli kamu kuruluşları özelleştirilmiştir. Özelleştirme vasıtasıyla devletin kasasına giren para, borçların azaltılmasında ve İngiliz tekellerinin enternasyonal alanda rekabet güçlerinin artırılmasında kullanılmıştır. Özelleştirme, aynı zamanda en modern teknolojinin kullanılmasını –rekabet nedeniyle– gerekli kıldığı için ileri seviyede otomasyonu ve rasyonelleştirmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Yani işçiler sokağa atılmıştır.

İngiliz tekelci burjuvazisi özelleştirmeyle İngiliz ekonomisinin hiçbir sorununu çözememiştir. İngiltere'de özelleştirme devletin daha yoğun bir şekilde tekellerin güdümüne girmesini, tekellerin avukatlığını yapmasını beraberinde getirmiş; kolektif kapitalist şirketler özel tekellere peşkeş çekilmiş ve bunun sonucu olarak da özelleştirmeyle bir taraftan tekellerin rekabet gücü artarken, işçiler işten çıkarılmıştır.

Çeşitli emperyalist ülkelerde özelleştirmenin niçin ve nasıl yapıldığını telefon şirketlerinin özelleştirilmesinde örnek olarak gösterebiliriz.

İngiliz hükümeti '80'li yılların başında devlet kuruluşu olan "post office"in telefon alanındaki tekeline son verir. Aynı zamanda özel firma olan "Mercury" kendi telefon ağını kurmak için lisans alır. 1984 yılında İngiliz hükümeti, attığı ilk adımın devamı ve mantıki sonucu olan ikinci adım atar; "post office"den ayrılan tekel konumu kaldırılan "British Telecom" özelleştirilir. Önce 10,5 milyar mark değerinde olan hisse senetleri (toplam hisse senetlerinin %51'i) borsaya aktarılır. Satılması
söz konusu olan %22 oranındaki kısmını ise İngiliz maliyesine yaklaşık 13 milyar mark getireceği hesap ediliyordu.

Japonya, İngiliz örneğini uygular. 1985'te uygulamaya konan posta reformuyla kamu kuruluşu olan NTT'nin tekelci konumunu kaldırır ve bu dev tekeli, anonim şirkete dönüştürür. Şimdi Japonya'da 70'den fazla yerel ve ulusal çapta üç firma telefon alanında birbirleriyle rekabet içindeler.

AT ve T firması ABD'de telekomünikasyon alanında 1913'den beri tekelci konumdadır. 84 milyon müşterisi olan bu dev tekelin yaklaşık bir milyon çalışanı ve 300 milyar dolara varan bir kıymeti var. Bu dev tekelin özelleştirme süreci 1974'te başlar. Ama bu firmanın sahip olduğu tekelci konumun kaldırılması ancak 1984'te gerçekleşir ve mahkeme kararıyla tamamen parçalanır. AT ve T'den yedi bağımsız firma doğar. Bu firmalar toplam 22 yerel telefon şirketini kontrol ederler. Bu firmaların en büyüğü de Bell South'dur. AT ve T'nin ise sadece uzak mesafe telefon alanında faaliyet sürdürmesine müsaade edilir. Ama aynı zamanda bu alandaki tekel de kaldırılır. Böylelikle AT ve T, 600'den fazla firmayla rekabet etmek zorunda kalır. MCI ve US Sprint bu firmaların en büyüklerindendir.

Alman Telekom'u da özelleştiriliyor. 1993 yılının başında borcu 90 milyar marka varan Telekom'un 1992'deki yatırımı 30 milyar marktı. Sadece eski Doğu Almanya topraklarında telefon ağının yapımı için 1997'ye kadar harcanacak miktar, 60 milyar marka varıyor. Ama bütün bu harcamalar Telekom'un rekabet gücünü artırmıyor. Telekom'un rekabet gücünün artırılması için sermayeye ihtiyaç var. Tekelin yeniden inşa edilmesi ve hizmet veren firmalara dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun için Telekom, anonim şirketine dönüştürülecek ve 1996'dan itibaren hisse senetleri satışa çıkarılacak. Bu dev tekelin en fazla %49'unun özelleştirilmesi söz konusu.

Kominikasyon sektöründe en karlı alan olan telefon hizmetinin öncelikle özelleştirilmesi tesadüfi değildir. Bu alan en çabuk ve en fazla kar getiren alandır. Bu nedenledir ki bu alanda, enternasyonal
tekellerin rekabeti büyük boyutlardadır. Aşağıdaki veriler, rekabetin boyutlarını da açıklıyor. (Tablo I)


AB komisyonu sadece Avrupa'daki bu sektörün cirosunun '90'lı yılların sonunda 250 milyar marka, GSMH'daki payının da %3'ten %7'ye çıkacağını hesap ediyor. Demek oluyor ki, telekomünikasyon sektörü, dev tekellerin çok önemli bir rekabet alanı. Bu alandaki tekellerin bu pazardaki paylarını artırmalarının yegane yolu; her zaman en modern teknolojiyle donatılmış olmak; daha fazla otomasyon daha fazla rasyonelleştirme, yani çalışanların sayısını azaltmak; sermaye birikimini sağlamak ve uluslararası planda rekabet gücünü artırmak.

Fransa'da Telecom hala kamu mülkiyetinde. Diğer ülkelerde, belirttiğimiz gibi özelleştirilmiş veya özelleştirilme sürecinde. Her halükarda bu ülkelerdeki özelleştirme tecrübeleri hep aynı sonuçlara varmıştır.
- en karlı sektörün, tekellere peşkeş çekilmesi,
- kuruluşun borcunun devlet tarafından üstlenilmesi,
- işçilerin sokağa atılması,

İkinci bir örnek olarak demiryolu özelleştirmesini gösterebiliriz. Devlet malı olan "Japon ulusal demiryolu" 1987-1991 döneminde özelleştirilerek, bölgesel faaliyet gösteren şirketlere dönüştürülür ve özelleştirmeden doğan yaklaşık 325 milyar mark tutarındaki masrafı devlet üstlenir. Bu, yıllık olarak 19 milyar marka varan faiz ve borç ödemesinin Japon emekçilerinin sırtına yıkılması anlamına gelmektedir.

Özel şirket "Japon-Railway-East", fiyatları bir misli artırarak tatlı kar yapar. Devlet, özel şirketleri, süper bir trenin geliştirilmesi için 100 milyar mark ile sübvanse eder, yani devlet, demiryolu satışından aldığı miktar kadar bir meblağı, sübvansiyon olarak yeniden özel şirketlere vermiş olur. Özel şirketler, demiryolu sektöründe en azından 110 bin işçiyi sokağa atarlar.

Alman demiryolu da Japonya'dakine benzer bir şekilde özelleştiriliyor. Demiryolu reformuyla, Alman demiryolu en geç 1996/1997'de özelleştirilmiş olacak, mevcut borçları devlet üstlenecek, 400 bin işçinin 150 bin kadarı sokağa atılacak.

Almanya'da demiryolu reformunun başını çekenler Daimler-Benz ve Deutsche Bank gibi dev tekellerdir. Reforma göre üçe bölünen demiryolu tekelinin, zarar yapan, masraflı bölümleri devlete kalacak, kar gerçekleştiren kısmı satışa çıkartılacak ve bu hisseler 1996/'97'de borsaya çıktığında alıcılar da yukarıda belirttiğimiz tekeller olacak. Böyle bir özelleştirme, önümüzdeki 8-10 sene içinde Alman emekçilerine 326 milyar marka mal olacaktır.

Burada da aynı metodu, aynı sonuçları görüyoruz.
- Devlet, özelleştirilen kamu şirketinin borçlarını üstleniyor.
- En karlı bölümler özelleştiriliyor.
- Devlet, özelleştirdiği şirketleri sübvanse etmeye devam ediyor.
- Özelleştirilen kuruluşlarda işçiler
sokağa atılıyor.
Almanya'da kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi hummalı bir şekilde devam ediyor. Satılması mümkün olan her şey satışa çıkarılıyor; demiryolu, posta, Posta Bankası, belediye temizlik işleri, belediye su şirketleri vs.

Özelleştirmeler sonunda yüz binlerce işyerinin yok edileceği hesaplanıyor. Sadece posta ve demiryolunun özelleştirilmesiyle önümüzdeki yıllarda 200 bin işçi sokağa atılacak.

Biraz da dünya tarihinde eşi emsali görülmemiş bir özelleştirmeden; bütün olarak bir devletin özelleştirilmesinden; tekellere peşkeş çekilmesinden ve bunun sonuçlarından bahsedelim;

Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin satılışı:
“Şimdi demokrasi" grubunun önerisi üzerine 26 fiubat 1990'da "Treuhandanstalt" (yediemin kurumu) kurulur. Böyle bir kurumun kurulmasındaki amaç, Doğu Alman "emekçilerinin ulusal zenginlikteki payının" teminat altına alınmasıdır.

Bu kuruma yaklaşık 8 bin devlet işletmesinin mülkiyet hakkı devredilir. Bu işletmelerde çalışanların sayısı da 6 milyondur. Bu 8 bin işletme, ekonominin sanayi, ticaret ve taşımacılık alanlarında faaldirler. Tarım, su işleri, belediye ulaşım, demiryolu ve posta bu kuruma devredilmezler.

"Emekçilerin ulusal zenginlikteki payını" teminat altına almak, emekçilerin gözünü boyamak, adalet havariliği yapmak için kullanılan bir demagojidir. Çünkü esas olanı, "emekçilerin ulusal zenginlikteki payını" teminat altına alma adı altında, Batı Almanya ile "birleşen" Doğu Almanya'nın zenginliklerinin Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda paylaşımıdır. Yani bu kurum, Doğu Almanya'nın pazarlayıcısıdır. Pazarlamanın, yani doğu Almanya'nın zenginliklerinin Alman tekelleri arasında paylaşımının sağlanması için esas alınması gereken noktalar şöyle tespit ediliyordu:
– Hangi Alman tekellerinin en karlı işletmeleri ele geçirecekleri tespit edilmelidir. Yabancı tekeller bu alanlardan dışlanmalıdır. Bu anlayış, söz konusu kuruma işlerlik kazandıran yasada "amaca uygunluk noktalarına göre … düzenleme" formülasyonuyla ifade ediliyor/gizleniyor.
– Hangi işletmelerin iflas edecekleri, yani ettirileceği.
– Hangi işletmelerin devlet mülkiyetinde kalacağı ve,
– Hangi işletmelerin devlet tarafından rasyonelleştirileceği tespit edilmelidir.

Treuhandanstalt'ın Yönetim Kurulu ve İdare Meclisi, Batı Alman tekellerinin temsilcilerinin elindedir. Böylelikle devlet olarak da Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin pazarlanmasında Alman tekellerinin belirleyici oluşları hukuki açıdan da gerçekleşir ve dünya ekonomi tarihinde şimdiye kadar eşine rastlanmamış çapta pazarlama başlar.
Satışa çıkartılan firmalara değerlerinin altında fiyat biçilir (firmayı almak isteyen tekelin temsilcisi firmayı satan kurumda olursa, başka türlü de olamaz) ve tekellere devri kolaylaştırılır. Satışın başladığı dönemde bu işletmelerin borçları 240 milyar mark olarak hesaplanır ve devletin sırtına yıkılır. Devlet, çevre kirliliğinin, sanayinin yarattığı kirliliğin de masraflarını üstlenmelidir (yaklaşık 400 milyar mark.)

Firmaların, yaklaşık üçte birisi yok edilmelidir ve burada doğacak masraflar halkın sırtına yıkılmalıdır.

Treuhandanstalt'ın elinde olan zenginliğin tam miktarı bilinmiyor, ama 1.5 trilyon (1500 milyar) mark olduğu tahmin ediliyor.

Satışlar beklenilen hızda yapılamaz. Örneğin nisan 1991'e kadar ancak her sekiz işletmeden birisi satılır. 333 işletme kapatılır ve buralarda çalışan 87 bin işçi sokağa atılır. Zamanla özelleştirmenin, işletmelerin devlet tarafından reorganize edilmelerinden, rekabet edebilir duruma getirilmelerinden geçtiği ve birçok firmanın daha bir dönem devlet mülkiyetinde kalacağı anlaşılır.

Birçok firmanın önce devlet mülkiyetinde kalması ve en fazla kar getirecek durumuna getirilmesinden sonra özel mülkiyete devredilmesi, yani özelleştirilmesi Alman tekellerinin başlı başına bir politikasıdır; böylelikle hiçbir zahmete katlanmaksızın en modern, rekabet gücü olan devlet işletmeleri özel mülkiyete peşkeş çekilmiş olacak.

Alman tekelleri bu politikalarını daha ileri boyutlara götürdüler. Dünya çapındaki rekabette başarılı olmanın yegane yolu, üretim sürecini mikro elektronik ve otomasyonla donatmaktır. Bu ise, korkunç boyutlara varan sermaye kıyımı demektir. Örneğin bütün fabrikanın binasıyla, makinalarıyla yok edilmesi; arsa üzerine yeni bir işletmenin kurulması! Batı Alman tekeller tam da böyle hareket ettiler ve Doğu Alman işletmelerini bilinçli bir şekilde krize sürüklediler. Otomobil, tekstil, gemi, çelik, kimya sektörlerinin durumu bu politikanın uygulanmasına örnektir. Batı Alman tekelleri "çürümüş plan ekonomisinin reorganizasyonu" adı altında Doğu Alman işletmelerini yok edip, en modern teknolojiyle donatılmış işletmeler kurdular. Bu işletmelerin finansmanının %50'sini devlet karşıladı. Örneğin sadece bu yolla VW 1.3 milyar marktan fazla bir miktarı kasasına indirdi.

Bu ve benzeri politikaların, bir bütün olarak Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin Batı Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda özelleştirilmesi sonucunda, Doğu Almanya'da sayısı 9.8 milyon olan çalışabilir nüfusun %30 ila %50'sinin, yani 4 milyonunun işsiz kalacağı tahmin ediliyordu 1991'in ortalarında.

Alman tekelleri amaçlarına ulaştılar. Örneğin, 1991 verilerine göre Doğu Almanya'da makine yapımı ve çelik üretimi, ciro olarak %10.9 oranında; kimya, yapay maddeler %29.6; ağaç, kağıt, oyuncak sektöründe %38.5; elektroteknik sektöründe %55.1 ve tekstil, deri sektöründe ise %72.9 oranında düştü.

Ağustos 1992 verilerine göre "yediemin kurumu"nun elinde olan 800 işletmeden yaklaşık 4200'ü satılmış veya yok edilmiştir. Yani geriye satılması gereken 3800 kadar işletme kalmıştır. 1993'ün başına kadar bu işletmelerin 800 kadarı ya satılır, ya da yok edilir ve geriye 3 bin işletme kalır, Alman hükümeti bu 3000 kadar firmanın %70'nin, yani 2100 kadarının reorganize edilecek durumda olduğunu tespit eder!

Bu işletmeleri, Alman devleti küçük parçalara bölmeyi, her bir parçayı kendi başına bir devlet holdingi yapmayı doğru bulur. Çünkü 2-3 senelik tecrübe, özelleştirmeyi sadece "yediemin kurumu"na bırakmanın doğru olmadığını göstermiş ve devlet, devlet holdinglerini, modernleştirerek, onlara rekabet gücü kazandırarak, tekelleştirerek özelleştirebileceği anlayışına varmış. Yani devlet milyarlar harcayarak en modern teknolojiyle donatılmış işletmeleri, özelleştirme adı altında tekellere peşkeş çekecek. Tabii, devlet tamamen çekilmiyor, kendi payını %50'nin altında tutuyor.

Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin Alman tekellerinin çıkarları doğrultusunda özelleştirilmesinin sonucu olarak, Doğu Alman sanayisinde çalışan toplam 3.6 milyon işçiden, 1993'ün başında sadece 750 bini geriye kalmıştı, çalışıyordu, Yani 3.6 milyon sanayi işçisinin 2 850 000'i; %80'ni sokağa atılmıştı.
Doğu Almanya'nın özelleştirilmesinde de aynı sonuçlara varılıyordu:
* Devlet özelleştirilen kamu işletmelerinin borçlarını üstleniyor.
* En çok kar getiren işletmeler hemen devrediliyor.
* Devlet, elinde kalanı işletmeleri, rekabet edebilecek hale getiriyor (modernleştiriyor) ve sonra özelleştiriyor.
* Özelleştirilen veya yok edilen işletmelerdeki işçiler sokağa atılıyorlar.

2- Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde özelleştirme

Meksika hükümeti, radikal bir neoliberal ekonomi politika uyguladı. Ülkenin borcu, devlet işletmelerinin özelleştirme adı altında enternasyonal tekellere satılmasıyla birazcık azaltıldı. Ama değişen bir şey olmadı. Meksika yeniden borçlanmak zorunda kaldı. Ekonomi düzelmedi, durumu daha da kötüleşti. Asgari ücretin alım gücü '80'li yıllarda %50 gerilemişti. 1994'te %30 oranında bir gerileme daha oldu. Ekonomik kriz ve de özelleştirmenin sonucu olarak işsizlik büyük boyutlarda arttı.

Dünya Bankası ve IMF'nin "yardım"ıyla Bangladeş ekonomisi çığırından çıkarıldı. Ekonominin yeniden düzeltilmesi için Dünya Bankası ve IMF, bu ülkeye kredi verdi ve Bangladeş'in dış borçları ülke içi GSMH'nin %40'ına ulaştı. Şimdi IMF ve Dünya Bankası, borçların geri ödenmesini talep ediyorlar. Plan şöyle; özelleştirme ilerletilmelidir, tarım sektörüne verilen sübvansiyonlar kesilmelidir, oldukça liberal bir dış ticaret politikası izlenmelidir. Bunun Türkçesi şöyle; devletin
mülkiyetinde olan işletmeler enternasyonal tekellere özelleştirme adı altında satılmalıdır, tarım sektörüne yapılan sübvansiyon kesilerek, ülkenin tarımsal alanda da dışa bağımlılığı sağlanmalıdır, gümrükler indirilmeli ve böylece yerli sanayi yıkılarak, yabancı mallar pazara tamamen hakim olmalıdır.

Borçların doğrudan yatırımlara dönüştürülmesi de bir özelleştirmedir. Bu metod aslında yeni değil. Yeni olan, borçlu olan ülkenin ulusal zenginliklerinin akıl almaz boyutlarda değersiz gösterilerek pazarlanmasıdır. Böylelikle çok uluslu tekeller, borçlu ülkenin fabrikalarını, hammade kaynaklarını, tarım tesislerini ucuza kapatırlar. Sonuçta borçlu ülkenin ekonomisinin önemli alanları, doğrudan çok uluslu tekellerin eline geçer.

Uruguay bu gelişmeye bir örnektir. Özelleştirme yasasına göre, çoğunluğu ABD'den olan alıcı bankalar, ülkenin 7 milyar dolarlık borcunun ödenmesi için, çıkartılan bonoları tekellere (tercihen de Avrupa tekellerine) satma imkanına kavuşuyorlar. Böylelikle bonoları ele geçiren tekeller de telekomünikasyon, enerji, elektro enerji gibi önemli devlet işletmelerini satın alabiliyorlar. Bu ticaret yoluyla bir taraftan bankalar, verdikleri borcun bir kısmını geri alırlarken, diğer taraftan da
tekeller değerinin %57'sini ödeyerek aldıkları bonoları söz konusu işletmelerin, hisse senetlerinin yeni sahipleri olarak %100 oranında kota ediyorlar.

Arjantin'de Alman tekelleri, özelleştirme çerçevesinde demiryollarının, su işletmelerinin, metal işletmelerinin, kominikasyon sektörünün satışına ilgi duymuşlardır.

Arjantin devlet başkanı Menem, özelleştirilecek devlet işletmelerinin öncelikle reorganize edileceklerini, yani modernleştirileceklerini ve sonra da satışa çıkarılacaklarını açıklamıştır. Bu anlayışın sonucudur ki; dev çelik işletmesi Somisa'da çalışanların sayısı (13 bin) oldukça azaltılmıştır.

Demek oluyor ki; Arjantin'de de enternasyonal tekeller ülkenin hayati öneme
haiz sektörlerini ele geçirmeye çalışıyorlar ve satılmadan önce bu işletmelerin rekabet
gücü artırılıyor, yani modernleştiriliyor ve işçilerin işlerine son veriliyor.

Arjantin hükümeti, yabancı sermaye ve karının korunması için yatırımları koruma anlaşması yapıyor, mal ve patent haklarını garanti altına alıyor, 4 bin'den fazla ürün için ithal kotasını kaldırıyor, yani iç pazarı yabancı ürünlere daha da açıyor.

Şimdi Arjantin ekonomisinin kominikasyon sektörü, petrol, gaz, çelik, alüminyum, demiryolu vb. anahtar sektörlerinde yabancı tekeller, özelleştirme yoluyla belirleyici konuma gelmişlerdir.

Peru'daki "Fujimori-Şoku"da IMF'nin neoliberal iktisadi programının dayatmasıdır. Bu program doğrultusunda hareket edilerek yerli sanayiyi koruma amacını güden gümrük duvarları %50'den %15.2'ye indirilmiştir. Özelleştirmeye, öncelikle madencilik sektöründe başlanmıştır. Petrol çıkarımındaki devlet tekeli kaldırılmıştır. Uygulanan neoliberal programın 1992'deki sonuçları şöyle olmuştur; yerli işletmelerin %40'ı iflasa sürüklenmişlerdir. Çalışacak yaşta olan Peruluların %80'ni ya işsiz kalmış ya da geçici işlerde geçimini sağlamaya çalışanlar durumuna düşmüştür.

Değerlendirmeye geçmeden önce bir de dağılmış revizyonist blokun bazı ülkelerindeki özelleştirmelere bakalım.

Polonya, Macaristan ve o zamanki adıyla Çekoslovakya'da başlatılan özelleştirme yoluyla toplam 14.500 devlet işletmesinin özel mülkiyete geçirilmesi öngörülüyordu.

Özelleştirmenin gerçekleştirilmesi için Polonya'da ve Çek Cumhuriyeti'nde özelleştirme bakanlıkları kurulurken, Macaristan'da "devlet yediemin kurumu" oluşturuldu. Bu kurumların görevi, ülkeye yabancı yatırımları çekerek, devlet işletmelerini en kısa zamanda özelleştirmekti.

Bugün gelinen noktada; özelleştirmede belli bir mesafe katedilmiştir, ama istenilen amaca ulaşılamamıştır.

Polonya'da 60 bin dükkan satılarak perakende ticaretin %70'i (1991) özelleştirilmişti.
Polonya'da satışa çıkartılan sanayi işletmelerinin sayısı 7500'dür. Bu firmaların özelleştirilmesi için, resmen pazarlamacılık yapan "consulting firmaları" kurulmuştur. Polonya, bu firmalar vasıtasıyla, devlet işletmelerini sektör sektör bloklaştırarak satmayı planlamıştır. Ne var ki umulan
sonuç elde edilememiştir.

1993 verilerine göre çalışanların (çalışabilen nüfusun değil) %57'si özel sektörde faaldir. Bütün sanayi ürünlerinin yaklaşık üçte biri özel sektör tarafından üretilmektedir.

Polonya hükümeti, en modern, rekabet yeteneği olan işletmeleri doğrudan satışa çıkartıyor. Zarar yapan işletmelerin kredi borçları bankalara pay olarak satılıyor. Yani kredi vermiş olan bankalar bu işletmelere ortak oluyorlar. Bu türden bazı işletmelerin modernleştirilmesine Avrupa Kalkınma Bankası "yardımcı" oluyor. Geriye kalan işletmeler ise yok ediliyor. Böylelikle binlerce işçi de işsiz kalıyor.

Polonya hükümeti, özelleştirmenin ve modernleştirmenin işçileri sokağa atmak anlamına geldiğini bildiği ve güçlü bir toplumsal muhalefetle karşı karşıya kalmak istemediği için özelleştirilecek firmaları kapsamlı bir incelemeye tabii tutuyor. Örneğin işsizliğin zaten, büyük boyutlarda
olduğu bölgelerde özelleştirme yapmaktan çekiniyor.
Polonya hükümeti 8 bin orta ve büyük çaptaki işletmenin 2 bin kadarını (1993) özelleştirebilmişti. Ülke içinde özel sermaye birikimi, bu türden işletmeleri satın almaya veya modernleştirmeye yetmediğinden, yegane umut yabancı sermaye oluyor. Yabancı sermaye de Fiat-Polski-Otomobil işletmesi FSM veya Varşova Çelik İşletmesi gibi en önemli işletmeleri zaten ele geçirmiş durumda.

O zamanki adıyla Çekoslavakya'da 4800 devlet sanayii işletmesi özelleştirme adı altında satışa çıkartılır. Bu ülkede; şimdiki Çek Cumhuriyeti ve Slovakya'da özelleştirmede kupon dağıtımı esas alınır. Ve buna da özelleştirmenin "demokratik çözümü" denir. Böylelikle 11.5 milyon Çekoslovakya’nın özelleştirilen işletmelere ortak olmalarının yolu açılır. Ve satışa çıkarılan işletmelerde mülkiyetin formunun değişmesi hukuksal açıdan olanaklı olur. Ne var ki mülkiyet formunun değişmesi yeni sermaye anlamına gelmiyor. Ülkenin ise sermayeye ihtiyacı var.

60 mark değerindeki kuponlar Çek ve Slovakların yaklaşık 1000 Çek ve 500 Slovak işletmesine -bunlar büyük işletmeler- ortak olmalarına hizmet ediyorlardı. Kupon sahipleri, kuponlarını ya doğrudan kullanarak, işletmeye ortak oluyor, ya da kuponunu bir yatırım fonuna emanet veriyordu. Kuponları emanete verme yoluyla spekülasyon imkanı doğuyordu. Nitekim 1994 yılının başında 800 binden fazla kuponcu, kuponlarını Havvards-Fonds'a emanet ediyorlardı. Kupon özelleştirmesi kupon toplama spekülasyonuna yol açmış ve kuponcular, adı geçen yatırım fonuna
kuponlarını vermek için uzun kuyruklar oluşturmuşlardı.

Polonya'da olduğu gibi Çekoslovakya'da da amaçlanan sonuçlara varılamadı. 14.800 dükkan nispeten kolay satılmış ve bu özelleştirmeden yaklaşık 800 bin mark elde edilmişti. Büyük firmaların özelleştirilmesi ise ağır ilerliyor. Ama Polonya'da olduğu gibi bu ülkede de en modern, hemen kar getirebilecek büyük firmaları Batı tekelleri kapmışlardı. Örneğin Alman VW tekeli milyarlık yatırımlarıyla Çekoslovak otomobil firması Skoda'yı kapmıştı.

Macaristan'da ise özelleştirme adı altında 2200 sanayi işletmesi satışa çıkartılır. Özelleştirmede Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya'dan daha farklı bir yol izler; bu ülkede işletme yönetim kurulları, alıcı bulmakla da görevlendirilirler. Bu ülkede de devlet işletmelerinin özelleştirme adı
altında yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinde "consulting firmaları"ndan yararlanılır.

Macaristan'da da hızlı bir özelleştirme olmaz. Ama yine en modern, hemen kar getirebilecek olan işletmeleri yabancı tekeller kaparlar. Örneğin General Electric firması (ABD), Macar ampül firması
Tungsram'ı 250 milyon dolar karşılığında satın alır (pay %50+bir hisse senedi) ve geriye kalan payın %20'sinin de satış hakkını elde eder. Alman Allianz-Sigortası da 80 milyon mark karşılığında "Hungaria Biztorito'nun %49'unu satın alır. Hungaria Biztorito'nun Macaristan'daki pazar payı %44'tür.

Sonuç itibariyle; bu ülkelerde özelleştirme emperyalist ülkelerin ekonomik krizde oldukları bir dönemde başlamıştı. Dağılan revizyonist blok ülkelerinin de krizde olması, dolayısıyla alım gücü zayıf ve rizikosu büyük bir pazar oluşturmaları sonucunda yabancı sermaye en verimli, en modern işletmeleri kapatmanın ötesine geçmemiş, bekleme pozisyonunda kalmıştır. Her halükarda bu ülkelerde özelleştirmede işsizlik durumunu dikkate alınmış, ama son kertede, özelleştirilen ve kapatılan işletmelerde çalışan işçilerin bir kısmı işten atılmıştır. Bu ülkelerde de kamu işletmeleri, kelepir fiyatına yabancı sermayeye peşkeş çekilmişlerdir ve bu süreç hala devam etmektedir.

Özelleştirme adı altında ülkenin satışa çıkarılışının birer belgesi olan ilanları aşağıya aktarıyoruz: (Tablo II ve III)
























1985-1993 arasında sanayi üretiminin Baltık devletlerinde %50; Polonya'da %76; Bulgaristan'da %61; Romanya'da %44, eski Çekoslovakya'da (1990-'93) %60 oranlarında düştüğü ve sanayii de çalışanların sayısının da azaldığı göz önünde tutulursa, özelleştirmenin ne denli başarılı olup olmadığı anlaşılır (OECD.)

Sanıyoruz ki yukarıdaki veriler, özelleştirme adı altında söz konusu ülkelerin emperyalist sermayeye nasıl ve hangi koşullarda peşkeş çekilmeye başlandığını yeteri kadar açıklıyorlar.

Özelleştirme BDT ülkelerinde de planlandığı gibi yürümemektedir.

Rusya ekonomisinin bel kemiğini oluşturan binlerce büyük işletmenin kısa zamanda özelleştirilerek anonim şirketlere dönüştürülemeyeceğini Rus hükümeti de anlıyor. Örneğin 1 Eylül 1992 tarihi itibariyle perakendecilikte özelleştirme ancak %5.5 oranında; gastronomide %2; hizmet sektöründe %4.5; belediye konutlarında %3.1 oranında gerçekleştirilebilmiştir. Sanayi de ise özelleştirme bir Temmuz 1992 tarihi itibariyle ancak %4.9 oranında gerçekleştirilmiştir. Demek oluyor ki; söz konusu sektörlerde devlet mülkiyeti hala belirleyicidir.

Kazakistan'da çıkartılan özelleştirme yasasına göre (1 Ocak 1993) 6198 işletme özelleştirilmiştir. Özelleştirilen işletmelerin çoğu, çalışanların işletmesine dönüştürülmüştür. Bu tarzda özelleştirilen işletme sayısı 3172'dir. Bu işletmelerde çalışanların payı %51.2'dir. Özel mülkiyet olarak satılan işletmelerin sayısı 1461 ve anonim şirkete dönüştürülenlerin sayısı da 522'dir.

Özelleştirilen toplam 6198 devlet işletmesinin %29.6'sı ticaret sektöründe; %25.7'si hizmet sektöründe; %10.1'i tarım sektöründe; %8.8'i sanayi sektöründe; %8.6'sı gastronomi (otelcilik, yeme-içme sektörü) alanında; %5.1'i inşaat sektöründe vs. faaldiler.

1 Ocak 1994 tarihi itibariyle Özbekistan'da özelleştirmenin durumu ise şöyledir: (Tablo IV)

Şimdi Özbekistan'da küçük işletmelerin özelleştirilmesi neredeyse tamamlanmıştır. Özbek hükümetinin özelleştirme anlayışına göre her Özbek vatandaşı, özelleştirmede aynı hakka sahiptir. Ama bu kitlesel bir özelleştirmeyi, örneğin Çekoslovak örneğinde olduğu gibi beraberinde getirmiyor. Bir taraftan tekelleşme yasal olarak engelleniyor, diğer taraftan da işletmeler bedava dağıtım ve satış kombinasyonu içinde gerçekleştiriliyor.

Özbek yasalarına göre büyük sanayi kombinaları, çalışanların anonim şirketine dönüştürülüyor. Böylece bir taraftan işsizlik önlenmeye çalışılırken, diğer taraftan da yabancı alıcılar dışlanıyor ve aynı zamanda işten çıkan da işletmedeki payını kaybediyor.

Özelleştirilen işletmelerin %40'ı (26140) anonim şirkete; %13'ü kolektif işletmelere dönüştürülürken; %1'i de kiralanmıştır. Söz konusu tarihte devletin mülkiyetinde olan işletme sayısı 11.180'di (%17.) Bu işletmeler, önemli sanayi sektörlerindeki üretimin %40 ila %50'sini gerçekleştiriyorlardı. Yani en önemli sanayi kuruluşları devletin elindeydi.

Örnekler çoğaltılabilir. Ama amacımız bu değil. Sonuç itibariyle şunu görüyoruz;

Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin hemen hemen hepsinde özelleştirmenin amacı ve varılan sonuçlar aynı. Bu ülkelerin hepsinde özelleştirme, emperyalizmin, IMF'nin, Dünya Bankası'nın bir dayatması/politikası olarak karşımıza çıkıyor. O halde burada ele alınması gereken, iktisadi politikanın; emperyalizmin bağımlı, yeni sömürge ülkelere dayattığı güncel neoliberalizmin ne olduğudur.

3- Emperyalizmin dayatması olarak "neoliberalizm"

Emperyalistler de bağımlı ülkelerin giderek keskinleşen ekonomik ve siyasi durumlarını görüyorlardı. Onların açısından önemli olan, bu ülkelerin krizden kurtulmalarına; ekonomik ve siyasi olarak bir seviye tutturmalarına "katkı"da bulunmak değildi. Onlar açısından önemli olan, bağımlı ülkeleri talan etmeye devam edebilmekti. Bunun için de yapılması gereken, o güne kadar emperyalist sömürüye doğrudan açılmamış olanların, ulusal zenginliklerini enternasyonal sermayenin çıkarlarına tabii kılmalarıydı. Aşağıda da göstereceğimiz gibi bu, ülkenin tam anlamıyla pazarlanması anlamına geliyordu. Bu politikanın uygulanabilmesi için dikkatlerin başka yöne çekilmesi gerekiyordu. Öyle de yapıldı: '80'li yılların başından beri emperyalist burjuvazi ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerdeki uşakları geniş yığınlara mevcut krizden çıkışın, ve "büyük" atılımın ancak ve ancak "neoliberal" bir iktisadi politikayla sağlanabileceğini vaaz ediyorlar. Biz bu vaazı önce Özal'dan duyduk, sonra Demirel devam etti ve şimdi de T. Çiller aynı vaazı veriyor.

"Liberalizm" kavramıyla yapılan demagoji serbest rekabetin gerçekleşeceği, ekonomik güçlerin özgürce gelişeceği hayalini yayma üzerine oturtuluyor. İşin esası ise hiç de öyle değil. "Liberalizm" kavramının içeriğine baktığımızda vaaz edilenle, gerçekleşenin aynı olmadığını görüyoruz. Bu tam anlamıyla ifadesini bağımlı, yeni sömürge ülkelerde rekabetin yok edilmesinde, ulusal ekonomilerin enternasyonal üretimle tamamen bütünleşmelerinde ve çok uluslu tekellerin çıkarlarına entegre
olmalarında bulmaktadır.

Başka türlü de olamazdı. Dünya hakimiyeti kurma eğilimi emperyalizme özgüdür. Dolayısıyla emperyalist burjuvazinin, bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ulusal bir ekonominin gelişmesini engelleme çabası onun doğasından ayrı düşünülemez. Burada ulusal bir ekonomiden anlaşılması gereken, ekonominin tamamen ulusallaştırılması değildir. Devlet işletmelerinin varlığı, ulusal sermayenin devlet tarafından sübvanse edilmesi, gümrük politikasıyla ulusal/yerli ürünlerin korunması; bir bütün olarak devletin çeşitli formalarda ekonomiye müdahale etmesi, ülke ekonomisini ifade eden faktörlerdir. Emperyalist burjuvazi; "neoliberalizm" vaazıyla bağımlı ülkelerdeki mevcut ekonomik ulusallıkları da yıkmayı, kendine entegre etmeyi amaçlamaktadır.

Bu politikanın geniş yığınlara kabul ettirilmesi için en bayağı demagojilere başvurmaktadır. Örneğin bağımlı ülkelerdeki devlet işletmeleri revizyonist-kapitalist ülkelerdeki işletmelerle eş anlamda ele alınmakta ve "sosyalizm" battığı için bu işletmelerin de sonunun olmayacağı anlayışına varılmakta. Yani devlet işletmeleri en kısa zamanda elden çıkartılmalıdır. T. Çiller'in Türkiye'yi devlet işletmeleri açısından, bölgenin en son sosyalist ülkesi olarak tanımlaması bayağı demagojiden başka bir şey değildir. Çiller'e göre Türkiye'nin pazar ekonomisine tam geçebilmesi için "sosyalist" olmaktan çıkması, yani KİT'lerin yabancı ve yerli tekellere peşkeş çekilmesi gerekmektedir.

Diğer taraftan, devlet işletmelerinin revizyonist-kapitalist ekonomi ile eşdeşleştirilmesi ve revizyonist sistemin çöküşünden sona, bunun çıkmaz bir yol olduğu propagandası kapitalizmin "sosyalizme" olan üstünlüğünü kanıtlamaya hizmet ediyordu ve hizmet etmektedir. Böylelikle ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin veya iktidarda olan ulusal burjuvazinin takip etmeleri gereken ekonomik yol, emperyalist burjuvazi tarafından çizilir. Böylesi ülkeler için emperyalist burjuvazi "çok partili sistemi", "siyasi çoğulculuğu" öneriyor. Afrika'nın birçok ülkesinde "demokratik" seçimlerin yapılması, "siyasi çoğulculuğa" atılan adımlar, bir zamanların ulusal burjuvalarının antiemperyalist savaşçılarının pazar ekonomisinden, arzdan, talepten, yabancı sermayeden bahseder olmaları; ülke kapılarını ardına kadar yabancı sermayeye açmaları başka türlü
yorumlanamaz.

Tabii ki her ülke, emperyalist burjuvazinin her talebini istenildiği gibi yerine getiremiyor. Bu durumda emperyalist burjuvazi, böyle bir ülkeyi istenilen "kıvama" getirene kadar yumuşatıyor! Onu, talep edilen reformlara razı olana kadar baskı altına alıyor. Kısaca, emperyalist burjuvazinin ve çok uluslu tekellerin, bağımlı ülkelere dayattığı "neoliberalizm", bu ülkelerin kendi siyasi ve ekonomik gelecekleri üzerine karar verme olanaklarını tamamen ortadan kaldırıyor.

"Neoliberalizm"in her bir ülkede uygulanışı farklı formlar alabilir. Bu doğaldır ama uygulama formları ne denli farklı olursa olsun, varılan sonuçlar hep aynı.
Okur şunu sorabilir; bu nasıl oluyor ve anlatılanın özelleştirmeyle ilgisi nedir.

Borçlanma, emperyalizm ve bağımlı ülkeler:
Ekim 1985'te G. Kore'nin başkenti Seul'de IMF/Dünya Bankası'nın yıllık toplantısı yapılır. Bu toplantıda Dünya Bankası'na yeni bir rol de verilir. Bu role göre Dünya Bankası, borçlu ülkelerin neoliberal ilkelere göre temelden yeniden şekillenmesine, dünya ekonomisiyle entegre olmalarına katkıda bulunmalıdır. Bunun sağlanabilmesi için de esas olan diğer şeylerin yanı sıra bünye uyumunu sağlamaya hizmet eden kredilere ağırlık verilmesidir ve bu kredilerin siyasi baskı aracı olarak kullanılmasıdır. Öteden beri var olan bu nitelik böylece daha da pekiştirilmiş oldu. Bu türden kredilerin siyasi olarak ne anlama geldiğini önde gelen bir Dünya Bankası çalışanı şöyle açıklıyordu; "yapısal (bünye –çn) uyum kredileri Dünya Bankası'nın olanak sağlamasında en hassas bir araçtır. Çünkü bu krediler, bir ülkenin ekonomi politikasının kalbine oturabilir ve bundan dolayı da hükümranlık sorunlarına müdahale olarak görülebilir. Böylesi kredilere başvuran … hükümetler kayıtsız şartsız reform yanlısı olmak zorundadırlar" (blätter der iz 3w, Aralık 1987, sayı 146, s. 15. Alm.)

Bunun anlamı şudur: Dünya Bankası giderek daha ziyade belirli amaçlar için, kullanımı sınırlanmış krediler veriyor. Nitekim Dünya Bankası'nın toplam kredi hacmi içinde sektörel uyum kredilerinin payı 1979-'80'de %0.5'ten 1987'de %19.5'e ve toplam uyum kredilerinin payı da aynı dönemlerde %3.8'den %23.3'e çıkar. (Bkz. agy.) Bu kredileri alan hükümetler, daha baştan ekonomilerini neoliberal ilkeler temelinde yeniden yapılandıracaklarını ve dünya ekonomisine tamamen entegre olmanın yolunu açacaklarını kabul etmiş oluyorlar. Yani daha baştan reform yanlısı olduklarını kabul ediyorlar. Aksi taktirde kredi alamayacaklar. Bu türden kredilerin nasıl kullanılacağını, krediyi alan ülke değil Dünya Bankası ya da IMF belirliyor ve bu belirleme/bilinçli politika sonucu, söz konusu krediler anahtar sektörlerde (örneğin dış ticaret, kamu işletmeleri, maliye vs.) yoğunlaşıyor. Böylelikle bağımlı ülke ekonomilerinin temel sektörleri özel sektör lehine şekillendiriliyorlar ve devletin ekonomideki faaliyeti geriletiliyor. Özel sektörün geliştirilmesiyle tekellerin pazarlardaki hakimiyetleri perçinleniyor ve emperyalist ekonomilere daha sıkı bağlarla
bağlanıyor.

Bu bir programdır ve bu programı açtığımızda, gerçekleşmesi için ağırlık verilen tedbirlerin neler olduğu karşımıza çıkıyor.

Yerli kaynakların harekete geçirilmesi (kamu açıklarının azaltılması-kamu çalışanlarının işten çıkartılmaları, sübvansiyonların azaltılması vs.)

Ticarette reform (fiyat kontrolünün kaldırılması, ihracatın teşviki, ithalatta liberalleşme vs.)

Yapısal uyum, demokrasi ve özelleştirme:
Dünya Bankası ve IMF, bağımlı ülkelerde "demokratikleşme" sürecini ekonomik yapısal uyumla birleştiriyor ve diyorlar ki, ekonomik yapısal uyum programı uygulandıkça; pazar ekonomisine geçildikçe demokratikleşme süreci de ilerler!

Enternasyonal sermayenin bağımlı ülkelere dayattığı ekonomik yapısal uyum programını -bu, şu veya bu yeni sömürge, bağımlı ülkede farklı formlar olabilir ama özü ve amacı aynıdır- açtığımızda 12 Eylül 1980 faşist darbesinden bu yana Özalların, Demirellerin, Tansu hanımların, ülkeyi ziyaret eden uluslararası mali kurum temsilcilerinin vaazlarını görüyoruz: Ekonomik liberalleşme, özelleştirme, dünya pazarına açılma ve bunları yapılabilmesi için devletin mevcut fonksiyonlarının zayıflatılması, devletin faaliyet alanının sınırlanması vs.

Bunları bağımlı, yeni sömürge ülkeler ve hakim sınıfların bağımsız siyasi kararları olarak görebilir miyiz? Bu imkansız. Bütün bunlar Dünya Bankası'nın, IMF'nin veya başka emperyalist devletlerin, çok uluslu tekellerin düzenlemesi ve dışarıdan dayatmasıdır. IMF'nin Türkiye'ye her gelişinde, hükümetin kredi arayışı için dünya turuna her çıkışında yapılan pazarlık, emperyalist dayatmanın hangi formlardan yansıtılacağı üzerineydi/üzerinedir.

Revizyonist-kapitalist blokun yıkılmasından sonra klasik kapitalist formda birleşmiş dünya pazarı, tamamen emperyalist ülkelerin elindedir. Bağımlı, yeni sömürge bir ülkenin, tamamen bu pazara
göre yeniden yapılaştırılması elbette ki bu ülkeden ziyade bu yapılaşmayı dayatanların çıkarına olacaktır.

Emperyalist burjuvazi, pazar ile demokrasinin ikiz kardeşler olduğu vaazını veriyor. Türkiye'de Demirel ve Tansu Çiller gibi emperyalizmin uşakları hemen demokrasi adına "ayıplarını" kapatmak için pazar ekonomisine açılışı önkoşul olarak öne sürüyorlar. Türk burjuvazisine göre, Türkiye'de demokrasi pazar ekonomisine geçişe, dünya ekonomisiyle bütünleşmeye, ülke zenginliklerinin daha da fütursuzca talan edilmesine, yani özelleştirmeye endekslenmiştir. Ekonomi ne denli emperyalist dayatmaya göre yeniden şekillenirse, ülkede o denli kapsamlı bir demokrasi olacaktır. Yani ülkenin emperyalizme tamamen peşkeş çekilmesiyle demokrasi özdeşleştiriliyor.

Ama işin gerçeği hiç de öyle değil. IMF'nin, Dünya Bankası'nın dayattığı program uygulandığında devlet olarak geriye ne kalıyor? Bu durumda bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde devlet olarak geriye polis teşkilatı, ordu, mahkemeler ve gizli istihbarat teşkilatı kalıyor. Yani sınıfsal karakteri daha çıplak hale gelen baskı araçlarıyla devlet mekanizması. Böyle bir devlet, emperyalist burjuvazi açısından "demokratik" bir devlettir ve onun her adımı "demokrasi"ye uygundur. Uygun olmak zorundadır: Çünkü, o, artık tamamen dünya pazarına açılmış, bütünleşmiş ve uluslararasılaşmış "ulusal" ekonominin, "ulusal" varoluşun daha fütursuz bekçisidir. Yani emperyalizmin bekçisidir.

Ülke zenginliklerinin talanı/borçlanma:
Emperyalist ülkeler, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borçlarını ödeyebilmeleri için ülke zenginliklerini enternasyonal mali pazarlarda pazarlamalarını talep ediyorlar. Bu anlayışa göre, bağımlı ülke borcunu ödeyebilmek için ülkesel zenginliğini, enternasyonal mali pazarda açık artırmaya çıkarmalıdır. Böylelikle borçlar, uluslararası tekellerin sermaye katılımına dönüşmüş olacak. Yani bir parça borç ödeme adına emperyalist sermaye o zamana kadar giremediği alana/işletmeye ortak olmuş olacak.

Şüphesiz ki; borçların doğrudan yatırıma dönüşmesi yeni değildir. Burada yeni olan, KİT'lerin bu formda emperyalist sermayeye doğrudan peşkeş çekilmesinin politika haline getirilmesi ve yoğun uygulanmasıdır. Şimdi bağımlı ülkeler, yeni sömürge ülkeler, borç ödeme adı altında emperyalist sermayeye devlet fabrikalarına/işletmelerine, kamu kuruluşlarına, hammadde kaynakları ve tarımsal üretime daha yoğun bir şekilde “katılımlarına” izin veriyorlar; devlet işletmeleri, borç ödemek için, özelleştirme formunda, sermaye iştiraki formunda enternasyonal tekellere çok ucuza satılıyorlar. Böylelikle ekonomide yapısal uyum sağlamanın bir gereği (!) olarak, IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist kuruluşların programlarının bir gereği olarak, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde ekonominin merkezi/can alıcı alanları doğrudan enternasyonal tekellerin kontrolüne geçmiş oluyor.

1992 ekiminin başında Alman ve Arjantin burjuvazilerinin önde gelen temsilcileri biraraya gelirler. Bu buluşmayı bir Alman gazetesi şöyle yorumlar. "Başkanın açıklamalarına göre Alman işletmeleri şimdiye kadar demiryolu ağının satışına, su işletmelerinin, metal işleyen işletmelerin kominikasyon alanındaki, özellikle de uydu tekniği alanındaki işletmelerin özelleştirilmelerine ilgi duydular.

Menem, özelleştirilecek devlet işletmelerinin çoğunluğunun özelleştirmeden önce yenileneceğini vurguladı. Buenos Aires, yabancı yatırımcılara büyük bir rekabet yeteneği ve çekicilik bahşetmek istiyor. Örneğin personel mekanizması şişirilmiş… Çelik devi Somisa çalışanlarının sayısı 13 binden (7 bini mühendis) oldukça aşağılara çekilmiş. Alman Thyssan AŞ de Somisa'ya ilgi duyanların arasında. ("Handelsblatt" 5.10 1992)

Demek oluyor ki, uluslararası sermaye her işletmeye ortak olmuyor, her işletmeyi satın almıyor. Emperyalist sermaye, önce işletmelerini modernleştir, reorganize et, sonra ben alırım dayatmasında da bulunuyor.

Ulusal pazarların peşkeş çekilmesi:
Özelleştirme ve başka dayatmalarla bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde hala mevcut olan iç pazarlar emperyalist sermayeye tamamen açılmalıdır. Böylelikle ulusal üretimi korumaya hizmet eden faktörler kaldırılacaktır ve ulusal pazara tekabül eden veya ulusal pazarı ifade eden yerli üretim, çok uluslu tekellerin kitlesel üretimi karşısında daha kapsamlı yıkıma uğrayacaktır.

Böylelikle, orta ve küçük üreticiler, burjuvazinin tekelci olmayan kesimi iflasa sürüklenecek, bu sınıf ve tabakaların sermayesi, emperyalist tekeller lehine bir bölüşüme tabii tutulacaktır.

Özetleyecek olursak;
"Neoliberalizm" bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin emperyalizme bağımlılığını yeniden yapılaştırmaya yeniden şekillendirmeye hizmet etmektedir. Yeni yapılanma bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde ulusal zenginlik adına geriye ne kalmışsa onları da emperyalist sermayenin hizmetine açmaktadır. Artık "muz yok, çikita vardır." Artık a, b, c ülkesi yok emperyalist sermaye, çok uluslu tekeller, IMF, Dünya Bankası vardır. Özelleştirme de buna hizmet etmelidir.

4- Türkiye'de özelleştirme tartışması

24 Ocak kararları (1980) emperyalistlerin "neoliberal" politikasının Türkiye'ye dayatılmasını ifade ediyordu. Türkiye'de özelleştirme de bu kararların bir sonucu olarak 1983 yılında gündeme getirildi. O günden bugüne özelleştirme Türkiye'nin gündeminden hiç çıkmadı. Hangi KİT'lerin özelleştirileceği, nasıl özelleştirileceği, kaça satılacağı tartışıldı. Nihayet özelleştirme yasası da çıkarıldı ve bir de özelleştirmeyle sorumlu kurul kuruldu. Bunun ötesinde bazı KİT'ler de satıldı. Örneğin çimento fabrikaları…

Özellikle T. Çiller'in başbakan olmasından sonra yoğun bir şekilde ele alınan özelleştirme Türkiye'yi kurtaracak bir olay olarak lanse edilmeye başlandı. Özelleştirme adı altında KİT'lerin yerli ve yabancı tekelci sermayeye kolayca peşkeş çekilmesi için toplumsal muhalefetin kırılması,
etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için yapılması gereken de, Türkiye'nin özelleştirmeyle kazanacağının, özelleştirmeyi gerçekleştirmemekle de kaybedeceğinin yığınlara anlatılmasıydı. Ne anlatılmalıydı? Gerçeği anlatmak, özelleştirme eyleminden vazgeçmek anlamına gelecektir. Burjuvazinin düpedüz gerçekleri çarpıtmaktan güdülen amacı gizleyerek demagojiye sarılmaktan başka yapacağı bir şey yoktur.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye de emperyalizmin dayattığı ve yerli egemen sınıfların da benimsediği "neoliberal" demagojilere sarıldı.
Burjuvaziye göre;
* Pazar ekonomisine tam geçiş, dünya ekonomisiyle bütünleşme ancak özelleştirmeyle gerçekleşebilir.
* KİT'ler ekonominin birer kamburu olmuşlardır. Zarar etmektedirler. Bundan kurtulunması gerekmektedir.
* Özelleştirmeyle mülkiyet tabana yayılacaktır. Yani Tansu hanımın ifadesiyle halkın malı halka verilecektir.

Bu ve benzeri savların her biri bir demagojidir. Özelleştirme gerçeğiyle hiçbir ilgileri yoktur. Bunların hiçbirisi yeni değildir. Özelleştirme yapan her ülkede bu ve benzeri demagojilerle hareket edilmiştir.

Yukarıda Dünya Bankası ve IMF'den, onların yapısal uyumluluk kredilerinden ve programlarından bahsettik. O program burada karşımıza özelleştirmeyle pazar ekonomisinin güçleneceği savı olarak çıkıyor. Yani pazar ekonomisinin güçlenmesi için, yani özel sektörün güçlenmesi için, devlet sektörünün, devletin ekonomik gücünün kırılması, devletin ekonomiden çıkartılması gerekiyormuş! Diğer bir ifadeyle bu, pazar ekonomisinin güçlendirilmesi adı altında, devlet mülkiyeti formundaki
zenginliğin özelleştirme yoluyla yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesinden başka hiçbir anlam taşımamaktadır.

Bazı gerçekler/olgular vardır ki, onların kanıtlanması için herhangi bir çaba dahi gereksizdir. Bu türden gerçeklerden birisi de emperyalist ülkelerde devlet sektörünün önemidir. Daha düne kadar ve çoğu emperyalist ülkelerde şimdi de bir çok devasa kuruluş devlet mülkiyetindeydi. Ve emperyalist ülkelerde birçok devlet işletmesi özelleştirilmesine rağmen devlet mülkiyeti ekonomide önemli bir rol oynamaktadır. Şimdi soru şu; madem ki özelleştirilmenin gerçekleştirilmesiyle pazar ekonomisine geçiş kolaylaşıyormuş, madem ki, özelleştirme=pazar ekonomisi=demokrasileşmeymiş, o halde, emperyalist ülkelerde, devlet sektörünün önemi göz önünde tutulursa, bu ülkelerde piyasa ekonomisinin olmadığını mı söylemek gerekiyor? Onlarda mı piyasa ekonomisinin, demokratikleşmenin yolunu açmak için özelleştirmeden bahsediyorlar?

Pazar ekonomisine geçişi özelleştirmenin gerçekleştirilmesinde görenlere göre, devletin ekonomideki ağırlığından dolayı üretim ve fiyat politikalarında bir tekelleşme söz konusu oluyormuş ve bu da ekonominin ve pazarın kendi iç işleyişiyle oluşumunu (rekabeti) engelliyormuş. Bundan dolayı, devlet mülkiyetinde olan işletmeler özelleştirilirse bu olumsuzluklar da ortadan kalkacakmış!

Diyeceksiniz ki, böyle şey olur mu? Doğru söylediniz. Böyle şey olmaz. Madem ki üretim ve fiyat politikasındaki tekelleşme ekonominin ve pazarın iç işleyişini yani rekabeti engelliyor. O halde özel
sektördeki tekelleşme bunu engellemeyecek mi? Sermaye boynuna ip takılmış eşek değil ki, hangi yöne çekersen o tarafa gitsin! Sermaye şu veya bu politik tercihe göre değil, kendi objektif işleyiş yargıları doğrultusunda hareket eder. Tekelleşmeyle üretimin ve fiyat oluşumunun değişime uğratılması ve rekabetin sadece tekeller arası rekabete dönüştürülmesi bir gerçektir. Ama tekelleşmenin devlet sektöründe mi, yoksa özel sektörde mi olduğu önemli değildir.

Diğer taraftan bu anlayış Türkiye gerçeği tarafından da çürütülmektedir. Türkiye'de kapitalizm, adeta tekelci olarak doğmuştur. Türkiye'de ekonomiye, önce devlet sektörlerindeki tekeller, sonra da
devlet tekelleriyle birlikte özel sektördeki tekeller hakimdirler. Böyle bir ülkede şimdiye kadar üretimi ve fiyat politikasını kim belirliyordur da bu belirlemeden dolayı piyasa ekonomisine geçiş sağlanamıyordu? Evet kim? Yabancı tekeller mi, devlet tekelleri mi, özel tekeller mi veya bu
tekellerin hepsi mi? Yoksa küçük üreticiler mi?

"Kamu kuruluşları ekonominin kamburu" olduğu demagojisine bakalım:
İşletmelerin mülkiyetinin kamuda veya devlette olması, bu işletmelerin kapitalizmin kurallarına göre faaliyet göstermedikleri anlamına gelmez. O halde, bu işletmelerin zarar etmeleri söz konusuysa, bu zararın nedeni mülkiyetin formunda değil, kapitalist sistemin kendisinde, sermayenin hareket yasalarında aranmalıdır. Bazı KİT'ler zarar ediyorlarsa, açık ki onlar bir dizi objektif (kapitalist sisteme özgü) ve subjektif (idari, yönetim) nedenlerinden dolayı çalıştırılamıyorlar.

Burjuvazi, kamu mülkiyetinde olan işletmeleri, devletin sırtında duran birer kambur ilan ettikten sonra, bu işletmelerde verimlilik düşük tespitini yaptıktan sonra, onlardan kurtulmanın yolunu özelleştirmede arıyor. Böylelikle bu işletmeler devlete yük olmayacaklar ve verimlilikleri de artacak!

Bu sav da bir demagojidir. Çünkü, ilk önce özelleştirilmiş olan işletmeler (örneğin çimento fabrikaları) ve şimdi de özellikle özelleştirilmesi önplana çıkartılan işletmeler (örneğin PTT'nin T'si) kar eden işletmelerdir. Diğer taraftan yerli ve yabancı tekeller, demode, zarar eden işletmeleri almıyorlar. Dolayısıyla zarar eden firmalara talip değiller. Yani devlet, istese de istemese de "zarar" eden, teknolojisi demode olmuş işletmeleri işçi ve emekçilerin sırtından modernleştirmek, reorganize etmek zorundadır. Özelleştirmeyle mülkiyet tabana yayılır mı? Böylelikle halkın malı halka iade mi edilmiş olur? Veya işletmelerin öncelikle işletmede çalışanlara satılması, bunların o işletmeye sahip oldukları, o işletmenin ortağı oldukları anlamına gelir mi?

Bunların hepsi birer çıplak yalan, birer basit demagoji. Özelleştirmeyle bunların hiçbirisi olmayacaktır. Bu, işçi sınıfı açısından, yukarıda ele aldığımız özelleştirmenin nedenlerine ilişkin demagojilerden daha tehlikeli bir demagoji olduğu için biraz detaylı ele alınmaya değer.

Halkın malını halka vermek isteyen Amerikan vatandaşı Tansu Çiller ve işletme satın almaya kalkan sendikaların söyleyemediklerini biz söyleyelim. Bunun adı "sosyal özelleştirmedir." Bunun adı "halk kapitalizmi"ni geliştirmedir. Ve bundan dolayı da halkın malını halka vermek, yani mülkiyetin tabana yayılması, "sosyal özelleştirme", "halk kapitalizmi" adı altında devlet işletmelerinin, yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesinden başka bir şey değildir.

Bu demagojiye sarılarak özelleştirmeye girişen birçok ülke vardır. Almanya bunlardan birisidir. Özelleştirmenin muhaliflere, özellikle de işçilere kabul ettirilmesinde kullanılan bu metod hiç de yeni değildir. (Yeni olan bu metodun eski revizyonist blok ülkelerindeki özelleştirmede; devlet işletmelerinin halka iadesinde(!) yaygın olarak kullanılmasıdır.)

Alman tekelci burjuvazisi '50'li yıllarda devlet işletmelerinin özelleştirilmesini talep etmiş, ama işçi sınıfının direnciyle karşılaşınca geri adım atmak zorunda kalmıştı. Tekeller, II. dünya savaşı sonrası yıllarda kapsamlı yatırımları gerçekleştirmiş, oldukça modern teknolojiyle donatılmış, verimli çalışan ve faal oldukları sektörlerde tekelci konuma sahip olan büyük devlet işletmelerine ilgi duyuyorlardı. Tekellerin çıkarları, bu türden devlet işletmelerinin özelleştirilmesini gerekli kılıyordu. Ama o zamanın Almanya’sında devlet işletmelerinin özelleştirilmesi öyle kolay yutulan bir lokma değildi. Çünkü işçi sınıfının, büyük işletmelerin sosyalleştirilmesi talebi, Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde üretim araçlarının mülkiyetinin değişmesi (devlet mülkiyeti) Batı Almanya'da yeni bir antitekelci, antiözelci bir hareketin gelişmesine neden olabilirdi. Alman tekelci burjuvazisi böyle bir hareketin gelişmesinden korkuyordu. Bundan dolayıdır ki, göz dikilen devlet işletmelerinin özelleştirilmesinde rafine bir yöntem gerekliydi. Yeni yöntem bulundu da; artık özelleştirmenin adı, doğrudan özelleştirme değildi; özelleştirme "halk hisse senedi" adı altında yapılmalıydı. Denendi de.

Alman tekelci burjuvazisi savaş sonrası yıllarda ve '50'li yıllarda, "serbest piyasa ekonomisi" ve "sosyal ortaklık" anlayışıyla işçi sınıfı nezdinde pek inandırıcı olmamıştı. Bunun içindir ki, Alman tekelci burjuvazisi, işçi sınıfını sisteme tam anlamıyla bağlama arayışında Amerikan tecrübesini değerlendirerek "halk kapitalizmi" düşüncesine sarıldı ve Alman tekelleri

1957 seçimlerinde "halk kapitalizmi" ve "halk hisse senedini"ni bayrak edindi. 1957 seçimlerinden önce de "halk kapitalizmi"nin geniş çaplı propagandası yapılmış, işçilerin küçük hissedarlara dönüştürülmesi için uğraşılmıştır. Bunun için özelleştirilmesi söz konusu olan işletmelerde çalışanlara özgü "personel (veya çalışanlar) için hisse senetleri" çıkartılmıştı. Ama başarı sağlanamadı. Örneğin Demag işletmesi 1955'te çalışanlarına hisse senedi satmaya başlar. 20 bin kişilik çalışandan sadece 938 ücretli memur ve 162 işçi, hisse senedi satın alır. Bir yıl sonraki denemede ise çalışanların ancak %5'i hissedar olurlar. Mannesmann AG'de 72 bin kişiden, 5 yıldan daha fazla bir zamandan beri işletmede çalışıyor olan işçilere hisse senedi olmaları önerilir. Hisse senedi alma durumunda olanların %90'ı bu öneriyi reddederler. Hisse senedi alanların %15'i, zamanı gelince aldıkları hisse senetlerini satarlar. Başarısızlığın örnekleri çoğaltılabilir.

Alman tekelci burjuvazisi "halk hisse senedi" hareketine genel bir karakter kazandırmada başarılı olamaz ve taktik değiştirir. Artık işe devlet, hükümet el atar. "Halk hisse senedi" eylemi tek tek devlet işletmelerinin sorunu olmaktan çıkartılıp, devletin, hükümetin sorunu yapılır. Bunun için de, o dönem halkın işçilerin gerici, intikamcı Adenauer hükümetinde "demokratik" bir karakter görme yanılgıları kullanılır. Yeni özelleştirme kampanyasının merkezine devlet işletmelerinin "halk hisse
senedi" yoluyla "bütün halkın eline geçmesi" oturtulur. Alman "mucize"sinin "kahramanı" Erhand şöyle der; "Sanırsam bu, VW işletmesini, kelimenin tam anlamıyla Alman halkının, yani birçok tek tek insanın eline vermenin ateşli bir düşüncesidir." Evet Adenauer hükümeti bu ateşli düşünceyle, biz buna demagoji diyelim, bir taraftan devlet işletmelerini özelleştirerek tekellerin taleplerini yerine getirmiş, diğer taraftan da işçi sınıfı ve emekçileri "halk kapitalizmi" için, yani Alman emperyalizmi için kazanmış olacaktı. (Benzeri uygulamalar ABD, Fransa, İngiltere'de de görülmüştü.) Ve aynı anlayışa Türkiye'de de T. Çiller sarılıyor.

Her ne kadar T. Çiller "halk kapitalizmi"nden bahsetmiyorsa da herkes için mülkiyetten, halkın malını halka devretmekten bahsediyor. Ama halkın malı gerçekten halka devrediliyor mu, tek tek hissedarlar, "satın aldıkları" işletmenin gidişatında söz sahibi olabilecekler mi? Asla olamayacaklar.

Alman işçi sınıfı ve emekçileri emperyalist devletin ve tekellerin sürdürdüğü özelleştirme kampanyasına, "halk hisse senedi"ne ve "halk kapitalizmi"ne beklenen ilgiyi göstermemiştir. "Halk hisse senetleri"nin satışıyla hisse senedi sahipliği olgusunun "demokratikleşeceği anlayışı da bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Birçok işletmenin hisse senetleri çeşitli satın alış yoluyla büyük bankaların, spekülatörlerin eline geçmiş ve bunlar da işletmelerin geleceğini belirlemişlerdir. Yani işletme yönetim kurullarına temsilcilerini göndermişlerdir. "Halk hisse senedi sahipleri" ise "sahibi" oldukları işletmenin yönetiminde hiç söz sahibi olamamışlardır.

Lenin'in ifade ettiği gibi "Hisse senedi sahipliğinin 'demokratikleştirilmesi', gerçekte mali oligarşinin iktidarını arttıran bir araç" olarak açığa çıkmıştır. (Lenin; Emperyalizm, C. 22, s. 231/232)
Hisse sahibi büyük bankalar şirketin genel toplantılarında hazır bulunurlarken, dağınık durumda olan küçük "halk hisse senedi" sahiplerinin bu olanağı yoktu.

Kısaca; mülkiyeti tabana yayma anlayışı, işçilere ideolojik yanılgıya sürüklenmekten, sınıfsal yaklaşımlarını sermayenin çıkarına terk etmekten başka bir şey vermeyecektir. Bu, işçi sınıfının, sermaye tarafından satın alınması anlamına gelir.

Özelleştirme ve ona karşı mücadelenin ne olup olmadığını ele almadan önce, özelleştirilenin, yani devlet mülkiyetinin ne olup ne olmadığını açıklayalım.

5- Kapitalizmde devlet mülkiyetinin karakteri

a) Kapitalist sistemin objektif ekonomik kategorisi olarak devlet mülkiyeti (sektörü)
Türkiye'de devlet mülkiyeti, kapitalist üretim biçiminin ekonomik ilişkilerindeki bazı değişmelerin bir ifadesi olmuştur. Bu değişmelerin içeriğini, tek tek unsurlarını ele alarak gösterirsek:
– Türkiye'de kapitalizmin gelişme koşulları devletin, ekonominin hemen hemen bütün alanlarında faal olmasını kaçınılmaz kılmış olduğundan dolayı, devletin faal olduğu ekonomi sektörlerinde üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin hızlanması için oldukça uygun koşullar oluşmuştu. Böylelikle büyük üretimin gelişmesi ivme kazanıyor, teknolojik yenilenme önemli oluyor ve bütün bunlar da Türkiye'de kapitalizm koşullarında üretici güçlerin toplumsallaşma sürecini ilerletiyorlardı.

– Devlet sektöründe (devlet işletmelerinde) üretim araçlarının sahibi ile (burada hukuki anlamda değil, sosyal ekonomik anlamda bir sahiplik söz konusudur) üretim sürecinin doğrudan yönetim organları arasındaki ayrım/farklılık tamamen belirgindir. Yani, sadece emperyalizmde değil, Türkiye'deki kapitalizm koşullarında da devlet mülkiyetinin varlığı burjuvazinin prazit, fazlalık tarihi ömrünü doldurmuş olduğunu, artık toplumsal bir fonksiyonunun kalmadığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu anlamda devlet mülkiyeti, hem kapitalizmin maddi tahribatının ve hem de sosyalist üretim biçiminin maddi hazırlığının bir unsurudur.

–Devletin ekonomideki faaliyeti, işgücünün alım ve satımında belli şekli değişmeye neden olmuştur; devlet işletmelerinde işçi, doğrudan tek tek kapitalistler tarafından sömürülmüyor. Devlet işletmelerinde işçi, özel bir kapitalist tarafından; büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin temsilcisi olan devlet tarafından sömürülüyor. Böylelikle devlet işletmelerinde ve özel sektörde artı değere el konuş formu değişik oluyor. Bundan dolayıdır ki, Engels şöyle der; "Tam da bu, sorunun
bamteli; mülk sahibi sınıflar iktidarda oldukları müddetçe... devletleştirme sömürünün ortadan kaldırılması değil, bilakis sadece biçim değiştirmesidir." (C. 38, s. 64, Alm)

– Devlet mülkiyeti, toplumsal ürünün bölüşümünde de belli değişmelere neden olmaktadır; devlet, işçi sınıfının ve emekçi yığınların gelirlerinin sürekli artan bir kısmını vergi olarak alıyor ve bu miktarın bir kısmını sermaye olarak (devlet) işletmesine yatırıyor. Devletin, kendi işletmelerinde elde ettiği gelirin bir kısmı da çeşitli formlarda (örneğin kredi vs.) büyük burjuvazinin eline geçiyor. Böylelikle devlet mülkiyeti, ulusal gelirin, büyük burjuvazinin lehine paylaşımında bir araç oluyor.

Devlet mülkiyetinde üretici güçlerin toplumsal karakterinin tanınma zorunluluğu, üretici güçlerin toplumsal araç olarak ele alınma zorunluluğu kendini gösteriyor. Tam da burada, devlet mülkiyetinde, Engels'in ifadesiyle, "Bizzat toplum tarafından bütün üretici güçlerin ele geçirilmelerinin yeni bir basamağına ulaşılıyor." (C. 20, s. 259, "Anti-Duhring" Alm.)

Demek oluyor ki, devlet işletmeciliği kapitalizmde, toplumsal araç olarak üretim araçlarının ekonomik realize edilmesinde (bölüşümünde) yeni bir basamağı ifade ediyor. Ama devlet işletmeciliğinin bu karakteri, yani toplumsal karakterinin tanınmamazlıktan tam tanınmaya geçişi
ancak sosyalizmde mümkün olur.

Tam da bu süreç devlet mülkiyetinin kapitalist üretim biçimi koşullarında üretici güçlerin toplumsal karakterinin tanınmasının en yüksek aşamasını ifade ettiğini göstermektedir; devlet mülkiyeti, üretim araçlarının burjuvazinin mülkiyetinde olarak (bütün olarak tekelci burjuvazi), sermaye olarak, sömürünün aracı olarak görülebileceği en son sınırı oluşturmaktadır. Bu sınırın ötesine geçmek; yani üretici güçlerin toplumsal karakterinin tanınmasının en yüksek aşaması üretim araçlarının topluma devredilmesi anlamına gelmektedir. Tabii ki, bu devrim sorunudur, bu Türkiye açısından antiemperyalist demokratik devrim ve giderek sosyalizme geçiş sorunudur. Türkiye'de bu devrime en yakın mülkiyet formunu devlet mülkiyeti oluşturmaktadır.

Bütün bu belirttiğimiz özelliklerine rağmen devlet mülkiyeti, kapitalist ilişkileri ortadan kaldıran yeni bir üretim ilişkisini ifade etmiyor. Bunların hepsi kapitalist üretim biçimi çerçevesindeki değişmelerdir; proletaryanın, iktidar mücadelesinde dikkate alması gereken değişmelerdir.

Belirttiğimiz değişmeler yeniden üretim süreci çelişkilerinin hareket edebilecekleri formların doğmasına neden oluyorlar:

– İfadesini devlet mülkiyetinde bulan ekonomik ilişkilerdeki yukarıda belirttiğimiz değişmeler, özel sektör çerçevesindeki üretici güçlerin belli hareket formlarının oluşmasına da neden oluyorlar; devlet mülkiyeti (sektörü) özel sektöre sermayesinin nispeten iyi koşullarda değerlendirmesi için, ek kar kaynakları için koşullar oluşturuyor. Zaten devlet sektörünün temel ekonomik fonksiyonu da bundan ibarettir. Ve Türkiye'de devlet sektörü varoluşundan bugüne kadar bu fonksiyonunu tam olarak yerine getirmiştir; devlet işletmeleri sermayenin birikim sürecini etkiliyorlar (Kemalist burjuvazi döneminde belirliyorlardı), geniş kapsamlı bir yatırım faaliyetini gerçekleştiriyorlar ve ülke ekonomisinde işin verimliliğini belli ölçülerde yükseliyorlar.

– Devlet sektörü, özel sektörün üretimini realize etmesini kolaylaştırıyor; devlet sektörü iç pazarın genişlemesinde dolayısıyla genişlemiş iç pazarda özel sektörün rekabet gücü kazanmasında önemli bir faktör oluyor.

Bütün bunlara rağmen vurgulamak gerekiyor ki, devlet sektörü görünüşte her ne kadar bağımsız bir gelişme yolu izlerse izlesin, sonuç itibariyle ekonomik faaliyetini özel sektörün mülkiyetindeymiş gibi gerçekleştiriyor. Yani yeniden üretim sürecindeki rolü, özel sektörde olduğu gibi, kapitalist ekonominin genel yasalarıyla sınırlanmıştır. Devlet sektörü, Türkiye ekonomisinin gelişmesine temel değişimler taşıyamamakta; yeniden üretim sürecinin veya genel olarak kapitalizmin çelişkilerini ortadan kaldırmamakta. Zaten bu kapitalizm koşullarında mümkün değildir.

Demek oluyor ki, devlet mülkiyeti –ekonomik realizasyonu açısından– bütün burjuva sınıfın değil, ama işbirlikçi büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin bir mülkiyet formunu oluşturmaktadır. Ama o, aynı zamanda şeklen bağımsızdır. Ama devlet mülkiyetinin ekonomik ilişkilere taşıdığı ve yukarıda belirttiğimiz değişmeler bu bağımsızlıktan kaynaklanmıyorlar. Şekli bağımsızlık, sadece hukuksal bir ifadedir. Başka bir şey değil.

Devlet sektörü dendiğinde, üretim araçlarının bir kısmının tek tek kapitalistlerin veya özel sektör tekellerinin mülkü olarak değil, bir bütün olarak işbirlikçi burjuvazinin mülkü olarak realize edildiği
görülür. Hal böyle olunca üretim araçlarının bu kısmı üzerine tasarruf hakkının kimde olduğu sorununda da çözümlenmiş olması gerekir. Bu sorunun çözümü şöyle; üretim araçlarının bu kısmının tasarruf/kullanım hakkı kapitalist bir işletmeye devrediliyor ve bu kapitalist işletmede işbirlikçi büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin (aynı zamanda yabancı sermayenin de) çıkarlarını, siyasi iktidarını ifade eden kapitalist Türk devletinden başka bir şey değildir. Her kapitalist devletin doğuş koşulları farklıdır. Türk devleti tekelci kapitalist işletme olma koşulları
içinde doğmuş ve öyle de gelişmiştir.

Üretim araçlarının bir kısmının yeni bir taşıyıcıya/tasarrufçuya yani devlete devredilmesi bu devrin hukuksal tanımını da kaçınılmaz kılıyor. Bu tanım, Türkiye'de ve kapitalist dünyanın her yerinde karşımıza şekli bağımsız devlet mülkiyeti formunda çıkıyor.

Bu nokta oldukça önemlidir. Çünkü burjuva, faşist, reformist ekonomistler tam da bu noktada bulanık/karanlık teorilerini geliştirerek, devleti bütün toplumun temsilcisi olarak ilan ediyorlar, onun sınıfsal karakterini gizliyorlar ve böylece de büyük burjuvazinin mülkiyetinin değişik formu olarak devlet mülkiyeti olgusunun özünü karartıyorlar.

Bu gerçekten dolayıdır ki, devlet mülkiyetinin ekonomik içeriğini, onun şekli-hukuki bağımsızlığından, onun özel sektörden şekli ayrımından hareketle açıklamak hukuksal bir uydurmadan başka bir şey değildir. Türkiye'de burjuvazi bu hukuksal uydurmaya oldum olası ciddi bir şekilde sahip çıkar. Bunun nedeni vardır: Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde devlet; kapitalist işletme olarak devlet belirleyici bir rol oynamıştı. Başlangıçta Türk kapitalizminin motoru devletti. Devlet bu rolünden dolayı kolayca bütün toplumun temsilcisi olarak açıklanabiliyordu, sınıflar üstünde bir konuma getirilebiliyordu ve dolayısıyla devlet mülkiyeti de bu temelde bütün toplumun mülkü olarak lanse edilebiliyordu.

b) Kapitalist üretim biçiminin yıkılmasının formel aracı olarak devlet mülkiyeti (sektörü)
Kapitalizm ne derece gelişirse, üretim de o derece toplumsallaşmış olur. Kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizm üretimi, kapitalist çerçevede toplumsallaşacağı kadar toplumsallaştırmıştır, kapitalizmin bütün çelişkilerini derinleştirmiştir. Bütün emperyalist ülkelerde sosyalizme geçişin nesnel koşulları son derece olgunlaşmıştır. Lenin şöyle der bu konuda:
"... tekelci devlet kapitalizmi, sosyalizmin tam maddi hazırlığıdır, onun doğrudan ilk basamağıdır. Çünkü tarihi merdivende bu basamak ile sosyalizm denen basamak arasında artık hiçbir ara basamaklar yoktur" (aç. Lenin; C. 25, s. 370, Alm.)

Şüphesiz ki, Türkiye'de kapitalizm bu denli gelişmemiştir. Türkiye'de sosyalizme geçiş, emperyalist bir ülkenin sosyalizme geçişi gibi olmayacaktır. Bugün Türkiye'de sosyalist devrimden önce, o devrimin yolunu açacak olan antiemperyalist demokratik devrimin objektif koşulları oldukça olgunlaşmıştır. Bu süreç içinde devletin ekonomik faaliyeti, devlet kapitalizmi de (veya sektörü) çok önemli bir rol oynamaktadır.

Birincisi; devletin ekonomik faaliyeti her şeyden önce, egemen burjuvazinin tarihi olarak çağını doldurmuş olduğunu, bu sınıfın toplumsal ilerleme açısından hiçbir anlamının kalmadığını, egemen burjuvazinin üretici güçleri amaca uygun kullanma yeteneğinden yoksun olduğunu gösterir.

İkincisi; devletin ekonomik faaliyeti, burjuvazinin bu yeteneksizliğini aşmanın bir aracı olarak hizmet eder. Ama bu, kapitalist ekonominin belli çelişkilerinin çözümünde sadece sınırlı bir araçtır. Bu abartılmamalıdır. Devletin ekonomik faaliyeti aynı zamanda kapitalist ekonominin çelişkilerini de keskinleştirir. Bu konuda Engels şöyle der:

"Formu ne olursa olsun modern devlet, özü itibariyle kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, ideal genel kapitalisttir. Mülkiyetine ne kadar çok üretici güç alırsa o kadar çok gerçek genel kapitalist olur, o kadar çok vatandaşı sömürür. İşçiler, ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Sermaye ilişkisi kaldırılmaz, daha ziyade keskinleşir." (C. 20, s. 260, "Anti-Dühring", Alm.)

Görüyoruz ki, devlet mülkiyeti, kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan belli çelişkilerin (örneğin krizlerin geciktirilmesi veya atlatılması için alınan tedbirler) çözümünde sadece sınırlı bir araç değil, bilakis kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan çelişkilerin keskinleşmesine neden olan bir faktördür.

Engels, devamla şöyle diyor;
"Üretici güçlere olan devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama o, kendi içinde çözümün şekli aracını, vesilesini taşımaktadır. Bu çözüm sadece, modern üretici güçlerin toplumsal doğasının gerçekten tanınmasında ve üretim, el koyuş ve mübadele biçiminin üretim araçlarının toplumsal karakteriyle uyum içine sokulmasındadır ve bu sadece, tolumun, kendi yönetimi dışında kalan üretici güçleri açıkça ve dolayısızca ele geçirmesiyle gerçekleşebilir" (agy.)

Demek oluyor ki, Engels devletin mülkiyetini ayna zamanda, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında bir araç olarak görüyor. Yanlış anlaşılmayı önlemek için belirtelim ki, bu, yine Engels açısından sadece ve sadece biçimsel bir araçtır.

Devlet mülkiyetinin (sektörünün) bahsettiğimiz bu iki özelliği aynı zamanda onun iki çelişkili yönünü de ele vermektedir:
– Devlet mülkiyeti, üretici güçlerin toplumsallaşmasının bir ifadesidir.
– Devlet mülkiyeti, aynı zamanda artı değere kapitalist el koyuşun bir formudur.

Devlet mülkiyetinin bahsettiğimiz iki özelliğinin konumuz açısından ve giderek de sosyalizmin maddi hazırlığı süreci açısından önemi nedir?

Birincisi; devletin ekonomik faaliyeti, üretici güçlerin daha yüksek bir aşamada toplumsallaşmasının, gelişimesinin genel bir ifadesidir. Böylelikle üretimin bir merkezden yönetimi, ekonomi de belli dengelerin sağlanması, toplumun ekonomik güçlerinin ve araçlarının önemli oranda amaca uygun kullanılma olanakları doğmaktadır. Tam da bu noktada kapitalist gelişmenin, burjuvazinin aşılmasının araç ve yollarının bizzat kapitalist gelişme ve burjuvazi tarafından nasıl hazırlandığını görüyoruz.

Unutmamak gerekir ki, devletleştirme düşüncesi komünistlerin bir buluşu değildir. Devletleştirme düşüncesi, toplumun nesnel gelişmesi tarafından daha da ilerlemek için bulunmuş olan bir yoldur.

Bilimsel teori olarak Marksizm, diğer şeylerin yanı sıra bu gerçeği de görmek ve değerlendirmekle karşı karşıyadır: Toplumsal ilerleyişin yolunu, bu ilerlemenin ekonomik ve siyasi koşullarını keşfetmek ve bu ilerlemeye tekabül eden toplumsal güçleri örgütleyerek demokratik veya sosyalist devrimi gerçekleştirmek.

Lenin, tekelci devlet kapitalizmine, devlet tekeline bu açıdan da yaklaşır ve şöyle der: "Sosyalizm, bütün halkın yararına kullanılan ve böylece, kapitalist tekel olmaktan çıkan (aç Lenin) kapitalist devlet tekelinden başka bir şey de değildir." (C. 25, s. 369, Alm.)

İkincisi; devlet mülkiyetinin kapitalist sisteminin yok edilmesinde sadece bir araç olması gerçeği. Üretimin kapitalist karakterini yadsımadığı gibi, kapitalist üretim biçimi çerçevesinden çıkıldığı anlamına da gelmez. Bundan dolayıdır ki, devlet mülkiyetini, kapitalizmin yok edilmesinin aracı olarak karakterize eden bütün faktörler öze ilişkin olmayan formel faktörlerdir.

Bu soruna Lenin nasıl bakıyordu? Lenin, devlet mülkiyeti veya devletleştirme sorununu hiçbir zaman sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele almamıştır. Öyle ki o, 1917'nin Şubat-Ekim ayları arasında (demokratik devrimin politik plandaki zaferinden sonra) devlet mülkiyeti veya devletleştirme olgusunda burjuva-demokratik devrimden sosyalizme geçişin hızlandırılmasının bir aracını görmüştür. Örneğin o maden ocaklarının ve şeker fabrikalarının devletleştirilmesini ve bütün bankaların ulusal bir banka olarak birleşmelerini uygun görmüştür. Lenin "Temel Bir Sorun"
adlı makalesinde bu konuda şöyle der:

"Kartellerin burjuva-demokratik, köylü devletin eline geçmesi sosyalist bir tedbir mi olacaktır?
Hayır. Bu sosyalizm değildir...
Sorun şu; bütün bankaların bir bankada kaynaşmaları ve şeker fabrikaları kartellerinin demokratik, köylü devletin eline geçmesi gibi tedbirler, proletarya ve yarı proletaryanın bütün toplum kütlesi içindeki önemini, rolünü, nüfuzunu güçlendirecek midir yoksa zayıflatacak mıdır?

Şüphesiz ki, güçlendirecektir. Çünkü bunlar "küçük mülk sahibi" tedbirleri değildirler.

Böylesi tedbirler özellikle şehir işçilerinin, şehirdeki ve kırdaki proleter ve yarı proleterlerin öncüsünün bütün toplum üzerindeki önemini, rolünü ve nüfuzunu kaçınılmaz olarak güçlendirecektir.

Böylesi tedbirlerden sonra sosyalizme doğru adımlar (aç Lenin) Rusya'da tabii ki mümkün olacaktır." (Lenin "Temel Bir Sorun", 1917, C. 24, s 183, Alm.)

Diğer bir ifadeyle: Anadolu coğrafyasında komünistlerin antiemperyalist demokratik devrim programının birkaç maddesinde ulusallaştırmayı esas almaları boşuna değil.

Belirttiğimiz gibi Lenin, kapitalist sistem çerçevesinde ulusallaştırma sorununu, devlet gücünün karakterinden, sınıf mücadelesinin gelişme durumundan, işçi sınıfının bu mücadelede ve toplumdaki nüfuzundan bağımsız olarak ele almaktadır.

Lenin'in soruna bu yaklaşımı, marksizmle revizyonizm arasındaki önemli bir farkın da ifadesidir; revizyonistler, devlet mülkiyetinin belirli yönlerini –ele aldığımız yönlerini– mutlaklaştırırlar, devlet
mülkiyeti olgusunu somut tarihi durumdan, sınıf mücadelesinin gelişme seyrinden koparırlar ve burjuvazinin yapacağı her ulusallaştırmayı işçi sınıfı için sürekli avantajlı bir gelişme olarak görürler. Onlara göre, faşist diktatörlüğün Koç ve Sabancıları, Alman devletinin Siemens'i ulusallaştırmasıyla, bir zamanların Küba'sındaki, Nikaraua'sındaki ulusal iktidarların ulusallaştırmaları arasında sadece yer ve zaman farkı vardır; hepsi de işçi sınıfı için avantajlıdır! Ama revizyonist blokun yıkılmasından sonra, zehir saçan dünya çapında örgütlü ve güçlü bir revizyonizm artık olmadığı için "kulağımız biraz dinç"!

c) Anadolu coğrafyası işçi sınıfının mücadelesinde devlet işletmelerinin (sektörünün) rolü
Son dönemlerde özelleştirme tartışmalarının yoğunlaşması, burjuvazinin KİT'leri yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekmede kararlı olması, özelleştirme sorununa çeşitli çevrelerin yaklaşımları komünistlerin dikkatini de kaçınılmaz olarak bu yöne çekmektedir. Soruna köklü bir yaklaşım, tartışmaların geldiği bir aşamadan sonra kaçınılmaz olmuştur. Özelleştirme sorunu, diğer şeylerin yanısıra çok önemli sorunu da gündeme getirmiştir; devlet işletmelerinde mülkiyet sorunu mevcut toplumsal düzenin dayadığı mülkiyet temelleri.

Yukarıda belirtmiştik; mülkiyetin devlet formunun sosyo-ekonomik içeriği belirleyicidir. Bu ise, devletin sınıfsal karakterinden, söz konusu ülkede sınıfsal/iktidarsal güç dengelerinden kopuk olarak asla ele alınamaz. Devlet mülkiyeti, kapitalizmde de, demokratik devrimden sosyalist devrime geçişin aracı olan demokratik devrimci devlette de ve sosyalizm de de karşımıza çıkmakta. Biz bunların hepsini aynı kefeye koyamayız.

Bu üç dönemin her birinde devlet mülkiyetinin formu, sınıfsal karakteri değişik olacak. O halde özelleştirme sorunu tartışılırken sorunun, mülkiyete ilişkin can alıcı özü bir kenara itilerek, daha tali yanlar (sendikasızlaştırma vb.) ön plana çıkartılarak tartışılamaz. Sorun, komple bir perspektifle ele alınmalıdır. Bizim amacımız, özelleştirme tartışması vesilesiyle de proletaryanın iktidar mücadelesinde pratikte ve bilinçlenmede ileri, yeni mevziler kazanmasını sağlamaktır. Bu da, özelleştirme tartışmasında mülkiyetin karakterini ele almadan olmuyor.

Türkiye'de burjuvazi, özelleştirme propagandasında, Türkiye'nin bölgenin en son sosyalist ülkesi olduğu bayağılını yapacak kadar ileri gitti. Dün, özel sektörü yaratan, onun çıkarına olan devlet sektörü, devlet mülkiyeti bugün T. Çiller tarafından sosyalizm olarak açıklanıyor. Devlet mülkiyeti eskimiştir, onun ömrü tükenmiştir deniyor. Böylelikle burjuvazinin siyasi sözcüleri, kapitalist ve sosyalist devlet mülkiyetini demagojik bir şekilde birbirine karıştırıyorlar. Bu karıştırma, sadece özelleştirmeyi gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda işçi sınıfının bilincini bulandırmak için de kullanılıyor. Eskimiş, ömrü dolmuş bir mülkiyet anlayışı için mücadele etmenin anlamı yok deniyor.

Oysa eskiyen, ömrünü dolduran üretim araçları üzerine demokratik ve sosyalist devlet mülkiyeti değildir. Eskiyen ve ömrünü doldurmuş olan devlet mülkiyetinin kapitalist düzenin sağlamlaştırılması tekelci kapitalist özel sektörün zenginleşmesi için kullanımdır. Eskiyen ve ömrünü doldurmuş olan, kolektif kapitalist sömürünün aracı olan KİT'leri özel sektörü, yabancı sermayenin çıkarları için, baskı ve sömürüyü artırmak için, Kürt ulusunu katletmede maddi imkanlar sağlamak için daha etkin kullanmaya yönelen faşist Türk devletinin kendisidir.

Özelleştirme sorununa yaklaşımda bu bakış açısı göz ardı edilirse, varılacak sonuç yanlış olur, tali noktalar ön plana çıkar, esas nokta geri planda kalır.

6- Özelleştirme: Özelleştirmenin ekonomik ve siyasi nedenleri

Türkiye'de burjuvazi özelleştirmeyi neredeyse bir kampanyaya dönüştürdü ve yoğun ve geniş çaplı bir kampanyayla sürdürüyor. Özelleştirmenin önüne çıkartılan hukuksal engelleri de aşıyor.
Türkiye'de özelleştirme şimdiye kadar görülmemiş, boyutlarda ele alınıyor ve hükümet politikasının önemli bir unsuru durumuna getirilmiştir.

Burjuvazinin özelleştirmeye her gün bu denli önem vermesinin nedeni, Türk kapitalizminin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik genel durumda aranmalıdır.

Türk burjuvazinin özelleştirme propagandasında ve özelleştirmeyle güttüğü amaçta neoliberalizmin güçlü izleri/etkisi vardır.

Burada belirtilmesi gereken bir noktada şudur: Özelleştirme propagandasında "serbest pazar ekonomisini" bayrak edinen Türk burjuvazisinin, özelleştirmeyi salt "neoliberal" dayatma ve taleplerden dolayı yaptığını söylemek, gerçeği tam anlamıyla yansıtmamak anlamına gelir.

Her ne kadar Türkiye emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülkeyse de bu, Türkiye'nin ekonomik olarak fevkalade geri, tamamen dışa bağımlı, hiçbir iddiası olmayan bir ülke olduğu anlamına gelmez. Türk burjuvazisi kendi gücünü, bölgesel konumunu görüyor ve revizyonist-kapitalist blokun dağılmasından sonra ortaya çıkan olanakları kendi çıkarı için değerlendirmeyi amaçlıyor. Bu, sermaye demektir ve bu sermayeyi o, emperyalist ülkelerden hiçbir zaman alamaz. Dolayısıyla kendi birikim kaynaklarını zorlamak zorunda kalıyor. İşte özelleştirmeden elde edilecek miktarın bir kısmını da Türk burjuvazisi bu amaçlar için kullanacaktır. Türkiye'de özelleştirmenin önemli bir noktası da emperyalizmin "neoliberalizm" dayatmasının yanı sıra budur; "Türk burjuvazisinin "Adriyatik kıyısından Çin Seddi'ne" hırsıdır.

Özelleştirmenin nedenlerinin ve bununla burjuvazinin güttüğü amacın anlaşılması için devlet işletmelerinin ekonomideki spesifik (özgül) konumu ve rolünün dikkate alınması gerekir.

Yukarıda da belirtiğimiz gibi, devlet işletmeleri kapitalist karakterde olan işletmelerdir ve nihai olarak da devlet tarafından özel sektörün çıkarlarına ters düşmeyecek bir şekilde yönetilirler. Ama mülkiyetin formu açısından devlet işletmeleri, özel sektör işletmelerinden farklıdırlar. İşte tam da bu fark hem hakim burjuvazi açısından ve hem de işçi sınıfı açısından mutlaka dikkate alınması gereken bir farktır. Neden?

Birinci neden; özel sektörün devlet işletmeleri üzerinde dolaylı veya dolaysız bir nüfuzu vardır. Ama bu nüfuz, özel sektörün kendi işletmeleri üzerindeki nüfuzu kadar/gibi teminat altına alınmamıştır. Özel sektörün devlet işletmeleri üzerindeki nüfuzu genellikle devlet kurumları üzerinden sağlanmaktadır. Ama bir bütün olan özel sektör de çeşitli sermaye gruplarından oluşmakta ve bu sektör, devlet sektörünü bir bütün olarak değil, tek tek sermaye grupları bazında kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışır. İşte bu etkilemenin sağlanması için uygun olan devlet kurumlarında özel sektörü oluşturan sermaye grupları karşı karşıya gelirler (çıkar çelişkileri). Bu, devlet işletmelerini etkilemek için sürdürülen çıkar rekabetinin ifadesidir. Bu rekabet (sipariş alabilmek için rüşvet vermekten, kendi adamının istenilen mevkiye getirmeye kadar uzanan her türlü pisliğin mübah sayıldığı ve her gün burjuva gazetelerde okuduğumuz olaylar/gelişmeler süreci) özel sektörün tek tek sermaye grupları için pahalı olabilir ve üstelik, belli bir nüfuz sağlanmış olsa da, bunun devam edeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Diğer taraftan ekonomide devlet işletmelerinin özel sektörle rekabet ettiği durumlar da olur. Bu nedenlerden dolayı özel sektörün şu veya bu sermaye grubu, özelleştirmeye uygun belli devlet işletmelerini ele geçirmeyi kendi çıkarı açısından doğru bulabilir. Böylelikle özel sektör, özelleştirilen devlet işletmesi üzerinde sınırsız hakka sahip olur.

Aynı anlayış, yabancı sermaye içinde geçerlidir. Yabancı sermaye de, kendi pazarını daraltan, yani rekabet gücüne sahip olan devlet işletmelerini ele geçirmeyi hedefler.

Bugün Türkiye'de yürütülen özelleştirmeye özel sektörün (yerli tekellerin) ve yabancı sermayenin bu anlayışla da yaklaştıkları açıktır.

İkinci neden; devlet işletmeleri, özel sektör işletmelerinden daha yoğun bir şekilde kamuoyunun gündemindedir. Bu işletmelerin yönetimi hükümetin elindedir. Bu işletmelerde olup bitenler, kamuoyu tarafından hükümet eden siyasi partilerle bağlam içinde ele alınır. İSKİ olayı ile SHP ilişkisi henüz küllenmedi.

Devlet işletmelerinin bu idari özelliğinden dolayı hükümet özel sektör karşısında ne kadar tavizkar davranırsa davransın, her bir özel sektör işletmesinin, devlet işletmeleri bağlamında, isteklerini tam
olarak erine getiremez.

Bu noktayla ilgili gelişmeler mevcut düzenin siyasi teşhirinde önemli bir rol oynarlar/çıkış noktası oluştururlar.

Üçüncü neden; bazı dönemlerde devlet işletmelerinin varlığı veya sayılarının giderek artması burjuvazi için potansiyel siyasi bir tehlike arzedebilir. Devlet işletmeleri kapitalist işletmeler olmalarına rağmen, aynı zamanda, mülkiyetin formu bakımından özel mülkiyetin bir inkarıdır. Bu durumda kapitalist mülkiyetin idaresi, üretimin yönetimi devletin elinde olunca, tek tek kapitalistin, birey olarak kapitalistin, ekonomik açıdan gereksiz bir figür olduğu açığa çıkar. Devlet işletmelerinin varlığı, kapitalist özel mülkiyetin ömrünü, kitleler nezdinde, tarihi olarak doldurduğunun daha iyi görülmesine hizmet etmektedir.

Kısaca, devlet işletmeleri, mülkiyet ilişkilerini, mülkiyet sorununu gündeme getirdiği için, burjuvazi açısından devamlı tartışmalı bir sorun olmuştur. T. Çiller'in devlet işletmelerini, sosyalist kalıntı veya Türkiye'yi bölgenin en son sosyalist devleti olarak görmesinde bu nazik sorunun da bir parça etkisinin olduğu inkar edilemez.

Dördüncü neden; özel sektörün, verimli devlet işletmelerine talip olmasının nedeni sadece kar nedeniyle açıklanamaz. Böyle bir açıklama eksik olur. Özel sektörün, verimli devlet işletmelerine talip olmasının ikinci nedeni, bu işletmelerin özel mülkiyete karşı önemli bir argüman oluşturmalarıdır ve böylece ekonomik ilerlemenin, özel mülkiyete, özel inisiyatife dayandığı anlayışının çürütülmüş olmasıdır. Özelleştirme özel mülkiyetin "kutsal" temellerini sağlamlaştırmaktır.

Beşinci neden; özel sektör, devlet işletmelerini de ele geçirmekle büyür, sermayesini çoğaltır, rekabet gücünü yükseltir. Bu neden, diğer nedenlerin bir parçasıdır, onların içinde vardır.

Altıncı neden; bağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki özelleştirmede yabancı tekellerin de son derece önemli rolü vardır. Onlar da devlet işletmelerini ele geçirerek potansiyel rakipten kurtulurlar, pazar alanlarını ele geçirirler ve o ülkenin ekonomisinde pratikte de daha fazla söz sahibi olurlar.

Sonuç itibariyle; devlet işletmeleri, özel mülkiyet karşısında ilerlemenin bir ifadesidir. Bu anlayış, ulusallaştırma formunda farklı içerikte de olsa komünistlerin programında da yer almaktadır. Devlet
işletmelerinin varlığı, özel mülkiyeti gereksiz kılmaktadır ve bunların hepsi kapitalizm çerçevesindeki mülkiyet formu gelişmeleridir. Proletarya, mülkiyet ilişkilerindeki bu değişmeleri antiemperyalist, demokratik devrim mücadelesinde kitleleri bilinçlendirme açısından kullanmasını
bilmelidir.

7- Özelleştirmeye karşı mücadelenin içeriği

Devlet işletmelerinin özelleştirilmesine karşı mücadelenin, soruna kapsamlı bir şekilde yaklaşılırsa, objektif olarak çok güçlü, tutarlı siyasi argümanları içerdiği görülür. Tabii ki bu argümanlar, her ülkenin somut koşullarından dolayı spesifik (özgül) karakterler de taşıyabilirler. Ama bu siyasi argümanlar, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde şu veya bu şekilde genel hatlarıyla aynı özellikleri gösterirler. (Bkz. Emperyalizmin dayatması olarak "neoliberalizm" başlığı altında ele
alınan kısım.)

İşbirlikçi tekelci burjuvazinin devlet işletmelerini özelleştirmek için gösterdiği yoğun çaba ve bazı işletmelerin özelleştirilmesi, bazılarının özelleştiriliyor olması, özelleştirmeyi toplumun her kesiminin gündemine koydu. Özelleştirme sınıf mücadelesinin önemli bir sorunu oldu; özelikle genel olarak bütün kamuoyunun, özel olarak da işçi sınıfının bir sorunu oldu.

Özelleştirmeye karşı mücadelenin çeşitli yönlerine geçmeden önce komünistlerin soruna ilkesel yaklaşımını belirtelim. Komünistler, özelleştirme sorunu karşısında kayıtsız kalamazlar.

Öncelikle programatik, ilkesel ve stratejik bakımdan komünistler, özelleştirmeye karşı mücadeleyi, devrim ve sosyalizm kavgasına bağlı, bu kavganın bir parçası olarak ele alırlar. Özelleştirmeye karşı mücadele emperyalist, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması hedefine bağlıdır/bağlı ele alınmalıdır.

Bu temel perspektife bağlı olarak özelleştirmeye karşı mücadele, güncel olarak, özelleştirme saldırısının sonucu yoğunlaşan emperyalist tekellerin ve yerli tekellerin sömürü ve talanına; işçi kıyımına, sendikasızlaştırma ve işçi sınıfının, emekçi yığınların kazanılmış öteki haklarının gasbına karşı somutlaşmış bir anlayışla yürütülmelidir. Soruna yaklaşımımız böyledir.

Şimdi özelleştirmeye karşı mücadelenin çeşitli yönlerine bakalım:

Özelleştirme ve ona karşı mücadele tek başına bir olgu olarak ele alınamaz. Özelleştirmeye karşı mücadele son kertede devrim için, mevcut düzeni yıkmak için, özelleştirme anlayışının maddi temelini ortadan kaldırmak için mücadeledir.

Diğer taraftan, özelleştirmeye hayır demenin anlamı burjuvaziye "özelleştirme de ne yaparsan yap, ekonomide devlet sömürüsü devam etsin, tercihimiz özel sektör değil, devlet sektörüdür" mesajı vermek değildir. Sorunu böyle koymakla onun; özelleştirmeye karşı mücadelenin sadece özünü ifade etmiş oluruz. Ama bizi kimse anlamaz. O halde, özelleştirmeye karşı mücadeleyi, sınıf mücadelesinin bir çıkış noktası yapabilmek için onu çeşitli yönleriyle ele almamız gerekmektedir.
– Özelleştirmeye karşı olmak, devlet sektörüyle özel sektör arasında bir tercih sorunu olarak görülemez:

Komünistler mevcut sistemin şu veya bu yönünün düzeltilmesi için mücadele etmiyorlar. Bu anlamda özel mülkiyet mi, yoksa devlet mülkiyeti mi ikilemiyle karşı karşıya kalmak ve her ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalmak yanlış sorulmuş soruya veya sorunun yanlış konuluşuna cevap aramak demektir.

Her şeyden önce iki kapitalist mülkiyet ve sömürü biçimlerinden birisinin savunucusu olmak komünistlerin işi değildir. Burjuvazi, özelleştirmenin, belirttiğimiz nedenlerden dolayı gerekliliğinden/zorunluluğundan hareket ediyor. İşte komünistler, özelleştirmeye karşı mücadele ederlerken söz konusu iki mülkiyet ve sömürü biçiminden birini tercihle karşı karşıya olmadıkları için acaba özelleştirmeye karşı olursak, devletçi mi oluyoruz diye kendilerine sormadan, burjuvazinin özelleştirmeyi neden gerekli/zorunlu gördüğünü ve bu gerekliliğin/zorunluluğun ne anlama geldiğini ve yığınlar için hangi sonuçları doğuracağını ele almaları gerekir.

Burjuvazinin neden özelleştirme yaptığı açıldığında karşımıza hayatın hemen hemen bütün alanlarında mücadele perspektifleri çıkmaktadır. Bizim için önemli olan, ele alınması gereken noktalar da bunlardır.

–Özelleştirmeye karşı mücadele antiemperyalist mücadelenin bir parçası olarak
görülmelidir.

Yukarıda emperyalizmin, yabancı sermayenin dayattığı "neoliberalizm"den bahsettik. Bağımlı, yeni sömürge ülkelerin dünya ekonomisindeki konumları aynı olmasa da, emperyalist dayatma şu veya bu şekilde aynı içeriklidir.

Soruna hangi boyuttan bakarsak bakalım emperyalist sermayenin bağımlı, yeni sömürge ülkelerinde özel sermayeyi/sektörü kontrol ettiği gibi devlet işletmelerini de kontrol etmesi söz konusu değildir. Emperyalist sermaye doğrudan kendi kontrolünde olmayan bu alanların da kendi kontrolüne girmesini sağlamak için bu ülkeleri, yapısal uyum sağlama kredileriyle, IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve başka emperyalist kuruluşların çok kapsamlı faaliyetiyle reform yapar bir kıvam getiriyor ve bağımlı, yeni sömürge ülke ekonomilerinin bu alanlarını da doğrudan ele geçiriyor. Böylelikle emperyalist sermaye birçok bağımlı, yeni sömürge ülkelerde devlet mülkiyetinde olan önemli maden işletmelerini, sanayi kuruluşlarını, tarım işletmelerini vs. ele geçirme olanağına kavuşmuş oluyor.

Emperyalist sermaye, bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri, "ulusal zenginliklerini sat ve borcunu öde" diye zorluyor. Böylelikle bu ülkeler ulusal zenginliklerini uluslararası mali pazarlarda (borsalarda) pazarlıyorlar, en çok verene satıyorlar. Bunun adı, ulusal zenginliğin resmen ve düpedüz açık artırmayla satılmasıdır.

Yabancı tekeller bu zenginliklere, borç silme karşılığında verdikleri sermaye ile ortak oluyorlar veya satın alıyorlar. Böylelikle, yeni sömürge ülkelerdeki bir çok fabrika, tarım işletmeleri, hammadde kaynakları maden ocakları çok uluslu tekellerin; yabancı sermayenin eline geçmiş
oluyor.
Emperyalist sermaye, yeni sömürge ülkeleri, mevcut ulusal iç pazarları da çok uluslu tekellere açmaları için zorluyor. Bunun için bu ülkeleri, ulusal üreticiyi koruyan yasaları ve sübvansiyonları kaldırmaya zorluyor. Böylelikle yerli üretimin kitlesel üretim karşısında rekabet gücü kırılıyor.

Ve emperyalist sermaye, bu ülkelerde, satın aldığı (özelleştirme!) veya ortak olduğu işletmeler vasıtasıyla da iç pazara daha güçlü hakim olmaya çalışıyor.

Bütün bu ve benzeri noktalar, antiemperyalist mücadelenin birer alanıdır. Şüphesiz özelleştirme olmaksızın da bu türden bağımlılıklar söz konusu. Ama son yıllarda emperyalistler arası çelişkilerin varmış olduğu boyutlar, dünya pazarının fiziki olarak genişlemesine rağmen, göreceli daralması; yani rekabetin keskinleşmesi, yeni ittifakların gündeme gelmesi emperyalistlerin, bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri daha yoğun bir kıskaca almasını da beraberinde getirdi. Bu kıskaç bugün "neo liberal" politika adı altında sürdürülüyor. Bu politikanın belirleyici özelliği de özelleştirmedir.

Emperyalizmle, yabancı sermayeyle bağı kurulmadan özelleştirmeye karşı mücadele edilemez. Bugün açısından özelleştirme, Türkiye'de en geniş yığınları antiemperyalist aydınlatmada, bu anlamda burjuvaziyi teşhir etmekte en önemli çıkış noktalarından birisidir. Burada çok objektif, güçlü bir siyasi bakış açısının varlığı gözardı edilemez.

–Özelleştirmeye karşı mücadele işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin "emperyalist" hırsına karşı mücadele olarak da görülmelidir.

Sosyal emperyalist blokun dağılmasından sonra dünya coğrafyası siyasi, ekonomik ve askeri olarak çok önemli değişimlere uğradı. Kapitalist-emperyalist dünya pazarı kapitalist ve revizyonist pazarlar olarak ikiye bölünmüşlükten çıktı ve 1917 Ekim Devrimi'nden önce olduğu gibi yeniden klasik kapitalist biçimde bütünlüklü halini aldı. Askeri blok olarak Varşova Paktı dağıldı. NATO önemsizleşti. Balkanlar ve "doğu bloku" ülkeleri yeniden paylaşım kavgasının en önemli alanlarından biri haline geldiler. 1989/1990'dan beri söz konusu olan bu gelişmeler hem Türkiye'yi
ön plana çıkardı ve hem de Türk burjuvazisinin iştahını kabarttı. Emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği (ABD'nin konumunu korumaya, mevzilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışması, Almanya'nın dünyayı yeniden paylaşma talebini yükseltiyor olması vs.) bu süreçte Türkiye, stratejik konumu açısından emperyalist ülkelerin dönem dönem "tavlamaya", "dövmeye" başladıkları bir ülke oldu.

Türk burjuvazisi bunu görüyor. Türk burjuvazisi kendi ekonomik gücünü ve imkanlarını da görüyor. Emperyalist ülkeler, Türkiye'nin bölgesel potansiyel bir güç olduğunu, şimdiden bölgesel bir güç olduğunu, Türk burjuvazinin rızası olmaksızın bölgede, onun çıkarlarını zedeleyen bir girişimin pek başarılı olamayacağını da görüyorlar.

Türk burjuvazisi, tarihi ilişkilerini de canlandırarak Balkanlar'da, Kafkasya'da, Orta Asya'da kendine yeni ufukların açıldığını görüyor ve bu alanlardaki fırsatları değerlendiriyor. Balkanlar'da Ortadoğu'da Kafkasya'da ve Orta Asya'da adı konmamış bir rekabetin sürdürüldüğünü hiç kimse
inkar edemez. Bu rekabetin bir ucunda Türkiye ve ABD yer alıyor. Diğer ucunda Rusya'yı, Almanya'yı, Fransa'yı Hollanda'yı vs. görüyoruz.

Emperyalist ülkelerin dönem dönem Türkiye'nin üstüne çullanmaları boşuna değildir. Türk ordusunun Güney Küdistan'ı işgaline Almanya, Fransa, Hollanda, Kürtleri çok sevdikleri için karşı çıkmadılar.

Türk burjuvazisinin telaffuz ettiği "Adriyatik'ten Çin Seddi"ne anlayışı bugün espri konusu olabilir. Ama bu anlayışta ciddiyetin payı da görülmelidir. Yani Türk burjuvazisi yayılma peşinde, pazar peşinde, bu onun "emperyalist" yayılma hırsını gösterir. Bunun için Türk burjuvazisinin sermayeye ihtiyacı vardır, büyümek zorundadır. O, özelleştirme ile bir takım imkanlara kavuşacağına inanıyor ve bu imkanları yayılmacı emelleri için kullanacaktır.

Özelleştirmenin ve ona karşı mücadelenin bu yönü dikkate alınmalı ve siyasi olarak işlenmelidir. Aksi taktirde burjuvazinin büyüme/yayılma hırsını açıklamakta güçlük çekeriz.

–Özelleştirmeye karşı mücadele düzene karşı mücadeleyle birleştirilmelidir.

Özelleştirme ve ona karşı mücadele sadece işçi sınıfını ilgilendiren bir sorun değildir. Özelleştirme, objektif ve güçlü olarak içerdiği siyasi argümanlardan dolayı bütün ulusu ilgilendiren bir sorundur (yerli işbirlikçi büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri kozmopolit yapılarından dolayı dar anlamda ulusun Türk ve Kürt ulusunun birer parçası değildirler.)

Özelleştirmede kent küçük burjuvazisi, küçük ve orta köylülüğün yanı sıra orta burjuvazi ve kırsal alandaki orta burjuvazi de (zengin köylülük) zarar görürler. Sübvansiyonların kaldırılması, iç pazarın tamamen korunmasız hale getirilmesi vb. bu kesimlerin pazardan dışlanmaları anlamına
gelmektedir. Kapsamlı bir özelleştirmenin gerçekleşmesi koşullarında kent ve kır orta burjuvazisinin iktisadi bakımdan zayıf ve kıyıma uğrayan kesimleri geçici koşullara bağlı, kısmi ilerici politik tutumlar alabilirler. Bu durumda ilerici politik tutumlar alan kesimlerle geçici, taktik güç birlikleri gündeme gelebilir. Ancak hatırlatmak gerekir ki, Türkiye'de kent ve kır orta burjuvazisine karşı stratejik politikamız, bu sınıfı yalıtma, tecrit etme, etkisizleştirme politikasıdır.

Ayrıca özelleştirme, ulusal değerlere/zenginliklere sahip çıkmayı doğru bulan küçük burjuva-aydın kesimini de ilgilendirir.

Görüyoruz ki, özelleştirme, bir bütün olarak başta işçi sınıfı ve emekçi kesimleri olmak üzere bütün kesimleri doğrudan ilgilendirmektedir. Bu demektir ki, bütün emekçi sınıf ve tabakalar özelleştirmenin içinde taşıdığı antiemperyalist, demokratik ve devrimci içerikli argümanları ışığında
düzene karşı mücadeleye seferber edilebilirler. Demek oluyor ki özelleştirmeye karşı mücadele, son kertede düzene karşı bir mücadeledir; antiemperyalist, demokratik devrimin bir sorunudur. Tabii ki, geniş yağınlar bunu, böyle görmüyorlar. Bizim görevimiz, devrim ve sosyalizm hedefine bağlanmış bir siyasi aydınlatmayla özelleştirmeye karşı mücadeleyi düzene karşı mücadeleye; emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine, faşist diktatörlüğe karşı mücadeleye çevirmektir.

Sonuç itibariyle (sorunun teorik yönü açısından):
Kapitalist sistemin ekonomik ve siyasi çelişkileri, devletin ekonomiye doğrudan müdahalesini beraberinde getirdi ve devlet, çok çeşitli formlarda olan bir takım ekonomik fonksiyonları üstlendi. Türkiye'de bu süreç Kemalist burjuvazi döneminde başladı ve Türkiye'de kapitalizm, adeta devlet kapitalizmi olarak kuruldu ve gelişti. Devletin, ekonomiye müdahale etme formlarından birisi de doğrudan işletme kurmasıdır. Bu, üretim araçlarına olan devlet mülkiyeti formunda bir müdahaledir.

Türkiye'de üretim araçlarına olan devlet mülkiyetinin ekonomide daha baştan belirleyici olması, ülkede güçlü bir tekelci devlet kapitalizminin gelişmesine neden oldu. (Bu, emperyalizmde söz konusu olan tekelci devlet kapitalizmiyle karıştırılmamalıdır.) Teorik açıdan baktığımızda devlet işletmelerinin kapitalizmde mülkiyet sorununu gündeme getirdiklerini görüyoruz. Çünkü devlet işletmeleri, kapitalist devlet mülkiyetinin kapitalist özel mülkiyetin yerini aldığını gösteriyorlar. Bu süreç, Türkiye'de daha ilginç gelişmiştir. Çünkü üretim araçlarına olan özel mülkiyetin ekonomide belirleyici konuma gelmesinden önce üretim araçlarına olan devlet mülkiyeti ekonomide daha baştan beri belirleyici bir konumdaydı. Dolayısıyla Türkiye'de kapitalizm devlet mülkiyeti-özel mülkiyet konusunda geri adım atmıştır, özel mülkiyetin gelişmesine çıkış noktası olmuştur. Kapitalizmde devlet mülkiyetinin özel mülkiyetin yerini alması, özel mülkiyetin sınıfsal ifadesi olan burjuvazinin artık fonksiyonsuz kaldığını, burjuvasız da kapitalizmin olduğunu ve bunun, kapitalizmin kendi gelişmesinin bir sonucu olduğunu göstermektedir. Bu durum, burjuvazinin gereksizliğini, burjuvazinin tasfiyesi temelinde yeni bir toplumsal sistemin (sosyalizmin) kurulmasının tamamen olanaklı olduğunun işçi sınıfı ve yığınlar nezdinde daha rahat görülmesine hizmet etmelidir.

Devlet işletmeleri kapitalist ekonominin hareketini, aktif olarak etkiliyorlar. Türkiye'de bu, sürekli böyle olmuştur. Devlet işletmeleri kapitalist karakterdedir ve dolayısıyla kapitalist ekonomiyi aktif olarak etkilemeleri bu ekonominin çelişkilerini çözmüyor, tersine daha karmaşıklaştırıyor ve derinleştiriyor. Devlet işletmeleri veya devlet tekelciliği, bir taraftan sermayenin iktidarını güçlü kılıyorlar, ama diğer taraftan da, yukarıda bir yerde belirttiğimiz gibi, sosyalizmin maddi ön koşullarını hazırlıyorlar. Paradoks gibi gözüken bu gelişme kapitalizmde mülkiyetin gelişmesinin
bir iç diyalektiğidir: Devlet mülkiyeti-özel mülkiyet!

Kapitalizmin objektif yasaları bir taraftan üretim araçlarına olan devlet mülkiyetinin gelişmesini kaçınılmaz kılarken, diğer taraftan da burjuvazi, bu sürecin; üretim araçlarına olan devlet mülkiyetinin gelişmesinin sınırlandırılmasını ve de geriletilmesini (özelleştirme) istiyor.

Birçok işletmenin veya hemen hemen bütün işletmelerin yüzde yüz özelleştirilmesi söz konusu olmadığı için, özelleştirme, bir nevi ortaklık işletmelerinin doğmasına neden olmaktadır: Devletin, yerli ve yabancı tekellerin ortak oldukları işletmeler. Bu işletmelerde özel sermaye/tekeller, devletin ekonomik gücünü/olanaklarını kullanarak güçleniyor. Özelleştirme ile hükümetin devlet işletmelerini bir kısım hisse senediyle işçilere veya genel olarak küçük sermaye sahiplerine satması, halkta mülkiyetin tabana yayılması duygusunu, "halk kapitalizmi" anlayışını geliştiriyor ve böylelikle bu etki altında kalan kesimler, özelleştirmeye karşı mücadeleden uzaklaşmış oluyorlar.

Devlet mülkiyetinin iç çelişkisi kendisini, mülkiyetin devletsel formu ve kapitalist içeriği olarak açığa vuruyor. Mülkiyetin devletsel formu ile kapitalist içeriği arasındaki bu çelişkinin diğer ifadesi birbirini etkileyen iki eğilimdir: Bir taraftan devletleştirme, diğer taraftan da özelleştirme! Burjuvazi, ne gerçekten tutarlı/kararlı bir şekilde özelleştirebilmekte ne de tutarlı/kararlı bir şekilde devletleştirebilmekte. O, bu iki eğilim arasında gidip gelmekte. Bu durum burjuvazi için içinden hiçbir zaman çıkamayacağı bir circulus vitiosus'tan (kısır döngü). Ancak işçi sınıfı, bu iki eğilim arasında gidiş-gelişe son verecek, söz konusu circulus vitiosus'u parçalayarak toplumsal gelişmeyi antiemperyalist demokratik devrim üzerinden sosyalizme götürecek güçtedir.

Adı üstünde! Bu, bir devrim meselesidir.
O halde:
–Özelleştirmeye karşı mücadele, devlet sektörüyle özel sektör arasında bir tercih sorunu olarak görülmemelidir.
–Özelleştirmeye karşı mücadele antiemperyalist mücadelenin bir parçası olarak; işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin "emperyalist" hırsına karşı sendikasızlaştırmaya karşı bir mücadele olarak görülmelidir ve düzene karşı mücadele ile birleştirilmelidir.

Özelleştirme saldırısı faşizm ve sermayenin topyekun saldırısının bir parçasıdır. Ve bu saldırı dalgası yalnız işçi sınıfını hedef almıyor. Tüm ezilen, sömürülen milyonlar bu saldırının hedefi içindedirler. İşçi sınıfı bu bilinçle, kavganın başına geçmelidir. Ezilen milyonların ve Kürt halkının önderi olarak sermayenin topyekun saldırısına, özelleştirme dalgasına karşı topyekun bir saldırıyla yanıt vermelidir. İşte bugün bu yanıtın adı: GENEL GREV GENEL DİRENİŞTİR!

Proleter Doğrultu,Sayı 2, Ağustos-Eylül 1995.