deneme

1 Eylül 1995 Cuma

Kapitalizmin Eşit Olmayan Gelişme Yasası – Emperyalistler Arası Çelişkilerin Gelişmesi ve Alman Emperyalizminin Bölgemizdeki Faaliyeti


Kapitalizmin Eşit Olmayan Gelişme Yasası – Emperyalistler Arası Çelişkilerin Gelişmesi ve Alman Emperyalizminin Bölgemizdeki Faaliyeti

Teorik yaklaşım

Kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişmenin emperyalizmde daha da şiddetlendiği Lenin tarafından keşfedilmiş ve bilimsel olarak temellendirilmiştir. Bu yasa Stalin tarafından bütün yönleriyle açıklanmış ve onun işlerliği, kapitalizmin çürüyüşünün en önemli faktörlerinden birisi olarak gösterilmiştir.
Marksist-Leninst teori, kapitalizmin gelişmesinin her ülkede aynı olmadığını, yani eşit olmayan bir gelişmenin söz konusu olduğunu öğretmektedir. Kapitalist toplum özel mülkiyet ve rekabet üzerine kurulmuş olduğu için gelişme, ister tek tek işletmeler; sanayi sektörleri açısından olsun, isterse de tek tek ülkeler açısından olsun eşit olamaz. O halde eşit olmayan gelişmenin nedeni, üretim araçlarına olan özel mülkiyet ve rekabettir. Rekabet, bir kısım işletmeler yok olurken, bir kısım işletmelerin güçlenmesi demektir.

Marks'ın belirttiği gibi, kapitalist üretim, bütün aşamalarında aynı zamanda ve eşit gelişmiş olsa, imkansız olurdu. Kapitalist üretim için geçerli olan, bütün kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Bunun içindir ki, kapitalist ülkelerde eşit olmayan gelişme, kapitalist üretim biçiminin temel ön koşuludur.

Lenin, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasını bir çok yazısında açıklamıştır:
"Kapitalizm, gelişmesinin en yüksek aşamasındaki meta üretimidir. Bu aşamada işgücü de meta olmuştur. Hem ülke içinde ve özellikle de enternasyonal alanda meta mübadelesinin artması, kapitalizmin karakteristik bir özelliğidir. Tek tek işletmelerin, tek tek sanayi dallarının ve tek tek ülkelerin gelişmesinde eşitsizlik ve sıçrama kapitalizmde kaçınılmazdır." (C. 22 s. 244 Alm. "Emperyalizm...")

"Kuşkusuz kapitalizm, şimdi her tarafta sanayinin oldukça gerisinde kalmış olan tarımı geliştirecek durumdadır, kitlelerin… yaşam koşulunu yükseltebilir. Ama o zaman sermaye fazlalığından bahsedilemez... Ama (bu sefer) kapitalizm, kapitalizm olmaz. Çünkü kitlelerin yarı aç yarı tokluğu gibi gelişmenin eşitsizliği, bu üretim biçiminin temel kaçınılmaz koşullarıdır, ön koşullarıdır." (Lenin; agk., s. 245)

"Gelişmenin kapitalizme özgü olan eşitsizliğinden dolayı, bir üretim dalı diğerlerini geride bırakır ve ekonomik ilişkilerin eski alanının sınırlarını aşmaya çalışır." (Lenin; C.3, s. 612, Alm. "Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi")

"Kapitalizmde tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişmelerinde eşit gelişme mümkün değildir. Kapitalizmde bozulan dengenin dönem dönem yeniden kurulması için sanayide krizlerden ve politikada savaşlardan başka araç yoktur… Ekonomik ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır" (Lenin; C. 21, s. 344/348Alm. "Avrupa Birleşik Devletleri şiarı üzerine")

"Kapitalizmin gelişmesi çeşitli ülkelerde oldukça dengesizdi. Meta üretiminde bu başka türlü olamaz." (Lenin; C. 23, s. 74, Alm. "Proleter Devrimin Asgari Programı")

Kapitalizmde eşit olmayan gelişme, bu üretim biçiminin doğasına özgüdür. Dolayısıyla bu üretim biçiminin bütün gelişme aşamalarında etkisini gösterir. Ama bu yasanın tekel öncesi kapitalizmdeki etkisiyle, tekelci dönemdeki; kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki etkisi arasında belli bir fark vardır. Bu farkı Stalin şöyle açıklar.

"... Toplumsal gelişmenin bütün aşamaları için geçerli olan sosyolojik yasalardan faklı olarak kapitalizmin gelişme yasaları değişebilirler ve değişmek zorundadırlar. Emperyalizm öncesi kapitalizmde eşitsizlik yasasının belli bir anlamı ve buna tekabül bir etkilemesi vardı. Buna karşın emperyalist kapitalizmde bu yasa başka bir anlam kazanıyor ve bundan dolayı etkilemesi de başka. Bu, eski kapitalizmdeki eşitsizlikten farklı olarak emperyalizmde kapitalist ülkelerin gelişmelerinin eşitsizliğinden bahsedilebilmesinin ve bahsetmenin zorunluluğunun nedenidir." (C.9, s.144, Alm.)

Peki, bunun anlamı nedir? Bu fark ile Stalin neyi kastediyor? Kapitalizm, serbest rekabetçi döneminde şu veya bu şekilde sürekli yükselen bir gelişme içindeydi, bu gelişme sürecinde henüz işgal edilmemiş, kapitalizm açısından "boş" topraklarda genişliyordu, bu süreç içinde kapitalist ülkelerin rekabetten doğan sıçramalı gelişmeleri veya dünya çapında savaşları olmuyordu. Dolayısıyla da eşit olmayan gelişme yasası bütün gücü ve yönleriyle etkisini göstermiyordu. Ama kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesiyle; yükselen kapitalizmin ölen, çürüyen, asalak kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle ekonomik ve siyasi eşit olmayan gelişme yasası belirleyici olmuştur.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında eşit olmayan gelişme yasasının anlamını Stalin şöyle izah ediyor:
"Emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliği yasası, ülkelerden birisinin diğerlerine kıyasla sıçramalı gelişmesi, ülkelerden birisinin diğerleri tarafından dünya pazarlarından püskürtülmesi, paylaşılmış dünyanın savaşa götüren çatışmalar ve savaş felaketleri sayesinde periyodik olarak yeniden paylaşılması, emperyalizm kampında çatışmaların derinleşmesi ve keskinleşmesi... Emperyalizm koşulunda eşit olmayan gelişme yasasının temel unsurları nelerdir?

Birincisi; dünya artık emperyalist gruplar arasında paylaşılmıştır. Dünyada "boş", işgal edilmemiş alanlar yoktur ve yeni pazarlar, hammadde kaynakları işgal etmek ve genişleyebilmek için başkalarının topraklarını zor yoluyla ele geçirmek gerekir.

İkincisi, teknolojinin eşsiz gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme seviyesinin giderek artan eşitlenmesi (farkın kapanması, aynılaşması ç.n.) bir ülkenin diğerlerini sıçramalı geçişini, daha güçlü ülkelerin, daha az güçlü, ama hızlı gelişen ülkeler tarafından püskürtülmesini... mümkün kılmıştır ve bu süreci kolaylaştırmıştır.

Üçüncüsü; münferit emperyalist gruplar arasında nüfuz sahasının eski paylaşımı her defasında dünya pazarındaki yeni güçler ilişkisi ile çatışmaya düşer, nüfuz sahalarının eski dağılımını yeni güçler ilişkisi arasındaki "denge", dünyanın emperyalist savaşlar ile periyodik olarak yeniden paylaşılmasını zorunlu kılar.

Emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliğinin keskinleşmesi ve güçlenmesi bundan dolayıdır. Emperyalist kampta anlaşmazlıkların barışçıl yoldan çözülmesi imkansızlığı bundan dolayıdır." (C. 9, s. 93-94 Alm. "Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi VII. Genişletilmiş Plenumu"ndaki konuşmadan).

Stalin, emperyalist çağda kapitalist ülkelerin gelişmeleri arasındaki fark giderek kapanıyor veya gelişme seviyeleri aynılaşıyor, gelişme seviyesinde belli bir eşitlenme söz konusu oluyor diyor. Bu ne anlama gelmektedir? Bunu Stalin şöyle açıklar:

"Kapitalist ülkelerin gelişme seviyesindeki azalan farkın ve bu ülkelerin ilerleyen aynı seviyeye geliyor olmalarının emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının etkisini hafiflettiği söylenebilir mi? Hayır. Bu söylenemez. Gelişme seviyesindeki bu fark büyüyor mu, küçülüyor mu? O şüphesiz ki, küçülüyor. Aynılaşma ilerliyor mu, geriliyor mu? O, mutlaka ki ilerliyor. Büyüyen bir aynılaşma emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesi ile çelişkiye düşmüyor mu? Hayır. O, bununla çelişkiye düşmüyor. Tersine; tesviye (aynılaşma –çn), emperyalizm koşulunda gelişmenin eşitsizliğinin her şeyden evvel güçlü olarak etkisini gösterebildiği taban ve arka plandır... Tam da geri kalmış ülkeler, gelişmelerini hızlandırdıkları ve seviyelerini ilerlemiş ülkeninkine intibak ettirdikleri için - tam da bunun için ülkelerden birinin diğerlerini geçme mücadelesi keskinleşir; tam da bunun için ülkelerden birinin diğerlerini geçme, onları pazarlardan def etme olanağı doğar....

Öyleyse; emperyalizm döneminde eşitlenme, eşit olmayan gelişmenin güçlenmesi için koşullardan birisidir.

Emperyalizm koşulunda gelişmenin eşitsizliğinin ülkelerden birinin diğerlerine yetişmesi ve sonra onları ekonomik bakımdan mutat yoldan, tabir yerindeyse evrimci yoldan, sıçramasız, savaş felaketleri olmaksızın, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması olmaksızın geçmesidir denebilir mi? Hayır bu söylenemez." (Agk. s. 92-93 Alm.)

Stalin, leninist eşit olmayan gelişme yasasını böyle yorumluyor ve onun temel unsurlarını, yukarıda aktardığımız üç noktadaki anlayışla açıklıyor.

Stalin, eşit olmayan gelişme yasasının etkisinin emperyalizm koşullarında savaşları kaçınılmaz yaptığını, her iki dünya savaşının nedenlerini tahlil ederken şöyle açıklıyordu:
"Sorun şudur; zaman içinde kapitalist ülkelerin eşit olmayan gelişmesi, kapitalist dünya sistemi içinde dengenin şiddetli bir bozulmasına neden oluyor ve kapitalist ülkelerin bir grubu hammaddelerini ve pazarlarının az olduğunu düşünerek, mutat olarak durumunu değiştirmek ve "nüfuz alanlarını" zor yoluyla kendi lehine yeniden paylaşmak için adım atıyor. Sonuç, kapitalist dünyanın iki düşman kampa bölünmesi ve onlar arasındaki savaştır." (C. 15, s. 344-345, Alm. "Moskova şehri Stalin Seçim Bölgesi Seçmen Toplantısındaki Konuşma"dan)

Emperyalist çağda kapitalist dünyanın gelişme seyri –SB'de revizyonizmin iktidar oluşu ve çöküşü de dahil– Lenin tarafından teorik temellendirilmesi yapılan ve Stalin tarafından geliştirilen kapitalizmin eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasasını doğrulanmıştır.
(Biz burada sorunun tek yönünü ele alıyoruz. Bu yasa aynı zamanda emperyalist çağda tek ülkede sosyalist devrim teorisinin çıkış noktasını da oluşturmaktadır. Bunu, burada belirtmekle yetiniyoruz.)

Emperyalistler arası ilişkilerde iki eğilim

Emperyalist devletler arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi kapitalizmin genel krizinin başlamasından bu yana önemli değişmelere uğramıştır. Bu değişmelerin temel içeriği, belli bir süreç için de olsa, bu ilişkilerin sadece ve sadece kapitalist sistemin özünde olan objektif zorunluluklar tarafından değil, aynı zamanda Ekim Devrimi'nden bu yana emperyalizmin genel durumu tarafından da belirlenmesinden oluşmaktadır; Ekim Devrimi'nden Kruşçev revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp ettikleri döneme kadar sosyalizmin gelişmesi, revizyonist/sosyal emperyalist yapılanma. Her iki durumda da klasik emperyalist pozisyonların dünya çapında gerilemesi vb.

Emperyalist ülkeler arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişme seyri, tarihi olarak çöküş sürecinde olan emperyalizmin genel durumunu ele verir. Bu gelişme seyri düz bir hat izlemez, aşamalardan oluşur. Bu gelişme seyrinin aşamaları emperyalistler arası ilişkilerin iki önemli eğiliminin şekillendiği somut tarihi koşulların en belirleyici momentini oluştururlar. Nedir bu iki eğilim? Emperyalist ilişkilerdeki bu iki eğilimi Lenin şöyle tanımlıyor:

"... İki eğilim vardır; bunlardan biri bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz yapıyor, diğeri ise bir emperyalisti diğerlerinin karşısına dikiyor –hiçbirisi sağlam bir temele dayanmayan iki eğilim." (C. 27. s. 363, Alm "Dış Politika Üzerine Rapor")

Buna göre;
– Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, bütün emperyalist ülkeler arasında
bir ittifaka doğru gelişebiliyor;

"Bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, ekonomik kapitalist ittifaka dayanan bu ittifak, dünya tarihinin birçok büyük gözde kesitlerinin kanıtladığı gibi anavatan tanımayan, sermayenin savunulması için doğal ve kaçınılmaz olan ittifak, emekçilerine karşı ittifakının korunmasını, bütün ülkelerin kapitalistlerinin birliğinin korunmasını anavatanın, halkın çıkarlarından daha yükseğe koyan .... ittifak...

Tabii ki bu ittifak eskiden olduğu gibi, kapitalist sistemin sonuna kadar karşı konulamaz gücüyle kedini geçerli kılacak temel ekonomik eğilimi olarak kalacaktır." (Lenin, agk. s. 359-360)

– Bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılan eğilim de var;

"Kapitalizm bu temel eğiliminin (yukarıdaki eğilim kastediliyor –çn) bir istisnası... emperyalist savaşın, şimdi bütün dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan emperyalist güçleri... birbirlerine düşman gruplara, düşman koalisyonlara bölmüş olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele, bu ölüm-kalım dalaşı, belli koşullarda, bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılıyor." ve "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı... politikanın itici gücü değildir." (Lenin; agk. s. 359-360-363)

Emperyalizmin tarihi, emperyalist ülkeler arası ittifakların, hangi formda ve sertlikte olursa olsun emperyalist ülkeler arasındaki çatışmaları, savaşları, rekabeti engelleyemediğini göstermektedir. "Çünkü kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Ama katılanların gücü, dengesiz değişir. Çünkü kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz." (Lenin; C. 22, s. 300, Alm. "Emperyalizm...",)

Lenin devamla şöyle der;
"Bunun için 'emperyalistler arası' veya 'ultra emperyalist' ittifaklar, kapitalist gerçeklikte.... hangi biçime bürünürlerse bürünsünler, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak olsun, bunlar, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerde bir 'nefes alma' olmaktan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar, tek veya aynı temel üstünde, dünya ekonomisinin ve dünya politikasının emperyalist bağ ve ilişkileri temeli üstünde barışçıl ve barışçıl olmayan mücadelenin değişken biçimlerini doğurarak bir ötekini koşullandırırlar." (Agk. s. 301)

Bir bütün olarak emperyalizmin tarihi, bir bütün olarak emperyalistler arası ilişkilerin tarihi Lenin ve Stalin'in konuya ilişkin analizlerinin doğruluğunu kanıtlamıştır.

İster savaşla sonuçlansın, isterse de sonuçlanmasın, emperyalist ülkeler arasında şimdiye kadar birçok ittifak söz konusu olmuştur. Kapitalist gerçeklik, bir takım ittifakı gereksiz kılarken; onların, kurulurken olduğu gibi, dağılırken de maddi somut koşullarını ifade ederken bugün de yeni oluşumların, mevcut ittifaklarda görülen, ayrışmaya, yeni oluşumlara doğru gelişen çelişkilerin maddi somut koşullarını oluşturuyor. şimdi bu kapitalist gerçekliği kapitalizmin genel krizi koşullarında kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasasının işleyişi, emperyalistler arası ilişkilerin iki eğilimi perspektifinde somutlaştıralım.

Ekim devrimi, emperyalistler arası ilişkilerin iki temel eğiliminden birisini; bütün emperyalist ülkelerin ittifakı eğilimini geliştirmişti: Yeni kurulmuş proletarya diktatörlüğünü yıkmak için ortak silahlı müdahale ve Rus karşı devrimini maddi ve manevi destekleme doğrultusunda bütün emperyalist ülkeler arası atılan adımlar "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakını" oluşturuyorlardı. Ama Sovyet proletaryası ve emekçileri devrimi savunmasını, korumasını ve ilerletmesini bildiler; bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakına dayanan silahlı müdahale, kapitalist dünya ya da müdahaleci ülkeler için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.

Diğer taraftan Sovyet ülkesine karşı uzun vadeli emperyalistler arası bir ittifak da imkansızdı. Çünkü nüfuz alanlarının pazar ve hammadde alanlarının emperyalistler arasında yeniden paylaşımı, yani rekabet, "genel ittifak"tan daha ağır basıyordu. Başka türlü de olamazdı. Lenin bu durumu "şimdiye kadar, sadece, emperyalist güçler arasındaki derin anlaşmazlıktan dolayı muzaffer olabildik... burada söz konusu olan, emperyalist ülkelerin ekonomik çıkarlarının derin, kökü kazınamaz bir çelişkisidir..." (C. 31, s.462, Alm. "VIII. Bütün Rusya Sovyet Kongresi")

Bolşevik parti önderliğinde genç Sovyet iktidarı, kapitalist sisteme özgü objektif zorunluluğun bir ifadesi olan emperyalist çelişkileri kullanarak zaman kazanmasını ve devam ettirdiği diplomatik, ekonomik ve siyasi faaliyetiyle Sovyet ülkesini tecrit etme ve yok etme çabalarını boşa çıkarmasını bilmiştir. Bu Sovyet ülkesine karşı "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı"nın uzun ömürlü olmadığını göstermektedir.

Her iki dünya savaşı arasında yeni güç dengeleri gelişmiş ve bunlar, pazarların, hammadde ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını talep etmişlerdir. Faşist Almanya ve onunla ittifak içinde olan güçler, dünyayı yeniden paylaşma, yani dünya hakimiyeti amaçlarına ulaşmak için II. Dünya Savaşını başlatmışlardır.

ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkeler, daha 1920'li yıllardan itibaren Alman emperyalizminin güçlenmesi için ona yardımcı olmuşlardı. Bu emperyalist ülkelerin yegane amaçları, Alman faşizmini SB'ye yöneltmekti. Ama beklenen olmamış, Alman faşizmi öncelikle arka arkaya komşusu kapitalist ülkeleri işgal etmiş ve sonra SB'ye yönelmiştir. Görüyoruz ki, burada da emperyalist çelişkiler, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı"ndan daha ağır basmıştır.

II. Dünya Savaşından sonra durum nasıldı?

Savaşın hemen sonrası dönemde güçlerin birleşme eğiliminin ağır bastığını görüyoruz. Yani emperyalistler arası ilişkilerin bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı yönünde; eğiliminde geliştiğini görüyoruz. Bu eğilimin –merkezcil eğilimin– gelişmesinin çok belirgin nedenleri vardı: Her şeyden önce, kayıplar ne denli ağır olursa olsun, II. Dünya Savaşı sonuç itibariyle SB'nin zaferiyle sonuçlanmış ve hemen sonrası dönem sosyalist kampın kurulması dönemi olmuştu. Yani kapitalist dünya, kendi varlık nedenini tehdit eden güçlü bir sosyalist dünya ile karşı karşıya kalmıştır. Diğer taraftan ABD, savaştan yegane en güçlü emperyalist ülke olarak çıkmış ve kapitalist dünya içinde kalan ve diğer emperyalist ülkelerin sömürgelerine, hammadde ve nüfuz alanlarına resmen ve düpedüz ekonomik gücüne dayanarak el koymuş veya bu alanlara, rakibi olan İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçler zayıf düştükleri için sızmıştır. Bunun ötesinde ABD, yıkılan Avrupa'da emperyalist ülkeler üstünde de nüfuz sahibi olmuştu. ABD, Japonya'yı da kendine bağlamıştır.

Buna göre: sosyalist kampın varlığı, diğer emperyalist ülkelerin rekabet edemeyecek kadar zayıf düşmeleri ve ABD emperyalizminin güçlenmiş olması sonuç itibariyle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı"nın sosyalist kampa karşı gerçekleşmesinin maddi koşullarını oluşturmuştur. ABD emperyalizmi kendi kontrolünde genel emperyalist ittifakı oluşturmak için bir dizi siyasi, ekonomik, askeri politikalar oluşturmuş, anlaşmalar yapmış ve örgütler kurmuştur.

Şimdi, emperyalistler arası ilişkilerin birbirine zıt iki temel eğiliminin – merkezcil ve merkezkaç– 1950'li yılların ikinci yarısından sonra nasıl geliştiğine bakalım:

a) Bu dönemde batı Avrupa'nın emperyalist ülkeleri ve Japonya savaşın yaralarını sarıyorlar ve yeniden kapitalist dünya pazarında söz sahibi olmaya başlıyorlar, hem kendi aralarında ve hem de Amerikan emperyalizmiyle pazar alanı, hammadde ve nüfuz sahası için rekabete başlıyorlar. Bu süreç, bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı eğilimini –merkezcil eğilim– temelden dinamitleyen gelişmenin başladığını gösterir.

b) Kruşçev revizyonizminin SB'de siyasi iktidarı gasp etmesinden sonra; yani SB'de ve onunla ittifak içinde olan ülkelerde sosyalizmin ve demokratik düzenlerin yıkılmasından sonra bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakının esas nedenlerinden birisi daha ortadan kalmış oluyordu. Yani artık, "özgür" dünyayı tehdit eden faktör yoktu. Ama SB'deki sistem değişikliği, "genel ittifakı" parçalayan bir neden olmadı. Olmadı çünkü, sosyalizmin yıkılmasından sonra klasik kapitalist sistem kurulmadı, revizyonist sistem kuruldu. Lafta sosyalist, fiiliyata kapitalist olan bu sistem, ABD emperyalizmi tarafından, bu sistem çökene kadar "genel ittifak"ın giderek zayıflayan varlık nedenlerinden birisi olmaya devam etmiştir. Bu a ve b noktalarında tanımladığımız süreçler sonuç itibariyle hangi emperyalist ilişkilerin/çelişkilerin şekillenmesiyle sonuçlanmıştır?

Burada söz konusu olan, Uluslar arası planda hegemonya mücadelesinin yeni boyutlarıdır. II. Dünya Savaşından sonra günümüze kadar olan dönemdeki bu hegemonya mücadelesini üç aşamada ele alabiliriz:

Birinci aşama (1945-1970 dönemi): II. Dünya Savaşında galip ve de oldukça güçlü çıkan ABD emperyalizmi, bütün kapitalist dünyayı kendi güdümüne alır, kurduğu siyasi, ekonomik ve askeri hegemonyasının devamı için, emperyalist ülkeler de dahil bütün kapitalist dünyayı önce sosyalist sisteme, sonra da revizyonist sisteme karşı örgütler. Savaş sonrası yıllarda ABD'nin ekonomik yardımına duyulan ihtiyaç çok büyük olduğundan Amerikan emperyalizminin kapitalist dünya üzerinde hegemonya kurması nispeten kolay olur. Ama 1950'li yıllarla birlikte kapitalizmin siyasi ve ekonomik eşit olmayan gelişme yasası etkisini göstermeye başlar; savaştan yenik çıkan veya galip olmasına rağmen zayıflayan, yıkılan emperyalist ülkeler, ekonomilerinin gelişmesine paralel olarak yeniden rekabete girişirler. Savaşın yaptığı tahribat korkunç boyutlarda olduğu için talep oldukça büyüktür ve bu da rekabeti belli sınırlarda tutar. (Rekabetin sınırlı kalmasında tabii ki, Amerikan emperyalizminin Sovyet tehdidini (!) öne sürerek siyasi ve askeri etkinliğinin de rolü vardır.)

1970'li yıllara gelindiğinde kapitalist dünya pazarında doyum sınırına varılmıştır. Japonya, Fransa ve Almanya açısından göreceli hızlı büyüme dönemi artık tarihe karışmıştır. Bir taraftan Japonya, tek başına emperyalist rakiplerine karşı meydan okumaya başlarken, diğer taraftan da Almanya AT (şimdi AB) çerçevesinde aynı yolu izlemiştir. Böylelikle klasik emperyalistler arası rekabet, ABD'nin Sovyet korkutmasından, "genel ittifak"tan daha ağır basmaya başlamış –merkezkaç eğilimin gelişmesi– ve kapitalist dünyada bütün çıplaklığıyla üç emperyalist merkez doğmuştur; daha ziyade Alman emperyalizminin güdümünde AT, ABD ve Japonya.

İkinci aşama (1970-1989/1990 dönemi): Bu dönemde emperyalistler arası çelişkiler oldukça keskinleşmiş veya 19451970 dönemine nazaran oldukça keskinleşmiş ve kapitalist dünya ekonomisi iki fazla üretim krizi (1974/75 ve 1981/83) yaşamıştır. 1970'lerden beri kapitalist dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı sorunlar (yapısal kriz, durgunluk, bilimsel ve teknolojik kazanımlarının üretim ve dolaşım sürecinde gündeme getirdiği alt-üst oluşlar vs.) emperyalistler arası rekabetin derinleşmesini, kapsamlaşmasını ve de keskinleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu durum, birbirleriyle rekabet eden emperyalist ülkelerin, hegemonya mücadelesi boyutlarına varana kadar gelişmiş bir sürece girmiş olduklarını gösterir. Bu, kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasasının işlerliğinin ifadesidir. Bu, aynı zamanda "genel ittifak"ın yerini "genel ittifakı" olanaksız kılan gelişmeye bıraktığını, "genel ittifak"ın, artık "politikanın itici gücü" olmadığını gösterir. Merkezkaç eğilimi.

Üçüncü aşama (1989/1990 ve sorası): Revizyonist sistemin yıkılmasından sonra kapitalist dünya ve hegemonya mücadelesi içinde olan emperyalist ülkeler, yeni siyasi, ekonomik ve askeri ufuklarla karşı karşıya kalmışlardır. Yeni durumu bir taraftan o zamana kadar geçerli olan ittifakları; emperyalist gruplar arası ittifakları veya "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı"nı önemsizleştirirken, diğer taraftan da yeni arayışlara ve ekonomik-siyasi ve askeri kombinasyonlara, ittifak oluşumlarına (örneğin NAFTA, BDT) yol açmıştır.

Şimdi her emperyalist ülke veya dünyayı yeniden paylaşma talebini yükselten ülkeler "güneşin altında" bir yer kapmaya çalışıyorlar. Revizyonist sistem çökmeden önce böl ve yönet, birbirleriyle savaştır politikası ABD ve SB'nin adeta bir imtiyazıydı. şimdi başka ülkeler de aynı politikayı kullanıyorlar. (Almanya, Fransa.)

O halde; emperyalistler arası ilişkilerin revizyonist blokun yıkılışına kadarki gelişme sürecinde ne görüyoruz?
– Emperyalist rekabet merkezi olarak ABD emperyalizmi,
– Emperyalist rekabet merkezi olarak Alman emperyalizmi önderliğinde AT,
– Emperyalist rekabet merkezi olarak Japon emperyalizmi,
–Sosyal emperyalist rekabet merkezi olarak Sovyet emperyalizmi, Revizyonist blokun yıkılmasından sonra;
– Emperyalist rekabet merkezi olarak ABD emperyalizmi,
– Emperyalist rekabet merkezi olarak Alman emperyalizmi önderliğinde AB,
– Emperyalist rekabet merkezi olarak Japon emperyalizmi,
Bunlardan 1945-1989/90 süreci, bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakının kurulduğu ve giderek yıkılmaya başladığını ifade ederken, 1989/90 ve sonrası, bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakının ifadesi olan ekonomik siyasi ve askeri yapılaşmaların yıkılmaya başladığı bir süreç olmuştur. Birinci süreç merkezcil eğilimi ifade ederken, ikinci süreç merkezkaç eğilimi temsil etmektedir.

Toparlarsak: Emperyalistler arası ilişkilerin tarihi ve somut durum tahlili, sermayenin artan uluslararasılaşmasının da gösterdiği gibi, tekelci sermayenin güçlerini birleştirme eğiliminde olduğunu ama aynı zamanda bu birleşmeye karşı gelişen ve kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan eğilimlerin olduğunu göstermektedir. "Hangi formda olursa olsun.... ister bir emperyalist koalisyonun başka bir emperyalist koalisyona karşı olma formunda veya bütün emperyalist güçlerin genel ittifakı formunda olsun", emperyalistler arası ittifakın geleceği, bu ittifakların, emperyalist ülkeler arasındaki mücadelede sadece bir "nefes alma"ya bağlıdır. Ve revizyonist blokun yıkılmasından sonra, Alman emperyalizmi güdümünde AB'nin gelişmesinden sonra; Japon emperyalizminin yeniden hegemonya mücadelesine başlayacak duruma gelmesinden
sonra emperyalistler arası ilişkilerin gelişme seyri, eski ittifakların yeni koşulara cevap vermediğini; o döneme özgü olan "nefes alma" döneminin kapandığını, yeni ittifakların, yeni "nefes alma" politikalarının gerekli olduğunu göstermektedir.
Sosyal emperyalizmin, revizyonist-kapitalist blokun çökmesinden sonra önde gelen emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi:
GSMH açısından: (Tablo-1)

1972-1980 döneminde GSMH'nin büyüme hızı Almanya'da % 22 oranından, Fransa'da %28; İngiltere'de %15; ABD'de %22 ve Japonya'da da %39 oranında gerçekleşmişti.

GSMH'nin 1980'den 1989'a büyüme hızı Almanya'da %19 oranında; Fransa'da %21; İngiltere'de %26; ABD'de %29 ve Japonya'da da %43 oranında gerçekleşti.
Almanya ve Japonya hariç diğer ülkelerin verilen dönemlerdeki GSMH'lerindeki büyüme oranları oldukça değişiktir. Almanya'da GSMH'nin büyüme oranı hemen hemen aynı kalırken, Japonya'da GSMH'nin büyüme hızı, her iki dönemde de diğer ülkelerinkinden oldukça yüksek olmuştur. Örneğin, 1971-1980 döneminde Japonya'da GSMH'nin hızı, Almanya'dakinin 1,8 misli; Fransa'dakinin 1,4 misli; İngiltere'dekinin 2,6 misli ve ABD'dekinden de 1,8 misli olmuştur. 1980-1989 döneminde de Almanya'nınkinin 2,2 misli; Fransa'nınkinin 2 misli; İngiltere'ninkinin 1,6 misli ve ABD'ninkinin de 1,5 misli olmuştur. Demek oluyor ki, verilen her iki dönemde de Japon ekonomisi, diğer ülke ekonomilerine fark atarak büyümüştür.

Brüt gayri safi sabit sermaye oluşumu açısından: (Tablo 2)
Brüt sabit sermaye oluşum hızı 1972-1980 döneminde Almanya'da %5,6 oranında; Fransa'da %16; İngiltere'de %2,2; ABD'de %26 ve Japonya'da da %23 oranında gerçekleşmişti.

1980-1989 döneminde ise bu gerçekleşme Almanya'da %11; Fransa'da %17; İngiltere'de % 51; ABD'de %34 ve Japonya'da da %56 oranlarında olmuştur.

Brüt sabit sermaye oluşumu bakımından söz konusu ülkelerin 1980-1989 döneminde 1972-1980 dönemine nazaran belli bir sıçrama yaptıklarını görüyoruz. Bu sıçrama İngiltere ve Japonya'da diğer ülkelere nazaran oldukça belirgindir.

İhracat açısından: (Tablo- 3)
1972-1980 döneminde Almanya'nın ihracatı %49 oranında; Fransa'nın %72; İngiltere'nin %43; ABD'nin %82 ve Japonya'nınki de %154 oranında büyümüştür. İhracatın büyüme oranları 1980-1989 döneminde Almanya için %53; Fransa için %40; İngiltere için %33; ABD için %52 ve Japonya için de %86 olarak gerçekleşmiştir.

1980-1989 döneminde Fransa'nın, İngiltere'nin, ABD'nin ihracatı 1972-1980 dönemine nazaran oransal olarak büyük boyutlarda gerilerken, Almanya'nınki, önemsiz de olsa belli bir oransal artış göstermişti. Japonya'nın ihracatı 1980-1989'da 1972-1980'e nazaran 1,8 misli gerilemesine rağmen oransal olarak, Almanya'nınkinden 1,6 misli; Fransa'nınkinden 2,1 misli, İngiltere'ninkinden 2,6 misli ve ABD'ninkinden de 1,6 misli fazla büyümüştü.

Sanayi üretimi açısından: (Tablo- 4)
1970-1980 döneminde sanayi Almanya'da %24 oranında; Fransa'da%33; İngiltere'de %10; ABD'de %36 ve Japonya'da da %54 oranlarında büyümüştür.

Sanayinin büyüme oranları 19801988 döneminde Almanya'da %9; Fransa'da %5; İngiltere'de%19; ABD'de %26 ve Japonya'da da %34 oranlarında, 19851990 döneminde de Almanya'da %17; Fransa'da %13; İngiltere'de %9; ABD'de %15 ve Japonya'da da %25 oranlarında gerçekleşmiştir.

Sanayinin büyümesi açısından Japonya, verilen her iki dönemde de ilk sırada yer almıştır. 1980-1988 döneminde onu, ABD ve İngiltere; 1985-1990 döneminde de Almanya, ABD ve Fransa takip etmişlerdir.

Sanayinin büyümesini başka verilerler de gösterebiliriz: 1950-1980 döneminde; yani 30 senelik bir dönem zarfında sanayi üretimi Almanya'da %5,0 oranında; Fransa'da %4,6; İngiltere'de %2,5; ABD'de %3,3 ve Japonya'da da %8,0 oranında büyümüştür. Bu büyüme 1950-1973 döneminde Almanya'da %5,9; Fransa'da %5,2; İngiltere'de %2,4; ABD'de %3,9 ve Japonya'da da %8,8 oranlarında gerçekleşmiştir. Bu veriler, sanayinin büyümesi bakımından Japonya'nın birinci, Almanya'nın ikinci, Fransa'nın üçüncü, ABD'nin dördüncü ve İngiltere'nin de beşinci sırada yer aldıklarını gösteriyorlar.

Dünya (revizyonist sistem hariç) sanayi üretimindeki pay açısından: (Tablo 5)
Bu tabloda şunu görüyoruz: ABD'nin dünya sanayi üretimindeki payı 1950'den 1979'a %30,7 arasında ve İngiltere'ninki de %62 oranında gerilemiştir. Buna karşın Almanya'nın payı %37,5; Fransa'nınki %44 ve Japonya'nınki de %500, yani 6 misli artmıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak ülkelerin dünya sanayi üretimindeki ağırlıkları da değişmiştir ve 1950'de ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya şeklindeki sıralama 1979'da yerini, ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere sıralamasına bırakmıştır.

Soruna OECD ülkeleri bazında bakarsak: (Tablo 6)
Fazla yorumu gereksiz kılan bu veriler, bize 1950-1984 döneminde ABD emperyalizminin bütün kapitalist dünya üretimindeki payının oldukça büyük oranlarda düştüğünü, buna karşı Almanya ve Japonya'nın paylarının da artığını göstermektedir.

Kapitalist dünya ihracatındaki pay açısından: (Tablo 7)

Sanayi üretimindeki gelişme kaçınılmaz olarak ihracata da yansımaktadır ve ihracat verileri yukarıdaki veriler doğrulamaktadırlar.

Verilen dönem içinde kapitalist dünya ihracında 1950'den 1988'e ABD'nin payı 1,4 misli gerilerken, Almanya'nın payı 3,5 misli ve Japonya'nın payı da 7 misline çıkmıştır. 1980'li yılların yarısından itibaren Almanya'nın kapitalist dünya ihracatındaki payı Amerika'nın payından fazla olmaya başlamıştır.

Sermaye ihracı açısından (özel doğrudan yatırımlar):
ABD'nin bu formdaki sermaye ihracı 1967'de 59,5 milyar dolardan 1988'de 337 milyar dolara çıkarak 5,6 misli artmıştır. Aynı dönemde Japonya'nın aynı formdaki sermaye ihracı 1,5 milyar dolardan 180 milyar dolara çıkarak 120 misli; Fransa'nınki 6,6 milyar dolardan 58 milyar dolara çıkarak 8,8 misli; İngiltere'ninki 17,5 milyar dolardan 197 milyar dolara çıkarak 11,2 misli ve Almanya'nınki de 3 milyar dolandan 88,5 milyar dolara çıkarak 29,5 misli artmıştır. 1967'de ve 1988'de bu türden sermayenin kapsamı bakımından ilk sırada ABD ve ikinci sırada da İngiltere geliyordu. Ama ihraç edilen sermayenin artış hızı bakımından sıralama Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa ve ABD şeklindeydi.

Görüyoruz ki, sadece bu birkaç veri, '80'li yılların sonuna doğru emperyalistler arası güç dengesinin öncelikle Japonya ve Almanya lehine ve ABD aleyhine değiştiğini göstermektedir. Bu demektir ki, öncelikle bu ülkeler arasındaki rekabet, dünya pazarlarında pay kapma ve hegemonya mücadelesi sertleşecektir, derinleşecektir ve kapsamlaşacaktır. Nitekim bugünkü gelişmeler de bunu doğruluyorlar.

Dünya pazarının yeniden şekillenmesinin boyutları ve Alman emperyalizminin yönelimi

Günümüz dünyasında uluslararası pazarın şekillenmesinde dört boyut görüyoruz. Bu boyutlar kısaca şöyledir:

Birinci boyut: Bu boyut "iç pazarların" geliştirilmesi olarak yansıyor. Burada söz konusu olan, yeni değil, eski pazarlardır ve amaç da bu eski pazarların tam anlamıyla, "adam akıllı" değerlendirilmesidir. Bunu gerçekleştirmek için emperyalist ülkeler, mevcut nüfuz alanlarını diğer
emperyalistlere karşı çeşitli anlaşmalar temelinde kapatmaya çalışırlar. Örneğin Almanya önderliğinde AB. AB ülkeleri 1981'de dış ticaretlerinin %49,2'sini, 1990'da da %60'ını kendi aralarında gerçekleştiriyorlardı. Örneğin Japonya önderliğinde Pasifik Ekonomik Alanı. Örneğin ABD önderliğinde NAFTA.

İkinci boyut: Bu boyut, emperyalist ülkelerin kendi iç pazarları üzerinde sürdürdükleri rekabeti ifade eder. Emperyalist ülkeler gelişmiş ülke pazarlarını en verimli pazar alanları olarak görüyorlar ve bu pazarlardaki paylarını korumak veya genişletmek için birbirleriyle acımasız bir rekabet sürdürüyorlar. Bu alanda en başarılı olan ülke Japonya'dır. Japonya, gerek AB'nin gerekse de ABD'nin tedbirlerini alt etmenin yollarını buluyor. Örneğin AB ülkelerine yaptığı otomobil ihracatını artırma yerine bu ülkelerdeki otomobil üretimi kapasitesini artırıyor. Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girmesi durumunda Türkiye üzerinden de AB pazarına girecektir.

Üçüncü boyut: Bu boyutu da eksi revizyonist blok ülkeleri ve onların nüfuz alanları oluşturuyorlar. Bu boyutun Doğu ve Orta Avrupa'da yer alan ülkeleri (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan vs.) Batılı emperyalist ülkeler, başta da Alman emperyalizmi yutmuş durumda. Eski SB'yi oluşturan devletlerin durumu ise biraz daha değişik. Bu ülkeler hem doğrudan Rus emperyalizminin tehdidi altında ve hem de Batılı emperyalistler ABD ve Japonya tarafından sürdürülen rekabete sahne olmaktalar. Yani bu ülke pazarlarının ve hammadde kaynaklarının, emperyalist ülkeler tarafından tam anlamıyla paylaşılmışlığı henüz söz konusu değil.

Dördüncü boyut: Bu boyutu emperyalizme bağımlı ülkeler oluşturuyorlar. Bu ülkeler, emperyalistler için pazar alanı olmanın ötesinde hammadde kaynağı ve stratejik öneme haiz olma özelliklerini de taşıyorlar. Örneğin Türkiye, emperyalistler açısından önemli bir pazar alanıdır, ama
aynı zamanda önemli bir stratejik konumu da vardır. Buna karşın İsrail, ne önemli bir pazar alanıdır ve ne de hammadde kaynağıdır. Ama ABD emperyalizmi açısından önemli bir stratejik noktadır. Örneğin Basra Körfezi'ndeki ülkeler. Bu ülkeler zengin petrol kaynaklarından dolayı önemlidirler.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, revizyonist blokun dağılmasından sonra yeniden bütünleşmiş olan dünya pazarlarındaki bugünkü emperyalistler arası rekabet, ne 1950-1970 dönemiyle, ne 1970-198990 dönemiyle karşılaştırılamayacak kadar derinleşmiş, keskinleşmiş ve kapsamlaşmıştır.

Bu gelişmeyi Alman emperyalizminin yönelimiyle açıklayalım:

Dünya pazarının yeniden şekillenmesinin birinci boyutu ve Alman emperyalizmi

Alman emperyalizmi I. dünya savaşından sonra Sovyetler Birliği ile savaş galibi olan ABD, Fransa ve İngiltere arasındaki cepheleşme/çelişki durumundan yararlanmış ve söz konusu bu emperyalist ülkelerin "yardımı"yla yeniden ekonomik, siyasi ve askeri bir güç olmuştu. II. Dünya Savaşı sonrasında da benzeri bir durum söz konusu oldu. Almanya (batı) sosyalist kamp ile ABD'nin güdümündeki kapitalist kamp arasında tampon bir ülke konumundaydı. Amerikan emperyalizminin stratejisine göre, Alman emperyalizmi sosyalist kampa karşı güçlendirilmeliydi, silahlandırılmalıydı. Amerikan emperyalizminin planlarına göre, Batı Avrupa'da ABD önderliğinde/hakimiyetinde bir ekonomik alan kurulmalıydı. Bu gelişme sonuç itibariyle bugünkü adıyla AB'nin kurulmasına ve bu kuruluş içinde Alman emperyalizminin hakimiyetine götürmüştür.

AB, Alman ekonomisi açısından vazgeçilemez, bağlayıcı, önemi haiz bir yapılanmadır. AB, Alman sermayesi açısından bir "iç pazar"dır. Bu pazarın Alman tekelci burjuvazisi açısından ne denli önemli olduğunu son bir kaç yıl bazında Alman meta ve sermaye ihracı hareketiyle gösterelim.
(Tablo 8)

Bu veriler bize şunu gösteriyor. Almanya'nın ihracatında AB ülkelerinin toplam payı 1987'de %49,4; 1988'de %51,2; 1989'da %52,2; 1990'da 51,9; 1991'de %54; 1992'de %54 ve 1993'te de %47,8 olarak gerçekleşmiştir. Sanayileşmiş ülkelerin Alman ihracatındaki payı da örneğin 1987'de %80; 190'da %81, 1992 %82 oranlarındaydı. Demek oluyor ki, Almanya ihracatının %50'ni veya biraz fazlasını AB ülkeleriyle yapıyor. Bütün sanayileşmiş ülkelerin (AB, ABD, Japonya, Kanada vb.) Alman ihracatındaki paylarının toplamı %80 civarında. Buna göre eski doğu bloku ülkelerin ve bağımlı ülkelerin Alman ihracatındaki paylarının toplamı % 20 civarında oluyor.

Tablo 9'ya göre; AB ülkelerine yeni yatırım formunda yapılan sermaye ihracı bu formdaki toplam sermaye ihracının 1989'da %46'na; 1990'da %51'ne; 1991'de %52'sine ve 1992'de de %55'ine tekabül ediyordu. Yani yeni yatırım formundaki sermaye ihracının yarıdan fazlası AB ülkelerine yapılıyordu. Bağımlı ülkelerin bu türden sermaye ihracındaki payları ancak %4 ile %7 arasında kalıyordu.

Görüyoruz ki yeni yatırım formunda Alman sermayesi AB ülkelerinde veya sanayileşmiş ülkelerde kalıyor.
Dolaylı ve dolaysız doğrudan yatırımlarda da aynı eğilimi görmekteyiz. Örneğin bu türden yatırımların 1990'da %49'u; 1991'de %51'i ve 1992'de de %50'si AB ülkelerinden gerçekleştirilmişti. Bütün sanayileşmiş ülkelerin bu türden Alman yatırımlarındaki payı da 1990'da %90; 1991'de %90; 1992'de de keza %90 oranlarındaydı.

Sadece bu veriler bize, dünya pazarının yeniden şekillenmesinde söz konusu boyutlardan birincisinin Alman emperyalizminin yönelimi açısından ne denli önemli (bağlayıcı) olduğunu gösteriyorlar.

Dünya pazarının yeniden şekillenmesinin ikinci boyutu ve Alman emperyalizmi

Yukarıdaki veriler, emperyalist ülkelerin kendi iç pazarları üzerinde yürüttükleri rekabeti ifade eden bu boyutu da açıklamaktadır. Yukarıda ihracatla ilgili tabloda yer alan sanayileşmiş ülkeler bütün emperyalist ülkeleri kapsamına almaktadır. İhracat verilerini bu boyut bazında oransal olarak ifade edersek; sanayileşmiş ülkelerin Alman ihracatındaki paylarının toplamı 1987'de %80,5; 1988'de 81,3; 1989'da %81,5; 1990'da %81,4; 1991'de %82,6; 1992'de %81,9 ve 1993'te de (geçici) %78,2 oranındaydı. Demek oluyor ki, ihracata oldukça bağımlı olan Alman ekonomisini ayakta tutan sanayileşmiş ülkelere yapılan ihracattır. Önemi bu denli açık olan bir boyut için Alman emperyalizminin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. En azından şimdiye kadar ihracatını bu ülkelere söz konusu oranlarda gerçekleştirebilmek için yapması gerekeni yapmıştır.

Sermaye ihracıyla ilgili veriler de, Alman emperyalizminin yurt dışı yatırımlarında sanayileşmiş ülkelerin önemini gösteriyorlar. Öyle ki, sermaye ihracında bu ülkeler, meta ihracından daha önemli oluyorlar.

Dünya pazarının yeniden şekillenmesinin üçüncü boyutu ve Alman emperyalizmi

Eski revizyonist-kapitalist blok ülkelerinin Alman ekonomisindeki yeri, bu blok dağılmadan önce pek önemli değildi. Bu blokun dağılmasından sonra durum tamamen değişmiştir. Bu blokun kapsamına aldığı alan; Doğu ve Orta Avrupa (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan) ve eski SB toprakları Alman emperyalizminin geleneksel yayılma alanlarından birisidir. Alman emperyalizmi, varoluşunun her döneminde bu alanda yayılmaya çalışmıştır. Doğu ve Orta Avrupa'dan Kafkasya'ya, Orta Asya'ya kadar uzanan bu alan Alman emperyalizmi için pazar alanı, hammadde kaynağı açısından oldukça önemlidir. Alman emperyalizmi son olarak II. Dünya Savaşında bu yayılmacılığını gerçekleştirmeye çalıştı ve sosyalist SB'den gereken dersi aldı; sosyalizmi yıkmak ve dünya hakimiyeti kurmak peşinde koşan faşist Almanya, yenildi, parçalandı. Revizyonist blokun dağılmasından sonra eline geçen tarihi fırsatı çok iyi ve diğer emperyalist ülkelere kıyasla ekonomik gücüne dayanarak hızlı bir şekilde değerlendiren Alman emperyalizmi, önce Alman Demokratik Cumhuriyeti'ni yuttu, Doğu ve Orta Avrupa'da nüfuz sahibi oldu ve eski SB topraklarında başka emperyalist ülkelerle rekabet içine girdi.

Alman emperyalizminin sadece 19911992 döneminde Doğu Avrupa ve BDT ülkelerine yaptığı "yardım" 27,5 milyar dolardır. Onu 3,3 milyar dolarla ABD; 1,7 milyar dolarla Fransa; 1,6 dolarla Hollanda; 1,4 milyar dolarla Kanada ve İspanya; 1,1 milyar dolarla İtalya ve Avusturya; 0,7 milyar dolarla İngiltere; 0,6 milyar dolarla Türkiye; 0,4 milyar dolarla İsveç, Norveç ve Japonya takip ediyordu (Süddeutsche Zeitung, 24 şubat 1994). Salt bu veriler Alman emperyalizminin söz konusu alandaki önemini açıklamaya yeter.

Almanya ile revizyonist blok arasındaki ticari ilişkiler '70'li yıllarla birlikte gelişmeye başlamıştır (19 Mayıs 1973 anlaşması): Örneğin Almanya'nın revizyonist blok ile ihracatı 1960'da 2,2 milyar marktan 1970'de 5,4 milyar marka, 1980'de ise 17,2 milyar marka çıkmıştır. 1960-1970 arasındaki artış %145 oranında olurken 1970-80 arasındaki artış %21,8 oranında olmuştur. Almanya'nın revizyonist blok ile ihracatı 1985 yılında 21,4 milyar marktan 1989'da 24,5 milyar marka çıkmış, 1990'da da 23,5 milyar marka düşmüştür. Bu blokun Alman ihracatındaki payı 1960'da %4,8; 1970'de %4,3; 1980'de %5,5 ve 1990'da da %3,6 oranlarında gerçekleşmişti.

Revizyonist-kapitalist blokun dağılmasından sonra durum değişmiştir. 199092 dönemindeki alt-üst oluşları, ekonomik krizi göz önünde tutarak, bu dönemdeki verileri dikkate almazsak, birleşmiş Almanya'nın eski revizyonist bloku oluşturan ülkelere yaptığı ihracatın hızlı bir artış gösterdiğini görürüz. Eski revizyonist blok ülkelerine yapılan toplam ihracat 1993'ün ocak-ağustosundan 1994'ün ocak-ağustosuna kadar 26,142 milyar marktan 30,733 milyar marka çıkarak %17,6 oranında artmaktadır. Birleşmiş Almanya'nın aynı dönemde (Ocak-Ağustos 1993–OcakAğustos 1994) Macaristan ile ihracatı %24 oranında; Romanya ile %7,7; Bulgaristan ile %26; Arnavutluk ile %6,6; Estonya ile %67; Letonya ile %41; Litvanya ile %81; Çek Cumhuriyeti ile %28; Slovakya ile
%44,5; Ukrayna ile %20; Moldova ile %42; Rusya Federasyonu ile %5; Gürcistan ile %23,6; Ermenistan ile %74; Azerbaycan ile %29; Kazakistan ile %40; Türkmenistan ile %213; Özbekistan ile %130; Tacikistan ile %146 ve Kırgızistan ile de %108 oranında artmıştır. Beyaz Rusya ile ihracat %7 oranında gerilemiştir. Bunların arasında ihracat kapsamının büyük olduğu ülkeler, sırayla Rusya Federasyonu, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Romanya ve Ukrayna'dır.

Burada dikkatimizi çeken, Orta Asya devletleri (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) yapılan ihracatın verilen dönem içinde toplam 588.157 (bin) marktan 1,005 milyon marka çıkmaktadır, ki bu %71 arasında bir artış demektir. (Tablo-10)

Alman emperyalizminin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine olan ilgisinin ne denli önemli olduğunu bu ülkelere yaptığı dolaylı ve dolaysız doğrudan yatırımlarından da anlıyoruz. Bu ülkelere yapılan bu türden yatırımların 1990'da 638 milyon marktan 1992'de 3,5 milyar marka çıkarak %443 oranında, yani 5,4 misli artması bunun açık bir ifadesidir.

Dünya pazarının yeniden şekillenmesinin dördüncü boyutu: Alman emperyalizminin Balkan ve Ortadoğu politikası

Bu boyuta, emperyalizme bağımlı bütün ülkeler girmektedir. Ama biz bunu Balkanlar ve bölgemiz olan Ortadoğu ile sınırlıyoruz.

Alman emperyalizminin yayılmacılığı sürekli üç yönde olmuştur: Avrupa'da hakimiyet kurmak, doğuya (Rusya-Kafkasya ekseni) açılmak ve sıcak denizlere inmek. Almanya'nın doğuya yönelmesi için Doğu ve Orta Avrupa'dan geçmesi gerekiyor. Almanya'nın sıcak denizlere inebilmesi için Orta Avrupa'dan ve özellikle de Balkan yarım adasından geçmesi gerekiyor. Balkanlar, Alman emperyalizminin dünya hakimiyeti kurma planlarında sürekli önemli bir yer almıştır.

I. Dünya Savaşına neden olan emperyalistler arası çelişkilere baktığımızda Balkanlar'ın neden önemli olduğunu görüyoruz. Sömürge, hammadde, pazar alanı elde etmek, dünyayı yeniden paylaşmak için Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Türkiye vs. bir tarafta, İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya vs. diğer tarafta cepheleşerek savaştılar. Alman emperyalizmi, bölgesel amacın yanı sıra, dünya hakimiyetini kurmanın sıcak denizlere inmekten; Fransız ve İngiliz sömürgelerini ele geçirmekten; nüfuz alanını Ortadoğu'ya ve Afrika'ya kadar genişletmekten geçtiğini biliyordu. Bu alanlara yayılmak için Balkanlar, neredeyse yegane geçiş alanıydı. Almanya'nın dışında Rusya ve Avusturya-Macaristan'ın da bölgede gözü vardı. Fransa ve İngiltere ise, Balkanların, Alman emperyalizminin eline geçmesinin, onun Ortadoğu'ya ve Afrika'ya açılması ve kendi sömürge alanlarını tehdit etmesi anlamına geldiğini biliyorlardı. I. dünya savaşı sonuna kadar uzanan dönemde Alman emperyalizmi, Fransa, İngiltere ve Rusya ile Balkanlar üzerine hegemonya mücadelesini/rekabetini sürdürdü.

Almanya I. dünya savaşında yenik düştü. Ama yayılmacı, dünya hakimiyeti anlayışından ve bu amaca hizmet eden planlar hazırlamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Nitekim II. Dünya Savaşına bu amacından dolayı neden oldu. Fransa'yı dize getiren Almanya, onun Yugoslavya'daki sermayesine de el koydu; onun nüfuz alanını eline geçirdi. Yugoslavya'nın ele geçirilmesi bir taraftan Alman ekonomisini bir dizi önemli maden ithaline bağımlı kılmaktan çıkartıyor ve diğer taraftan da sıcak denizlere iniş yolunu açıyordu.

II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş döneminde de Almanya'nın Balkanlar'daki en önemli rakipleri Fransa ve İngiltere olmuştu.

1950'lerden itibaren Yugoslavya giderek ABD emperyalizminin etkisi altına girer. Bu ülkenin Almanya ile ticari ilişkilerinin gelişmesi uzun bir dönem alır ve Alman emperyalizmi bu ilişkileri geliştirmede AT'yi (AB) kullanır. Sonuç itibariyle Yugoslavya, Almanya'nın önemli ticari ortaklarından birisi olur. AT; Yugoslavya ile ilişkilerde Alman sermayesinin yayılmasına yol açar. 1989'da dinar marka bağlanır. Örneğin Almanya'nın Yugoslavya'ya yaptığı ihracat 1987'de 5,8 milyar marktan 1989'da 7,9 milyar marka ve 1990'da da 8,5 milyar marka çıkar, yani 1987'den 1990'a kadar %46,5 oranında artar.

Şüphesiz ki Balkanlar, sadece Yugoslavya'dan ibaret değildir. Arnavutluk, Yunanistan ve kısmen de Bulgaristan Balkan ülkelerini oluşturuyorlar. Bu ülkeler içinde en önemli olanı ve emperyalist nüfuz alanı paylaşımına açık olanı Yugoslavya'ydı. Bu nüfuz alanının emperyalist ülkeler tarafından paylaşımı için sürdürülen rekabet keskinleşti. Bu rekabeti keskinleştiren emperyalistler arası çelişkiler nelerdi?

– ABD, Yugoslavya'yı oluşturan tek tek cumhuriyetler üzerinde değil, federal hükümet üzerinde nüfuz sahibiydi. Çünkü ABD emperyalizmi Yugoslavya üzerindeki etkinliğini para, kredi-yatırım ilişkisiyle IMF üzerinden gerçekleştiriyordu. Bundan dolayı Yugoslavya'nın parçalanmasında ABD emperyalizminin çıkarı yoktu.

– O zamanki adıyla AT'nin Yugoslavya ile veya AT vasıtasıyla Almanya'nın Yugoslavya ile ticari ilişkilerinin gelişmesi ABD emperyalizminin bölgedeki konumunu zayıflatıyordu.

– Bütünlüğünü koruyan Yugoslavya üzerinde ABD emperyalizminin etken olmasının ötesinde, bütünlüğünü koruyan Yugoslavya aynı zamanda yerel bir güçtü ve bu da Avrupalı emperyalist ülkelerin çıkarlarına, başta da Alman emperyalizminin çıkarlarına ters düşüyordu.

Yugoslavya üzerine rekabet veya bu rekabetin yürütülüşü üzerine emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler keskinleşti. Emperyalist çıkarlar Yugoslavya'nın parçalanmasını kaçınılmaz kılıyordu. Öyle de oldu. Yugoslavya parçalandı ve bu sefer de Yugoslavya Federasyonu'nu oluşturmuş olan ülkeler üzerine rekabet başladı. Yugoslavya'nın parçalanmasında dış, emperyalist etken olarak birinci derecede sorumlu olan Almanya, federasyonu oluşturmuş olan ülkelerle, başta da Hırvatistan ve Slovenya ile ilişkilerini geliştirdi, yerel güç olacağından dolayı büyük Sırbistan'a karşı olduğu için Bosna-Hersek'i tanıyarak, onun toprak bütünlüğünden yana olduğunu açıkladı. (Tablo- 11)

Eski Yugoslavya Federasyonu'nu oluşturan ülkeler ve bir bölge ülkesi olan Arnavutluk ile Almanya'nın son dönemdeki ihracatı (milyon mark)

Bu ülkeler arasında Alman ihracatı için Hırvatistan ve Slovenya'nın önemi belli. Üçüncü sırada Makedonya geliyor. Bu verilerde dikkati çeken, kapsamı dar da olsa Sırbistan ile ihracatın verilen dönem içinde %109 oranında artış olmasıdır.

Almanya'nın "gelişen ülkeler"e net "yardım"ında Yugoslavya'nın payına düşen miktar oldukça ilginç: Bu miktar 1987'de 11,5 milyon marktan 1988'de 41,2 milyon marka çıkıyor. 1989'da 33,2 milyon marka düşüyor. 1990'da "yardım" açık veriyor, 1991'de "yardım" 40,6 milyon marka, 1992'de de 991,3 milyon marka çıkıyor. Almanya'nın Yugoslavya'ya yaptığı bu türden para "yardımı" 1950-1992 arasında 2399.1 milyon marktı. Yani bu miktarın %41,3'ü sadece 1992 yılında verilmişti. Almanya'nın 1992 yılında Mısır dışında hiçbir ülkeye bu kapsamda, bu form "yardım"ında bulunmadığını göz önünde tutarsak Alman emperyalistlerinin eski Yugoslavya topraklarındaki Hırvat ve Sloven müttefiklerini hangi boyutlarda desteklediklerini görmüş oluruz.

Alman emperyalizminin bölgemizdeki politikasına gelince;
Alman emperyalizminin yeni sömürgeci politikasında belirleyici özelliği haiz bir süreci göz önünde tutmak gerekir. Aksi taktirde Alman emperyalizminin yayılmacı çabası, yeni sömürgeci politikaları kavranamaz ve hatta belli bir "Almanya" hayranlığına, bağımlılığına yol açabilir. Nedir bu süreç?

Almanya, II. Dünya Savaşından bölünmüş, dış ülkelerde o zamana kadar kendi nüfuzu altında olan bütün hammadde ve pazar alanlarını kaybetmiş olarak çıkmıştı. Bu durum, onun emperyalist rakipleri karşısında rekabet gücünü kırıyordu ve onu, yeni hammadde ve pazar alanı elde etme mücadelesinde saldırganlaştırıyordu.

Alman emperyalizmi, belirttiğimiz nedenlerden dolayı, saldırganlaşırken, aynı zamanda, onun yayılmacılığını oldukça kolaylaştıran çok önemli avantajlara da sahipti. Tarihi, ekonomik ve siyasi bazda oluşan bu avantajların en önemlileri şunlardı:

– Sömürgeler, bağımlı-bağımsız ülke halkları, uluslar Fransız ve İngiliz emperyalizmine kin ve nefret kusuyorlardı. Bu, bu emperyalist ülkelerin sömürgeci, emperyalist politikalarının sonucuydu.

– Amerikan emperyalizmi, özellikle II. Dünya Savaşından sonra bağımlı-bağımsız ülkelerin içişlerine çok kaba bir şekilde müdahale etme küstahlığını gösterebiliyor, Amerikan sermayesinin çıkarları için her şeyi göze alabiliyordu. Bu tavır, ABD'yi, söz konusu ülkeler ve uluslar nezdinde Fransa ve İngiltere'den de daha beter bir duruma düşürüyordu.

Alman emperyalizmi bu kadar yıpranmamıştı. Nazi geçmişinden arındığı izlemini yaratmayı bir ölçüde başarmıştı. Almanya, savaşmış, yenilmiş, Nazi geçmişinden "arınarak", "özgür" dünyada yerini almış, görünüşte oldukça iddiasız, Amerikan sermayesinin desteğine ihtiyaç duyan bir ülke konumundaydı. Almanya, bir daha savaşmaya "tövbe" etmişti! Bu haliyle "barışçıl" Almanya kapitalist dünyada olumlu puan topluyor ve rakibi olan diğer emperyalist güçlere nazaran daha avantajlı bir konuma geçiyordu.

Almanya'nın (batı) ekonomik "mucize"si bağımlı bağımsız ülkelerde, her halükarda az gelişmiş ülkelerde olumlu bir yankı buluyor ve bu da Alman emperyalizminin bu ülkelerde genişlemesini kolaylaştırıyordu.

Alman emperyalizminin ihracat yapısı (makine ve teknik teçhizat ihracı) yine Almanya'nın yayılmasında ona, diğer emperyalist ülkelerin önünde olma avantajını sağlıyordu.

Ve Alman emperyalizmi bu türden avantajlara bürünmüş olan yeni sömürgeciliğini, önce sosyalist kamp-kapitalist kamp, sonra da revizyonist kamp-kapitalist kamp cepheleşmesi çerçevesinde ve ABD emperyalizminin gölgesi altında gerçekleştiriyordu. Öyle ki Alman emperyalizminin saldırgan karakteri söz konusu avantajları içinde kaynayıp gidiyordu.

Alman emperyalizminin giderek güçlenmesi ve ABD emperyalizmiyle açıktan rekabet etmeye başlamasıyla bu durum değişmeye başladı ve revizyonist blokun dağılmasıyla da Alman emperyalizminin saldırgan karakteri bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Artık açık oynayan Alman emperyalizmi açısından bölgemizin önemi nedir?

Alman emperyalizminin "Drang nach Osten" –"Doğuya yöneliş"– politikası onun sömürgeci ve yeni sömürgeci yönelişinin ifadesidir. "Drang nach osten" Alman sömürgeciliğinin sadece bir boyutunu gösterir. Onun bir de "Drang nach Südosten" –Güneydoğuya yöneliş" politikası vardır. Bu politika da Alman emperyalizminin bölgemize; Anadolu'ya, Mezopotamya'ya, bir bütün olarak yakın ve Ortadoğu'ya yönelişinin ifadesidir.

"Drang nach Osten" gibi "Drang nach Südosten"da dünyanın yeniden paylaşım mücadelesinin başlamasından bu yana; geçen yüzyılın sonundan bu yana Alman emperyalizminin temel yayılma eksenlerinden birisi olmuştur.

Alman emperyalistleri, Osmanlı devletinin Asya kıtasındaki topraklarını, Osmanlı toprakları içinde olan Arap vilayetlerini, yani bugünkü Türkiye, Irak, Suriye, Lübnan vs. gibi ülkeleri "Orta Avrupa-Yakın Asya Askeri ve İktisadi Birliği"ne dahil etme amacını gütmüşlerdir. Bu amaç, "Berlin-Bağdat", "Kuzey Denizi'nden Basra Körfezi"ne kadar, "Kuzey Kutbu-Bağdat" veya "Antwerpen-Basra" gibi şiarlarla sürekli popüler yapılmıştır.

Bölgemiz aynı zamanda Alman emperyalizminin başka alanlara yayılması için bir sıçrama tahtası, bir üs olarak da görülüyordu. "Bizim sömürge planlarımızın en önemli orta halkası Türkiye'dir. Ama o, yegane halka değildir. Bizim doğuya doğru genişlememiz Rusya'ya, Kafkasya'ya, İran'a ve onun yanında... Afrika'ya yöneliktir" (Bkz. A. Wirth ve E. Zimmermann "Almanya'nın Ne Türden Sömürgeleri Olmalıdır", Frankfurt/main 1918, s. 28. Alm.)

Demek oluyor ki bölgemiz, Alman emperyalizminin Asya ve Afrika'ya yayılmasında bir çıkış noktası, bir köprü başı olarak da görülüyordu, Wilhelm-Almanya'sında.

Alman emperyalizminin 1. dünya savaşında yenilmiş olması, onun "Drang nach Südosten" politikasının tarihin çöplüğüne atıldığı anlamına gelmiyordu. Daha 1919'un ilk baharında Alman tekelci burjuvazisinin temsilcileri "güçlerin toplanması" şiarı altında Alman emperyalizminin bölgemize yönelik çıkarlarının ifade edileceği ortamının adımlarını yeniden atıyorlardı. (Bu çabanın sonucu olarak Alman emperyalizminin "Asya Savaşçıları Birliği" kurulur.) Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman emperyalizminin Deutsche Bank, burjuva basın gibi ögeleri Bağdat demiryolu üzerine Alman önderliğinin muhafaza edilmesini talep etmeye başlarlar.
Alman emperyalizmi güçlendikçe, bu yöndeki taleplerini de yaygın bir şekilde dile getirerek yeni yayılmacılık ve saldırganlık planları için ortam hazırlarlar. Ve nitekim Almanya'da faşizm iktidara geldiğinde yayılmacılık için, sömürge planlarının gerçekleştirilmesine hizmet edecek olan çok iyi hazırlanmış bir ortam bulurlar.

Alman faşistlerinin sömürge planlarını nasıl gerçekleştireceklerini ve önlerindeki engelin hangi güçler olabileceği konusunda da kafaları oldukça açıktı:

"1) Almanya, Führer'in iradesine göre kendi içinde sağlam bir süper güç konumuna sahip olacaksa, yeterli derecede sömürgenin yanı sıra emniyetli deniz ulaşımına ve açık okyanusa açılan emniyetli geçite ihtiyacı vardır.

2) Her iki talep de ... sadece, İngiliz-Fransız çıkarlarına karşı (mücadele ile) yerine getirilebilir.... onları barışçıl araçlarla gerçekleştirebilmek mümkün değildir. Bunun için Almanya'nın süper güç olarak şekillendirilmesi isteği, zorunlu olarak gerekli savaş hazırlığı zorunluluğuna neden olmaktadır." ("Der Prozess Gegen die Hauptkriegsvarbrecher vor dem internatianalen Militärgerichtshof/Nürnberg 14 Kasım 1945-1 Ekim 1946. Doküman 023 C, Nürnberg 1947, C. 34, s. 190).

Alman emperyalizmi dünya hakimiyeti kurma mücadelesinin ikinci raundunu da kaybetti. Ama genel olarak yayılmacı, özel olarak da bölgemiz üzerindeki hakimiyet planlarından hiçbir zaman vazgeçmedi. II. Dünya Savaşından sonra da Alman emperyalizmi bölgemizin pazarlarını ve zengin hammadde kaynaklarını (petrol) ele geçirmek için emperyalist rakipleriyle; başta ABD olmak üzere Fransa ve İngiltere ile mücadelesini sürdürüyor.

Wilhelm Almanya'sının, Hitler Almanya'sının, Batı Almanya'nın ve Birleşmiş Almanya'nın bölgemiz üzerindeki sömürgeci-yayılmacı planlarında hiçbir değişme olmamıştır. Alman emperyalizmi dün olduğu gibi bugün de bölgemiz üzerinde hakimiyetini, ekonomik ve stratejik öneminden dolayı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Diğer emperyalist güçler de aynı nedenlerden dolayı bölgemiz üzerinde hegemonya mücadelesini sürdürüyorlar. Anadolu, Yakın ve Ortadoğu emperyalist çıkarlar için mücadelenin şiddetlendiği en önemli alanlardan birisi konumundadır.

ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, Anadolu-Yakın ve Ortadoğu bölgesine hakim olmanın, geniş bir pazara, zengin petrol yataklarına ve Kafkasya'ya, Orta Asya'ya ve Afrika'ya açılmak için stratejik önemi haiz bir alana sahip olmak anlamına geldiğini çok iyi bilmektedirler ve bölge ülkeleriyle siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerine bu amaç yön vermektedir. ABD emperyalizminin bölgemiz üzerindeki hakimiyeti tartışma götürmez bir gerçektir. Ama bu, diğer emperyalist ülkelerin alanı, bu gerçekten dolayı ABD'ye bıraktıkları anlamına gelmez. Örneğin Alman emperyalizmi bölge ülkeleriyle olan siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini, çok önceleri kurulmuş olan ilişkilerini geliştiriyor ve kazandığı her pozisyonu rakipleri aleyhine kullanıyor. Alman emperyalizmi, "rakiplerinin aleyhine olan benim lehimedir" mantığıyla hareket ediyor, bazen de, Türkiye'ye yaklaşımında gördüğümüz gibi şantajcı tavırlar alıyor; (Kürt sorunu).

Almanya ile bölge ülkelerinin ekonomik ilişkilerinde son birkaç yıl içinde belli bir canlanmanın; Alman emperyalizmi lehine bir gelişmenin olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Almanya'nın İsrail'e yaptığı ihracat 1988'den1990'a %10 oranında; 1990'dan 1992'ye %25 oranında; 1988'den '92'ye % 37 oranında atarken, 1993'ten 1994'e (Ocak-Ağustostan–Ocak-Ağustosa) %15 oranında artıyor. Almanya "gelişen ülkelere" "yardım" adı altında 1950-1992 arasında İsrail'e 7,2 milyar mark tutarında bir sermaye aktarmış. Bu türden "yardım"ların yıllık miktarı, son yıllarda, örneğin 1987-1990 arasında 34-65 milyon mark çerçevesindeyken, bu miktar 1991'de 702,6 milyon marka çıkıyor ve 1992'de de 211,6 milyon mark olarak gerçekleşiyor. Bugün Almanya-İsrail, veya AB-İsrail ilişkileri, İsrail-Filistin, İsrail-Ürdün arasındaki Amerikan "barışı"ndan sonra, bir AB delegasyonunun İsrail'e "bölgede bir ortak pazar" kurmayı önerecek derecede gelişmiştir. Böylelikle Alman emperyalizmi güdümündeki AB, ABD'nin bölgede sağladığı emperyalist "barışı", ABD emperyalizminin çıkarına tekabül eden İsrail-Arap uzlaşmasını ekonomik pazarla tamamlamayı veya siyasi uzlaşmanın ekonomik meyvelerini toplamayı amaçlıyor.

Alman emperyalizmi Ürdün ile de ticari ilişkilerini geliştiriyor. Örneğin Almanya'nın bu ülkeye yaptığı ihracat 1988'den 1993'e (geçici veri) %35 oranında artıyor. Almanya, "gelişen ülkelere" yardım formunda Ürdün'e 1987'de 48,9; 1988'de 37,9 ve 1989'da da 54,6 milyon mark verirken, bu miktar 1990'da 281,1 milyon marka çıkıyor. Almanya'nın 1950-1992 döneminde Ürdün'e aktardığı bu formdaki sermaye miktarı 1,5 milyar marka varıyordu. 1991'de 199,1 ve 1992'de de 99 milyon mark olarak gerçekleşiyor. Ürdün tek başına hiçbir öneme sahip değildir. Ama o, bir Arap ülkesidir, Irak'ın, Kuveyt'in komşusudur; petrol yataklarına en yakın alandır. Oraya giden yol Ürdün'den geçmektedir.

Alman emperyalizmi, "terörist" Suriye veya enternasyonal "terörü" destekleyen Suriye ile de ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Almanya'nın bu ülkeye yaptığı ihracat 1988'den 1993'e (geçici veri) %105 oranında; Ocak-Ağustos 1993'ten OcakAğustos 1994'e de %27 oranında artmıştır. Almanya'nın bu ülkeye "gelişen ülkelere" "yardım" formunda aktardığı sermaye miktarı 1987'de 51,3; 1988'de 86,4 1989'da 99; 1990'da 71,4; 1991'de 165,5 ve 1992'de de 26,8 milyon mark olarak gerçekleşmiştir. Almanya'nın 1950-1992 arasında Suriye'ye aktardığı bu formdaki sermaye miktarı 922,1 milyon mark tutuyordu.

Suriye, bölgede önemli bir güçtür. Almanya, Suriye'nin Amerikan emperyalizmiyle olan çelişkisini kullanmaya çalışıyor ve ilişkilerini geliştirerek, Amerikan "barışı" temelinde İsrail-Suriye uzlaşması sağlanınca açıkta kalmak istemiyor. Suriye, bölge barışı adı altında sürdürülen emperyalistler arası rekabetten, özellikle de Almanya ile ABD arasındaki rekabetten yararlanmaya çalışıyor. Örneğin, Suriye yönetimi, Alman Dışişleri Bakanı Kinkel'e, Şam ziyaretinde (1993) "bölgede barışın sağlanması için Almanya üzerine düşen rolü" oynamalıdır derken, Almanya'ya duyulan güveni değil, kendini daha iyi pazarlamak istediğini duyuruyordu.

Almanya'nın İran ile ilişkileri de iyidir. Almanya'nın bu ülkeye yaptığı ihracat 1988'de 3,040 milyar marktan 1992'de 7,9 milyar marka çıkarak %162 oranında artmıştır. 1992'de Almanya'nın İran'a yaptığı ihracat Türkiye'ye yaptığı ihracattan yaklaşık 1,4 milyar mark fazlaydı. Almanya'nın "gelişen ülkelere" "yardım" formunda İran'a 1987'de, 55,5; 1988'de 63,2; 1989'da 68,6; 1990'da 85,9; 1991'de 75,7 ve 1992'de de 108,8 milyon mark vermiştir. İran'ın, 1950-1992 döneminde Almanya'dan aldığı bu türden sermaye miktarı 927,8 milyon marka varıyordu.

Alman tekelci burjuvazisi faşist şah rejimiyle olduğu gibi, devrimden sonra şeriatçı-gerici iktidarlarını kuran mollalar ile de iyi ilişki içinde olmuştur. 1988-1992 arasında İran'a yapılan ihracatın 2,6 misli artması bunu göstermektedir.

İhracat miktarı veya "normal" ilişkiler çerçevesinde İran'a verilen kredilerin dışında kalan "kayıt dışı" miktarların kayda geçmiş miktarlardan çok daha fazla olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmamaktadır.

Almanya İran-Irak savaşında her iki tarafa da bolca silah satan ülkelerin başında yer alıyor. Almanya, İran-ABD çelişkilerini kendi lehine kullanmak veya geliştirmek için İran gericiliğiyle, burjuva dünya kamuoyunun illegal nitelediği, ama biz komünistler açısından tekelci burjuvazinin, gericilerin, faşistlerin normal tanımı olarak tanımlanan ticari vs. ilişkilerini geliştiriyor. İran'ın atom bombası yapabilecek teknolojiye, modern elektro-tekniğe sahip olmasında Alman tekellerinin payı büyüktür. Teşhir olma korkusundan dolayı, İran'a patent hakkı vererek orada modern silahların üretilmesini sağlayanların başında da Alman tekelleri gelmektedir. Bu ilişkilerin sonucudur ki, Almanya, İran'ın ithalat ve ihracatında sürekli ilk sıralarda yer almış, böylelikle İran'ın Alman emperyalizmine bağımlılık ilişkileri doğmuştur. Bu bağımlılık ilişkileri, şah döneminde ABD için geçerliydi. şimdi Alman emperyalizmi, ABD'nin yerini alıyor.

İran-Almanya ilişkilerini, salt Ortadoğu'yla sınırlamak yanlış olur. İran da Orta Asya'ya açılma iddiasında olan, kendini bölgesel güç olarak gören bir ülkedir. Alman emperyalizmi, ABD emperyalizmiyle rekabetinde Türkiye üzerinden elde edemediğini İran üzerinden elde etmeye çalışacaktır. Alman emperyalizmi, diğer emperyalist güçlere karşı bölgedeki rekabetinde İran'a dayanacaktır. Her iki ülkenin gizli istihbarat servislerinin süreklilik arz eden görüşmeleri, Alman devletinin İran'ın borçlarını ödemesinde ona sağladığı kolaylıklar, diplomatik görüşmelerle, molla rejimini Batı dünyası nezdindeki tecritten çıkarma çabaları –ABD emperyalizminin "kaygı" ile izlediği bu ve benzeri İran-Alman ilişkilerini elbette ki Alman emperyalizmi rakiplerine karşı kullanacaktır.

Almanya-Irak ilişkileri Alman tarihinin en karanlık sayfalarında yer alacak cinsten ilişkilerdir.

Revizyonist blok dağılmadan önce Irak (Suriye de) daha ziyade SB'nin nüfuzu altındaydı. Bu dönemde ABD şemsiyesi altında emperyalist güçler körfezdeki çıkarlarını Türkiye-İran, İsrail, Suudi Arabistan ve sonraları da Mısır vasıtasıyla korumaya çalışıyorlardı. O dönemde Basra Körfezi, bu ülkeler tarafından adeta ablukaya alınmıştı. Faşist şah rejiminin devrilmesinden sonra İran, emperyalist dünya, özellikle de ABD emperyalizmi açısından güvenilir olmaktan çıktı. Çünkü İran, bölgedeki emperyalist çıkarları tehdide yöneldi.

Revizyonist blokun dağıldığı dönemde Irak, Kuveyt'i ilhak ederek bölgesel güç olduğunu, bölge üzerine politikalarda hesaba katılması gerektiğini açıklamış oldu. Emperyalist ülkeler, çıkarlarına tamamen ters düşen Irak'ın bu tavrını, "Körfez savaşı"yla cevapladılar. Emperyalistler arası koalisyon, Irak'ı etkisizleştirdi. Ama daha savaş döneminde emperyalist koalisyonda çatlaklar ortaya çıkmaya, emperyalistler arası çelişkiler gündeme gelmeye başladı. Özellikle Fransa ve arka planda faal olan Almanya, ABD emperyalizminin körfezde tam hakimiyet kurma planına karşı geliyorlardı. Sovyet tehdidi olmadığı için, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler, çıkar anlaşmazlığı ortaya çıkıyordu. ABD, Körfez'de veya bölgede "yeni dünya düzeni"ni, Irak'ı etkisizleştirerek İsrail-Arap (Filistin-Mısır-Ürdün-Suriye-S. Arabistan Emirlikler) uzlaşması, Türkiye-İsrail yakınlaşması temelinde kurmaya çalışıyor. ABD güdümünde yeni bir ittifaka doğru şekillenen bu yapılaşmada, ne Irak'ın ne de diğer emperyalist ülkelerin yeri var. Diğer taraftan emperyalist ülkelerin, özellikle Batı Avrupa ve Japonya'nın körfez petrolüne olan %60-75 dolayındaki bağımlılıkları da bilinen bir gerçek. Böyle hayati önemi haiz olan bir alanda, emperyalist ülkelerin, bölgedeki ABD hegemonyasına güvenmeleri, dayanmaları söz konusu olamayacağı gibi, emperyalist rekabetin mantığına da ters düşmektedir. Çünkü bugün bölgede söz konusu olan, emperyalist dünya çıkarlarının belli bir koalisyon ile koruması değil, tam tersine emperyalist ülkeler arasındaki kıyasıya rekabettir. Bu gerçekten dolayıdır ki, "körfez sonrası"nda Irak'a saldıran emperyalist ülkeler, daha önce İran-Irak savaşında her iki ülkeye bolca silah satmışlardı. Irak, silahlanmada kullandığı modern teknolojiyi emperyalist ülkelerden almıştır. Irak, Halepçe Katliamı'nda kullandığı gazı emperyalist ülkelerden, özellikle de Almanya'dan almıştır. Bugün Irak, ABD'nin dayatmasıyla BM ambargosu altındadır. Ama bu ambargo, Alman, Fransız, İngiliz sermayedarlarının, tekellerin Saddam rejimiyle ekonomik ilişki kurmak için adeta birbirleriyle yarışmalarını engellemiyor, daha doğrusu engelleyemiyor.

Alman tekellerinin faşist Saddam rejimine sattığı silahların, "illegal" yollardan satılan bu silahların kaç milyar mark tuttuğunu, sadece alan ve satan biliyor. Ama her halükarda söz konusu olan, milyon değil, milyar markla ifade edilen bir meblağdır. Alman emperyalizmi Irak ile legal ticaretini de geliştiriyor. Örneğin Almanya'nın Irak'a yaptığı ihracat 1988'de 1,7; 1989'da 2,2 ve 1990'da da 1,3 milyar mark tutarındaydı. Savaş ve arkasından gelen ambargodan dolayı, Almanya'nın Irak'a ihracatı 1991'de 22 milyon marka, 1992'de de 11,5 milyon marka düşüyor. Ama 1993'te ise 69,4 (geçici) milyon marka çıkarak, bir senede 6 misli artıyor.

Almanya-Irak ilişkilerini yönlendiren, bölgede Alman emperyalizminin esas itibariyle Amerikan emperyalizmiyle olan çelişkileridir.

Alman emperyalizminin Türkiye'ye yaklaşımına gelince:
"Sadece Türkiye, Almanya'nın Hindistan'ı olabilir... Sultan, dostumuz olarak kalmalıdır, tabii ki, onu 'yutmaya hazır' olduğumuz düşüncesi (unutulmaksızın/…'Hasta adam' sıhhatine kavuşacaktır, o, iyileşme uykusundan uyandığı zaman artık tanınamayacak kadar köklü bir şekilde tedavi edilmelidir. O'nun, sarışın Alman mavi gözlü görünüme sahip olacağı düşünülmelidir. Sevgi dolu kucaklamamızla ona bir Alman'dan ayırt edilemeyecek kadar Alman besi suyu içirdik (telkinde bulunduk –çn). Böylece Türkiye'nin mirasçıları olabiliriz ve olmak istiyoruz... Miras bırakana, ölümüne kadar çok sadık bir şekilde bakacağız… Önümüzde zengin bir miras var." ("Die Welt am Montag", 21 Kasım 1898; "Probleme des Neokolonialismus", C. 1, s. 466-467, Leipzig 1961).

Alman kralı II. Wilhelm'in Osmanlı, Kudüs ziyaretine katılan Alman kolonistlerinin, yayılmacılarının borazanlığını yapan gazetelerden birisi olan "Dei Welt am Montag"da 21 Kasım 1989'de bu düşüncelere yer veriliyordu.

Türkiye'nin, Almanya'nın Hindistan'ı olması anlayışında fazla bir değişme olmamıştır. Sadece koşullar değişmiştir.

Revizyonist blok dağılmadan önce Türkiye-Almanya veya emperyalist ülkelerin Türkiye üzerine rekabetleri, emperyalist ülkeler arasında sorun çıkartmayacak boyutlarda devam ediyordu. Revizyonist blokun dağılmasından sonra durum tamamen değişti. Sovyet tehdidi ortadan kalkmış, Türkiye'nin NATO içindeki durumu önemsizleşmişti. Buna karşın Türkiye, emperyalist ülkelerin açık rekabetine sahne olmuş, hem stratejik konumundan ve hem de dağılan revizyonist blok coğrafyasının sağladığı olanaklardan dolayı önemi artan bir ülke konumuna gelmişti. Çok değil birkaç yıl geriye baktığımızda Türk burjuvazisinin 1990-1993 döneminde tarihinde yaşamadığı diploması trafiğine ev sahipliği yaptığını, Türkiye ile, şu veya bu konu(!) üzerine görüşmek isteyen devlet ve hükümet başkanlarının, bakanların, generallerin, tekel, şirket temsilcilerinin adeta sıraya girmiş olduklarını görürüz.

Türkiye'ye duyulan ilginin nedenlerini birkaç noktada toparlayabiliriz.
– Türkiye ile, onu, bölgesinde potansiyel bir güç olarak görmeksizin kurulacak/kurulan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin geleceği belirsizdir.
– Türkiye'ye istediğini kabul ettirebilmek için onun bölgesel çıkarlarını da göz önünde tutmak zorundasın.
– Türkiye, küçümsenemeyecek bir pazar alanıdır.
– Türkiye, bölgeye hakim olmanın ötesinde Kafkasya'ya, Orta Asya'ya yayılmada, Rus emperyalizmini bu alanlarda çembere almada önemli bir ülke konumundadır.
– Türkiye'yi bölgesel güç olarak gören, onun yayılmacı, saldırgan anlayışına çıkarlarına paralel düştüğü oranda göz yuman veya Türkiye'yi emperyalist çıkarlarına hizmet ettiği oranda kırıntılarla mükafatlandıran emperyalist ülke veya ülkeler, Türk burjuvazisinin en yakın dostudur.
– Türkiye ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkileri eski bloklaşma (revizyonist blok-kapitalist blok) anlayışı temelinde sürdürmenin koşulları kalkmıştır. Önümüzdeki dönemde bu gerçeği göreceğiz.

Yukarıdaki noktaları sıralamakla Türkiye'nin mevcut ve potansiyel gücünü ve de konumunu abartıyor muyuz? Hayır, abartma bir yana, Türk burjuvazisinin mevcut ve potansiyel gücü sürekli küçümsenmiştir/küçümsenmektedir. Öyle ki, mevcut sistem, mevcut ekonomi ha çöktü, ha çökecek anlayışıyla açıklanmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Türk ekonomisi, 1979/1980 ekonomik krizinden bu yana göreli olarak daha güçlü gelişme göstermiştir. Emperyalist ülkeler bu gelişmeyi gözardı edemiyorlar.

Bütün bu noktalar, Türkiye'nin emperyalist ülkelerle ilişkilerinde çıkarları doğrultusunda dayatmacı olmasını beraberinde getiriyor mu? Türk Burjuvazisi bu güce sahip mi? Hayır, değil. Türkiye, iliklerine kadar emperyalizme bağımlıdır. O, emperyalist baskıya, şantaja açıktır. Türkiye, kendi gücüne dayanarak çıkarlarını kabul ettirecek durumda henüz değildir. Ancak onun çıkarları, emperyalist koalisyonların veya etkin emperyalist güç veya güçlerin çıkarlarıyla paralellik arz ettiklerinde kabul görmektedir. Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne kabulü için belli başlı emperyalist ülkelerin (Fransa, Almanya) çabaları, ABD'nin Kazak-Azerbaycan petrollerinin Türkiye üzerinden Akdeniz'e taşınmasına sıcak baktığını açıklaması Türk burjuvazisinin çıkarlarına tekabül ediyor. Ama bunlar aynı zamanda söz konusu emperyalist ülkelerin çıkarlarına da tekabül ediyor.

Her halükarda, belli başlı emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki yegane ortak anlayışları şöyledir: Türkiye ile bağımlılık ilişkileri eskisi gibi sürdürülemez. Türkiye'de ve Türkiye üzerinden birtakım şeyler elde etmek istiyorsan, Türkiye'ye de bazı şeyler, kırıntılar vermek zorundasın.

Bölgedeki konumunu, bölgenin önemini ve kendi olanaklarını çok iyi kestiren Türk burjuvazisi, emperyalist ülkelerin yaklaşımlarını görüyor ve emperyalistler arası çelişkilerden yararlanıyor.

II. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünyanın şekillenmesi sonucunda Türkiye, ABD emperyalizminin siyasi, ekonomik ve askeri güdümüne girmişti. Ama Türkiye'de zamanla Alman sermayesi, Almanya ile olan ekonomik ilişkiler daha ağır basmaya başladı. O dönemde revizyonist blok kapitalist blok kamplaşması, NATO'nun doğudaki en uç kanadı olan Türkiye üzerindeki emperyalistler arası rekabeti bastırıyordu. ABD, Türkiye ve bölge üzerinde öncelikle siyasi ve askeri tahakkümünü sağlıyor, Almanya da sermayesiyle işini yürütüyordu. Öyle ki, Almanya'nın Türkiye üzerindeki siyasi ağırlığı sermayesinin ağırlığı kadar geçerli değildi/değildir. Bu durumu birkaç örnekle açıklayalım: (Tablo 12)

Tabloya göre; izni çıkan yabancı sermayenin 1988'de %16'sı; 1989'da %8,9'u; 1990'da %6,6'sı; 1991'de %24'ü ve 1992'de de %10,8'i ABD kaynaklı. İzni çıkan yabancı sermayenin 1988'de %46'sı; 1989'da %62'si; 1990'da %83'ü; 1991'de %53'ü ve 1992'de de %61'i AB kaynaklı.

Demek oluyor ki, izni çıkan yabancı sermaye açısından Türk ekonomisi ABD sermayesinden ziyade AB sermayesine bağımlı konumda.

Temmuz 1993 itibariyle izni verilen yabancı sermayenin %56'sı, şirketlerin de %43'ü AB kaynaklı.

1986-1993 arasında en fazla izin alan ve yatırım yapan ülkeler arasında 1700 milyon dolarla Fransa birinci, 1240 milyon dolarla ABD ikinci; 980 milyon dolarla İngiltere üçüncü; 910 milyon dolarla Almanya dördüncü; 900 milyon dolarla İsviçre beşinci ve 610 milyon dolarla da İtalya altıncı sırada yer alıyorlar. (bkz. agk. s. 203).

Türkiye'nin ithalatında Almanya'nın payı 1991'de %15,4 ve 1992'de de %16,4, ABD'nin ki de %10,7 ve %11,4 oranlarında; ihracatta da Almanya'nın payı –yine aynı yıllarda– %25,1 ve %24,9, ABD'ninki de %6,7 ve %5,9 oranlarında gerçekleşiyor. AB'nin Türkiye ihracatındaki payı 1991'de %52 ve 1992'de de keza %52 oranlarında, ithalatındaki payı da her iki yılda % 44 oranlarında gerçekleşiyor.

Salt bu birkaç veri bize, AB'nin ve onun Almanya, Fransa gibi unsurlarının Türkiye ekonomisindeki; dış ticaretindeki, sermaye hareketindeki önemini göstermeye yetiyor. Bu demek oluyor ki, ABD'nin salt siyasi ve askeri bağımlılığı beraberinde getiren ve revizyonist blokun dağılmasından önce uluslararası güç dengelerine tekabül eden anlaşmalarla Türkiye üzerindeki nüfuzunu uzun vadeli sürdürmesi, en azından bugünkü boyutlarda sürdürmesi pek olanaklı değildir.

Yeni gelişmeler yeni ilişkileri, yeni şekillenmeleri kaçınılmaz kılıyor. Ve bölgemiz, belirttiğimiz nedenlerden dolayı yeni gelişmelerden dolayı, yeni ilişkilere ve şekillenmelere açık. Bu açığı emperyalist ülkelerin her biri kendi lehine kapatmaya çalışıyor. Bunun içindir ki, ABD'nin "a" dediğine Almanya veya Fransa "b" diyor. Önemli olan kiminle ortak adım atılması değil, ABD'nin adımlarını etkisizleştirecek adımlar atmaktır. Bunun için gerekiyorsa, şeytanla da işbirliği yapılabilir, örneğin ABD'ye karşı İran-Almanya yakınlaşması. Örneğin ABD'ye karşı Fransa (ve Almanya'nın da) Saddam rejimiyle gizli ticari anlaşmaları. Örneğin, Almanya ve Fransa'nın bir dönem Kürt ulusunun en büyük dostu ve destekçisi pozunda olmaları ve hemen akabinde de PKK'nin faaliyetini yasaklamaları.

Türkiye üzerinde ve bölgemizde sadece ABD'nin, Almanya'nın, Fransa ve İngiltere'nin değil giderek varlığını hissettiren Japonya'nın ve Rusya'nın da gözü vardır. Dolayısıyla Türkiye ve bölgemiz, belli başlı bütün emperyalist ülkelerin veya uluslararası planda rekabet etme; hegemonyasını kurma ve genişletme gücüne sahip olan bütün emperyalist ülkelerin çıkarlarının kesiştiği önemli bir alandır.

Sonuç itibariyle;
– Dünyanın revizyonist blok-kapitalist blok olarak ikiye bölünmüşlük durumu ortadan kalkmış, dünya pazarı yeniden bütünleşmiştir.
– Dünyanın belirtilen bloklaşma temelinde ikiye bölünmüşlüğünü ifade eden siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmaların, ittifakların maddi temeli, bağlayıcı yönü kalmamıştır. (COMECOM'un, Varşova Paktı'nın dağılması, NATO'nun önemsizleşmesi vb.)
– Revizyonist blokun çökmesinden sonra, "Adriyatik'ten Çin Seddine" kadar geniş bir alan, emperyalistler arası rekabete açılmıştır.
– SB'nin dağılmasından sonra tek süper güç olan ABD'nin karşısında Almanya ve Japonya dünyayı yeniden paylaşma talebini yükselten ülkeler durumundadırlar.
– Fransa'yı da yedekleyerek AB'yi güdümüne alan Alman emperyalizmi, tarihi yayılmacılık yoluna yeniden girmiştir. "Drang nach Osten" politikasını gerçekleştirmenin ilk adımı olarak Doğu ve Orta
Avrupa ülkeleriyle ilişkisini, bu ülkeleri kendine bağımlı kılma temelinde geliştirerek eski SB topraklarına yönelmiştir. Alman emperyalizmi "Darg nach Südosten" politikasının ilk adımı olarak Balkanlar'da tutunmaya çalışmış ve bunun için de Yugoslavya'nın parçalanmasında belirleyici dış faktör olmuştur.

Balkanlar, Alman emperyalizminin sıcak denizlere; Ortadoğu (Asya) ve Afrika'ya açılması için bir koridordur, geçit alanıdır.
– Alman emperyalizminin bölgemizdeki en büyük ve önemli rakibi Amerikan emperyalizmidir.
– Amerikan emperyalizmi, İsrail-Arap uzlaşmasını sağlayarak; Irak ve İran'ı etkisizleştirerek Türkiye üzerinden Kafkasya ve Orta Asya'ya doğru uzanan ekseni kendi kontrolüne almanın mücadelesini verirken, Alman emperyalizmi, çoğu kez Fransa'yı yedekleyerek, ABD'nin planını bozmak için çaba harcamakta, bunun için de İran ve Irak'la olan ilişkiler geliştirilmektedir.
– İster ABD olsun, isterse de Almanya, Fransa, İngiltere ve de Rusya olsun, Kürt sorununu, Türkiye'ye istediklerini kabul ettirmek veya boyundan büyük heveslere kapılmasını engellemek için kullanıyorlar.
– Bölgemizde Rus emperyalizmi de belirleyici bir rol oynamaktadır. Özellikle Kafkasya-Orta Asya eksenindeki hegemonya mücadelesinde, emperyalistler arası rekabette öncelikle Rus emperyalizmiyle karşı karşıya gelinmektedir.
– Bölgemiz, hem dünyanın en önemli enerji kaynağı olması hem de dört bir yöne açılmada stratejik konumda olması bakımından emperyalist çıkarların kesiştiği bir alandır. Bu alana Japonya da Türkiye üzerinden girmeye çalışıyor. Japonya, böylelikle yüzde yüz bağımlı olduğu petrole yakınlaşmanın yanı sıra, Gümrük Birliği'ne girecek olan Türkiye'de yapacağı üretimi, gümrüksüz olarak AB pazarına sürmeyi ve rekabet gücünü arttırmayı, aynı zamanda Türkiye üzerinden Kafkasya-Orta Asya ekseninde yayılmayı hedefliyor.

Görüyoruz ki, dünyayı paylaşmış olan ve yeniden paylaşmayı talep eden emperyalist ülkelerin esas yönelimleri hep aynı alanlara yeniden paylaşma kavgasının verildiği alanlara açılıyor. Bu durum Türkiye'yi önemli kılıyor.

Şu veya bu emperyalist güçle kendi gücüne dayanarak rekabet edecek durumda olmayan Türkiye, bölgesel güç oluşunun ve buna bağlı olarak da bölgesel çıkarlarının dikkate alınması durumunda her emperyalist güçle ortak hareket etme politikasını güdüyor. Yani emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaya çalışıyor.

Unutmamak gerekir ki, gerek Alman emperyalizmi ve gerekse de Japon emperyalizmi ekonomik genişlemelerine, ağırlıklarına tekabül eden enternasyonal siyasi ve askeri ağırlığa henüz sahip değiller. Bundan dolayı, örneğin ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya göz önünde tutulduğunda, Almanya ve Japonya'nın "barışçıl" genişlemeleri, bu ülkelerin gerçek amaçları olan dünyayı yeniden paylaşma taleplerini "barışçıl" metotlarla gerçekleştirmeye zorlanmışlık durumları (II. Dünya Savaşının sonucu olarak) dünya halklarını yanıltabilir. Bu iki ülke sadece bugün için Uluslar arası planda siyasi ve askeri olarak cılız konumdalar. Böyle olmak da, taktiksel olarak onların çıkarlarına uygun düşüyor. Daha rahat sızabiliyorlar. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesine paralel olarak Almanya ve Japonya da uluslararası planda ekonomik güçlerine tekabül eden siyasi ve askeri yapılaşmalar kuracaklar veya böylesi mevcut yapılaşmalarda ağırlıklarını koyacaklar. (Almanya, bunu şu veya bu şekilde NATO'da, BAB, AB zaten yapıyor.).

Ne diyordu Stalin?
"Dışarıya karşı her şey 'yolunda' gözüyor. ABD, Batı Avrupa'yı, Japonya'yı ve diğer kapitalist ülkeleri vesikaya bağlamış; ABD'nin pençesine düşen (Batı) Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya itaatli bir şekilde ABD'nin emirlerini yerine getiriyorlar. Bu, 'düzenlenmiş durum' ve 'ebediyen' devam edeceğine, bu ülkelerin, ABD'nin boyunduruğuna ve hakimiyetine sonsuza dek tahammül edeceklerine, Amerikan köleliğinden kurtulmaya ve bağımsız gelişme yolunu tutmaya çalışmayacaklarına inanmak yanlış olur." (C. 15, s. 284-285, Alm.)

Bölgemizdeki rekabet, dünün vesikacısı ABD ile onun vesikaya bağladığı Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasında sürdürülen emperyalist çıkar ve hegemonya mücadelesidir. Bu mücadele emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesi son kertede yeni bir emperyalistler arası savaşa; yeni bir emperyalist paylaşım savaşına yol açacaktır.

Proleter Doğrultu, Sayı 2, Ağustos-Eylül 1995.