Kapitalizmin Eşit Olmayan Gelişme Yasası – Emperyalistler
Arası Çelişkilerin Gelişmesi ve Alman
Emperyalizminin Bölgemizdeki Faaliyeti
Teorik
yaklaşım
Kapitalizmde
eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişmenin emperyalizmde daha da
şiddetlendiği Lenin tarafından keşfedilmiş ve bilimsel olarak
temellendirilmiştir. Bu yasa Stalin tarafından bütün yönleriyle
açıklanmış ve onun işlerliği, kapitalizmin çürüyüşünün
en önemli faktörlerinden birisi olarak gösterilmiştir.
Marksist-Leninst
teori, kapitalizmin gelişmesinin her ülkede aynı olmadığını,
yani eşit olmayan bir gelişmenin söz konusu olduğunu
öğretmektedir. Kapitalist toplum özel mülkiyet ve rekabet üzerine
kurulmuş olduğu için gelişme, ister tek tek işletmeler; sanayi
sektörleri açısından olsun, isterse de tek tek ülkeler açısından
olsun eşit olamaz. O halde eşit olmayan gelişmenin nedeni, üretim
araçlarına olan özel mülkiyet ve rekabettir. Rekabet, bir kısım
işletmeler yok olurken, bir kısım işletmelerin güçlenmesi
demektir.
Marks'ın
belirttiği gibi, kapitalist üretim, bütün aşamalarında aynı
zamanda ve eşit gelişmiş olsa, imkansız olurdu. Kapitalist üretim
için geçerli olan, bütün kapitalist ülkeler için de geçerlidir.
Bunun içindir ki, kapitalist ülkelerde eşit olmayan gelişme,
kapitalist üretim biçiminin temel ön koşuludur.
Lenin,
kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasını bir çok yazısında
açıklamıştır:
"Kapitalizm,
gelişmesinin en yüksek aşamasındaki meta üretimidir. Bu aşamada
işgücü de meta olmuştur. Hem ülke içinde ve özellikle de
enternasyonal alanda meta mübadelesinin artması, kapitalizmin
karakteristik bir özelliğidir. Tek tek işletmelerin, tek tek
sanayi dallarının ve tek tek ülkelerin gelişmesinde eşitsizlik
ve sıçrama kapitalizmde kaçınılmazdır." (C. 22 s. 244
Alm. "Emperyalizm...")
"Kuşkusuz
kapitalizm, şimdi her tarafta sanayinin oldukça gerisinde kalmış
olan tarımı geliştirecek durumdadır, kitlelerin… yaşam
koşulunu yükseltebilir. Ama o zaman sermaye fazlalığından
bahsedilemez... Ama (bu sefer) kapitalizm, kapitalizm olmaz. Çünkü
kitlelerin yarı aç yarı tokluğu gibi gelişmenin eşitsizliği,
bu üretim biçiminin temel kaçınılmaz koşullarıdır, ön
koşullarıdır." (Lenin; agk., s. 245)
"Gelişmenin
kapitalizme özgü olan eşitsizliğinden dolayı, bir üretim dalı
diğerlerini geride bırakır ve ekonomik ilişkilerin eski alanının
sınırlarını aşmaya çalışır." (Lenin; C.3, s. 612,
Alm. "Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi")
"Kapitalizmde
tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişmelerinde
eşit gelişme mümkün değildir. Kapitalizmde bozulan dengenin
dönem dönem yeniden kurulması için sanayide krizlerden ve
politikada savaşlardan başka araç yoktur… Ekonomik ve siyasi
gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır"
(Lenin; C. 21, s. 344/348Alm. "Avrupa Birleşik Devletleri şiarı
üzerine")
"Kapitalizmin
gelişmesi çeşitli ülkelerde oldukça dengesizdi. Meta üretiminde
bu başka türlü olamaz." (Lenin; C. 23, s. 74, Alm.
"Proleter Devrimin Asgari Programı")
Kapitalizmde
eşit olmayan gelişme, bu üretim biçiminin doğasına özgüdür.
Dolayısıyla bu üretim biçiminin bütün gelişme aşamalarında
etkisini gösterir. Ama bu yasanın tekel öncesi kapitalizmdeki
etkisiyle, tekelci dönemdeki; kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki
etkisi arasında belli bir fark vardır. Bu farkı Stalin şöyle
açıklar.
"...
Toplumsal gelişmenin bütün aşamaları için geçerli olan
sosyolojik yasalardan faklı olarak kapitalizmin gelişme yasaları
değişebilirler ve değişmek zorundadırlar. Emperyalizm öncesi
kapitalizmde eşitsizlik yasasının belli bir anlamı ve buna
tekabül bir etkilemesi vardı. Buna karşın emperyalist
kapitalizmde bu yasa başka bir anlam kazanıyor ve bundan dolayı
etkilemesi de başka. Bu, eski kapitalizmdeki eşitsizlikten farklı
olarak emperyalizmde kapitalist ülkelerin gelişmelerinin
eşitsizliğinden bahsedilebilmesinin ve bahsetmenin zorunluluğunun
nedenidir." (C.9, s.144, Alm.)
Peki,
bunun anlamı nedir? Bu fark ile Stalin neyi kastediyor? Kapitalizm,
serbest rekabetçi döneminde şu veya bu şekilde sürekli yükselen
bir gelişme içindeydi, bu gelişme sürecinde henüz işgal
edilmemiş, kapitalizm açısından "boş" topraklarda
genişliyordu, bu süreç içinde kapitalist ülkelerin rekabetten
doğan sıçramalı gelişmeleri veya dünya çapında savaşları
olmuyordu. Dolayısıyla da eşit olmayan gelişme yasası bütün
gücü ve yönleriyle etkisini göstermiyordu. Ama kapitalizmin
emperyalizm aşamasına geçmesiyle; yükselen kapitalizmin ölen,
çürüyen, asalak kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle
ekonomik ve siyasi eşit olmayan gelişme yasası belirleyici
olmuştur.
Kapitalizmin
emperyalizm aşamasında eşit olmayan gelişme yasasının anlamını
Stalin şöyle izah ediyor:
"Emperyalizm
döneminde gelişmenin eşitsizliği yasası, ülkelerden birisinin
diğerlerine kıyasla sıçramalı gelişmesi, ülkelerden birisinin
diğerleri tarafından dünya pazarlarından püskürtülmesi,
paylaşılmış dünyanın savaşa götüren çatışmalar ve savaş
felaketleri sayesinde periyodik olarak yeniden paylaşılması,
emperyalizm kampında çatışmaların derinleşmesi ve
keskinleşmesi... Emperyalizm koşulunda eşit olmayan gelişme
yasasının temel unsurları nelerdir?
Birincisi;
dünya artık emperyalist gruplar arasında paylaşılmıştır.
Dünyada "boş", işgal edilmemiş alanlar yoktur ve yeni
pazarlar, hammadde kaynakları işgal etmek ve genişleyebilmek için
başkalarının topraklarını zor yoluyla ele geçirmek gerekir.
İkincisi,
teknolojinin eşsiz gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme
seviyesinin giderek artan eşitlenmesi (farkın
kapanması, aynılaşması ç.n.) bir ülkenin diğerlerini
sıçramalı geçişini, daha güçlü ülkelerin, daha az güçlü,
ama hızlı gelişen ülkeler tarafından püskürtülmesini...
mümkün kılmıştır ve bu süreci kolaylaştırmıştır.
Üçüncüsü;
münferit emperyalist gruplar arasında nüfuz sahasının eski
paylaşımı her defasında dünya pazarındaki yeni güçler
ilişkisi ile çatışmaya düşer, nüfuz sahalarının eski
dağılımını yeni güçler ilişkisi arasındaki "denge",
dünyanın emperyalist savaşlar ile periyodik olarak yeniden
paylaşılmasını zorunlu kılar.
Emperyalizm
döneminde gelişmenin eşitsizliğinin keskinleşmesi ve güçlenmesi
bundan dolayıdır. Emperyalist kampta anlaşmazlıkların barışçıl
yoldan çözülmesi imkansızlığı bundan dolayıdır."
(C. 9, s. 93-94 Alm. "Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi
VII. Genişletilmiş Plenumu"ndaki konuşmadan).
Stalin,
emperyalist çağda kapitalist ülkelerin gelişmeleri arasındaki
fark giderek kapanıyor veya gelişme seviyeleri aynılaşıyor,
gelişme seviyesinde belli bir eşitlenme söz konusu oluyor diyor.
Bu ne anlama gelmektedir? Bunu Stalin şöyle açıklar:
"Kapitalist
ülkelerin gelişme seviyesindeki azalan farkın ve bu ülkelerin
ilerleyen aynı seviyeye geliyor olmalarının emperyalizm
koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının etkisini
hafiflettiği
söylenebilir mi? Hayır. Bu söylenemez. Gelişme seviyesindeki bu
fark büyüyor mu, küçülüyor mu? O şüphesiz ki, küçülüyor.
Aynılaşma ilerliyor mu, geriliyor mu? O, mutlaka ki ilerliyor.
Büyüyen bir aynılaşma emperyalizm koşullarında gelişmenin
eşitsizliğinin güçlenmesi ile çelişkiye düşmüyor mu? Hayır.
O, bununla çelişkiye düşmüyor. Tersine; tesviye (aynılaşma
–çn), emperyalizm koşulunda gelişmenin eşitsizliğinin her
şeyden evvel güçlü olarak etkisini gösterebildiği taban ve arka
plandır... Tam da geri kalmış ülkeler, gelişmelerini
hızlandırdıkları ve seviyelerini ilerlemiş ülkeninkine intibak
ettirdikleri için - tam da bunun için ülkelerden birinin
diğerlerini geçme mücadelesi keskinleşir; tam da bunun için
ülkelerden birinin diğerlerini geçme, onları pazarlardan def etme
olanağı doğar....
Öyleyse;
emperyalizm döneminde eşitlenme, eşit olmayan gelişmenin
güçlenmesi için koşullardan birisidir.
Emperyalizm
koşulunda gelişmenin eşitsizliğinin ülkelerden birinin
diğerlerine yetişmesi ve sonra onları ekonomik bakımdan mutat
yoldan, tabir yerindeyse evrimci yoldan, sıçramasız, savaş
felaketleri olmaksızın, paylaşılmış dünyanın yeniden
paylaşılması olmaksızın geçmesidir denebilir mi? Hayır bu
söylenemez." (Agk. s. 92-93 Alm.)
Stalin,
leninist eşit olmayan gelişme yasasını böyle yorumluyor ve onun
temel unsurlarını, yukarıda aktardığımız üç noktadaki
anlayışla açıklıyor.
Stalin,
eşit olmayan gelişme yasasının etkisinin emperyalizm koşullarında
savaşları kaçınılmaz yaptığını, her iki dünya savaşının
nedenlerini tahlil ederken şöyle açıklıyordu:
"Sorun
şudur; zaman içinde kapitalist ülkelerin eşit olmayan gelişmesi,
kapitalist dünya sistemi içinde dengenin şiddetli bir bozulmasına
neden oluyor ve kapitalist ülkelerin bir grubu hammaddelerini ve
pazarlarının az olduğunu düşünerek, mutat olarak durumunu
değiştirmek ve "nüfuz alanlarını" zor yoluyla kendi
lehine yeniden paylaşmak için adım atıyor. Sonuç, kapitalist
dünyanın iki düşman kampa bölünmesi ve onlar arasındaki
savaştır." (C. 15, s. 344-345, Alm. "Moskova şehri
Stalin Seçim Bölgesi Seçmen Toplantısındaki Konuşma"dan)
Emperyalist
çağda kapitalist dünyanın gelişme seyri –SB'de revizyonizmin
iktidar oluşu ve çöküşü de dahil– Lenin tarafından teorik
temellendirilmesi yapılan ve Stalin tarafından geliştirilen
kapitalizmin eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme yasasını
doğrulanmıştır.
(Biz
burada sorunun tek yönünü ele alıyoruz. Bu yasa aynı zamanda
emperyalist çağda tek ülkede sosyalist devrim teorisinin çıkış
noktasını da oluşturmaktadır. Bunu, burada belirtmekle
yetiniyoruz.)
Emperyalistler
arası ilişkilerde iki eğilim
Emperyalist
devletler arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi
kapitalizmin genel krizinin başlamasından bu yana önemli
değişmelere uğramıştır. Bu değişmelerin temel içeriği,
belli bir süreç için de olsa, bu ilişkilerin sadece ve sadece
kapitalist sistemin özünde olan objektif zorunluluklar tarafından
değil, aynı zamanda Ekim Devrimi'nden bu yana emperyalizmin genel
durumu tarafından da belirlenmesinden oluşmaktadır; Ekim
Devrimi'nden Kruşçev revizyonistlerinin siyasi iktidarı gasp
ettikleri döneme kadar sosyalizmin gelişmesi, revizyonist/sosyal
emperyalist yapılanma. Her iki durumda da klasik emperyalist
pozisyonların dünya çapında gerilemesi vb.
Emperyalist
ülkeler arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişme seyri,
tarihi olarak çöküş sürecinde olan emperyalizmin genel durumunu
ele verir. Bu gelişme seyri düz bir hat izlemez, aşamalardan
oluşur. Bu gelişme seyrinin aşamaları emperyalistler arası
ilişkilerin iki önemli eğiliminin şekillendiği somut tarihi
koşulların en belirleyici momentini oluştururlar. Nedir bu iki
eğilim? Emperyalist ilişkilerdeki bu iki eğilimi Lenin şöyle
tanımlıyor:
"...
İki eğilim vardır; bunlardan biri bütün emperyalistlerin
ittifakını kaçınılmaz yapıyor, diğeri ise bir emperyalisti
diğerlerinin karşısına dikiyor –hiçbirisi sağlam bir temele
dayanmayan iki eğilim." (C. 27. s. 363, Alm "Dış
Politika Üzerine Rapor")
Buna
göre;
–
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler, bütün emperyalist
ülkeler arasında
bir
ittifaka doğru gelişebiliyor;
"Bütün
ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, ekonomik kapitalist
ittifaka dayanan bu ittifak, dünya tarihinin birçok büyük gözde
kesitlerinin kanıtladığı gibi anavatan tanımayan, sermayenin
savunulması için doğal ve kaçınılmaz olan ittifak, emekçilerine
karşı ittifakının korunmasını, bütün ülkelerin
kapitalistlerinin birliğinin korunmasını anavatanın, halkın
çıkarlarından daha yükseğe koyan .... ittifak...
Tabii
ki bu ittifak eskiden olduğu gibi, kapitalist sistemin sonuna kadar
karşı konulamaz gücüyle kedini geçerli kılacak temel ekonomik
eğilimi olarak kalacaktır." (Lenin, agk. s. 359-360)
–
Bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılan
eğilim de var;
"Kapitalizm
bu temel eğiliminin (yukarıdaki
eğilim kastediliyor –çn) bir istisnası... emperyalist
savaşın, şimdi bütün dünyayı kendi aralarında paylaşmış
olan emperyalist güçleri... birbirlerine düşman gruplara, düşman
koalisyonlara bölmüş olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele,
bu ölüm-kalım dalaşı, belli koşullarda, bütün ülkelerin
emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılıyor." ve "bütün
ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı... politikanın itici
gücü değildir." (Lenin; agk. s. 359-360-363)
Emperyalizmin
tarihi, emperyalist ülkeler arası ittifakların, hangi formda ve
sertlikte olursa olsun emperyalist ülkeler arasındaki çatışmaları,
savaşları, rekabeti engelleyemediğini göstermektedir. "Çünkü
kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz
alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel
ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez.
Ama katılanların gücü, dengesiz değişir. Çünkü kapitalizm
koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dallarının
ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz." (Lenin; C. 22,
s. 300, Alm. "Emperyalizm...",)
Lenin
devamla şöyle der;
"Bunun
için 'emperyalistler arası' veya 'ultra emperyalist' ittifaklar,
kapitalist gerçeklikte.... hangi biçime bürünürlerse
bürünsünler, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı
birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel
bir ittifak olsun, bunlar, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki
dönemlerde bir 'nefes alma' olmaktan başka bir şey değildir.
Barışçıl ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşlardan
doğarlar, tek veya aynı temel üstünde, dünya ekonomisinin ve
dünya politikasının emperyalist bağ ve ilişkileri temeli üstünde
barışçıl ve barışçıl olmayan mücadelenin değişken
biçimlerini doğurarak bir ötekini koşullandırırlar."
(Agk. s. 301)
Bir
bütün olarak emperyalizmin tarihi, bir bütün olarak
emperyalistler arası ilişkilerin tarihi Lenin ve Stalin'in konuya
ilişkin analizlerinin doğruluğunu kanıtlamıştır.
İster
savaşla sonuçlansın, isterse de sonuçlanmasın, emperyalist
ülkeler arasında şimdiye kadar birçok ittifak söz konusu
olmuştur. Kapitalist gerçeklik, bir takım ittifakı gereksiz
kılarken; onların, kurulurken olduğu gibi, dağılırken de maddi
somut koşullarını ifade ederken bugün de yeni oluşumların,
mevcut ittifaklarda görülen, ayrışmaya, yeni oluşumlara doğru
gelişen çelişkilerin maddi somut koşullarını oluşturuyor.
şimdi bu kapitalist gerçekliği kapitalizmin genel krizi
koşullarında kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişme
yasasının işleyişi, emperyalistler arası ilişkilerin iki
eğilimi perspektifinde somutlaştıralım.
Ekim
devrimi, emperyalistler arası ilişkilerin iki temel eğiliminden
birisini; bütün emperyalist ülkelerin ittifakı eğilimini
geliştirmişti: Yeni kurulmuş proletarya diktatörlüğünü yıkmak
için ortak silahlı müdahale ve Rus karşı devrimini maddi ve
manevi destekleme doğrultusunda bütün emperyalist ülkeler arası
atılan adımlar "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakını" oluşturuyorlardı. Ama Sovyet proletaryası ve
emekçileri devrimi savunmasını, korumasını ve ilerletmesini
bildiler; bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakına
dayanan silahlı müdahale, kapitalist dünya ya da müdahaleci
ülkeler için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
Diğer
taraftan Sovyet ülkesine karşı uzun vadeli emperyalistler arası
bir ittifak da imkansızdı. Çünkü nüfuz alanlarının pazar ve
hammadde alanlarının emperyalistler arasında yeniden paylaşımı,
yani rekabet, "genel ittifak"tan daha ağır basıyordu.
Başka türlü de olamazdı. Lenin bu durumu "şimdiye kadar,
sadece, emperyalist güçler arasındaki derin anlaşmazlıktan
dolayı muzaffer olabildik... burada söz konusu olan, emperyalist
ülkelerin ekonomik çıkarlarının derin, kökü kazınamaz bir
çelişkisidir..." (C. 31, s.462, Alm. "VIII. Bütün
Rusya Sovyet Kongresi")
Bolşevik
parti önderliğinde genç Sovyet iktidarı, kapitalist sisteme özgü
objektif zorunluluğun bir ifadesi olan emperyalist çelişkileri
kullanarak zaman kazanmasını ve devam ettirdiği diplomatik,
ekonomik ve siyasi faaliyetiyle Sovyet ülkesini tecrit etme ve yok
etme çabalarını boşa çıkarmasını bilmiştir. Bu Sovyet
ülkesine karşı "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakı"nın uzun ömürlü olmadığını göstermektedir.
Her
iki dünya savaşı arasında yeni güç dengeleri gelişmiş ve
bunlar, pazarların, hammadde ve nüfuz alanlarının yeniden
paylaşımını talep etmişlerdir. Faşist Almanya ve onunla ittifak
içinde olan güçler, dünyayı yeniden paylaşma, yani dünya
hakimiyeti amaçlarına ulaşmak için II. Dünya Savaşını
başlatmışlardır.
ABD,
İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkeler, daha 1920'li yıllardan
itibaren Alman emperyalizminin güçlenmesi için ona yardımcı
olmuşlardı. Bu emperyalist ülkelerin yegane amaçları, Alman
faşizmini SB'ye yöneltmekti. Ama beklenen olmamış, Alman faşizmi
öncelikle arka arkaya komşusu kapitalist ülkeleri işgal etmiş ve
sonra SB'ye yönelmiştir. Görüyoruz ki, burada da emperyalist
çelişkiler, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakı"ndan daha ağır basmıştır.
II.
Dünya Savaşından sonra durum nasıldı?
Savaşın
hemen sonrası dönemde güçlerin birleşme eğiliminin ağır
bastığını görüyoruz. Yani emperyalistler arası ilişkilerin
bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı yönünde;
eğiliminde geliştiğini görüyoruz. Bu eğilimin –merkezcil
eğilimin– gelişmesinin çok belirgin nedenleri vardı: Her şeyden
önce, kayıplar ne denli ağır olursa olsun, II. Dünya Savaşı
sonuç itibariyle SB'nin zaferiyle sonuçlanmış ve hemen sonrası
dönem sosyalist kampın kurulması dönemi olmuştu. Yani kapitalist
dünya, kendi varlık nedenini tehdit eden güçlü bir sosyalist
dünya ile karşı karşıya kalmıştır. Diğer taraftan ABD,
savaştan yegane en güçlü emperyalist ülke olarak çıkmış ve
kapitalist dünya içinde kalan ve diğer emperyalist ülkelerin
sömürgelerine, hammadde ve nüfuz alanlarına resmen ve düpedüz
ekonomik gücüne dayanarak el koymuş veya bu alanlara, rakibi olan
İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçler zayıf düştükleri
için sızmıştır. Bunun ötesinde ABD, yıkılan Avrupa'da
emperyalist ülkeler üstünde de nüfuz sahibi olmuştu. ABD,
Japonya'yı da kendine bağlamıştır.
Buna
göre: sosyalist kampın varlığı, diğer emperyalist ülkelerin
rekabet edemeyecek kadar zayıf düşmeleri ve ABD emperyalizminin
güçlenmiş olması sonuç itibariyle II. Dünya Savaşı sonrası
dönemde, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakı"nın sosyalist kampa karşı gerçekleşmesinin
maddi koşullarını oluşturmuştur. ABD emperyalizmi kendi
kontrolünde genel emperyalist ittifakı oluşturmak için bir dizi
siyasi, ekonomik, askeri politikalar oluşturmuş, anlaşmalar yapmış
ve örgütler kurmuştur.
Şimdi,
emperyalistler arası ilişkilerin birbirine zıt iki temel
eğiliminin – merkezcil ve merkezkaç– 1950'li yılların ikinci
yarısından sonra nasıl geliştiğine bakalım:
a)
Bu dönemde batı Avrupa'nın emperyalist ülkeleri ve Japonya
savaşın yaralarını sarıyorlar ve yeniden kapitalist dünya
pazarında söz sahibi olmaya başlıyorlar, hem kendi aralarında ve
hem de Amerikan emperyalizmiyle pazar alanı, hammadde ve nüfuz
sahası için rekabete başlıyorlar. Bu süreç, bütün ülkelerin
emperyalistlerinin genel ittifakı eğilimini –merkezcil eğilim–
temelden dinamitleyen gelişmenin başladığını gösterir.
b)
Kruşçev revizyonizminin SB'de siyasi iktidarı gasp etmesinden
sonra; yani SB'de ve onunla ittifak içinde olan ülkelerde
sosyalizmin ve demokratik düzenlerin yıkılmasından sonra bütün
ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakının esas nedenlerinden
birisi daha ortadan kalmış oluyordu. Yani artık, "özgür"
dünyayı tehdit eden faktör yoktu. Ama SB'deki sistem değişikliği,
"genel ittifakı" parçalayan bir neden olmadı. Olmadı
çünkü, sosyalizmin yıkılmasından sonra klasik kapitalist sistem
kurulmadı, revizyonist sistem kuruldu. Lafta sosyalist, fiiliyata
kapitalist olan bu sistem, ABD emperyalizmi tarafından, bu sistem
çökene kadar "genel ittifak"ın giderek zayıflayan
varlık nedenlerinden birisi olmaya devam etmiştir. Bu a ve b
noktalarında tanımladığımız süreçler sonuç itibariyle hangi
emperyalist ilişkilerin/çelişkilerin şekillenmesiyle
sonuçlanmıştır?
Burada
söz konusu olan, Uluslar arası planda hegemonya mücadelesinin yeni
boyutlarıdır. II. Dünya Savaşından sonra günümüze kadar olan
dönemdeki bu hegemonya mücadelesini üç aşamada ele alabiliriz:
Birinci
aşama (1945-1970 dönemi): II. Dünya Savaşında galip ve de
oldukça güçlü çıkan ABD emperyalizmi, bütün kapitalist
dünyayı kendi güdümüne alır, kurduğu siyasi, ekonomik ve
askeri hegemonyasının devamı için, emperyalist ülkeler de dahil
bütün kapitalist dünyayı önce sosyalist sisteme, sonra da
revizyonist sisteme karşı örgütler. Savaş sonrası yıllarda
ABD'nin ekonomik yardımına duyulan ihtiyaç çok büyük olduğundan
Amerikan emperyalizminin kapitalist dünya üzerinde hegemonya
kurması nispeten kolay olur. Ama 1950'li yıllarla birlikte
kapitalizmin siyasi ve ekonomik eşit olmayan gelişme yasası
etkisini göstermeye başlar; savaştan yenik çıkan veya galip
olmasına rağmen zayıflayan, yıkılan emperyalist ülkeler,
ekonomilerinin gelişmesine paralel olarak yeniden rekabete
girişirler. Savaşın yaptığı tahribat korkunç boyutlarda olduğu
için talep oldukça büyüktür ve bu da rekabeti belli sınırlarda
tutar. (Rekabetin sınırlı kalmasında tabii ki, Amerikan
emperyalizminin Sovyet tehdidini (!) öne sürerek siyasi ve askeri
etkinliğinin de rolü vardır.)
1970'li
yıllara gelindiğinde kapitalist dünya pazarında doyum sınırına
varılmıştır. Japonya, Fransa ve Almanya açısından göreceli
hızlı büyüme dönemi artık tarihe karışmıştır. Bir taraftan
Japonya, tek başına emperyalist rakiplerine karşı meydan okumaya
başlarken, diğer taraftan da Almanya AT (şimdi AB) çerçevesinde
aynı yolu izlemiştir. Böylelikle klasik emperyalistler arası
rekabet, ABD'nin Sovyet korkutmasından, "genel ittifak"tan
daha ağır basmaya başlamış –merkezkaç eğilimin gelişmesi–
ve kapitalist dünyada bütün çıplaklığıyla üç emperyalist
merkez doğmuştur; daha ziyade Alman emperyalizminin güdümünde
AT, ABD ve Japonya.
İkinci
aşama (1970-1989/1990 dönemi): Bu dönemde emperyalistler arası
çelişkiler oldukça keskinleşmiş veya 19451970 dönemine nazaran
oldukça keskinleşmiş ve kapitalist dünya ekonomisi iki fazla
üretim krizi (1974/75 ve 1981/83) yaşamıştır. 1970'lerden beri
kapitalist dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı sorunlar
(yapısal kriz, durgunluk, bilimsel ve teknolojik kazanımlarının
üretim ve dolaşım sürecinde gündeme getirdiği alt-üst oluşlar
vs.) emperyalistler arası rekabetin derinleşmesini, kapsamlaşmasını
ve de keskinleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu durum,
birbirleriyle rekabet eden emperyalist ülkelerin, hegemonya
mücadelesi boyutlarına varana kadar gelişmiş bir sürece girmiş
olduklarını gösterir. Bu, kapitalizmde eşit olmayan ekonomik ve
siyasi gelişme yasasının işlerliğinin ifadesidir. Bu, aynı
zamanda "genel ittifak"ın yerini "genel ittifakı"
olanaksız kılan gelişmeye bıraktığını, "genel
ittifak"ın, artık "politikanın itici gücü"
olmadığını gösterir. Merkezkaç eğilimi.
Üçüncü
aşama (1989/1990 ve sorası): Revizyonist sistemin yıkılmasından
sonra kapitalist dünya ve hegemonya mücadelesi içinde olan
emperyalist ülkeler, yeni siyasi, ekonomik ve askeri ufuklarla karşı
karşıya kalmışlardır. Yeni durumu bir taraftan o zamana kadar
geçerli olan ittifakları; emperyalist gruplar arası ittifakları
veya "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı"nı
önemsizleştirirken, diğer taraftan da yeni arayışlara ve
ekonomik-siyasi ve askeri kombinasyonlara, ittifak oluşumlarına
(örneğin NAFTA, BDT) yol açmıştır.
Şimdi
her emperyalist ülke veya dünyayı yeniden paylaşma talebini
yükselten ülkeler "güneşin altında" bir yer kapmaya
çalışıyorlar. Revizyonist sistem çökmeden önce böl ve yönet,
birbirleriyle savaştır politikası ABD ve SB'nin adeta bir
imtiyazıydı. şimdi başka ülkeler de aynı politikayı
kullanıyorlar. (Almanya, Fransa.)
O
halde; emperyalistler arası ilişkilerin revizyonist blokun
yıkılışına kadarki gelişme sürecinde ne görüyoruz?
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak ABD emperyalizmi,
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak Alman emperyalizmi önderliğinde
AT,
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak Japon emperyalizmi,
–Sosyal
emperyalist rekabet merkezi olarak Sovyet emperyalizmi, Revizyonist
blokun yıkılmasından sonra;
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak ABD emperyalizmi,
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak Alman emperyalizmi önderliğinde
AB,
–
Emperyalist rekabet merkezi olarak Japon emperyalizmi,
Bunlardan
1945-1989/90 süreci, bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakının kurulduğu ve giderek yıkılmaya başladığını
ifade ederken, 1989/90 ve sonrası, bütün ülkelerin
emperyalistlerinin genel ittifakının ifadesi olan ekonomik siyasi
ve askeri yapılaşmaların yıkılmaya başladığı bir süreç
olmuştur. Birinci süreç merkezcil eğilimi ifade ederken, ikinci
süreç merkezkaç eğilimi temsil etmektedir.
Toparlarsak:
Emperyalistler arası ilişkilerin tarihi ve somut durum tahlili,
sermayenin artan uluslararasılaşmasının da gösterdiği gibi,
tekelci sermayenin güçlerini birleştirme eğiliminde olduğunu ama
aynı zamanda bu birleşmeye karşı gelişen ve kapitalist üretim
biçiminden kaynaklanan eğilimlerin olduğunu göstermektedir.
"Hangi formda olursa olsun.... ister bir emperyalist koalisyonun
başka bir emperyalist koalisyona karşı olma formunda veya bütün
emperyalist güçlerin genel ittifakı formunda olsun",
emperyalistler arası ittifakın geleceği, bu ittifakların,
emperyalist ülkeler arasındaki mücadelede sadece bir "nefes
alma"ya bağlıdır. Ve revizyonist blokun yıkılmasından
sonra, Alman emperyalizmi güdümünde AB'nin gelişmesinden sonra;
Japon emperyalizminin yeniden hegemonya mücadelesine başlayacak
duruma gelmesinden
sonra
emperyalistler arası ilişkilerin gelişme seyri, eski ittifakların
yeni koşulara cevap vermediğini; o döneme özgü olan "nefes
alma" döneminin kapandığını, yeni ittifakların, yeni
"nefes alma" politikalarının gerekli olduğunu
göstermektedir.
Sosyal
emperyalizmin, revizyonist-kapitalist blokun çökmesinden sonra önde
gelen emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesi:
GSMH
açısından: (Tablo-1)
1972-1980
döneminde GSMH'nin büyüme hızı Almanya'da % 22 oranından,
Fransa'da %28; İngiltere'de %15; ABD'de %22 ve Japonya'da da %39
oranında gerçekleşmişti.
GSMH'nin
1980'den 1989'a büyüme hızı Almanya'da %19 oranında; Fransa'da
%21; İngiltere'de %26; ABD'de %29 ve Japonya'da da %43 oranında
gerçekleşti.
Almanya
ve Japonya hariç diğer ülkelerin verilen dönemlerdeki
GSMH'lerindeki büyüme oranları oldukça değişiktir. Almanya'da
GSMH'nin büyüme oranı hemen hemen aynı kalırken, Japonya'da GSMH'nin
büyüme hızı, her iki dönemde de diğer ülkelerinkinden oldukça
yüksek olmuştur. Örneğin, 1971-1980 döneminde Japonya'da
GSMH'nin hızı, Almanya'dakinin 1,8 misli; Fransa'dakinin 1,4 misli;
İngiltere'dekinin 2,6 misli ve ABD'dekinden de 1,8 misli olmuştur.
1980-1989 döneminde de Almanya'nınkinin 2,2 misli; Fransa'nınkinin
2 misli; İngiltere'ninkinin 1,6 misli ve ABD'ninkinin de 1,5 misli
olmuştur. Demek oluyor ki, verilen her iki dönemde de Japon
ekonomisi, diğer ülke ekonomilerine fark atarak büyümüştür.
Brüt
gayri safi sabit sermaye oluşumu açısından: (Tablo
2)
Brüt
sabit sermaye oluşum hızı 1972-1980 döneminde Almanya'da %5,6
oranında; Fransa'da %16; İngiltere'de %2,2; ABD'de %26 ve
Japonya'da da %23 oranında gerçekleşmişti.
1980-1989
döneminde ise bu gerçekleşme Almanya'da %11; Fransa'da %17;
İngiltere'de % 51; ABD'de %34 ve Japonya'da da %56 oranlarında
olmuştur.
Brüt
sabit sermaye oluşumu bakımından söz konusu ülkelerin 1980-1989
döneminde 1972-1980 dönemine nazaran belli bir sıçrama
yaptıklarını görüyoruz. Bu sıçrama İngiltere ve Japonya'da
diğer ülkelere nazaran oldukça belirgindir.
İhracat
açısından: (Tablo- 3)
1972-1980
döneminde Almanya'nın ihracatı %49 oranında; Fransa'nın %72;
İngiltere'nin %43; ABD'nin %82 ve Japonya'nınki de %154 oranında
büyümüştür. İhracatın büyüme oranları 1980-1989 döneminde
Almanya için %53; Fransa için %40; İngiltere için %33; ABD için
%52 ve Japonya için de %86 olarak gerçekleşmiştir.
1980-1989
döneminde Fransa'nın, İngiltere'nin, ABD'nin ihracatı 1972-1980
dönemine nazaran oransal olarak büyük boyutlarda gerilerken,
Almanya'nınki, önemsiz de olsa belli bir oransal artış
göstermişti. Japonya'nın ihracatı 1980-1989'da 1972-1980'e
nazaran 1,8 misli gerilemesine rağmen oransal olarak,
Almanya'nınkinden 1,6 misli; Fransa'nınkinden 2,1 misli,
İngiltere'ninkinden 2,6 misli ve ABD'ninkinden de 1,6 misli fazla
büyümüştü.
Sanayi
üretimi açısından: (Tablo-
4)
1970-1980
döneminde sanayi Almanya'da %24 oranında; Fransa'da%33;
İngiltere'de %10; ABD'de %36 ve Japonya'da da %54 oranlarında
büyümüştür.
Sanayinin
büyüme oranları 19801988 döneminde Almanya'da %9; Fransa'da %5;
İngiltere'de%19; ABD'de %26 ve Japonya'da da %34 oranlarında,
19851990 döneminde de Almanya'da %17; Fransa'da %13; İngiltere'de
%9; ABD'de %15 ve Japonya'da da %25 oranlarında gerçekleşmiştir.
Sanayinin
büyümesi açısından Japonya, verilen her iki dönemde de ilk
sırada yer almıştır. 1980-1988 döneminde onu, ABD ve İngiltere;
1985-1990 döneminde de Almanya, ABD ve Fransa takip etmişlerdir.
Sanayinin
büyümesini başka verilerler de gösterebiliriz: 1950-1980
döneminde; yani 30 senelik bir dönem zarfında sanayi üretimi
Almanya'da %5,0 oranında; Fransa'da %4,6; İngiltere'de %2,5; ABD'de
%3,3 ve Japonya'da da %8,0 oranında büyümüştür. Bu büyüme
1950-1973 döneminde Almanya'da %5,9; Fransa'da %5,2; İngiltere'de
%2,4; ABD'de %3,9 ve Japonya'da da %8,8 oranlarında gerçekleşmiştir.
Bu veriler, sanayinin büyümesi bakımından Japonya'nın birinci,
Almanya'nın ikinci, Fransa'nın üçüncü, ABD'nin dördüncü ve
İngiltere'nin de beşinci sırada yer aldıklarını gösteriyorlar.
Dünya
(revizyonist sistem hariç) sanayi üretimindeki pay açısından:
(Tablo 5)
Bu
tabloda şunu görüyoruz: ABD'nin dünya sanayi üretimindeki payı
1950'den 1979'a %30,7 arasında ve İngiltere'ninki de %62 oranında
gerilemiştir. Buna karşın Almanya'nın payı %37,5; Fransa'nınki
%44 ve Japonya'nınki de %500, yani 6 misli artmıştır. Bu
gelişmelerin sonucu olarak ülkelerin dünya sanayi üretimindeki
ağırlıkları da değişmiştir ve 1950'de ABD, İngiltere,
Almanya, Fransa ve Japonya şeklindeki sıralama 1979'da yerini, ABD,
Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere sıralamasına bırakmıştır.
Soruna
OECD ülkeleri bazında bakarsak: (Tablo
6)
Fazla
yorumu gereksiz kılan bu veriler, bize 1950-1984 döneminde ABD
emperyalizminin bütün kapitalist dünya üretimindeki payının
oldukça büyük oranlarda düştüğünü, buna karşı Almanya ve
Japonya'nın paylarının da artığını göstermektedir.
Kapitalist
dünya ihracatındaki pay açısından: (Tablo
7)
Sanayi
üretimindeki gelişme kaçınılmaz olarak ihracata da yansımaktadır
ve ihracat verileri yukarıdaki veriler doğrulamaktadırlar.
Verilen
dönem içinde kapitalist dünya ihracında 1950'den 1988'e ABD'nin
payı 1,4 misli gerilerken, Almanya'nın payı 3,5 misli ve
Japonya'nın payı da 7 misline çıkmıştır. 1980'li yılların
yarısından itibaren Almanya'nın kapitalist dünya ihracatındaki
payı Amerika'nın payından fazla olmaya başlamıştır.
Sermaye
ihracı açısından (özel doğrudan yatırımlar):
ABD'nin
bu formdaki sermaye ihracı 1967'de 59,5 milyar dolardan 1988'de 337
milyar dolara çıkarak 5,6 misli artmıştır. Aynı dönemde
Japonya'nın aynı formdaki sermaye ihracı 1,5 milyar dolardan 180
milyar dolara çıkarak 120 misli; Fransa'nınki 6,6 milyar dolardan
58 milyar dolara çıkarak 8,8 misli; İngiltere'ninki 17,5 milyar
dolardan 197 milyar dolara çıkarak 11,2 misli ve Almanya'nınki de
3 milyar dolandan 88,5 milyar dolara çıkarak 29,5 misli artmıştır.
1967'de ve 1988'de bu türden sermayenin kapsamı bakımından ilk
sırada ABD ve ikinci sırada da İngiltere geliyordu. Ama ihraç
edilen sermayenin artış hızı bakımından sıralama Japonya,
Almanya, İngiltere, Fransa ve ABD şeklindeydi.
Görüyoruz
ki, sadece bu birkaç veri, '80'li yılların sonuna doğru
emperyalistler arası güç dengesinin öncelikle Japonya ve Almanya
lehine ve ABD aleyhine değiştiğini göstermektedir. Bu demektir
ki, öncelikle bu ülkeler arasındaki rekabet, dünya pazarlarında
pay kapma ve hegemonya mücadelesi sertleşecektir, derinleşecektir
ve kapsamlaşacaktır. Nitekim bugünkü gelişmeler de bunu
doğruluyorlar.
Dünya
pazarının yeniden şekillenmesinin boyutları ve Alman
emperyalizminin yönelimi
Günümüz
dünyasında uluslararası pazarın şekillenmesinde dört boyut
görüyoruz. Bu boyutlar kısaca şöyledir:
–
Birinci boyut: Bu boyut "iç pazarların"
geliştirilmesi olarak yansıyor. Burada söz konusu olan, yeni
değil, eski pazarlardır ve amaç da bu eski pazarların tam
anlamıyla, "adam akıllı" değerlendirilmesidir. Bunu
gerçekleştirmek için emperyalist ülkeler, mevcut nüfuz
alanlarını diğer
emperyalistlere
karşı çeşitli anlaşmalar temelinde kapatmaya çalışırlar.
Örneğin Almanya önderliğinde AB. AB ülkeleri 1981'de dış
ticaretlerinin %49,2'sini, 1990'da da %60'ını kendi aralarında
gerçekleştiriyorlardı. Örneğin Japonya önderliğinde Pasifik
Ekonomik Alanı. Örneğin ABD önderliğinde NAFTA.
–
İkinci boyut: Bu boyut, emperyalist ülkelerin kendi iç
pazarları üzerinde sürdürdükleri rekabeti ifade eder.
Emperyalist ülkeler gelişmiş ülke pazarlarını en verimli pazar
alanları olarak görüyorlar ve bu pazarlardaki paylarını korumak
veya genişletmek için birbirleriyle acımasız bir rekabet
sürdürüyorlar. Bu alanda en başarılı olan ülke Japonya'dır.
Japonya, gerek AB'nin gerekse de ABD'nin tedbirlerini alt etmenin
yollarını buluyor. Örneğin AB ülkelerine yaptığı otomobil
ihracatını artırma yerine bu ülkelerdeki otomobil üretimi
kapasitesini artırıyor. Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girmesi
durumunda Türkiye üzerinden de AB pazarına girecektir.
–
Üçüncü boyut: Bu boyutu da eksi revizyonist blok ülkeleri
ve onların nüfuz alanları oluşturuyorlar. Bu boyutun Doğu ve
Orta Avrupa'da yer alan ülkeleri (Polonya, Çek Cumhuriyeti,
Slovakya, Macaristan vs.) Batılı emperyalist ülkeler, başta da
Alman emperyalizmi yutmuş durumda. Eski SB'yi oluşturan devletlerin
durumu ise biraz daha değişik. Bu ülkeler hem doğrudan Rus
emperyalizminin tehdidi altında ve hem de Batılı emperyalistler
ABD ve Japonya tarafından sürdürülen rekabete sahne olmaktalar.
Yani bu ülke pazarlarının ve hammadde kaynaklarının, emperyalist
ülkeler tarafından tam anlamıyla paylaşılmışlığı henüz söz
konusu değil.
–
Dördüncü boyut: Bu boyutu emperyalizme bağımlı ülkeler
oluşturuyorlar. Bu ülkeler, emperyalistler için pazar alanı
olmanın ötesinde hammadde kaynağı ve stratejik öneme haiz olma
özelliklerini de taşıyorlar. Örneğin Türkiye, emperyalistler
açısından önemli bir pazar alanıdır, ama
aynı
zamanda önemli bir stratejik konumu da vardır. Buna karşın
İsrail, ne önemli bir pazar alanıdır ve ne de hammadde
kaynağıdır. Ama ABD emperyalizmi açısından önemli bir
stratejik noktadır. Örneğin Basra Körfezi'ndeki ülkeler. Bu
ülkeler zengin petrol kaynaklarından dolayı önemlidirler.
Hangi
açıdan bakarsak bakalım, revizyonist blokun dağılmasından sonra
yeniden bütünleşmiş olan dünya pazarlarındaki bugünkü
emperyalistler arası rekabet, ne 1950-1970 dönemiyle, ne
1970-198990 dönemiyle karşılaştırılamayacak kadar derinleşmiş,
keskinleşmiş ve kapsamlaşmıştır.
Bu
gelişmeyi Alman emperyalizminin yönelimiyle açıklayalım:
Dünya
pazarının yeniden şekillenmesinin birinci boyutu ve Alman
emperyalizmi
Alman
emperyalizmi I. dünya savaşından sonra Sovyetler Birliği ile
savaş galibi olan ABD, Fransa ve İngiltere arasındaki
cepheleşme/çelişki durumundan yararlanmış ve söz konusu bu
emperyalist ülkelerin "yardımı"yla yeniden ekonomik,
siyasi ve askeri bir güç olmuştu. II. Dünya Savaşı sonrasında
da benzeri bir durum söz konusu oldu. Almanya (batı) sosyalist kamp
ile ABD'nin güdümündeki kapitalist kamp arasında tampon bir ülke
konumundaydı. Amerikan emperyalizminin stratejisine göre, Alman
emperyalizmi sosyalist kampa karşı güçlendirilmeliydi,
silahlandırılmalıydı. Amerikan emperyalizminin planlarına göre,
Batı Avrupa'da ABD önderliğinde/hakimiyetinde bir ekonomik alan
kurulmalıydı. Bu gelişme sonuç itibariyle bugünkü adıyla
AB'nin kurulmasına ve bu kuruluş içinde Alman emperyalizminin
hakimiyetine götürmüştür.
AB,
Alman ekonomisi açısından vazgeçilemez, bağlayıcı, önemi haiz
bir yapılanmadır. AB, Alman sermayesi açısından bir "iç
pazar"dır. Bu pazarın Alman tekelci burjuvazisi açısından
ne denli önemli olduğunu son bir kaç yıl bazında Alman meta ve
sermaye ihracı hareketiyle gösterelim.
(Tablo
8)
Bu
veriler bize şunu gösteriyor. Almanya'nın ihracatında AB
ülkelerinin toplam payı 1987'de %49,4; 1988'de %51,2; 1989'da
%52,2; 1990'da 51,9; 1991'de %54; 1992'de %54 ve 1993'te de %47,8
olarak gerçekleşmiştir. Sanayileşmiş ülkelerin Alman
ihracatındaki payı da örneğin 1987'de %80; 190'da %81, 1992 %82
oranlarındaydı. Demek oluyor ki, Almanya ihracatının %50'ni veya
biraz fazlasını AB ülkeleriyle yapıyor. Bütün sanayileşmiş
ülkelerin (AB, ABD, Japonya, Kanada vb.) Alman ihracatındaki
paylarının toplamı %80 civarında. Buna göre eski doğu bloku
ülkelerin ve bağımlı ülkelerin Alman ihracatındaki paylarının
toplamı % 20 civarında oluyor.
Tablo
9'ya göre; AB ülkelerine yeni yatırım formunda yapılan
sermaye ihracı bu formdaki toplam sermaye ihracının 1989'da
%46'na; 1990'da %51'ne; 1991'de %52'sine ve 1992'de de %55'ine
tekabül ediyordu. Yani yeni yatırım formundaki sermaye ihracının
yarıdan fazlası AB ülkelerine yapılıyordu. Bağımlı ülkelerin
bu türden sermaye ihracındaki payları ancak %4 ile %7 arasında
kalıyordu.
Görüyoruz
ki yeni yatırım formunda Alman sermayesi AB ülkelerinde veya
sanayileşmiş ülkelerde kalıyor.
Dolaylı
ve dolaysız doğrudan yatırımlarda da aynı eğilimi görmekteyiz.
Örneğin bu türden yatırımların 1990'da %49'u; 1991'de %51'i ve
1992'de de %50'si AB ülkelerinden gerçekleştirilmişti. Bütün
sanayileşmiş ülkelerin bu türden Alman yatırımlarındaki payı
da 1990'da %90; 1991'de %90; 1992'de de keza %90 oranlarındaydı.
Sadece
bu veriler bize, dünya pazarının yeniden şekillenmesinde söz
konusu boyutlardan birincisinin Alman emperyalizminin yönelimi
açısından ne denli önemli (bağlayıcı) olduğunu gösteriyorlar.
Dünya
pazarının yeniden şekillenmesinin ikinci boyutu ve Alman
emperyalizmi
Yukarıdaki
veriler, emperyalist ülkelerin kendi iç pazarları üzerinde
yürüttükleri rekabeti ifade eden bu boyutu da açıklamaktadır.
Yukarıda ihracatla ilgili tabloda yer alan sanayileşmiş ülkeler
bütün emperyalist ülkeleri kapsamına almaktadır. İhracat
verilerini bu boyut bazında oransal olarak ifade edersek;
sanayileşmiş ülkelerin Alman ihracatındaki paylarının toplamı
1987'de %80,5; 1988'de 81,3; 1989'da %81,5; 1990'da %81,4; 1991'de
%82,6; 1992'de %81,9 ve 1993'te de (geçici) %78,2 oranındaydı.
Demek oluyor ki, ihracata oldukça bağımlı olan Alman ekonomisini
ayakta tutan sanayileşmiş ülkelere yapılan ihracattır. Önemi bu
denli açık olan bir boyut için Alman emperyalizminin yapamayacağı
hiçbir şey yoktur. En azından şimdiye kadar ihracatını bu
ülkelere söz konusu oranlarda gerçekleştirebilmek için yapması
gerekeni yapmıştır.
Sermaye
ihracıyla ilgili veriler de, Alman emperyalizminin yurt dışı
yatırımlarında sanayileşmiş ülkelerin önemini gösteriyorlar.
Öyle ki, sermaye ihracında bu ülkeler, meta ihracından daha
önemli oluyorlar.
Dünya
pazarının yeniden şekillenmesinin üçüncü boyutu ve Alman
emperyalizmi
Eski
revizyonist-kapitalist blok ülkelerinin Alman ekonomisindeki yeri,
bu blok dağılmadan önce pek önemli değildi. Bu blokun
dağılmasından sonra durum tamamen değişmiştir. Bu blokun
kapsamına aldığı alan; Doğu ve Orta Avrupa (Polonya, Çek
Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan) ve eski SB
toprakları Alman emperyalizminin geleneksel yayılma alanlarından
birisidir. Alman emperyalizmi, varoluşunun her döneminde bu alanda
yayılmaya çalışmıştır. Doğu ve Orta Avrupa'dan Kafkasya'ya,
Orta Asya'ya kadar uzanan bu alan Alman emperyalizmi için pazar
alanı, hammadde kaynağı açısından oldukça önemlidir. Alman
emperyalizmi son olarak II. Dünya Savaşında bu yayılmacılığını
gerçekleştirmeye çalıştı ve sosyalist SB'den gereken dersi
aldı; sosyalizmi yıkmak ve dünya hakimiyeti kurmak peşinde koşan
faşist Almanya, yenildi, parçalandı. Revizyonist blokun
dağılmasından sonra eline geçen tarihi fırsatı çok iyi ve
diğer emperyalist ülkelere kıyasla ekonomik gücüne dayanarak
hızlı bir şekilde değerlendiren Alman emperyalizmi, önce Alman
Demokratik Cumhuriyeti'ni yuttu, Doğu ve Orta Avrupa'da nüfuz
sahibi oldu ve eski SB topraklarında başka emperyalist ülkelerle
rekabet içine girdi.
Alman
emperyalizminin sadece 19911992 döneminde Doğu Avrupa ve BDT
ülkelerine yaptığı "yardım" 27,5 milyar dolardır. Onu
3,3 milyar dolarla ABD; 1,7 milyar dolarla Fransa; 1,6 dolarla
Hollanda; 1,4 milyar dolarla Kanada ve İspanya; 1,1 milyar dolarla
İtalya ve Avusturya; 0,7 milyar dolarla İngiltere; 0,6 milyar
dolarla Türkiye; 0,4 milyar dolarla İsveç, Norveç ve Japonya
takip ediyordu (Süddeutsche Zeitung, 24 şubat 1994). Salt bu
veriler Alman emperyalizminin söz konusu alandaki önemini
açıklamaya yeter.
Almanya
ile revizyonist blok arasındaki ticari ilişkiler '70'li yıllarla
birlikte gelişmeye başlamıştır (19 Mayıs 1973 anlaşması):
Örneğin Almanya'nın revizyonist blok ile ihracatı 1960'da 2,2
milyar marktan 1970'de 5,4 milyar marka, 1980'de ise 17,2 milyar
marka çıkmıştır. 1960-1970 arasındaki artış %145 oranında
olurken 1970-80 arasındaki artış %21,8 oranında olmuştur.
Almanya'nın revizyonist blok ile ihracatı 1985 yılında 21,4
milyar marktan 1989'da 24,5 milyar marka çıkmış, 1990'da da 23,5
milyar marka düşmüştür. Bu blokun Alman ihracatındaki payı
1960'da %4,8; 1970'de %4,3; 1980'de %5,5 ve 1990'da da %3,6
oranlarında gerçekleşmişti.
Revizyonist-kapitalist
blokun dağılmasından sonra durum değişmiştir. 199092
dönemindeki alt-üst oluşları, ekonomik krizi göz önünde
tutarak, bu dönemdeki verileri dikkate almazsak, birleşmiş
Almanya'nın eski revizyonist bloku oluşturan ülkelere yaptığı
ihracatın hızlı bir artış gösterdiğini görürüz. Eski
revizyonist blok ülkelerine yapılan toplam ihracat 1993'ün
ocak-ağustosundan 1994'ün ocak-ağustosuna kadar 26,142 milyar
marktan 30,733 milyar marka çıkarak %17,6 oranında artmaktadır.
Birleşmiş Almanya'nın aynı dönemde (Ocak-Ağustos
1993–OcakAğustos 1994) Macaristan ile ihracatı %24 oranında;
Romanya ile %7,7; Bulgaristan ile %26; Arnavutluk ile %6,6; Estonya
ile %67; Letonya ile %41; Litvanya ile %81; Çek Cumhuriyeti ile %28;
Slovakya ile
%44,5;
Ukrayna ile %20; Moldova ile %42; Rusya Federasyonu ile %5; Gürcistan
ile %23,6; Ermenistan ile %74; Azerbaycan ile %29; Kazakistan ile
%40; Türkmenistan ile %213; Özbekistan ile %130; Tacikistan ile
%146 ve Kırgızistan ile de %108 oranında artmıştır. Beyaz Rusya
ile ihracat %7 oranında gerilemiştir. Bunların arasında ihracat
kapsamının büyük olduğu ülkeler, sırayla Rusya Federasyonu,
Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Romanya ve
Ukrayna'dır.
Burada
dikkatimizi çeken, Orta Asya devletleri (Kazakistan, Türkmenistan,
Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan) yapılan ihracatın verilen
dönem içinde toplam 588.157 (bin) marktan 1,005 milyon marka
çıkmaktadır, ki bu %71 arasında bir artış demektir. (Tablo-10)
Alman
emperyalizminin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine olan ilgisinin ne
denli önemli olduğunu bu ülkelere yaptığı dolaylı ve dolaysız
doğrudan yatırımlarından da anlıyoruz. Bu ülkelere yapılan bu
türden yatırımların 1990'da 638 milyon marktan 1992'de 3,5 milyar
marka çıkarak %443 oranında, yani 5,4 misli artması bunun açık
bir ifadesidir.
Dünya
pazarının yeniden şekillenmesinin dördüncü boyutu: Alman
emperyalizminin Balkan ve Ortadoğu politikası
Bu
boyuta, emperyalizme bağımlı bütün ülkeler girmektedir. Ama biz
bunu Balkanlar ve bölgemiz olan Ortadoğu ile sınırlıyoruz.
Alman
emperyalizminin yayılmacılığı sürekli üç yönde olmuştur:
Avrupa'da hakimiyet kurmak, doğuya (Rusya-Kafkasya ekseni) açılmak
ve sıcak denizlere inmek. Almanya'nın doğuya yönelmesi için Doğu
ve Orta Avrupa'dan geçmesi gerekiyor. Almanya'nın sıcak denizlere
inebilmesi için Orta Avrupa'dan ve özellikle de Balkan yarım
adasından geçmesi gerekiyor. Balkanlar, Alman emperyalizminin dünya
hakimiyeti kurma planlarında sürekli önemli bir yer almıştır.
I.
Dünya Savaşına neden olan emperyalistler arası çelişkilere
baktığımızda Balkanlar'ın neden önemli olduğunu görüyoruz.
Sömürge, hammadde, pazar alanı elde etmek, dünyayı yeniden
paylaşmak için Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Türkiye vs.
bir tarafta, İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya vs. diğer tarafta
cepheleşerek savaştılar. Alman emperyalizmi, bölgesel amacın
yanı sıra, dünya hakimiyetini kurmanın sıcak denizlere inmekten;
Fransız ve İngiliz sömürgelerini ele geçirmekten; nüfuz alanını
Ortadoğu'ya ve Afrika'ya kadar genişletmekten geçtiğini
biliyordu. Bu alanlara yayılmak için Balkanlar, neredeyse yegane
geçiş alanıydı. Almanya'nın dışında Rusya ve
Avusturya-Macaristan'ın da bölgede gözü vardı. Fransa ve
İngiltere ise, Balkanların, Alman emperyalizminin eline geçmesinin,
onun Ortadoğu'ya ve Afrika'ya açılması ve kendi sömürge
alanlarını tehdit etmesi anlamına geldiğini biliyorlardı. I.
dünya savaşı sonuna kadar uzanan dönemde Alman emperyalizmi,
Fransa, İngiltere ve Rusya ile Balkanlar üzerine hegemonya
mücadelesini/rekabetini sürdürdü.
Almanya
I. dünya savaşında yenik düştü. Ama yayılmacı, dünya
hakimiyeti anlayışından ve bu amaca hizmet eden planlar
hazırlamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Nitekim II. Dünya Savaşına
bu amacından dolayı neden oldu. Fransa'yı dize getiren Almanya,
onun Yugoslavya'daki sermayesine de el koydu; onun nüfuz alanını
eline geçirdi. Yugoslavya'nın ele geçirilmesi bir taraftan Alman
ekonomisini bir dizi önemli maden ithaline bağımlı kılmaktan
çıkartıyor ve diğer taraftan da sıcak denizlere iniş yolunu
açıyordu.
II.
Dünya Savaşı öncesinde ve savaş döneminde de Almanya'nın
Balkanlar'daki en önemli rakipleri Fransa ve İngiltere olmuştu.
1950'lerden
itibaren Yugoslavya giderek ABD emperyalizminin etkisi altına girer.
Bu ülkenin Almanya ile ticari ilişkilerinin gelişmesi uzun bir
dönem alır ve Alman emperyalizmi bu ilişkileri geliştirmede AT'yi
(AB) kullanır. Sonuç itibariyle Yugoslavya, Almanya'nın önemli
ticari ortaklarından birisi olur. AT; Yugoslavya ile ilişkilerde
Alman sermayesinin yayılmasına yol açar. 1989'da dinar marka
bağlanır. Örneğin Almanya'nın Yugoslavya'ya yaptığı ihracat
1987'de 5,8 milyar marktan 1989'da 7,9 milyar marka ve 1990'da da 8,5
milyar marka çıkar, yani 1987'den 1990'a kadar %46,5 oranında
artar.
Şüphesiz
ki Balkanlar, sadece Yugoslavya'dan ibaret değildir. Arnavutluk,
Yunanistan ve kısmen de Bulgaristan Balkan ülkelerini
oluşturuyorlar. Bu ülkeler içinde en önemli olanı ve emperyalist
nüfuz alanı paylaşımına açık olanı Yugoslavya'ydı. Bu nüfuz
alanının emperyalist ülkeler tarafından paylaşımı için
sürdürülen rekabet keskinleşti. Bu rekabeti keskinleştiren
emperyalistler arası çelişkiler nelerdi?
–
ABD, Yugoslavya'yı oluşturan tek tek cumhuriyetler üzerinde değil,
federal hükümet üzerinde nüfuz sahibiydi. Çünkü ABD
emperyalizmi Yugoslavya üzerindeki etkinliğini para, kredi-yatırım
ilişkisiyle IMF üzerinden gerçekleştiriyordu. Bundan dolayı
Yugoslavya'nın parçalanmasında ABD emperyalizminin çıkarı
yoktu.
–
O zamanki adıyla AT'nin Yugoslavya ile veya AT vasıtasıyla
Almanya'nın Yugoslavya ile ticari ilişkilerinin gelişmesi ABD
emperyalizminin bölgedeki konumunu zayıflatıyordu.
–
Bütünlüğünü koruyan Yugoslavya üzerinde ABD emperyalizminin
etken olmasının ötesinde, bütünlüğünü koruyan Yugoslavya
aynı zamanda yerel bir güçtü ve bu da Avrupalı emperyalist
ülkelerin çıkarlarına, başta da Alman emperyalizminin
çıkarlarına ters düşüyordu.
Yugoslavya
üzerine rekabet veya bu rekabetin yürütülüşü üzerine
emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler keskinleşti.
Emperyalist çıkarlar Yugoslavya'nın parçalanmasını kaçınılmaz
kılıyordu. Öyle de oldu. Yugoslavya parçalandı ve bu sefer de
Yugoslavya Federasyonu'nu oluşturmuş olan ülkeler üzerine rekabet
başladı. Yugoslavya'nın parçalanmasında dış, emperyalist etken
olarak birinci derecede sorumlu olan Almanya, federasyonu oluşturmuş
olan ülkelerle, başta da Hırvatistan ve Slovenya ile ilişkilerini
geliştirdi, yerel güç olacağından dolayı büyük Sırbistan'a
karşı olduğu için Bosna-Hersek'i tanıyarak, onun toprak
bütünlüğünden yana olduğunu açıkladı. (Tablo-
11)
Eski
Yugoslavya Federasyonu'nu oluşturan ülkeler ve bir bölge ülkesi
olan Arnavutluk ile Almanya'nın son dönemdeki ihracatı (milyon
mark)
Bu
ülkeler arasında Alman ihracatı için Hırvatistan ve Slovenya'nın
önemi belli. Üçüncü sırada Makedonya geliyor. Bu verilerde
dikkati çeken, kapsamı dar da olsa Sırbistan ile ihracatın
verilen dönem içinde %109 oranında artış olmasıdır.
Almanya'nın
"gelişen ülkeler"e net "yardım"ında
Yugoslavya'nın payına düşen miktar oldukça ilginç: Bu miktar
1987'de 11,5 milyon marktan 1988'de 41,2 milyon marka çıkıyor.
1989'da 33,2 milyon marka düşüyor. 1990'da "yardım"
açık veriyor, 1991'de "yardım" 40,6 milyon marka,
1992'de de 991,3 milyon marka çıkıyor. Almanya'nın Yugoslavya'ya
yaptığı bu türden para "yardımı" 1950-1992 arasında
2399.1 milyon marktı. Yani bu miktarın %41,3'ü sadece 1992 yılında
verilmişti. Almanya'nın 1992 yılında Mısır dışında hiçbir
ülkeye bu kapsamda, bu form "yardım"ında bulunmadığını
göz önünde tutarsak Alman emperyalistlerinin eski Yugoslavya
topraklarındaki Hırvat ve Sloven müttefiklerini hangi boyutlarda
desteklediklerini görmüş oluruz.
Alman
emperyalizminin bölgemizdeki politikasına gelince;
Alman
emperyalizminin yeni sömürgeci politikasında belirleyici özelliği
haiz bir süreci göz önünde tutmak gerekir. Aksi taktirde Alman
emperyalizminin yayılmacı çabası, yeni sömürgeci politikaları
kavranamaz ve hatta belli bir "Almanya" hayranlığına,
bağımlılığına yol açabilir. Nedir bu süreç?
Almanya,
II. Dünya Savaşından bölünmüş, dış ülkelerde o zamana kadar
kendi nüfuzu altında olan bütün hammadde ve pazar alanlarını
kaybetmiş olarak çıkmıştı. Bu durum, onun emperyalist rakipleri
karşısında rekabet gücünü kırıyordu ve onu, yeni hammadde ve
pazar alanı elde etme mücadelesinde saldırganlaştırıyordu.
Alman
emperyalizmi, belirttiğimiz nedenlerden dolayı, saldırganlaşırken,
aynı zamanda, onun yayılmacılığını oldukça kolaylaştıran
çok önemli avantajlara da sahipti. Tarihi, ekonomik ve siyasi bazda
oluşan bu avantajların en önemlileri şunlardı:
–
Sömürgeler, bağımlı-bağımsız ülke halkları, uluslar Fransız
ve İngiliz emperyalizmine kin ve nefret kusuyorlardı. Bu, bu
emperyalist ülkelerin sömürgeci, emperyalist politikalarının
sonucuydu.
–
Amerikan emperyalizmi, özellikle II. Dünya Savaşından sonra
bağımlı-bağımsız ülkelerin içişlerine çok kaba bir şekilde
müdahale etme küstahlığını gösterebiliyor, Amerikan
sermayesinin çıkarları için her şeyi göze alabiliyordu. Bu
tavır, ABD'yi, söz konusu ülkeler ve uluslar nezdinde Fransa ve
İngiltere'den de daha beter bir duruma düşürüyordu.
Alman
emperyalizmi bu kadar yıpranmamıştı. Nazi geçmişinden arındığı
izlemini yaratmayı bir ölçüde başarmıştı. Almanya, savaşmış,
yenilmiş, Nazi geçmişinden "arınarak", "özgür"
dünyada yerini almış, görünüşte oldukça iddiasız, Amerikan
sermayesinin desteğine ihtiyaç duyan bir ülke konumundaydı.
Almanya, bir daha savaşmaya "tövbe" etmişti! Bu haliyle
"barışçıl" Almanya kapitalist dünyada olumlu puan
topluyor ve rakibi olan diğer emperyalist güçlere nazaran daha
avantajlı bir konuma geçiyordu.
Almanya'nın
(batı) ekonomik "mucize"si bağımlı bağımsız
ülkelerde, her halükarda az gelişmiş ülkelerde olumlu bir yankı
buluyor ve bu da Alman emperyalizminin bu ülkelerde genişlemesini
kolaylaştırıyordu.
Alman
emperyalizminin ihracat yapısı (makine ve teknik teçhizat ihracı)
yine Almanya'nın yayılmasında ona, diğer emperyalist ülkelerin
önünde olma avantajını sağlıyordu.
Ve
Alman emperyalizmi bu türden avantajlara bürünmüş olan yeni
sömürgeciliğini, önce sosyalist kamp-kapitalist kamp, sonra da
revizyonist kamp-kapitalist kamp cepheleşmesi çerçevesinde ve ABD
emperyalizminin gölgesi altında gerçekleştiriyordu. Öyle ki
Alman emperyalizminin saldırgan karakteri söz konusu avantajları
içinde kaynayıp gidiyordu.
Alman
emperyalizminin giderek güçlenmesi ve ABD emperyalizmiyle açıktan
rekabet etmeye başlamasıyla bu durum değişmeye başladı ve
revizyonist blokun dağılmasıyla da Alman emperyalizminin saldırgan
karakteri bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Artık
açık oynayan Alman emperyalizmi açısından bölgemizin önemi
nedir?
Alman
emperyalizminin "Drang nach Osten" –"Doğuya
yöneliş"– politikası onun sömürgeci ve yeni sömürgeci
yönelişinin ifadesidir. "Drang nach osten" Alman
sömürgeciliğinin sadece bir boyutunu gösterir. Onun bir de "Drang
nach Südosten" –Güneydoğuya yöneliş" politikası
vardır. Bu politika da Alman emperyalizminin bölgemize; Anadolu'ya,
Mezopotamya'ya, bir bütün olarak yakın ve Ortadoğu'ya yönelişinin
ifadesidir.
"Drang
nach Osten" gibi "Drang nach Südosten"da dünyanın
yeniden paylaşım mücadelesinin başlamasından bu yana; geçen
yüzyılın sonundan bu yana Alman emperyalizminin temel yayılma
eksenlerinden birisi olmuştur.
Alman
emperyalistleri, Osmanlı devletinin Asya kıtasındaki topraklarını,
Osmanlı toprakları içinde olan Arap vilayetlerini, yani bugünkü
Türkiye, Irak, Suriye, Lübnan vs. gibi ülkeleri "Orta
Avrupa-Yakın Asya Askeri ve İktisadi Birliği"ne dahil etme
amacını gütmüşlerdir. Bu amaç, "Berlin-Bağdat",
"Kuzey Denizi'nden Basra Körfezi"ne kadar, "Kuzey
Kutbu-Bağdat" veya "Antwerpen-Basra"
gibi şiarlarla sürekli popüler yapılmıştır.
Bölgemiz
aynı zamanda Alman emperyalizminin başka alanlara yayılması için
bir sıçrama tahtası, bir üs olarak da görülüyordu. "Bizim
sömürge planlarımızın en önemli orta halkası Türkiye'dir. Ama
o, yegane halka değildir. Bizim doğuya doğru genişlememiz
Rusya'ya, Kafkasya'ya, İran'a ve onun yanında... Afrika'ya
yöneliktir" (Bkz. A.
Wirth ve E. Zimmermann "Almanya'nın Ne Türden
Sömürgeleri Olmalıdır", Frankfurt/main 1918, s. 28. Alm.)
Demek
oluyor ki bölgemiz, Alman emperyalizminin Asya ve Afrika'ya
yayılmasında bir çıkış noktası, bir köprü başı olarak da
görülüyordu, Wilhelm-Almanya'sında.
Alman
emperyalizminin 1. dünya savaşında yenilmiş olması, onun "Drang
nach Südosten" politikasının tarihin çöplüğüne atıldığı
anlamına gelmiyordu. Daha 1919'un ilk baharında Alman tekelci
burjuvazisinin temsilcileri "güçlerin toplanması" şiarı
altında Alman emperyalizminin bölgemize yönelik çıkarlarının
ifade edileceği ortamının adımlarını yeniden atıyorlardı. (Bu
çabanın sonucu olarak Alman emperyalizminin "Asya Savaşçıları
Birliği" kurulur.) Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman
emperyalizminin Deutsche Bank, burjuva basın gibi ögeleri Bağdat
demiryolu üzerine Alman önderliğinin muhafaza edilmesini talep
etmeye başlarlar.
Alman
emperyalizmi güçlendikçe, bu yöndeki taleplerini de yaygın bir
şekilde dile getirerek yeni yayılmacılık ve saldırganlık
planları için ortam hazırlarlar. Ve nitekim Almanya'da faşizm
iktidara geldiğinde yayılmacılık için, sömürge planlarının
gerçekleştirilmesine hizmet edecek olan çok iyi hazırlanmış bir
ortam bulurlar.
Alman
faşistlerinin sömürge planlarını nasıl gerçekleştireceklerini
ve önlerindeki engelin hangi güçler olabileceği konusunda da
kafaları oldukça açıktı:
"1)
Almanya, Führer'in iradesine göre kendi içinde sağlam bir süper
güç konumuna sahip olacaksa, yeterli derecede sömürgenin yanı
sıra emniyetli deniz ulaşımına ve açık okyanusa açılan
emniyetli geçite ihtiyacı vardır.
2)
Her iki talep de ... sadece, İngiliz-Fransız çıkarlarına karşı
(mücadele ile) yerine getirilebilir.... onları barışçıl
araçlarla gerçekleştirebilmek mümkün değildir. Bunun için
Almanya'nın süper güç olarak şekillendirilmesi isteği, zorunlu
olarak gerekli savaş hazırlığı zorunluluğuna neden olmaktadır."
("Der
Prozess Gegen die Hauptkriegsvarbrecher vor dem internatianalen
Militärgerichtshof/Nürnberg
14 Kasım 1945-1 Ekim 1946. Doküman 023 C, Nürnberg 1947, C. 34, s.
190).
Alman
emperyalizmi dünya hakimiyeti kurma mücadelesinin ikinci raundunu
da kaybetti. Ama genel olarak yayılmacı, özel olarak da bölgemiz
üzerindeki hakimiyet planlarından hiçbir zaman vazgeçmedi. II.
Dünya Savaşından sonra da Alman emperyalizmi bölgemizin
pazarlarını ve zengin hammadde kaynaklarını (petrol) ele geçirmek
için emperyalist rakipleriyle; başta ABD olmak üzere Fransa ve
İngiltere ile mücadelesini sürdürüyor.
Wilhelm
Almanya'sının, Hitler Almanya'sının, Batı Almanya'nın ve
Birleşmiş Almanya'nın bölgemiz üzerindeki sömürgeci-yayılmacı
planlarında hiçbir değişme olmamıştır. Alman emperyalizmi dün
olduğu gibi bugün de bölgemiz üzerinde hakimiyetini, ekonomik ve
stratejik öneminden dolayı gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Diğer emperyalist güçler de aynı nedenlerden dolayı bölgemiz
üzerinde hegemonya mücadelesini sürdürüyorlar. Anadolu, Yakın
ve Ortadoğu emperyalist çıkarlar için mücadelenin şiddetlendiği
en önemli alanlardan birisi konumundadır.
ABD,
Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, Anadolu-Yakın ve Ortadoğu
bölgesine hakim olmanın, geniş bir pazara, zengin petrol
yataklarına ve Kafkasya'ya, Orta Asya'ya ve Afrika'ya açılmak için
stratejik önemi haiz bir alana sahip olmak anlamına geldiğini çok
iyi bilmektedirler ve bölge ülkeleriyle siyasi, ekonomik ve askeri
ilişkilerine bu amaç yön vermektedir. ABD emperyalizminin bölgemiz
üzerindeki hakimiyeti tartışma götürmez bir gerçektir. Ama bu,
diğer emperyalist ülkelerin alanı, bu gerçekten dolayı ABD'ye
bıraktıkları anlamına gelmez. Örneğin Alman emperyalizmi bölge
ülkeleriyle olan siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini, çok
önceleri kurulmuş olan ilişkilerini geliştiriyor ve kazandığı
her pozisyonu rakipleri aleyhine kullanıyor. Alman emperyalizmi,
"rakiplerinin aleyhine olan benim lehimedir" mantığıyla
hareket ediyor, bazen de, Türkiye'ye yaklaşımında gördüğümüz
gibi şantajcı tavırlar alıyor; (Kürt sorunu).
Almanya
ile bölge ülkelerinin ekonomik ilişkilerinde son birkaç yıl
içinde belli bir canlanmanın; Alman emperyalizmi lehine bir
gelişmenin olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Almanya'nın İsrail'e
yaptığı ihracat 1988'den1990'a %10 oranında; 1990'dan 1992'ye %25
oranında; 1988'den '92'ye % 37 oranında atarken, 1993'ten 1994'e
(Ocak-Ağustostan–Ocak-Ağustosa) %15 oranında artıyor. Almanya
"gelişen ülkelere" "yardım" adı altında
1950-1992 arasında İsrail'e 7,2 milyar mark tutarında bir sermaye
aktarmış. Bu türden "yardım"ların yıllık miktarı,
son yıllarda, örneğin 1987-1990 arasında 34-65 milyon mark
çerçevesindeyken, bu miktar 1991'de 702,6 milyon marka çıkıyor
ve 1992'de de 211,6 milyon mark olarak gerçekleşiyor. Bugün
Almanya-İsrail, veya AB-İsrail ilişkileri, İsrail-Filistin,
İsrail-Ürdün arasındaki Amerikan "barışı"ndan sonra,
bir AB delegasyonunun İsrail'e "bölgede bir ortak pazar"
kurmayı önerecek derecede gelişmiştir. Böylelikle Alman
emperyalizmi güdümündeki AB, ABD'nin bölgede sağladığı
emperyalist "barışı", ABD emperyalizminin çıkarına
tekabül eden İsrail-Arap uzlaşmasını ekonomik pazarla
tamamlamayı veya siyasi uzlaşmanın ekonomik meyvelerini toplamayı
amaçlıyor.
Alman
emperyalizmi Ürdün ile de ticari ilişkilerini geliştiriyor.
Örneğin Almanya'nın bu ülkeye yaptığı ihracat 1988'den 1993'e
(geçici veri) %35 oranında artıyor. Almanya, "gelişen
ülkelere" yardım formunda Ürdün'e 1987'de 48,9; 1988'de 37,9
ve 1989'da da 54,6 milyon mark verirken, bu miktar 1990'da 281,1
milyon marka çıkıyor. Almanya'nın 1950-1992 döneminde Ürdün'e
aktardığı bu formdaki sermaye miktarı 1,5 milyar marka varıyordu.
1991'de 199,1 ve 1992'de de 99 milyon mark olarak gerçekleşiyor.
Ürdün tek başına hiçbir öneme sahip değildir. Ama o, bir Arap
ülkesidir, Irak'ın, Kuveyt'in komşusudur; petrol yataklarına en
yakın alandır. Oraya giden yol Ürdün'den geçmektedir.
Alman
emperyalizmi, "terörist" Suriye veya enternasyonal
"terörü" destekleyen Suriye ile de ekonomik ilişkilerini
geliştirmiştir. Almanya'nın bu ülkeye yaptığı ihracat 1988'den
1993'e (geçici veri) %105 oranında; Ocak-Ağustos 1993'ten
OcakAğustos 1994'e de %27 oranında artmıştır. Almanya'nın bu
ülkeye "gelişen ülkelere" "yardım" formunda
aktardığı sermaye miktarı 1987'de 51,3; 1988'de 86,4 1989'da 99;
1990'da 71,4; 1991'de 165,5 ve 1992'de de 26,8 milyon mark olarak
gerçekleşmiştir. Almanya'nın 1950-1992 arasında Suriye'ye
aktardığı bu formdaki sermaye miktarı 922,1 milyon mark
tutuyordu.
Suriye,
bölgede önemli bir güçtür. Almanya, Suriye'nin Amerikan
emperyalizmiyle olan çelişkisini kullanmaya çalışıyor ve
ilişkilerini geliştirerek, Amerikan "barışı" temelinde
İsrail-Suriye uzlaşması sağlanınca açıkta kalmak istemiyor.
Suriye, bölge barışı adı altında sürdürülen emperyalistler
arası rekabetten, özellikle de Almanya ile ABD arasındaki
rekabetten yararlanmaya çalışıyor. Örneğin, Suriye yönetimi,
Alman Dışişleri Bakanı Kinkel'e, Şam ziyaretinde (1993) "bölgede
barışın sağlanması için Almanya üzerine düşen rolü"
oynamalıdır derken, Almanya'ya duyulan güveni değil, kendini daha
iyi pazarlamak istediğini duyuruyordu.
Almanya'nın
İran ile ilişkileri de iyidir. Almanya'nın bu ülkeye yaptığı
ihracat 1988'de 3,040 milyar marktan 1992'de 7,9 milyar marka çıkarak
%162 oranında artmıştır. 1992'de Almanya'nın İran'a yaptığı
ihracat Türkiye'ye yaptığı ihracattan yaklaşık 1,4 milyar mark
fazlaydı. Almanya'nın "gelişen ülkelere" "yardım"
formunda İran'a 1987'de, 55,5; 1988'de 63,2; 1989'da 68,6; 1990'da
85,9; 1991'de 75,7 ve 1992'de de 108,8 milyon mark vermiştir.
İran'ın, 1950-1992 döneminde Almanya'dan aldığı bu türden
sermaye miktarı 927,8 milyon marka varıyordu.
Alman
tekelci burjuvazisi faşist şah rejimiyle olduğu gibi, devrimden
sonra şeriatçı-gerici iktidarlarını kuran mollalar ile de iyi
ilişki içinde olmuştur. 1988-1992 arasında İran'a yapılan
ihracatın 2,6 misli artması bunu göstermektedir.
İhracat
miktarı veya "normal" ilişkiler çerçevesinde İran'a
verilen kredilerin dışında kalan "kayıt dışı"
miktarların kayda geçmiş miktarlardan çok daha fazla olduğundan
hiç kimsenin şüphesi olmamaktadır.
Almanya
İran-Irak savaşında her iki tarafa da bolca silah satan ülkelerin
başında yer alıyor. Almanya, İran-ABD çelişkilerini kendi
lehine kullanmak veya geliştirmek için İran gericiliğiyle,
burjuva dünya kamuoyunun illegal nitelediği, ama biz komünistler
açısından tekelci burjuvazinin, gericilerin, faşistlerin normal
tanımı olarak tanımlanan ticari vs. ilişkilerini geliştiriyor.
İran'ın atom bombası yapabilecek teknolojiye, modern
elektro-tekniğe sahip olmasında Alman tekellerinin payı büyüktür.
Teşhir olma korkusundan dolayı, İran'a patent hakkı vererek orada
modern silahların üretilmesini sağlayanların başında da Alman
tekelleri gelmektedir. Bu ilişkilerin sonucudur ki, Almanya, İran'ın
ithalat ve ihracatında sürekli ilk sıralarda yer almış,
böylelikle İran'ın Alman emperyalizmine bağımlılık ilişkileri
doğmuştur. Bu bağımlılık ilişkileri, şah döneminde ABD için
geçerliydi. şimdi Alman emperyalizmi, ABD'nin yerini alıyor.
İran-Almanya
ilişkilerini, salt Ortadoğu'yla sınırlamak yanlış olur. İran
da Orta Asya'ya açılma iddiasında olan, kendini bölgesel güç
olarak gören bir ülkedir. Alman emperyalizmi, ABD emperyalizmiyle
rekabetinde Türkiye üzerinden elde edemediğini İran üzerinden
elde etmeye çalışacaktır. Alman emperyalizmi, diğer emperyalist
güçlere karşı bölgedeki rekabetinde İran'a dayanacaktır. Her
iki ülkenin gizli istihbarat servislerinin süreklilik arz eden
görüşmeleri, Alman devletinin İran'ın borçlarını ödemesinde
ona sağladığı kolaylıklar, diplomatik görüşmelerle, molla
rejimini Batı dünyası nezdindeki tecritten çıkarma çabaları
–ABD emperyalizminin "kaygı" ile izlediği bu ve benzeri
İran-Alman ilişkilerini elbette ki Alman emperyalizmi rakiplerine
karşı kullanacaktır.
Almanya-Irak
ilişkileri Alman tarihinin en karanlık sayfalarında yer alacak
cinsten ilişkilerdir.
Revizyonist
blok dağılmadan önce Irak (Suriye de) daha ziyade SB'nin nüfuzu
altındaydı. Bu dönemde ABD şemsiyesi altında emperyalist güçler
körfezdeki çıkarlarını Türkiye-İran, İsrail, Suudi Arabistan
ve sonraları da Mısır vasıtasıyla korumaya çalışıyorlardı.
O dönemde Basra Körfezi, bu ülkeler tarafından adeta ablukaya
alınmıştı. Faşist şah rejiminin devrilmesinden sonra İran,
emperyalist dünya, özellikle de ABD emperyalizmi açısından
güvenilir olmaktan çıktı. Çünkü İran, bölgedeki emperyalist
çıkarları tehdide yöneldi.
Revizyonist
blokun dağıldığı dönemde Irak, Kuveyt'i ilhak ederek bölgesel
güç olduğunu, bölge üzerine politikalarda hesaba katılması
gerektiğini açıklamış oldu. Emperyalist ülkeler, çıkarlarına
tamamen ters düşen Irak'ın bu tavrını, "Körfez savaşı"yla
cevapladılar. Emperyalistler arası koalisyon, Irak'ı
etkisizleştirdi. Ama daha savaş döneminde emperyalist koalisyonda
çatlaklar ortaya çıkmaya, emperyalistler arası çelişkiler
gündeme gelmeye başladı. Özellikle Fransa ve arka planda faal
olan Almanya, ABD emperyalizminin körfezde tam hakimiyet kurma
planına karşı geliyorlardı. Sovyet tehdidi olmadığı için,
emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler, çıkar anlaşmazlığı
ortaya çıkıyordu. ABD, Körfez'de veya bölgede "yeni dünya
düzeni"ni, Irak'ı etkisizleştirerek İsrail-Arap
(Filistin-Mısır-Ürdün-Suriye-S. Arabistan Emirlikler) uzlaşması,
Türkiye-İsrail yakınlaşması temelinde kurmaya çalışıyor. ABD
güdümünde yeni bir ittifaka doğru şekillenen bu yapılaşmada,
ne Irak'ın ne de diğer emperyalist ülkelerin yeri var. Diğer
taraftan emperyalist ülkelerin, özellikle Batı Avrupa ve
Japonya'nın körfez petrolüne olan %60-75 dolayındaki
bağımlılıkları da bilinen bir gerçek. Böyle hayati önemi haiz
olan bir alanda, emperyalist ülkelerin, bölgedeki ABD hegemonyasına
güvenmeleri, dayanmaları söz konusu olamayacağı gibi,
emperyalist rekabetin mantığına da ters düşmektedir. Çünkü
bugün bölgede söz konusu olan, emperyalist dünya çıkarlarının
belli bir koalisyon ile koruması değil, tam tersine emperyalist
ülkeler arasındaki kıyasıya rekabettir. Bu gerçekten dolayıdır
ki, "körfez sonrası"nda Irak'a saldıran emperyalist
ülkeler, daha önce İran-Irak savaşında her iki ülkeye bolca
silah satmışlardı. Irak, silahlanmada kullandığı modern
teknolojiyi emperyalist ülkelerden almıştır. Irak, Halepçe
Katliamı'nda kullandığı gazı emperyalist ülkelerden, özellikle
de Almanya'dan almıştır. Bugün Irak, ABD'nin dayatmasıyla BM
ambargosu altındadır. Ama bu ambargo, Alman, Fransız, İngiliz
sermayedarlarının, tekellerin Saddam rejimiyle ekonomik ilişki
kurmak için adeta birbirleriyle yarışmalarını engellemiyor, daha
doğrusu engelleyemiyor.
Alman
tekellerinin faşist Saddam rejimine sattığı silahların,
"illegal" yollardan satılan bu silahların kaç milyar
mark tuttuğunu, sadece alan ve satan biliyor. Ama her halükarda söz
konusu olan, milyon değil, milyar markla ifade edilen bir meblağdır.
Alman emperyalizmi Irak ile legal ticaretini de geliştiriyor.
Örneğin Almanya'nın Irak'a yaptığı ihracat 1988'de 1,7; 1989'da
2,2 ve 1990'da da 1,3 milyar mark tutarındaydı. Savaş ve
arkasından gelen ambargodan dolayı, Almanya'nın Irak'a ihracatı
1991'de 22 milyon marka, 1992'de de 11,5 milyon marka düşüyor. Ama
1993'te ise 69,4 (geçici) milyon marka çıkarak, bir senede 6 misli
artıyor.
Almanya-Irak
ilişkilerini yönlendiren, bölgede Alman emperyalizminin esas
itibariyle Amerikan emperyalizmiyle olan çelişkileridir.
Alman
emperyalizminin Türkiye'ye yaklaşımına gelince:
"Sadece
Türkiye, Almanya'nın Hindistan'ı olabilir... Sultan, dostumuz
olarak kalmalıdır, tabii ki, onu 'yutmaya hazır' olduğumuz
düşüncesi (unutulmaksızın/…'Hasta adam' sıhhatine
kavuşacaktır, o, iyileşme uykusundan uyandığı zaman artık
tanınamayacak kadar köklü bir şekilde tedavi edilmelidir. O'nun,
sarışın Alman mavi gözlü görünüme sahip olacağı
düşünülmelidir. Sevgi dolu kucaklamamızla ona bir Alman'dan
ayırt edilemeyecek kadar Alman
besi suyu içirdik (telkinde
bulunduk –çn). Böylece Türkiye'nin mirasçıları
olabiliriz ve olmak istiyoruz... Miras bırakana, ölümüne kadar
çok sadık bir şekilde bakacağız… Önümüzde zengin bir miras
var." ("Die Welt am Montag", 21 Kasım 1898;
"Probleme des Neokolonialismus", C. 1, s. 466-467, Leipzig
1961).
Alman
kralı II. Wilhelm'in Osmanlı, Kudüs ziyaretine katılan Alman
kolonistlerinin, yayılmacılarının borazanlığını yapan
gazetelerden birisi olan "Dei Welt am Montag"da 21 Kasım
1989'de bu düşüncelere yer veriliyordu.
Türkiye'nin,
Almanya'nın Hindistan'ı olması anlayışında fazla bir değişme
olmamıştır. Sadece koşullar değişmiştir.
Revizyonist
blok dağılmadan önce Türkiye-Almanya veya emperyalist ülkelerin
Türkiye üzerine rekabetleri, emperyalist ülkeler arasında sorun
çıkartmayacak boyutlarda devam ediyordu. Revizyonist blokun
dağılmasından sonra durum tamamen değişti. Sovyet tehdidi
ortadan kalkmış, Türkiye'nin NATO içindeki durumu
önemsizleşmişti. Buna karşın Türkiye, emperyalist ülkelerin
açık rekabetine sahne olmuş, hem stratejik konumundan ve hem de
dağılan revizyonist blok coğrafyasının sağladığı
olanaklardan dolayı önemi artan bir ülke konumuna gelmişti. Çok
değil birkaç yıl geriye baktığımızda Türk burjuvazisinin
1990-1993 döneminde tarihinde yaşamadığı diploması trafiğine
ev sahipliği yaptığını, Türkiye ile, şu veya bu konu(!)
üzerine görüşmek isteyen devlet ve hükümet başkanlarının,
bakanların, generallerin, tekel, şirket temsilcilerinin adeta
sıraya girmiş olduklarını görürüz.
Türkiye'ye
duyulan ilginin nedenlerini birkaç noktada toparlayabiliriz.
–
Türkiye ile, onu, bölgesinde potansiyel bir güç olarak
görmeksizin kurulacak/kurulan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin
geleceği belirsizdir.
–
Türkiye'ye istediğini kabul ettirebilmek için onun bölgesel
çıkarlarını da göz önünde tutmak zorundasın.
–
Türkiye, küçümsenemeyecek bir pazar alanıdır.
–
Türkiye, bölgeye hakim olmanın ötesinde Kafkasya'ya, Orta Asya'ya
yayılmada, Rus emperyalizmini bu alanlarda çembere almada önemli
bir ülke konumundadır.
–
Türkiye'yi bölgesel güç olarak gören, onun yayılmacı,
saldırgan anlayışına çıkarlarına paralel düştüğü oranda
göz yuman veya Türkiye'yi emperyalist çıkarlarına hizmet ettiği
oranda kırıntılarla mükafatlandıran emperyalist ülke veya
ülkeler, Türk burjuvazisinin en yakın dostudur.
–
Türkiye ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkileri eski bloklaşma
(revizyonist blok-kapitalist blok) anlayışı temelinde sürdürmenin
koşulları kalkmıştır. Önümüzdeki dönemde bu gerçeği
göreceğiz.
Yukarıdaki
noktaları sıralamakla Türkiye'nin mevcut ve potansiyel gücünü
ve de konumunu abartıyor muyuz? Hayır, abartma bir yana, Türk
burjuvazisinin mevcut ve potansiyel gücü sürekli
küçümsenmiştir/küçümsenmektedir. Öyle ki, mevcut sistem,
mevcut ekonomi ha çöktü, ha çökecek anlayışıyla
açıklanmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Türk ekonomisi,
1979/1980 ekonomik krizinden bu yana göreli olarak daha güçlü
gelişme göstermiştir. Emperyalist ülkeler bu gelişmeyi gözardı
edemiyorlar.
Bütün
bu noktalar, Türkiye'nin emperyalist ülkelerle ilişkilerinde
çıkarları doğrultusunda dayatmacı olmasını beraberinde
getiriyor mu? Türk Burjuvazisi bu güce sahip mi? Hayır, değil.
Türkiye, iliklerine kadar emperyalizme bağımlıdır. O,
emperyalist baskıya, şantaja açıktır. Türkiye, kendi gücüne
dayanarak çıkarlarını kabul ettirecek durumda henüz değildir.
Ancak onun çıkarları, emperyalist koalisyonların veya etkin
emperyalist güç veya güçlerin çıkarlarıyla paralellik arz
ettiklerinde kabul görmektedir. Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne
kabulü için belli başlı emperyalist ülkelerin (Fransa, Almanya)
çabaları, ABD'nin Kazak-Azerbaycan petrollerinin Türkiye üzerinden
Akdeniz'e taşınmasına sıcak baktığını açıklaması Türk
burjuvazisinin çıkarlarına tekabül ediyor. Ama bunlar aynı
zamanda söz konusu emperyalist ülkelerin çıkarlarına da tekabül
ediyor.
Her
halükarda, belli başlı emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki
yegane ortak anlayışları şöyledir:
Türkiye ile bağımlılık ilişkileri eskisi gibi
sürdürülemez. Türkiye'de ve Türkiye üzerinden birtakım şeyler
elde etmek istiyorsan, Türkiye'ye de bazı şeyler, kırıntılar
vermek zorundasın.
Bölgedeki
konumunu, bölgenin önemini ve kendi olanaklarını çok iyi
kestiren Türk burjuvazisi, emperyalist ülkelerin yaklaşımlarını
görüyor ve emperyalistler arası çelişkilerden yararlanıyor.
II.
Dünya Savaşından sonra kapitalist dünyanın şekillenmesi
sonucunda Türkiye, ABD emperyalizminin siyasi, ekonomik ve askeri
güdümüne girmişti. Ama Türkiye'de zamanla Alman sermayesi,
Almanya ile olan ekonomik ilişkiler daha ağır basmaya başladı. O
dönemde revizyonist blok kapitalist blok kamplaşması, NATO'nun
doğudaki en uç kanadı olan Türkiye üzerindeki emperyalistler
arası rekabeti bastırıyordu. ABD, Türkiye ve bölge üzerinde
öncelikle siyasi ve askeri tahakkümünü sağlıyor, Almanya da
sermayesiyle işini yürütüyordu. Öyle ki, Almanya'nın Türkiye
üzerindeki siyasi ağırlığı sermayesinin ağırlığı kadar
geçerli değildi/değildir. Bu durumu birkaç örnekle açıklayalım:
(Tablo 12)
Tabloya
göre; izni çıkan yabancı sermayenin 1988'de %16'sı; 1989'da
%8,9'u; 1990'da %6,6'sı; 1991'de %24'ü ve 1992'de de %10,8'i ABD
kaynaklı. İzni çıkan yabancı sermayenin 1988'de %46'sı; 1989'da
%62'si; 1990'da %83'ü; 1991'de %53'ü ve 1992'de de %61'i AB
kaynaklı.
Demek
oluyor ki, izni çıkan yabancı sermaye açısından Türk ekonomisi
ABD sermayesinden ziyade AB sermayesine bağımlı konumda.
Temmuz
1993 itibariyle izni verilen yabancı sermayenin %56'sı, şirketlerin
de %43'ü AB kaynaklı.
1986-1993
arasında en fazla izin alan ve yatırım yapan ülkeler arasında
1700 milyon dolarla Fransa birinci, 1240 milyon dolarla ABD ikinci;
980 milyon dolarla İngiltere üçüncü; 910 milyon dolarla Almanya
dördüncü; 900 milyon dolarla İsviçre beşinci ve 610 milyon
dolarla da İtalya altıncı sırada yer alıyorlar. (bkz. agk. s.
203).
Türkiye'nin
ithalatında Almanya'nın payı 1991'de %15,4 ve 1992'de de %16,4,
ABD'nin ki de %10,7 ve %11,4 oranlarında; ihracatta da Almanya'nın
payı –yine aynı yıllarda– %25,1 ve %24,9, ABD'ninki de %6,7 ve
%5,9 oranlarında gerçekleşiyor. AB'nin Türkiye ihracatındaki
payı 1991'de %52 ve 1992'de de keza %52 oranlarında, ithalatındaki
payı da her iki yılda % 44 oranlarında gerçekleşiyor.
Salt
bu birkaç veri bize, AB'nin ve onun Almanya, Fransa gibi
unsurlarının Türkiye ekonomisindeki; dış ticaretindeki, sermaye
hareketindeki önemini göstermeye yetiyor. Bu demek oluyor ki,
ABD'nin salt siyasi ve askeri bağımlılığı beraberinde getiren
ve revizyonist blokun dağılmasından önce uluslararası güç
dengelerine tekabül eden anlaşmalarla Türkiye üzerindeki nüfuzunu
uzun vadeli sürdürmesi, en azından bugünkü boyutlarda sürdürmesi
pek olanaklı değildir.
Yeni
gelişmeler yeni ilişkileri, yeni şekillenmeleri kaçınılmaz
kılıyor. Ve bölgemiz, belirttiğimiz nedenlerden dolayı yeni
gelişmelerden dolayı, yeni ilişkilere ve şekillenmelere açık.
Bu açığı emperyalist ülkelerin her biri kendi lehine kapatmaya
çalışıyor. Bunun içindir ki, ABD'nin "a" dediğine
Almanya veya Fransa "b" diyor. Önemli olan kiminle ortak
adım atılması değil, ABD'nin adımlarını etkisizleştirecek
adımlar atmaktır. Bunun için gerekiyorsa, şeytanla da işbirliği
yapılabilir, örneğin ABD'ye karşı İran-Almanya yakınlaşması.
Örneğin ABD'ye karşı Fransa (ve Almanya'nın da) Saddam rejimiyle
gizli ticari anlaşmaları. Örneğin, Almanya ve Fransa'nın bir
dönem Kürt ulusunun en büyük dostu ve destekçisi pozunda
olmaları ve hemen akabinde de PKK'nin faaliyetini yasaklamaları.
Türkiye
üzerinde ve bölgemizde sadece ABD'nin, Almanya'nın, Fransa ve
İngiltere'nin değil giderek varlığını hissettiren Japonya'nın
ve Rusya'nın da gözü vardır. Dolayısıyla Türkiye ve bölgemiz,
belli başlı bütün emperyalist ülkelerin veya uluslararası
planda rekabet etme; hegemonyasını kurma ve genişletme gücüne
sahip olan bütün emperyalist ülkelerin çıkarlarının kesiştiği
önemli bir alandır.
Sonuç
itibariyle;
–
Dünyanın revizyonist blok-kapitalist blok olarak ikiye bölünmüşlük
durumu ortadan kalkmış, dünya pazarı yeniden bütünleşmiştir.
–
Dünyanın belirtilen bloklaşma temelinde ikiye bölünmüşlüğünü
ifade eden siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmaların, ittifakların
maddi temeli, bağlayıcı yönü kalmamıştır. (COMECOM'un,
Varşova Paktı'nın dağılması, NATO'nun önemsizleşmesi vb.)
–
Revizyonist blokun çökmesinden sonra, "Adriyatik'ten Çin
Seddine" kadar geniş bir alan, emperyalistler arası rekabete
açılmıştır.
–
SB'nin dağılmasından sonra tek süper güç olan ABD'nin
karşısında Almanya ve Japonya dünyayı yeniden paylaşma talebini
yükselten ülkeler durumundadırlar.
–
Fransa'yı da yedekleyerek AB'yi güdümüne alan Alman emperyalizmi,
tarihi yayılmacılık yoluna yeniden girmiştir. "Drang nach
Osten" politikasını gerçekleştirmenin ilk adımı olarak
Doğu ve Orta
Avrupa
ülkeleriyle ilişkisini, bu ülkeleri kendine bağımlı kılma
temelinde geliştirerek eski SB topraklarına yönelmiştir. Alman
emperyalizmi "Darg nach Südosten" politikasının ilk
adımı olarak Balkanlar'da tutunmaya çalışmış ve bunun için de
Yugoslavya'nın parçalanmasında belirleyici dış faktör olmuştur.
Balkanlar,
Alman emperyalizminin sıcak denizlere; Ortadoğu (Asya) ve Afrika'ya
açılması için bir koridordur, geçit alanıdır.
–
Alman emperyalizminin bölgemizdeki en büyük ve önemli rakibi
Amerikan emperyalizmidir.
–
Amerikan emperyalizmi, İsrail-Arap uzlaşmasını sağlayarak; Irak
ve İran'ı etkisizleştirerek Türkiye üzerinden Kafkasya ve Orta
Asya'ya doğru uzanan ekseni kendi kontrolüne almanın mücadelesini
verirken, Alman emperyalizmi, çoğu kez Fransa'yı yedekleyerek,
ABD'nin planını bozmak için çaba harcamakta, bunun için de İran
ve Irak'la olan ilişkiler geliştirilmektedir.
–
İster ABD olsun, isterse de Almanya, Fransa, İngiltere ve de Rusya
olsun, Kürt sorununu, Türkiye'ye istediklerini kabul ettirmek veya
boyundan büyük heveslere kapılmasını engellemek için
kullanıyorlar.
–
Bölgemizde Rus emperyalizmi de belirleyici bir rol oynamaktadır.
Özellikle Kafkasya-Orta Asya eksenindeki hegemonya mücadelesinde,
emperyalistler arası rekabette öncelikle Rus emperyalizmiyle karşı
karşıya gelinmektedir.
–
Bölgemiz, hem dünyanın en önemli enerji kaynağı olması hem de
dört bir yöne açılmada stratejik konumda olması bakımından
emperyalist çıkarların kesiştiği bir alandır. Bu alana Japonya
da Türkiye üzerinden girmeye çalışıyor. Japonya, böylelikle
yüzde yüz bağımlı olduğu petrole yakınlaşmanın yanı sıra,
Gümrük Birliği'ne girecek olan Türkiye'de yapacağı üretimi,
gümrüksüz olarak AB pazarına sürmeyi ve rekabet gücünü
arttırmayı, aynı zamanda Türkiye üzerinden Kafkasya-Orta Asya
ekseninde yayılmayı hedefliyor.
Görüyoruz
ki, dünyayı paylaşmış olan ve yeniden paylaşmayı talep eden
emperyalist ülkelerin esas yönelimleri hep aynı alanlara yeniden
paylaşma kavgasının verildiği alanlara açılıyor. Bu durum
Türkiye'yi önemli kılıyor.
Şu
veya bu emperyalist güçle kendi gücüne dayanarak rekabet edecek
durumda olmayan Türkiye, bölgesel güç oluşunun ve buna bağlı
olarak da bölgesel çıkarlarının dikkate alınması durumunda her
emperyalist güçle ortak hareket etme politikasını güdüyor. Yani
emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmaya çalışıyor.
Unutmamak
gerekir ki, gerek Alman emperyalizmi ve gerekse de Japon emperyalizmi
ekonomik genişlemelerine, ağırlıklarına tekabül eden
enternasyonal siyasi ve askeri ağırlığa henüz sahip değiller.
Bundan dolayı, örneğin ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya göz
önünde tutulduğunda, Almanya ve Japonya'nın "barışçıl"
genişlemeleri, bu ülkelerin gerçek amaçları olan dünyayı
yeniden paylaşma taleplerini "barışçıl" metotlarla
gerçekleştirmeye zorlanmışlık durumları (II. Dünya Savaşının
sonucu olarak) dünya halklarını yanıltabilir. Bu iki ülke sadece
bugün için Uluslar arası planda siyasi ve askeri olarak cılız
konumdalar. Böyle olmak da, taktiksel olarak onların çıkarlarına
uygun düşüyor. Daha rahat sızabiliyorlar. Emperyalistler arası
çelişkilerin keskinleşmesine paralel olarak Almanya ve Japonya da
uluslararası planda ekonomik güçlerine tekabül eden siyasi ve
askeri yapılaşmalar kuracaklar veya böylesi mevcut yapılaşmalarda
ağırlıklarını koyacaklar. (Almanya, bunu şu veya bu şekilde
NATO'da, BAB, AB zaten yapıyor.).
Ne
diyordu Stalin?
"Dışarıya
karşı her şey 'yolunda' gözüyor. ABD, Batı Avrupa'yı,
Japonya'yı ve diğer kapitalist ülkeleri vesikaya bağlamış;
ABD'nin pençesine düşen (Batı) Almanya, İngiltere, Fransa,
İtalya, Japonya itaatli bir şekilde ABD'nin emirlerini yerine
getiriyorlar. Bu, 'düzenlenmiş durum' ve 'ebediyen' devam
edeceğine, bu ülkelerin, ABD'nin boyunduruğuna ve hakimiyetine
sonsuza dek tahammül edeceklerine, Amerikan köleliğinden
kurtulmaya ve bağımsız gelişme yolunu tutmaya çalışmayacaklarına
inanmak yanlış olur." (C. 15, s. 284-285, Alm.)
Bölgemizdeki
rekabet, dünün vesikacısı ABD ile onun vesikaya bağladığı
Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa arasında sürdürülen
emperyalist çıkar ve hegemonya mücadelesidir. Bu mücadele
emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesi son kertede
yeni bir emperyalistler arası savaşa; yeni bir emperyalist paylaşım
savaşına yol açacaktır.
Proleter Doğrultu, Sayı 2, Ağustos-Eylül 1995.