Bir Deneme:
Marksizm’de
Kategori ve Kavramların Yeri, Kavramların Dili
MARKSİZM-LENİNİZMDE
KATEGORİ VE KAVRAMIN YERİ
Ülkemizde gelişen devrimci
mücadelenin bir dizi eksik ve hatalı yöneliminin varlığı ve
bunun mücadeleyi teoride ve pratikte olumsuz etkilemesi tartışma
götürmez bir gerçektir. Kendisine devrimciyim, Marksist-Leninistim
diyen her bir anlayış, bu gerçeği kendisi açısından şu veya
bu şekilde görmektedir.
Bunun ötesinde hepimizi etkisi
altına alan genel bir teorik umursamazlık söz konusudur. Bu
umursamazlık, Marksist terminolojiyi yanlış kullanma boyutlarına
varmıştır. Birçok şeyi; örneğin kategori ve kavramı, yanlış
kullanmaya o denli alışmışız ki, doğrusunu yanlış sanıyoruz.
Yanlışlar düpedüz doğru olmuş. Bunun böyle olmasının önemli
bir kaç nedeni vardır:
a) Çevirilerdeki hatalar.
b)Teoriyi önemsememek ya da
genel vurdumduymazlık ve şablonculuk.
Burada kategori ve kavramın
Marksizmdeki yerini/anlamını anlatmaya çalışacağız ve bazı
çeviri hatalarına dikkati çekeceğiz. Daha sonra kavram ve
kategorilerin nasıl yanlış kullanıldıklarını örneklerle
göstereceğiz.
Kategori ve kavramları burada
başlı başına bir konu olarak ele almadığımı, konuyu
ilgilendirdiği oranda ele aldığımı belirteyim. Dolayısıyla
burada kavram ve kategori hakkında söyleyeceklerim oldukça
geneldir.
I- MARKSİZMDE KATEGORİ VE
KAVRAMIN YERİ
1-Kavrayışın ve pratiğin
dayanak noktaları olarak kategori ve kavramlar
Tartışmasız kabul ettiğimiz
olgu şu:Kategoriler ve kavramlar doğayı yeniden şekillendirme –ki
bu fiili bir gelişmedir– ve kavrama sürecinde oluşurlar.
Kategoriler ve kavramlar, insanların kavrayış faaliyetinin veya
hareketinin birer aracıdırlar. Bu olguyu, tartışmasız bir gerçek
yapan nedir? Bu sorunun cevabını kavrama sürecinin gelişme
seyrinde görüyoruz.
İnsanların doğa hakkında
kapsamlı ve derin bilgiye sahip olmaları, böylelikle doğa
üzerinde etkide bulunmaları, doğanın olanaklarının (güçlerinin)
insanın varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz olan
gereksinimlerine tabi kılınması, işte bu kavrayışın veya
bilinçlenmenin (bilinçliliğin) amacıdır.
Bilinçlenme veya kavrayış
oldukça karmaşık bir süreçtir. Ama bütün karmaşıklığına
rağmen bu süreci birbirini takip eden –tamamlayan– iki aşamada
toplarız.
a)Duyumsal kavrayış
b)Teorik düşünme.
a) Duyumsal kavrayış
aşaması:
Bu, insanın bütün –beş–
duyum organlarıyla pasif değil aktif-canlı; pratik faaliyet
içindeki gözlemidir. Doğadaki ve de toplumdaki süreçleri ve
gelişmeleri salt bu şekilde gözlemlemekle en fazlasıyla gerekli
materyaller toplanmış olur, ama bu materyallere dayanarak gerçek
üzerine derin bir bilgiye sahip olmak henüz söz konusu değildir.
Bu aşamada; canlı gözlem, bilimsel-gerçek kavrayışın bir
önkoşulunu oluşturur.
Duyumsal kavrayış aşamasında
nesneler üzerine doğadaki ve toplumdaki süreçler ve gelişmeler
üzerine önemli bilgiler elde etmiş oluruz. Ama bu bilgiler/veriler
yüzeyseldir, gözlemlenenin yüzeyindeki gelişmeler
hakkındaki bilgilerdir. Dolayısıyla kavrayış sürecinin bu
aşamasında yani duyumsal kavrayış sürecinde önemli olanla
önemli olmayan, zorunlu olanla tesadüfi olan, genel olanla münferit
olan arasında bir ayrım koyacak durumda olamayız. Bilincin veya
kavrayışın (idrakin) amacı bu ayrımı/farkı koymaktır. Aksi
takdirde insanın doğayı, onun yasalarını tanıması ve onu
kendine tabi kılması bir hayaldir.
b)Teorik düşünme aşaması:
İlk aşamada, duyum organlarımız
vasıtasıyla elde ettiğimiz materyali belli bir düzene sokmak,
oradaki yüzeysel görünümlerinin altındaki gerçeği; özü,
zorunluluğu; nedenselliği, belli bir yasaya uygunluğu bulup
çıkartmak için (bilince çıkartmak için) kavrayış süreci
devam ettirilir ve yeni kavrayış araçlarıyla bir üst aşamaya
çıkartılır. Bu üst aşamayı veya kavrayış/bilinçlenme
sürecinin ikinci aşamasını soyutlama ve genelleme oluşturur.
Böylelikle soyutlama ve genelleme teorik düşüncenin araçları
olurlar.
Bilinç, beynin bir ürünüdür,
bir fonksiyonudur, yüksek derecede örgütlenmiş madde olarak
beyin, bilincin, düşünmenin organıdır. Beynin –tabii ki burada
söz konusu olan, insan beynidir– soyutlama ve genelleme faaliyeti
ile objektif dünyanın yasaları keşfedilir.
Nesnelerin içte gizli kalan, öze
tekabül eden bağları, ilişkileri açığa çıkartılır.
Soyutlama ve genelleme, kavrayışın oldukça etkili birer
aracıdırlar. Soyutlamayla doğada ve toplumda süreçlerdeki ve
gelişmelerdeki önemli olan ile önemli olmayan, zorunlu olan ile
tesadüfi (rastlantı) olanı ayrıştırırız. Genelleme de bize
nesnelerin ve görünümlerin (gelişmelerin) iç temel ve bağını,
nedenini ve yasasını ve bütünselliklerini ortaya çıkartmamıza
olanak sağlar. Genelleme olmaksızın bilimsel kavrayış da olmaz.
Genellemenin sonuçları tespit
edilir (saptanır). Bunlar anlamlarını kavramlarda, kategorilerde,
yasalarda vs. bulurlar. Örneklersek; kavram olarak “devrim”de,
onun esas ve özgül içeriği genelleştirilmiştir.
Kavram olarak “işçi sınıfı” veya “burjuvazi”de bu
sınıfların esas ve özgül yönleri, bu sınıfların
her birini bir diğeri karşısında karakterize eden özellikleri
genelleştirilmiştir. Kavram olarak “insan”da, bütün insanlara
özgül ne varsa onların hepsi genelleştirilmiştir.
Demek oluyor ki, kategoriler ve
kavramlar, insanın soyutlama ve genelleştirme faaliyetinin
sonucudur. Kavram ve kategoriler, bilince çıkartılanların ifade
formlarıdırlar. Kavram ve kategoriler, kavrayışın düğüm
noktalarıdır. Çünkü kavram ve kategoriler, nesnelerin
doğadaki ve toplumdaki süreçlerin, gelişmelerin en önemli ve
esasa özgü yönlerini ifade ederler.
Kavram ve kategorilerde, insanın
(düşüncesinin) objektif dünyayı hangi ölçüde özümlediğini
görürüz. Çünkü kavram ve kategoriler, insan düşüncesinin
kazanımlarını, objektif dünyanın özüne sızma derecesini, bu
alandaki ilerleyişini ifade ederler. Yanıltıcı olmayalım; kavram
ve kategoriler, salt safi düşüncenin ürünü değildirler.
Kavram ve kategoriler, insanın sadece teorik değil, aynı zamanda
pratik faaliyetinin de ürünleridir. Dolayısıyla; insanın pratiği
ne denli kapsamlı/derin; zengin olursa, insanın pratiğindeki
teknoloji ne denli yüksek seviyede olursa, doğadaki ve toplumdaki
gelişmelerin özüne inmek, onların iç bağlarını; en önemli
bağlarını ortaya çıkarmak daha çok olanaklı olur ve böylece
yeni ve daha derin anlamlı kategori ve kavramlar oluşturulur veya
söz konusu alandaki kavram ve kategoriler daha da kapsamlaşırlar;
yani söz konusu olayın içeriği, özü kategori ve kavramlarla
daha kapsamlı olarak tanımlanabilir. İlkel toplumdaki insanın,
kendini doğa güçlerine tabi kılma sürecinden bugüne gelen
gelişmesi; doğaya tabi olmaktan, onu kendine tabi kılması, onun
bilinçlenmesinin ve bunu da bir dizi kavram ve kategorilerle ifade
etmesinin sürecidir. Öyle ki, insan, doğa yasalarını, o objektif
yasaları, tanımak ve kendi çıkarı için onlardan yararlanmak
durumuna çoktan gelmiştir. Yasalar ise; ister toplumda isterse de
doğada olsun, ancak ve ancak kategori ve kavramların yardımıyla
tanımlanabilirler. Bu anlamda Lenin şöyle der:
“…kategoriler, …
dünyanın kavranmasının aşamalarıdır, ağdaki düğüm
noktalarıdır; bu noktalar ağı kavramaya ve ona hakim olmaya
yardımcı olurlar.” (Lenin; “Aus dem Philosophischen
Nachlass”, Dietz Verlag Berlin, 1958, s. 97)
Kategorilerin ve kavramların
oluşmasına götüren yol, uzun ve karmaşıktır: Bu yolda; veya bu
süreçte kavrayış ve pratik iç içe geçmişlerdir,
kaynaşmışlardır. Pratikten kastedilen, özellikle üretim
faaliyetidir. Kısacası, kategori ve kavramların oluşumunun temel
ve çıkış noktası pratiktir. Öyleyse; bir kategoriyi teorik
olarak formüle etmeden, bir kavramı bilimsel olarak formüle
etmeden önce, objektif gerçeklik sürecinde; dünyanın fiilen
özümlenmesi sürecinde uzun ve karmaşık bir yolun/mesafenin kat
edilmesi gereklidir.
Kavram ve kategorilerin
içerikleri objektiftir. Çünkü onlar gerçek dünyayı, kendi
(dünyaya) özgü bağlamlarıyla yansıtırlar. Yani kavram ve
kategoriler, objektif dünyanın fotoğrafıdırlar.
Kategori ve kavramlar tarihi bir
karakter taşırlar. Onlar tarihi koşulların ürünüdürler;
insanlığın pratik faaliyetinin ve kavrama faaliyetinin, tarihi
gelişme seyri içinde doğarlar.
Kategori ve kavramların tarihi
bir karakter taşımaları, maddi koşulları doğduğunda yeni
kavram ve kategorilerin oluşturulacağı anlamına geldiği gibi,
yine maddi koşulları doğarsa mevcut kavram ve kategorilerin
gelişecekleri ve değişime uğrayacakları anlamına da
gelmektedir. Öyle ki, bu gelişim ve değişim sürecinde birtakım
kavram ve kategoriler –insanın kavrayış ve pratik faaliyetinin
seyri içinde– daha fazla anlamlı, daha belirgin anlamlı olurlar.
Demek oluyor ki, kavram ve
kategorilerin gelişmesi, tamamen, kavrayışın genel bir yasasına
tabidir. Bu yasa, insan bilgisinin; bilinçlenmenin görece
gerçeklerden geçerek mutlak gerçeğe doğru
gelişme yasasıdır. Böylelikle veya bu süreç içinde idrakin
gelişmesinin her bir yeni tarihi aşaması kavram ve
kategorilerimizi daha da somutlaştırır, derinleştirir ve bunların
her biri görece gerçekleri ifade ederler ve her bir kavram ve
kategori, mutlak gerçeğe doğru kat edilen yolun ileri aşamalarını
oluşturur.
Görüyoruz ki, kavram ve
kategoriler, kavrayışımızın dayanak noktalarıdır. Biz onları,
gerçeğin doğru tanımlanması ve kavranması için dayanak
noktaları olarak kullanırız. Pratiğimizi belirleyen düşüncelerin
her biri, ifadelerini belli yasalarda, kavramlarda ve kategorilerde
bulur. O halde; kendini kavram ve kategorilerde, teorilerde ve
yasalarda (kavram ve kategoriler için söylediklerimiz teori, yasa,
hipotez, düşünce vs. için de geçerlidir) ifade eden siyasi
düşüncemiz yanlış ise bizim pratiğimiz de yanlış olur veya
bizi yanlış faaliyete sürükler.
2) Materyalist diyalektikte
gelişme ve değişmenin kategori ve kavramları
Her bir bilim dalının kendine
özgü kavram ve kategorileri vardır. Örneğin, politik ekonomi
biliminde “meta”, “para”, “işgücü”, “emek”, “artı
değer” vs. fizikte “ışık”, “kitle” vs. Söz konusu her
bir bilim için temel olan kavramlar, o bilim dalının kategorileri
olarak adlandırılırlar.
Her bir bilim dalının kendine
özgü kavram ve kategorileri felsefede kullanılan (felsefi) kavram
ve kategorilerden ayırt edilmelidir. Çünkü birinci durumdaki
kavram ve kategoriler özgün iken, ikinci durumdakiler
(felsefi) geneldirler: Felsefede kategoriler (buna materyalist
diyalektiğin kategorileri de dahildir) oldukça genel
karakterde olan kavramlardır. Felsefede kategoriler, doğada ve
toplumda her bir sürecin, her bir hareketin yönlerini ve iç
bağlamlarını genelleştirirler. Örneğin; içerik, biçim,
çelişki, nicelik, nitelik, ölçü vs. Bunlar materyalist
diyalektiğin kategorilerinden sadece bazılarıdır.
İster tek tek bilim dallarına
özgü kavram ve kategoriler olsun, isterse de felsefede kavram ve
kategoriler olsun, bunların hepsi –yukarıda belirttiğimiz gibi–
tarihi karakter taşırlar. Yani bunlar, ister özgül, isterse de en
genel karakterli olsunlar, süreç içinde; insan bilgisinin,
bilincinin gelişmesine paralel olarak gelişmişlerdir. İnsanlık
tarihi veya insanlığın bilgilenme tarihi, aynı zamanda kategori
ve kavramların gelişme tarihidir.
Objektif dünya, sadece, insan
bilincinden bağımsız oluşuyla tanımlanamaz. Bu, sorunun bir
yönüdür. Sorunun diğer yönü de, objektif dünyanın sürekli
hareket ve değişim içinde olduğudur. O halde burada söz konusu
olan, objektif dünyanın sürekli gelişme ve değişim içinde
insan iradesinden bağımsız olarak var olmasıdır. Her an, insan
iradesinden bağımsız olarak objektif dünyada bir şeyler ölüyor,
eskiyor, bir şeyler doğuyor vs. Dünyanın bu şekilde kavranışı;
gelişen ve değişen-hareket içinde olan dünya olarak kavranışı,
diyalektik materyalizm ile metafizik materyalizm (idealist dünya
görüşü-felsefe) arasındaki temel farklılıktır.
Demek oluyor ki, objektif dünya
gelişme ve değişim içindeyse ve kavram ve kategoriler de objektif
gerçeği yansıtıyorlarsa; yani gelişen ve değişen dünyanın
her bir gelişim ve değişimini yansıtıyorlarsa, onlar da –kavram
ve kategoriler de– gelişim ve değişim içindedirler. Aksi
takdirde gelişen gerçekliği; değişen objektif dünyayı; değişen
ve gelişen-hareket içinde olan doğa ve toplumu değişimleri,
gelişmeleri ve hareketleri içinde yansıtamazlar. Buna göre,
sadece değişen, gelişen kategori ve kavramlar, hareketli-akıcı
kavram ve kategorilerle teçhizatlanmış bir düşünce, gelişen
gerçekliği doğru olarak yansıtır. Marks şöyle diyor:
“… Maddi üretim
biçimlerine tekabül eden sosyal ilişkileri üreten insanların
düşünce ve kategorileri, yani tam da bu
sosyal ilişkilerin soyut ideal ifadesini de üretirler. Öyleyse
kategoriler, ifade ettikleri ilişkiler ne kadar ebedi iseler, o
kadar ebedidirler. Onlar, tarihi ve geçici ürünlerdir.” (K.
Marks, P.W. Annenkov’a Mektup, 28 Aralık 1846, Felsefenin
Sefaleti, s. 15, Alm.)
Marks’ın kapitalist üretim
biçimini analiz edişine baktığımızda, diğer şeylerin yanı
sıra şunu da görürüz: Marks tarafından formüle edilen her bir
ekonomik kategori ve kavram, belli tarihi bir ilişkiyi, olguyu ifade
eder. Ve toplumsal ilişkilerdeki her bir hareket ve değişim,
kategori ve kavramlara da yansır. Yani kategori ve kavramlardaki
hareket, karşılıklı etki ve birbirlerinin yerini alma; bir kavram
ve kategorinin diğer bir kavram ve kategoriye dönüşmesi toplumsal
ilişkilerdeki hareket ve değişimi yansıtırlar.
Kavram ve kategorilerin
diyalektiği şöyledir: Her bir kavram ve kategori ve bunların
bütünü, objektif dünyanın (doğa ve toplumda) her bir
görünümünün/yansımasının bağlam ve karşılıklı
bağımlılığını yansıtır, açığa çıkartır, fotoğrafını
çeker. Kavram ve kategorilerin bu özelliği; diyalektiği dikkate
alınmazsa objektif dünya; gerçeklik kavranamaz.
Kısaca belirtmek gerekir ki,
kavram ve kategorilerin tarihi, felsefe ve bilimlerin gelişme
tarihidir. Felsefenin gelişme tarihini, akımlarını incelemek,
aynı zamanda kategorilerin ve kavramların tarihini de incelemek
anlamına gelir. Her bir filozof kavram ve kategorileri felsefe
anlayışına göre tanımlamıştır.
3-Kavram ve kategorilerin
somut kullanımı
Bilimsel kavrayış ve teori ile
pratiğin sıkı bağı açısından, kavram ve kategorilerin somut
kullanımı, zorunlu bir önkoşuldur. Yanlış; soyut kullanım bizi
yanlış sonuçlara; teori ve pratiğe götürür ve biz bunu Türkiye
sınıf mücadelesi pratiğinde görüyoruz.
Kavram ve kategoriler, somut,
belli bir durum, gelişme üzerine kullanıldıklarında veya
somutlaştırıldıklarında kavrayış ve pratiğin dayanak
noktaları olabilirler. Dolayısıyla kavram ve kategorilerin somut
kullanım sorunu, aynı zamanda teorinin pratik ile bağı sorunudur.
Kavram ve kategoriler üzerine bilgi sahibi olmak veya diyalektiğin
kategorilerini çok iyi tanımak, teorinin pratik ile bağlam birliği
için bir garanti değildir. Biz, kavram ve kategorileri gerçekten
çok iyi tanıyabiliriz, bilebiliriz, ama onları, analizin, somut
gelişmelerin/süreçlerin araçları olarak kullanamazsak çok
kolayca-belki de farkına varmadan canlı pratikten kopmuş oluruz.
Bu kopuş bizi, kendimize özgü bir hayal dünyası kurmaya götürür
ve biz o dünyada gerçekleri değil, görmek istediğimizi görürüz.
Bu oldukça nostaljik bir dünyadır”.
Bu
bölüm kısaltılarak Proleter Doğrultu’da
yayınlandı: Sayı 12, Eylül-Ekim 1997.
Makalenin
ikinci bölümü
II- TÜRKİYE DEVRİMCİ
PRATİĞİNDE KATEGORİ VE KAVRAMLARIN AKIBETİ
VE SİYASİ-PRATİK
SONUÇLARI
Kategori ve kavram genellikle eş
anlamlı kullanılan kelimelerdir. Ama bu, bunlar arasında belli bir
farklılığın olmadığı anlamına gelmez. Öyle sıradan
kavramlar vardır ki, bunlar kategori olarak tanımlanamazlar. Örnek;
insan, eşek, at, makine, ağaç vs. Nesnel gerçekliğin en genel
ve en esasa özgü yönlerini, nesnelerin en önemli bağlam ve
ilişkilerini yansıtan temel kavramlara kategori denir veya temel
tanımlamalara, kategori ve kavram denir.
Çeviri hatalarıyla başlayalım.
1) “Gerçek” Dergisi ve
“Çeviri”ler
Yanlış anlaşılmak
istemiyorum: Türkçe’ye çevrilmiş bütün Marksist-leninist
kitapları gözden geçirmedim ve hiçbirini aslı ile (hangi
lisandan çevrildiyse o lisan ile) karşılaştırarak okumadım da.
Benim yaptığım, bazı çalışmalarda gerekli olan alıntıları
için, Türkçe’ye çevirme tembelliğinden dolayı, Türkçe’ye
çevrilmişlerden yararlanmak oldu. İşte bunu yaparken söz konusu
“çeviri”lerle karşılaştım. Üzerinde durduğum, şu veya bu
kelimenin yanlış çevrilmesi değil. Bunu hiç dikkate almadım.
Söz konusu olan, anlayış. Marksist anlayışın, kavram ve
kategorilerin, çevirmenin Marksizmi anlamamasından veya da kasıtlı
amacından dolayı Türkçe’ye yanlış çevrildiğini sanıyorum.
Böylesi rastlantıların en
önemlilerini burada ele alacağım.
Emeğin değeri var mı?
Bu konuda Marks, şöyle diyor:
“Burjuva toplumun
görünüşünde, işçinin ücreti, emeğinin fiyatı olarak, belli
bir miktarda emek için ödenen belli miktarda para olarak görünür.
Böylece, herkes, emeğin değerinden söz eder ve bunun para
olarak ifadesine onun gerekli ya da doğal fiyatı der. Öte yandan,
emeğin pazar fiyatından, yani onun doğal fiyatının üstünde ya
da altında oynamalar gösteren fiyatlarından söz ederler.
Ama bir metanın değeri
nedir?Üretimi için harcanmış olan toplumsal işin (veya
çalışmanın, –bn.) nesnel şeklidir. Ve biz, onun bu değer
büyüklüğünü ne ile ölçeriz? Onda bulunan emeğin büyüklüğü
ile. Öyleyse bu durumda, sözgelişi 12 saatlik işgücünün değeri
nasıl belirlenir? 12 saatlik işgücünde bulunan 12 çalışma
saati ile demek, saçma bir totoloji olur.
Ve emeğin, pazarda bir meta
olarak satılması için her halükarda satılmadan önce var olması
gerekir. Eğer işçi, emeğine bağımsız bir varlık verebilseydi,
o, emek değil, meta satmış olurdu.
Pazarda, para sahibiyle
doğrudan doğruya yüz yüze gelen aslında emek değil, işçidir.
Sonuncusunun (işçinin –çn.) sattığı, kendi işgücüdür.
Onun çalışması fiilen başlayınca, o, ona ait olmaktan çıkmıştır
ve artık onun tarafından satılamaz. Emek, değerin özü ve içsel
ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur…
Klasik politik ekonomi,
‘emeğin fiyatı’ kategorisini, sonra, bu fiyat nasıl tespit
edilir diye sormak için, fazla eleştirmeden günlük yaşamdan
almıştır… Politik ekonominin emeğin değeri diye adlandırdığı
şey, gerçekte, işçinin kişiliğinde var olan… işgücünün
değeridir…” (Kapital, C. 1, s. 557-561, Alm., Türkçe s.
547-551, Sol Yayınları, Çeviren Alaattin Bilgi, A. Bilgi’nin
çevirisinin bazı yerlerini değiştirdik.)
Burada, şimdilik, tespit etmekle
yetineceğimiz nokta şu: Emeğin değeri yok, ama değer
yaratıyor. Değeri olan, işgücüdür.
Şimdi bir de, Marks’ın bu
önemli tespitinin ne hallere sokulduğuna bakalım:
“Evrensel”
gazetesinden:
Marks ve bir fotoğrafın yorumu:
15 Temmuz 1996 tarihli “Evrensel”
gazetesinde başının üstünde tuğla taşıyan bir Hintli çocuğun
resmine yer verilir. Resmin sol tarafında “..çocuklar, okul
masraflarını karşılamak için emeklerini
satıyorlar” (aç. İ.O.) diye yazılmış. Resmin altına
da “Çocuk emeği özellikle Asya
ülkelerinde yoğun sömürüye (aç.
İ.O.) maruz kalıyor” açıklaması yapılıyor.
Soralım:
Bu çocuk ne satıyor? Emeğini
mi, tuğlayı mı?Yoksa işgücünü mü?
“Evrensel”
gazetesine göre;
–Emeklerini satıyorlar.
–Çocuk emeği… sömürüye
maruz kalıyor.
–Emeğin değeri vardır
(satıldığına göre!)
Marks‘a göre;
–Satılan, emek değil,
işgücüdür.
– Sömürülen, emek
değil, işgücüdür.
– Emeğin değeri yoktur.
Bu çocuk ne satıyor?
“Evrensel”e göre emeğini satıyor. Yani Marks’ın
değeri yok dediği şeyi satıyor.
Marks’a göre ise bu çocuk
tuğla satıyor. Çünkü tuğla, çalışma süreci içinde harcanan
işin sonucunda oluşan bir metadır. Bu meta, aynı zamanda,
harcanmış işi ifade eden emeği de içerir. Yani burada
kapitalist, çocuğun işgücünü satın almış ve satın alınan
bu işgücü, işlevi sürecinde; çalışma sürecinde –artık
işçiye ait olmadığı ve dolayısıyla da değerinin olmadığı
bu süreçte– bir değer yaratıyor. Bu değer de ifadesini tuğlada
buluyor.
Sonuç itibariyle:
“Evrensel”e göre
“emeğini satan” çocuk, Marks’a göre tuğla satmış
oluyor.
Görüyoruz ki “Evrensel”,
Marks’ı Marks olmaktan çıkartıyor. Marksist bir teoriyi,
kategoriyi ihlal ediyor.
“Özgürlük Dünyası”dan:
“Evrensel” ile
başladık “Özgürlük Dünyası” (ÖD) ile devam edelim.
Seçici olmamıza gerek yok. Ekonomi üzerine bir yazının yer
aldığı herhangi bir ÖD sayısı yeter. Örneğin 82. Sayı
(Nisan-Mayıs 1996). Bu sayıda yer alan “Kapitalist Üretim,
Proletaryanın Tarihsel Eylemi ve Toplumsal Kurtuluş”
başlığını taşıyan yazıda “döktürülen incilere” bir
bakalım.
ÖD‘den:
–“Emeğin serbest
alım-satımı, emeğin “özgürlüğü”nü ifade eder”.
(s. 26).
–“… emek, işçi için
geçinme aracından başka bir şey değildir”. (s. 29).
–“Emeğin değişim değeri
emeğin ürününün değişim değerinden daha azdır”. (s.
31)
–“Sermaye ancak ücretli
emek yaratarak çoğalabildiği gibi…” (s. 32).
–“Demek ki değerin
kaynağı emektir…” s. 32).
– “Onun (emeğin-
İ.O.) ölçü birimi zamanıdır”. (s. 32).
– “Emeğin kendisi bir
metadır; ama o herhangi bir meta değil, değer yaratan metadır ve
satın alınmasının nedeni, potansiyel olarak içerdiği
değerlerinden ötürüdür”. (s. 32).
–“Bir metaya harcanmış
emek büyüklüğü, yani emek gücü miktarı… ne kadar büyükse
kapitalistin karı da o kadar büyük olur”. (s. 34).
– “Emeğin doğal fiyatı
asgari ücrettir”. (s. 35).
–“Rekabet …tüm metalar
gibi, bir meta olan canlı emeğin fiyatının
düşmesine sebep olur”. (s. 39).
Marksizmden:
– “… işçinin sattığı,
kendi işgücüdür… Emeğin kendisinin değeri yoktur.”
(Marks, Kapital, C. I, s. 559, Alm.)
– Geçimlerini sağlamak
için işçiler, işgüçlerini satarlar.
– Emeğin değeri olmadığına
göre değişim değeri de yoktur.
– Değeri olmayanın, ücreti
nasıl olur? “Ücretli emek” kavramı yanlıştır.
Doğrusu: “çalışma” veya “iş ücreti” veya
da yalın olarak “ücret”.
–“Bu metanın (işgücü
–çn.) özgün kullanım değeri, değerin kaynağıdır.”
(Kapital, C. I, s. 208, Alm.) Yani, meta olarak işgücünün
kullanım değeri, değerin kaynağıdır.
–Değeri olmayan bir şeyin
ölçü birimi de olmaz. “İşgücünün değeri…
kendisini yeniden üretmesi için zorunlu iş zamanına eşittir.”
(Kapital, C. 1. Syf, 184)
–”Emek, değerin özü ve
içsel ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur… politik
ekonominin (buna ÖD diyebilirsiniz –çn.), emeğin değeri
diye adlandırdığı şey, gerçekte işçinin kişiliğinde var
olan… işgücünün değeridir.” (Kapital, C. 1, s. 561,
Alm.)
– Değeri olmayan şeyin
(emek) büyüklüğü de olmaz. ÖD, burada emeği alınıp-satılır
yaptığı için (meta olarak gördüğü için) ona değer veriyor.
Ayrıca ve en önemlisi, kapitalist, emeğin değerini öderse kâr
edemez. Ve “emek büyüklüğünü”, “emek gücü” (bunun
bilimsel adı işgücüdür) ile eş anlamda kullanırsan –ÖD bunu
yapıyor- tam bir kapitalist gibi konuşmuş olursun; “emeğinizin
değerini veriyorum” vs.
– “Emeğin doğal fiyatı
asgari ücrettir” tespitini yapan, herhangi bir burjuva aydın,
bir kapitalist veya bir taşra/kasaba zengini değil. Bu, Marks,
Engels, Lenin ve Stalin’in resimlerini kendine logo yapmış olan
“Sosyalist teori ve politika dergisi Özgürlük Dünyası’dır.”
“Burjuva toplumun
görünüşünde işçinin ücreti, emeğin fiyatı olarak, belli bir
miktarda emek için ödenen belli miktarda para olarak
görünür.”(Kapital, C. I, s. 557, Alm.) Gerisini yukarıdaki
alıntılardan çıkartabilirsiniz.
Fiyatı olan emek değil,
işgücüdür ve ücret de (işgücünün fiyatı), işgücü
değerinin para ile ifade edilmesidir. “…partimiz, ücretin,
göründüğü gibi, emeğin değeri (ya
da fiyatı) değil de, yalnızca işgücünün
değerinin (ya da fiyatının) kılık değiştirmiş bir biçimi
olduğu yolundaki bilimsel görüşü benimsemiştir.” (K.
Marks-F. Engels; Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, Seçme
Yazılar, C. II, s. 21, Alm.)
Marks ve Engels böyle
diyorlar. Ama onların dediğinin ÖD nezdinde beş paralık
önemi/değeri yok! Çünkü ÖD, işgücünü ortadan kaldırarak,
değeri olmayan şeye; emeğe bir “doğal fiyat” biçiyor, hem de
“asgari ücret” bazında! Pes doğrusu!
Bu kadar düzeltmeden sonra
diyecek bir şey kalmadı. Yine de bunu “tüm metalar gibi bir
meta olan işgücünün fiyatını veya
değerini” diye düzeltelim.
İnter Yayınları’ ndan:
SSCB Ekonomi Enstitüsü
Bilimler Akademisi Politik Ekonomi, Ders Kitabı, C. I
Önce bir keyfiyet örneği:
“Arbeit”, “Labour”.
Emek, iş, çalışma. Bu kelimenin yalın halde geçtiği yerlerde,
yer yer çalışma, yer yer emek sözcüğünü kullandık” (s.
13, Dipnot).
Demek isteniyor ki emek, iş ve
çalışma ile eşit anlamlıdır ve biz, bunu çeviride nasıl uygun
gördüysek öyle kullandık.
Çevirmenin bu keyfiyetinin
ceremesini okur çekiyor. Şöyle; “Çalışma yoluyla,
insanımızı maymunun önekstremiteleri (uzuvları, bizim notumuz)
insan eli haline dönüştü.” (s. 25) Bu çeviri doğrudur.
“Çalışma ve heceli dil,
insan organizmasının mükemmelleşmesinde, beyinin
gelişmesinde tayin edici etkide bulundu.” (s. 26)
Bu çeviri de doğru.
“Emek sürecinde, insanın
algılama ve tasavvur çemberi geniş duyu organları mükemmelleşti.
İnsanın iş görmesi, hayvanların içgüdüsel davranışlarından
farklı olarak, yavaş yavaş bilinçli faaliyete dönüştü.
Böylelikle, “emek” tüm
insan yaşantısının ilk temel koşuludur. Ve hem de öyle bir
derecede ki, belli bir anlamda, o bizzat insanı yaratmıştır,
dememiz gerekir’ (Engels). İnsan toplumu emek yoluyla oluştu ve
gelişmeye başladı.” (s. 26)
Açıklamasını sonraya
bırakarak, emeği, işgücünün, çalışma süreci sonucunda
üretilmiş olan metada ifadesini bulan olgu olarak; harcanmış
ürün/meta ile bütünleşmiş işgücü olarak tanımlarsak, şöyle
bir durumla karşılaşıyoruz. Son iki alıntıyı göz önünde
tutarak, örnek olarak, bir baltayı ele alalım. Balta bir metadır
ve aynı zamanda harcanmış işin/işgücünün de bir ifadesidir.
Bu durumda çeviri şu anlama
geliyor.
“Balta”, ‘insanın
algılama ve tasavvur çemberini genişletti, duyu organlarını
mükemmelleştirdi.
“Böylelikle ‘balta’
tüm insan yaşantısının ilk temel koşuludur ve bizzat balta, bir
anlamda insanı yarattı…”
Bu çeviriye göre, insanımsı
maymunlar, baltaya bakarak algılama ve tasavvur çemberlerini
genişlettiler, duyu organlarını mükemmelleştirerek, insan
oldular.
Madem ki baltaya bakılarak insan
olunuyorsa, nalbant dükkanına bakan develer neden insan olamadılar?
Herhalde insanımsı deve olmadıkları için!
İş, çalışma ve emek gibi
kavram ve kategorilerin keyfi kullanımı bilimsel bir kitabı bu
hallere düşürmüştür.
“Metanın değer büyüklüğü,
emek zamanı tarafından belirlenir.” (s. 102)
Hani emeğin değeri yoktu? Bunu
bir kenara bırakalım.
Emek, kendisini metanın
değerinde ifade ettiğine göre, kendi kendini nasıl ölçecek?
Bilinmiyor!
Doğru çeviri; “Metanın
değer büyüklüğü, iş (veya çalışma) zamanı
tarafından belirlenir.”
“Emek üretkenliği,
belli bir çalışma zamanı birimi içinde yaratılan ürün
miktarıyla belirlenir.” (s. 102)
“Emek yoğunluğu,
belli bir zaman birimi içindeki emek sarfıyla belirlenir.”
(s. 102)
Sayfa 102’deki ilk alıntıda
“emek zamanı” ve ikinci alıntıdaki “çalışma
zamanı” bir sürecin ifadesidir. Aynı kavram son alıntıda
sarf edilen bir güce, enerjiye dönüştürülmüş.
Doğrusu, “emek üretkenliği”
değil “iş üretkenliği”, “emek yoğunluğu”
değil “iş yoğunluğu” ve “emek sarfıyla”
değil “iş sarfı”yla olmalıdır.
“Kapitalist ev işi,
parça başı ödenen, işveren tarafından sağlanan malzemenin evde
işlenmesidir.” (s. 123)
Bu çeviri doğru. Ama bunu sayfa
102’deki ilk çeviriyle karşılaştıralım. Neden burada
“kapitalist ev emeği” denmiyor.
Denir de, denmez de, çünkü çevirmen sayfa 13’teki dipnotuyla,
kavramları nasıl uygun görürse öyle kullanacağı keyfiyetini
kendinde gördüğünü açıklamış!
Şayet emek, işgücünün,
metada ifadesini bulan harcanmışlık haliyse, iş veya çalışma
da işgücünün harcandığı süreç ise, bu durumda “gerekli
emek zamanı”, “artı emek zamanı” olmaz, olması gereken,
gerekli veya zorunlu çalışma zamanı ve artı çalışma
zamanıdır. Aynı kitabın 160 ve 161. sayfalarında işgünü=12
saat deniyor. Ama bu 12 saatlik işgünü “gerekli emek zamanı”
ve “artı emek zamanı” diye ikiye bölünüyor. Neden
gerekli çalışma zamanı ve artı çalışma zamanı diye
çevrilmiyor? Burada söz konusu olan, herhangi bir metanın üretim
veya genel olarak üretim sürecidir. Yani çalışılan süreç, bu
anlamda söz konusu olan, bu sürecin ne kadarının işçiye, ne
kadarının kapitaliste ait olduğunun tespitidir. Çevriye göre, bu
çalışma süreci sonucunda üretilmiş olan meta ve onda ifadesini
bulan emek, ikiye bölünüyor. Yani henüz olmayan şey, değer
kazanıyor ve değer de ikiye bölünüyor!
Sayfa 198’de “Kurzarbeit”
“kısa çalışma” diye çevrilmiş. Bu doğru. Şayet bu
“kısa çalışma”nın zorunlu ve artı zamanı ifade
etmesi gerekirse “çalışma”, “emek” diye
çevrilecekti, tıpkı yukarıda olduğu gibi. Çevirmen, çalışmayı
emekle eş anlamda alıyor yer yer. Veya da çevirmen keyfiyet
“hakkı”nı kullanıyor, 13. sayfada açıklandığı gibi.
Bu çeviri yukarıda
belirttiğimiz cinsten bir dizi hata içermektedir.
SOL Yayınları’ndan:
K. Marks, F. Engels; “Gotha
ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”,Sol Yayınları,
3. Baskı. Çeviren:M. Kabagil
Yanlış çevirinin Almanca aslı:
“Dieser Teil wird von
vornherein aufs bedeutendste beschraenkt im Vergleich zur jetztigen
Gesellschaft und vermindent sich im selben Mass, als die neue
Gesellschaft sich entwickelt” (Seçme Yazılar, C. II, s. 15)
M. Kabagil’in çevirisi:
“Bugünün toplumunda
olanlara oranla, bu kısım bir hamlede azamiye
çıkarmaktadır ve yeni toplum geliştiği ölçüde
azalır.” (s. 28, abç.)
Doğru çeviri:
“Şimdiki topluma oranla bu
kısım daha baştan en asgariye indirilir ve
yeni toplumun geliştiği ölçüde azalır.”
Burada M. Kabagil, Marks ve
Engels’in sosyalizmde “genel ve doğrudan üretime dahil
olmayan idari harcamaların” “bir hamlede azamiye
çıkacağı” düşüncesinde olduklarını okura aktarıyor.
Oysa onlar, sosyalizmde “genel ve doğrudan üretime dahil
olmayan idari harcamaların” daha baştan en asgari düzeye
indirilmesinden veya en asgari düzeyle sınırlandırılacağından
bahsediyorlar.
M. Kabagil, bu ağır çeviri
hatasını herhangi bir formda düzeltmişse doğru hareket etmiş
olur. Ama o, bu haliyle okuru, bu önemli konuda yanlış
bilgilendirmiştir. Marks ve
Engels’in a dediğini
M.Kabagil b diye çeviriyor.
“Kapital” Çevirisinden:
Çeviren: Alaattin Bilgi
Böyle kapsamlı ve Marksizmin
temeli olan bir eseri dilimize kazandırmak, Marksizmin Anadolu
coğrafyasında yaygınlaşmasına büyük bir hizmettir. Saygı
gösterilmesi gereken bir iş. Biz bu saygıyı gösteriyoruz. Ama
bu, söz konusu çeviride bir dizi hataların, kavram kargaşasından
veya kavramların kavranmamasından ileri gelen hataların olduğunu
belirtmemizi engellemez. Belirtmiştik. Çeviri hatası bulmak için
“Kapital”i okumadım veya taramadı. Almanca aslından
alıntı yaparken, kolaylık olsun diye Türkçe çevirisinden
yararlanmak istedim. Bunu yaparken de, çevirinin bazı hatalar
içerdiğini gördüm. Kapital’i Almanca aslından Türkçe
çevirisiyle karşılaştırarak okumadığım için nerede ne türden
çeviri hatası olduğunu –bunların hepsini– tespit etmedim. Bu
konuda dikkatimi çeken, “Kapital”in çevirmeni A.
Bilgi’nin “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler
Ansiklopedisi”nde (C. 1, s. 262-263) yaptığı açıklamadır.
“Kapital”in çevirisinde rastladığım kavram kargaşası
ve yanlış çeviri, A. Bilgi’nin söz konusu açıklamasına temel
teşkil eden anlayışından kaynaklanmaktadır. Önce bu açıklamayı
ele almak istiyorum. Çünkü birçok detayın çözümü bu
açıklamaya temel teşkil eden düşünceye bağlı.
Önce bazı kavramlara açıklık
getirelim. İşgücünün tanımlanması:
“İşgücü veya da çalışma
kabiliyeti sözünden insanın, kendisinde bulunan ve hangi türden
olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı
ussal ve fiziksel yeteneklerinin bütününü anlıyoruz.” (K.
Marks, Kapital, C. I, s. 183, Alm.)
Bu tanımlamaya göre işgücü,
insanın çalışma yeteneğinin, fiziki ve ussal gücünün
bütünüdür ve insan, bu gücünü, maddi değerlerin üretiminde
kullanır veya harekete geçirir.
İşin tanımı:
“Her şeyden önce iş,
insan ve doğa arasındaki bir süreçtir. Bu, insanın kendisi ile
doğa arasındaki maddi tepkilemeleri dilediği şekilde başlattığı,
düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. İnsan, doğanın
ürünlerini kendi gereksinimlerine uygun bir biçimde ele
geçirebilmek için kollarını, bacaklarını, kafasını, ellerini
ve vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek, doğa
güçlerinden birisi olarak onun karşısına geçer.” (K.
Marks, Age., s. 192, Alm).
Bu tanımlamaya göre iş, insan
ile onu çevreleyen doğa arasında cereyan eden, gerçekleştirilen
bir süreçtir. Bu süreç içinde, üretim aletleriyle donatılmış
olan insan, üretim tecrübesiyle doğayı değiştirir ve iş
nesnelerini kendi ihtiyacına uygun hale getirir.
İşin tanımına devam edelim.
Genel olarak iş, soyut ve
somut iş: “Şimdi iş ürünlerinden geriye kalana
bakalım. Bu, her birinde, aynı düşsel bir gerçekten, türdeş
insan çalışmasının, yani harcanış formu ne olursa olsun, insan
işgücünün harcanışından ibarettir.” (A. Bilgi, burada
“insan işgücünün harcanışını”, harcanış sürecini
“harcanmış emek gücü” diye çeviriyor. Bunlar;
harcanmış olmak ve harcanma süresi bir ve aynı anlama gelmez,
bn.)
“Bütün bu şeyler, şimdi
bize şunu gösteriyorlar; bunların üretiminde insan işgücü
harcanmıştır, bunlarda insan emeği cisimleşmiştir… Bir
kullanım değeri veya mal, ancak, …içinde soyut insan
emeği somutlaştığı ya da maddeleştiği için bir değere
sahiptir… Değerlerin özünü oluşturan emek, aynı insan
çalışmasıdır, aynı insan işgücünün harcanışıdır…
Yararlılığı, ürünün kullanılarak değerlendirilmesi ile ya da
bu ürünün kullanım değeri haline gelmesiyle kendini gösteren
işe, biz yararlı iş diyoruz. (A. Bilgi yukarıda adı geçen
ansiklopedideki yazısında “kullanım değeri” üretimine
iş diyor. Çevirisinde ise bu emek oluyor, bn.) Bunun için,
kullanım değerlerinin oluşturucusu olarak, yararlı iş olarak
iş (veya çalışma, çn.) insanın, bütün toplum
biçimlerinden bağımsız varoluş koşuludur… İşin yararlı
karakterini bir kenara koyarsak, onda var olan, onun, insan gücünün
bir harcanmasıdır. Terzilik ve dokumacılık, nitelik bakımından
farklı üretici faaliyetler olmakla birlikte, her ikisi de, insan
beynini, sinirlerinin ve kaslarının üretici harcanmasıdır ve bu
anlamda bunlar, insan çalışmasıdır. Bunlar, insan gücü
harcamasının farklı iki formudur…”
“Bir yandan, her türlü iş,
fizyolojik anlamda, insan işgücünün harcanışıdır ve bu, aynı
insan veya da soyut insan işi oluşu özelliği içinde o, meta
değerini oluşturur. Diğer taraftan, her türlü iş, insan
gücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amaca yönelik olarak
harcanışıdır ve bu somut yararlı iş özelliği ile kullanım
değerlerini üretir.” (K. Marks, agk. s. 52, 53, 56, 57, 58,
59, 61, Alm.)
“İşgücü kullanımı,
işin kendisidir. İşgücünü satın alan, satanı çalıştırarak
bu işgücünü tüketir.” (K. Marks, agk., s. 192).
Çalışma sürecinin tanımı:
“Öyleyse, çalışma
sürecinde insanın faaliyeti, iş araçlarının yardımı ile
üzerinde çalışılan malzemede, başlangıçta tasarlanan bir
değişikliği meydana getirir. Süreç, üründe sona erer…
Çalışma süreci, kullanım değerleri üretimi ve doğal
maddelerin insan gereksinimlerini karşılar hale getirilmesi
amacıyla girişilen bir eylemdir.” (K. Marks, agk. s.195,
198).
A. Bilgi’nin görüşüne temel
teşkil eden anlayışa gelince: Bu, F. Engels’in Kapital’in 1.
cildine eklediği bir dipnottur. Engels orada şöyle diyor:
“…İngilizce’nin burada
söz konusu edilen işin iki farklı yönü için iki farklı sözcüğe
sahip olma gibi bir üstünlüğü var. Kullanım değeri yaratan ve
nitel olarak belirlenen labour değil work’tur. Değer yaratan ve
nicel olarak dikkate alınan ise work değil labour’dur.”
(Kapital, C. I, s. 61-62, Alm.).
A. Bilgi, “work”
kelimesini iş, “labour” kelimesini de emek
olarak kavrıyor. Ama Engels’in eklediği dipnottan A. Bilgi’nin
çıkardığı sonuç çıkmıyor. Engels şuna açıklık getiriyor:
İngilizce’de soyut ve somut işi ifade edecek kavramlar vardır.
Somut iş work, soyut iş de labour’dur. Almanca’da bu ayrım
yok. Türkçe’de de yok. Almanca’da iş kavramının karşılığı
“Arbeit”tir. Bu kavramdan somut iş (“konkrete
Arbeit”) ve soyut iş (“abstrakte Arbeit”)
kavramları üretilmiş. Emek sözcüğü ise Marks ve Engels’in en
az kullandıkları sözcüklerden biridir. Bunun Almanca karşılığı
“geleistete Arbeit” veya “verausgabte
Arbeit”tır. (Her ikisi de “harcanmış iş”
anlamına gelir.)
Şimdi bu karmaşık durumu
açıklamaya çalışalım:
A. Bilgi’nin çıkış noktası
yanlış: O, Engels’in yukarıya aktardığımız “dipnotu”na
dayanarak şu sonuca varıyor:
“Her türlü emek, özel bir
biçime ve belli bir amaca dönük olarak harcanır, belli bir biçim,
ceket, sandalye, kağıt, kalem vb. Yani belirli bir kullanım
değeri yaratır. İşte bu somut yararlı
emeğin özelliği kullanım değerlerini
üretmektir. Engels’in yukarıya alınan sözlerinden de açıkça
anlaşıldığı gibi, bu kullanım değerlerini
yaratan şey emek değil iş’tir.
Ceket, sandalye, masa, kağıt, kalem vb. emekçinin yaptığı
işlerdir. Somut yararlı emeğin ürünüdür.
Oysa yapılan iş ne olursa olsun (yaratılan kullanım
değeri ne olursa olsun), emekçinin harcadığı ve bu
iş’in (kullanım değerinin) sahip olduğu
özel biçim (ceket, sandalye, kağıt, kalem vb.) içerisinde
somutlaşan ve bu özel biçime değer
kazandırarak birbirleriyle değişmelerini sağlayan şey ise
emek’tir. Soyut emektir.
Örneğin, diyelim ki, terzi, kumaş, iplik, iğne vb. ile giysi, bir
kullanım değeri üretir, iş
yapar. Ve bu işi yaparken, aynı zamanda kullandığı (tükettiği)
bu malzemeye bir değer, bir değişim
değeri kazandırır, bir emek
harcar.” (ag. Ansiklopedi, s. 263).
Engels’in düştüğü dipnotu
A. Bilgi’nin mantığına göre yorumlarsak; “kullanım değeri
yaratan ve nitel olarak dikkate alınan labour (emek) değil
work (iş).” Bu durumda A. Bilgi, “kullanım değeri
yaratan ve nitel olarak dikkate alınan” somut iş
demesi gerekir. Ama o şöyle diyor:”Somut emek”, “somut
yararlı emek”, “her türlü emek… belirli bir kullanım değeri
yaratır.”
A. Bilgi, kendisiyle çelişiyor.
Bu çelişkili durumdan dolayı, o “somut emek” “olgusu”nu
ortadan kaldırmaya çalışıyor, bu yanlıştır diyor, bunun adı
“iş”tir diyor, ama aynı zamanda, aynı makalesinde
–yukarıya aktardığımız gibi– “her türlü emek…
belirli bir kullanım değeri yaratır. İşte
bu somut yararlı emeğin özelliği kullanım değerlerini
üretmektir… Kullanım değerlerini yaratan
şey emek değil iş’tir”
diyor.
Peki emek nedir, bu kavramdan
anlaşılması gereken nedir?
İş veya çalışma, insanın
amaca uygun faaliyetidir. İnsan, bu faaliyet süreci içinde doğa
maddelerini kendi gereksinimlerini gidermek amacıyla değiştirir.
İnsanın bu faaliyet süreci, iş/çalışma süreci
sonucunda yarattığı değerde ifadesini bulan, emektir.
O halde emek, iş/çalışma sürecinde harcanmış olan
işgücünün metada cisimlenen yoğun ifadesidir. Öyleyse emek,
harcanmış işgücü demektir.
İş/çalışma, işgücünün
harcanma, harcanıyor olduğu süreci ifade ederken, emek, bu
sürecin sonuçlanmışlığını; işgücünün harcanmışlık
durumunu ifade eder. Burada, Almanca’daki “Verausgabung
der Arbeitskraft”, işgücünün, çalışma sürecinde
harcanıyor oluşunu, “verausgabte Arbeitskraft” veya
“geleistete Arbeit” ise işgücünün harcanmışlık
durumunu; emeği ifade eder.
Şimdi bir de emek kavramının
“Kapital”de nasıl ifade edildiğine bakalım:
“Keten bezi değerini
oluşturan emeğin özgün karakterini ifade etmek yetmiyor. Akışkan
halindeki insan işgücü veya insan çalışması değeri
oluşturuyor, ama kendisi değer değildir. O, donmuş durumda,
nesnel bir formda değer olur.” (K. Marks, Kapital, C. I, s.
65).
Marks burada çok açık bir
şekilde iş/çalışma ile işgücünün harcanışı ve harcanmış
hali emek arasındaki farkı bu iki cümlede yoğun olarak ifade
ediyor. Keten bezinin değerini oluşturan, çalışma sürecinde
harcanmış olan işgücüdür, yani emek. Akışkan haldeki işgücü,
çalışma sürecinde faal olan işgücüdür.
Değer, çalışma sürecinde
oluşuyor. Ama değeri oluşturma sürecindeki çalışmanın/işin,
“akışkan halindeki işgücü”nün değeri yok, çünkü
kapitalist tarafından satın alınmıyor. (Bu çalışma süreci
başlamadan önce satın alınan işgücü ile çalışma sürecindeki
işgücü arasındaki farktır.)
Akışkan haldeyken değeri
olmayan işgücü, donmuş durumda, kendisini bir nesnede –metada–
ifade ettiği durumda bir değer alıyor, metanın değeri.
Bu durumda; emek değeri yaratır,
ama kendinin değeri yoktur sözü yanlış oluyor.
Bunun doğrusu şudur;
iş/çalışma, değer yaratır, ama kendisinin değeri yoktur.
Marks’ın sözü ile ifade
edecek olursak; “Akışkan halindeki insan işgücü veya insan
çalışması değeri oluşturuyor, ama kendisi değer değildir.”
Şayet, emek değer yaratıyor,
ama kendisi değer değildir dersek böylelikle Marks’ın “O,
(akışkan halindeki insan işgücü, çn) donmuş durumda, nesnel
bir formda değer olur” sözünü reddetmiş oluruz, yani
metanın değer taşıdığını reddetmiş oluruz.
“Öyleyse çalışma
sürecinde insanın faaliyeti, iş araçlarının yardımı ile
üzerinde çalışılan malzemede, başlangıçta tasarlanan bir
değişikliği meydana getirir. Süreç, üründe sona erer. Onun
ürünü, bir kullanım değeridir, biçim değişimiyle insanın
gereksinimlerine uygun hale getirilen doğa maddesi, iş, kendisini,
konusu ile birleştirmiştir. O, maddeleşmiştir ve konu,
işlenmiştir.” (K. Marks, agk. s. 195).
Çalışma sürecinde insan
faaliyeti; “akışkan haldeki işgücü”, iş araçlarının
yardımıyla üzerinde çalışılan nesneyi değiştiriyor. Bu
değiştirme sürecinin (çalışma süreci) sona ermişliği veya da
“akışkan haldeki işgücü”nün “donmuş haline”
dönüşmesi, ifadesini üründe buluyor. “Akışkan haldeki
işgücü”nün, çalışma sürecinden geçerek; maddeyi
işleyerek “donmuş hale” gelmesi bir kullanım değeri, bir meta
üretimi olmaktan başka bir anlam taşımaz. Böylelikle çalışma
veya iş, konusuyla veya amacıyla –kullanım değeri/meta üretmek–
birleşmiş oluyor ve böylece maddeleşiyor ve bu maddeleşme,
amacının –kullanım değeri/meta üretimi– işlenmesi anlamına
geliyor.
Burada çalışma sürecinin sona
ermesi ve ifadesini üründe bulması “akışkan haldeki
işgücünün”, yani değer yaratan bu gücün, ifadesini
üründe bulması, onun emeğe dönüşmesi; “donmuş haline”
dönüşmesi, “maddeleşmesi” anlamına gelir. Burada
iş/çalışma ile emek arasındaki fark açık bir şekilde
görülüyor. Ama, A. Bilgi çevirisinde bu farkı dikkate almıyor
ve sürekli emekten bahsediyor.
Burada da görüyoruz ki, emek,
çalışma/iş sürecinde işgücü harcanmasının maddeleşmesidir,
ifadesini bir metada bulmasıdır. Bu anlamda insanı insan yapan,
“donmuş haldeki” işgücü, yani
maddeleşmiş işgücü, yani meta –baştaki örneğimizde de
balta– değil, çalışma sürecinin kendisidir; balta
yapma, üretim sürecidir. Bunun içindir ki, develer,
nalbant dükkanına bakmakla insan olamazlar, ama nalbant dükkanı
yapmaya kalkışırlarsa, yani, bir kullanım değeri üretme
sürecine girerlerse belki de insan olurlar (!)
“Şimdi ürün; iplik, pamuk
tarafından emilen işin sadece bir ölçüsüdür…”
(K.Marks, agk. s. 204)
Burada iş; “pamuk
tarafından emilen iş”, yani harcanmış işgücü, emek
anlamına gelmektedir ve ifadesini üründe, somutta da iplikte
bulmaktadır.
Burada, kavram kargaşasının
neye mal olduğunu gösteren bir örnek verelim. A. Bilgi’nin
çeviri mantığına göre hareket edelim ve “emek, değer yaratır,
ama kendisinin değeri yoktur” diyelim.
Bakın hangi durumla karşı
karşıya kalıyoruz.
“Ama ürün, iplik, şimdi
pamuğun emdiği emeğin bir ölçüsünden başka bir şey
değildir.” (Kapital, C.I, s. 205, A. Bilgi çevirisi).
Burada iş/çalışma kavramıyla
emek kavramı birbirine karıştırılmış. A. Bilgi’den
aktardığımız ilk çeviride “pamuğun emdiği emeğin”
veya iplikte ifadesini bulan harcanmış işgücünün pekala bir
değeri vardır. Ama ikinci alıntıda iş kavramı, emek diye
çevrildiği için, emeğin değeri yoktur deniyor. Değeri olmayan
iştir/çalışmadır, “akışkan haldeki işgücüdür”,
değeri olan “donmuş haldeki”, maddeleşmiş haldeki,
ifadesini üründe bulan harcanmış işgücüdür (emek) bu fark,
yukarıdaki çeviri örneğinde görülmüyor.
“Canlı emek”,
“somutlaşmış emek” yok. “Canlı emek” ile kastedilen
“akıcı iş”tir. Yani çalışma sürecindeki işgücünün
faal halidir. “Somutlaşmış emek” ise üründe ifadesini
bulan, “donmuş iş”tir yani ürünle, metayla bütünleşmiş
iştir. İşte bu, gerçek anlamda emektir.
“Artı değer oranı
a/d=artı iş/zorunlu iş’dir. Her iki oranda aynı ilişki çeşitli
formda ifade ediliyor. Birisinde maddeleşmiş formda, diğerinde ise
akıcı iş (veya çalışma –çn) formunda.” (K.
Marks, agk. s. 232)
Bu, bizim çevrimiz. A. Bilgi
aynı yeri şöyle çeviriyor.
“…artı değerin oranı
a/d=artı emek/gerekli emek’tir. Her iki orantıda, a/d ile artı
emek/gerekli emek, aynı şeyi değişik biçimlerde ifade ederler,
birinde somutlaşmış, maddeleşmiş emek, diğerinde canlı, akıcı
emek biçiminde.” (s. 233)
Madem ki, bu formlar birbirinden
farklı değillerse, Marks, neden farklı formlardan bahsediyor? Bu
iki form arasında belli bir fark var: Birisi çalışma süresini
[artı iş (veya çalışma)/zorunlu iş (veya çalışma)] ifade
ederken, yani akıcı işin/çalışmanın ifadesi olurken, ikinci bu
sürecin sonuçlanmasını (a/d) ifade ediyor. Birincisi, çalışma
sürecinde işgücünün maddeleşmesi veya maddeleşiyor oluşu
anlamına gelirken, ikincisi de maddeleşmiş hali, “donmuş
hali” ifade ediyor. Artı değerin elde edilmiş olması,
(a/d), çalışma sürecinin (artı iş/zorunlu iş) sona ermiş
olduğunun ifadesidir. Sonuç: a/d oluşmuşluk hali (emek) ifade
ederken, artı iş/zorunlu iş de oluşum sürecini ifade eder. Bu
her iki süreç arasında belli bir fark vardır. Bu fark da
yukarıdaki farktır.
A. Bilgi şöyle çeviriyor
(çeviriyi kısaltıyoruz).
“Gerekli-emek ile artı
emeğin toplamı işçinin… fiilen çalıştığı zamanı, yani
işgücünü (abç) meydana getirir.” (s.
244)
A. Bilgi, Engels’in dipnotuna
dayanarak emek ve iş ayrımını yapıyor. Bunu yukarıya aktardık.
Ama burada aynı ayrımı yapmıyor. O, burada, “işgücü”
değil, “emek gücü” demesi gerekirdi. Düşüncesinin
mantıksal sonucu böyle olmalıydı. Ama bunu yapmıyor, yapamazdı.
Çünkü Kapital’in Almanca’sında “iş günü”
parantez içinde “working day” olarak
belirtiliyor. Tabii ki “working day” “labour day”
olarak çevrilemezdi. Ama o, işin icra edildiği zamanı (işgünü)
açıp, onu “gerekli-emek” ve “artı emek” diye
ikiye bölme keyfiyetini kendinde buluyor.
A. Bilgi, Engels’in dipnotunu
yanlış yorumlamasının cezasını yukarıdaki çelişkili
çevirisiyle okura çektiriyor.
Başka bir nokta:
“Emeğin, pazarda, bir meta
olarak satılabilmesi için her şeyden önce, satılmadan önce
varolması zorunludur.” (K. Marks, agk. s. 548, A. Bilgi
Çevirisi).
Bu çeviri doğru değil. Emek,
“donmuş iş” olduğu ve ifadesini bir metada bulduğu için,
yani maddeleştiği için pazarda satılır. Zaten her alış-verişte
yapılan da bu. Ama pazarda satın alınmayan, satın alınabilmesi
için önceden var olması gereken çalışma sürecinde faal olan
“akıcı iş”tir. Değeri yaratan, çalışma sürecindeki
“akıcı iş”tir. (İşte değeri olmayan da bu). Kapitalist,
bu “akıcı iş”i değil, soyut olarak işgücünü satın
alıyor. Çevirideki “emeğin” kavramı yerine “işin”
veya “çalışmanın” kavramı kullanılmalıydı.
“Parça başı ücrette, ilk
bakışta, işçiden satın alınan kullanım değeri, onun
işgücünün, canlı işinin bir işlevi gibi değil de, üründe
zaten gerçekleşmiş emeği gibi görünür..”(agk. bizim
çevirimiz).
Aynı yeri A. Bilgi şöyle
çeviriyor:
“Parça başı ücrette, ilk
bakışta, emekçiden satın alınan kullanım değeri, onun emek
gücünün, canlı emeğinin bir işlevi gibi değil de üründe
zaten gerçekleşmiş emeği gibi görünür.” (s. 564).
Aradaki çeviri farkı belli.
Başka bir fark da şurada :A.
Bilgi söz konusu ansiklopedideki yazısında şöyle diyordu:
“Engels’in yukarıya
alınan sözlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, kullanım
değerlerini yaratan şey emek değil
iştir”.
Hal böyle olunca A. Bilgi
çevirisinde canlı emek kavramı yerine canlı iş kavramını
kullanması gerekirdi.
Emek kavramıyla ilgili son bir
örnek:
“Maddeleşmiş işten
(ki bu emektir –çn) başka bir şey olmayan değerin doğasından
ve maddeleşme sürecinde olan işten başka bir şey olmayan
faaliyet halindeki işgücünün doğasından, işgücünün,
işlevini yerine getirdiği sürece sürekli değer ve artı değer
yarattığı, işgücü yönünden, hareket ve bir değerin
yaratılması olarak görünen şeyin, onun ürünü yönünden, bir
durgunluk durumu içerisinde yaratılan değer olarak
göründüğü sonucu çıkar.” (K. Marks, Kapital, C. II, s.
224, bizim çevirimiz).
Aynı yeri A. Bilgi şöyle
çeviriyor.
“Maddeleşmiş emekten başka
bir şey olmayan değerin niteliğinden, bu maddeleştirme
sürecindeki emekten başka bir şey olmayan faal emek gücünün
niteliğinden, emek gücünün işlevini yerine getirdiği süre
boyunca sürekli değer ve artı değer yarattığı; emek gücü
yönünden, hareket ve bir değerin yaratılması olarak görünen
şeyin, onun ürünü yönünden bir durgunluk durumu içerisinde
yaratılan değer olarak göründüğü sonucu çıkar.” (s.
202).
A. Bilgi, maddeleşmiş iş
(emek) ile maddeleşme sürecinde olan faaliyet; Marks’ın
deyimiyle “hareket ve bir değerin yaratılması” süreci
arasında hiçbir fark görmüyor. Maddeleşmiş emek, ifadesini
metada buluyor. “Hareket ve bir değerin yaratılması”
süreci ise çalışma sürecidir ve bu süreçte harcanan işgücüdür,
işgücünün harcanışı iştir/çalışmadır. Değer bu süreçte
yaratılıyor. Yani meta bu süreçte oluşuyor. Bu, bir şeyin
–değerin/metanın– oluşma süreciyle oluşmuşluk hali
arasındaki farktır. A. Bilgi, çevirisinde bu farkı koymuyor.
“Para… (gerçekten, ifa
edilmiş iş için ödeme aracıdır)… para, işçi tarafından ifa
edilmiş… iş için bir ödeme aracıdır” (agk. C II, s.
315).
A. Bilgi’nin çevirisi ise
şöyle:
“… para…(gerçekte,
zaten tamamlanmış bulunan bir iş için ödeme aracı)… para, …
emekçi tarafından zaten yapılmış olan bir iş için bir ödeme
aracıdır” (s. 282).
İşte bu olmadı sayın A.
Bilgi. Adı geçen ansiklopedideki yazınızda sonuç olarak şöyle
diyorsunuz?
“İşçi kapitaliste,
metalara … değişim değerini kazandıran
emeğini, soyut emeğini mi satmıştır, yoksa
kullanım değerlerini yaratan iş
gücünü mü (yani dokumacıya bez dokuma gücünü mü)
satmıştır? … işçinin kapitaliste sattığı şey, iş yapma
gücü, işgücü değil, soyut emek
harcayabilme yeteneği, soyut değer yaratma
gücü, yani emek gücüdür” (s. 263).
Bu anlayıştasınız. Ama
yukarıdaki çevirinizde “iş için ödeme”den
bahsediyorsunuz? Anlayışınıza göre “emekçi”,
kapitaliste “emek gücü”nü satıyor. Çevrinize göre de
işçi, ifa ettiği iş için –emek gücü için değil–
para alıyor.
A. Bilgi’nin bu çelişkisinin,
yarattığı bu kavram kargaşasının ceremesini yine okur çekiyor.
A. Bilgi, belirttiğimiz
anlayışından dolayı birçok kavramı da, söz konusu anlayışı
doğrultusunda çevirmiş. Birkaç örnek verelim:
Kapital Cilt I‘den:
“İş süreci”, “emek
süreci” olmuş, ama sonra iş süreci, bu sefer doğru olarak
“iş… süreci” olarak çevrilmiş s. 193).
“Kapitalistin iş gücünün tüketilmesi haline dönüştürdüğü
iş süreci”, “kapitalistin emek gücünün tüketilmesi haline
dönüştürdüğü iş süreci” olarak çevrilmiş s. 201).
Oysa burada A. Bilgi’nin düşüncesinin mantıksal sonucu olarak
“emek süreci” demesi gerekirdi.
Emek, harcanmış işgücüyse,
işin donmuş haliyse ve ifadesini metada buluyorsa, onun üretken
olması da söz konusu olamaz. Üretken olmak için, hareket halinde
olmak, üretim sürecinde olmak gerekir ki, bu da işgücünün
harcanma sürecidir, yani iştir/çalışmadır. Ve üretken olan
veya olmayan da çalışma sürecinde harcanan işgücüdür, iştir,
çalışmadır. Dolayısıyla “üretken işi”, “üretken
emek” diye çevirmek yanlıştır (s. 222).
Aynı yanlış çeviriyi işgücü
kavramında da görüyoruz. Bu kavram “emek gücü” olarak
çevrilmiş.
“Çalışma dönemi”, “iş
günü” kavramları doğru çevrilmiş, ama “çalışma
zamanı” veya “iş zamanı” kavramı “emek zamanı”
olarak çevrilmiş (Kapital, C. II, s. 210) Niçin? Bunu sadece A.
Bilgi biliyor. Aynı kavram kargaşası 13. bölümde de görülüyor:
Öyle ki, Almanca’da “Arbeitszeit” diye ifade edilen,
“çalışma zamanı” veya “iş zamanı”, s.
210’da “emek zamanı”, ama 217’de de “çalışma
zamanı” olarak çevrilmiş madem ki emek-iş kavramlarına bu
denli önem veriliyor o halde bu kavram kargaşası niye?
A. Bilgi, “kullanım
değerlerini yaratan şey emek değil iş’tir”
diyor. Ama sayfa 381’de (Kapital, C.II) iş’e değil “harcanan
emeğe” kullanım değerleri yarattırıyor. Aynı yanlış
çeviriye 382. sayfada da rastlıyoruz. Sayfa 381’de olduğu gibi,
sayfa 385’te de “harcanan emek”ten bahsediyor. Oysa
burada söz konusu olan yalın haliyle “emek”tir. Marks,
burada “kullanılmış iş” diyor. “Kullanılmış
iş”in diğer adı “emek”tir.
Şimdi bir de “iş gücü”,
“işçi” kavramlarına bakalım. Baş tarafta işgücünün
tanımını yapmıştık. A. Bilgi’nin Engels’in eklediği
dipnottan esinlenerek geliştirdiği anlayışını da biliyoruz.
Sonuca varmak için uzun uğraşıya gerek yok.
İşgücün, insanın sahip
olduğu ve maddi varlıklarının üretilmesi sürecinde harekete
geçirdiği fiziki ve zihinsel yeteneklerin bütünlüğüdür.
Kapitalist, pazarda bu bütünlüğü satın almaktadır. Ve işgücü,
bu bütünlüğü içinde kullanıldığında –başka türlü de
olamaz– değer yaratır.
“Bir taraftan her türlü
iş, fizyolojik anlamda, insan işgücünün harcanmasıdır ve bu,
aynı insan veya da soyut insan işi oluşu özelliği içinde o,
meta değerini oluşturur. Diğer taraftan, her türlü iş, insan
işgücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amacı yönelik
olarak harcanmasıdır ve bu somut yararlı iş özelliği ile
kullanım değerlerini üretir.” (K. Marks, Kapital, C.I, s.
61, Alm.)
Kapitalist, bu iki özelliği, bu
bütünselliği içinde işgücünü satın alıyor. Buna rağmen
A. Bilgi, Engels’in dipnotunu
yanlış anladığı için şöyle soruyor:
“İşçi kapitaliste,
metalara –değişim değerini kazandıran emeğini, soyut
emeğini mi satmıştır, yoksa kullanım değerlerini
yaratan işgücünü mü satmıştır? …Şu halde, işçinin
kapitaliste sattığı şey, iş yapma gücü, işgücü
değil, soyut emek harcayabilme yeteneği, soyut değer
yaratma gücü, yani emek gücü’dür.”
Bu soru şöyle de sorulabilirdi:
Kapitalist, işçiden, “soyut emeğini” mi, yoksa iş
gücünü mü satın almıştır? Cevabı da şöyle olurdu:
Kapitalist, işçiden işgücünü değil, “emek gücünü”
satın almıştır.
Her halükarda belli bir
bütünselliğin soyut ve somut işin bütünselliğinin ifadesi olan
işgücü, A. Bilgi tarafından parçalanarak; bileşimlerine
ayrılarak pazarda, kapitaliste sunuluyor. Varılan sonuç ise,
kavram kargaşası. işgücünü işgücü yapan, onun bu iki
özelliğidir, özelliklerinden sadece birisi değildir.
A. Bilgi’nin deyimiyle “somut
emek”, yani değer, ifadesini nede buluyor? Yine onun
deyimiyle, “somut emek”te bulmuyor mu? Evet buluyor. Bizim
deyimimizle: Somut iş olmaksızın soyut iş olmuyor,
soyut iş olmaksızın da somut iş olmuyor. Bunlardan birisi
olmazsa, iş gücü de olmuyor.
Sonuç: A. Bilgi’nin
“emek-gücü” kavramı yanlıştır. Bunun doğrusu
“işgücü”dür ve kapitalist, pazarda “emek gücü”
değil “işgücü” satın almaktadır. A.Bilgi, bu yanlış
anlayışının mantıksal sonucu olarak, Kapital’in üç
cildinde de “iş gücü”nü, “emek gücü”
olarak çevirmiş.
Kapitalist aptal mı? Madem ki,
“emeğin” değeri yok, o halde değeri olmayan bir şeyi
niçin satın alsın!
İşçi-emekçi kavramı:
A. Bilgi, bahsettiğimiz
anlayışının mantıksal sonucu olarak, Kapital’de işçiyi
“emekçi” olarak çevirmiş. Bu tamamen yanlış.
Kavram olarak
“emekçi”
–Almanca’sı Werktätige–
işçi kavramına nazaran daha geniş kapsamlıdır. Çalışarak
geçimlerini sağlayanları kapsamına alır. Bu kapsamın içinde
küçük üreticiler de vardır, aynı zamanda işçiler de. Kendi
üretim araçlarıyla kendi işgücünü kendisi için kullanan
köylüler ve zanaatçılar birer emekçidirler. Ama onlar işçi
değildirler.
İşçi, geçimini sağlayabilmek
için işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayandır. İşçi,
hem işgücünü meta olarak satma özgürlüğüne sahiptir, hem de
“satmak için elinden başka bir metanın olmaması, işgücünü
gerçekleştirmesi için gerekli her şeyden yoksun olması gereken”
kişidir. (K. Marks, Kapital, C. I, s. 183, Alm.)
A. Bilgi bu özelliklere sahip
olan birisini; işçiyi, “emekçi” yapıyor. Ama özenle,
“emekçi sınıfı” demekten kaçınmaya çalışıyor,
“işçi sınıfı” kavramını kullanıyor. Bkz.: Kapital, C. I,
s. 420, 422, 599. s. 420’de “emekçi” demiyor, işçi
diyor ve sayfa 583’te ise işçi sınıfı demiyor, “emekçi
sınıfı” diyor. Kapital, C. II’de de “emekçi sınıfı”
denmiyor, “işçi sınıfı” deniyor. (Bkz.: s. 312,
376).
Emekçi, ancak emekçi sınıfın
bir unsuru olur. Bu durumda A. Bilgi, “işçi sınıfı”nı
“emekçi sınıfı” diye çevirmesi gerekirdi. Ama o bunu
yapmıyor. İşçi, kişi olarak emekçi diye Türkçeleştiriliyor,
sınıfsal açıdan ise “işçi sınıfı” olarak kalıyor
A. Bilgi nezdinde!
“Ekonomi Sözlüğü”nün
çelişkisi:
Maurice Bouvier-Ajam, Jesus
İbarrola ve Nicolas Pasquarelli tarafından hazırlanan ve “Sosyal
Yayınları” tarafından basılan bu sözlükte de – B.
Aren-İ. Yaşar tarafından çevrilmiş– “emek” kavramı
çelişkili bir şekilde –hem doğru ve hem de yanlış olarak–
açıklanıyor. Şöyle deniyor:
“Emek, her şeyden önce,
işgücü dediğimiz bu özel kudretin harekete geçirilmesinin
sonucudur.”(s. 146)
Bu, doğru bir tanımlamadır. Bu
tanımlamaya göre emek, ifadesini, işgücünün faaliyeti sonucunda
bulmaktadır. İşgücünün faaliyeti sonucunda ise bir nesne; meta
üretilir. O halde emek, ifadesini iş gücünün “donmuş hali”
olarak metada bulmaktadır.
Aynı sözlükte devamla şöyle
deniyor:
“Marks’ın deyimiyle,
emek, mübadele değerinin cevherini, içlerinde kristalize olduğu
bütün metaların ortaklaşa unsurunu teşkil eder.” (s. 146)
Bu tanımlama da doğrudur. Emek,
ifadesini metada bulmaktadır.
Ama hemen sonra şöyle deniyor:
“Emek bir fiil, bir
faaliyettir.”
Şayet emek, “işgücünün
…harekete geçirilmesinin sonucu”ysa, bu sonuç, “bir
fiil, bir faaliyet” olamaz. İşgücünün harekete geçirilmesi
bir fiilin, bir faaliyetin ifadesidir ve emek bu fiilin, faaliyetin
sonucuysa, bu sonuç ikinci bir fiilin, ikinci bir faaliyetin ifadesi
olmalı ki, “sözlük”ten aktardığımız son emek tanımlaması
doğru olsun.
Görüyoruz ki, bu “sözlük”
emek kavramını çelişkili –hem doğru, hem de yanlış–
tanımlıyor ve bu yanlış tanımlamanın mantıksal sonucu olarak
da işçi yerine “emekçi”den, iş süreci veya çalışma
süreci yerine “emek süreci”nden bahsediliyor. Çeviri
böyle.
Orhan Hançerlioğlu da
kavramların tanımlanması konusunda büyük bir çıkmaz içinde.
Onun “Felsefe Ansiklopedisi”ndeki, “Toplum Bilim
Sözlüğü”ndeki ve “Ekonomi Sözlüğü”ndeki,
konumuzla ilgili kavramları ayrıntılı olarak ele alacak olsak,
kapsamlı bir çalışma yapmış oluruz. Soruna yaklaşımımız
belli olduğu için burada, O. Hançerlioğlu’nun yanlışlarını
belirtmekle yetineceğiz. O, “Felsefe Ansiklopedisi”, Cilt 3,
(İkinci Baskı 1993) sayfa 147’de Engels’in yukarıya
aktardığımız dipnotundan hareketle –aynen A. Bilgi gibi– “iş”
ve “emek”ten bahsediyor. Ama iş ve emeği şöyle
tanımlıyor:
“Emek… insanın doğayı
değiştirmek için gerçekleştirdiği bilinçli ve yararlı
çalışma.” (agk. C. II, s. 40)
“İş… kullanma değeri ve
nitelikçe belli olan çalışma” (agk. C.III, s.147)
Her iki tanımlama da sonuçta
“çalışma” oluyor, ama çalışma, bu, işgücünün
faaliyetini ifade eden süreç, aynı zamanda “üründe
billurlaş”tırılıyor. “Karl Marks, …’emek, üründe
billurlaşır’ der” saptamasıyla hem bu konuda Marks’ın
doğru görüşünü aktarıyor ve hem de yukarıya aktardığımız
“emek” ve “iş” kavramı tanımlamasıyla
çelişiyor. Hangisi doğru? “Emek, üründe billurlaşır”
mı (Marks) doğru, yoksa “emek”, “iş”… “çalışma”dır
(O. Hançerlioğlu) saptaması mı doğru?
“Toplum Bilim Sözlüğü”nden:
Marks, emeğin değeri yok,
değeri olan, işgücüdür diyor, ama O. Hançerlioğlu, emeği
işgücüyle eşitliyor, emeğin değeri var diyor. (s. 124-125) O,
emeği emekle ölçüyor! Ama aynı yerde “emekçiye verilen
ücret, …emek’inin değil, emek
gücü’nün karşılığıdır” ayrımını
yapıyor (s. 125. 2. sütun). (Bu, “emek” kavramı yerine
“iş” kavramı konduğunda doğrudur.)
Sayfa 214’te “emekçi”ye
“emek” harcatıyor. Bunun doğrusu ise “işçi, işgücünü
harcar”dır. Onun sayfa 214’teki “harcadığı emektir”
tanımlaması sayfa 123-126’daki tanımlamasıyla çelişiyor.
Onun, tamamen yanlış olan bir anlayışı da şöyle:
“… Bir kunduracı kundura
yaparak belli bir kullanım değeri yaratır, yaptığı iş’tir
ve kendisi de işçi’dir; buna karşı bir
fabrika emekçisi her gün belli bir süre çalışarak değiştirme
değeri yaratır (sanki kunduracı, ürettiği kundurayı pazara
çıkartınca aynı değeri yaratmıyor, bn.), harcadığı
emek’tir ve kendisi de emekçi’dir.
Birincisinin işi niteliğiyle (vasfıyla), ikincininkiyse
niceliğiyle (miktarıyla) ölçülür.” (s. 214)
Kavramları bu denli çarpıtma
özgürlüğü karşısında diyecek bir şey bulamıyoruz. Biz,
şimdiye kadar şöyle öğrenmiştik:
Kendi işgücünü harcayarak
kundura üreten bir kunduracı küçük üreticidir (emekçidir). Bu
küçük üreticinin “işçi” olduğunu O.
Hançerlioğlu’ndan öğreniyoruz. Fabrikada çalışanın ise işçi
veya proleter olduğunu ve “emek” değil, işgücü
harcadığını biliyorduk. Meğerse o, “emekçi” imiş ve
“emek” harcıyormuş!
Saçmalık boyutuna varan aynı
yanlışlığa “Ekonomi Sözlüğü”nde de rastlıyoruz.
O. Hançerlioğlu, bu sefer şöyle diyor:
“Emekçi, artı değer
üreticisidir. Sadece kullanım değeri üreten bir işçi artı
değer üretmez. Örneğin bir çiftlikte çalışan yanaşma ya da
ırgat, bir evde çalışan hizmetçi de işçidir ama emekçi
değildir; çünkü artı değer üreticisi değildir.” (s.
101)
Burada “sapla saman”
gerçekten birbirine karıştırılmış. Çiftlikte çalışan
“yanaşma ya da ırgat” artı değer üretmiyor. Çünkü
çiftlikte çalışıyorlar. Peki çiftlikte ya da tarım sektöründe
artı değer üretilmiyor mu? Üretiliyor. Ama o zaman “yanaşma
ya da ırgat”ın “emekçi” olmaları gerekir.
“Proleter,
ellerinde emeğinden başka satacak bir şey bulunmayan ve bundan
ötürü de kendisine emekçi denen
insan-mal’dır.” (s. 101)
Bizim bildiğimiz proleter,
geçinebilmek için işgücünden başka satacak hiçbir şeyi
olmayandır. Nereden bilelim ki, proleterin “emeği”ni
sattığını –biz işgücünün satıldığını biliyorduk– ve
bu yüzden de “emekçi” olduğunu!
Her ne kadar O. Hançerlioğlu
işçiyi “emekçi” yapsa da işgücü yerine “emek”
sattırsa da, bu konuda Marks şöyle diyor: “Pazarda para
sahibiyle doğrudan karşı karşıya gelen iş değil, işçidir.
İşçinin sattığı ise kendi işgücüdür.” (Kapital, C. I,
s. 559, Alm.)
“Her işçi, emekçi
değildir.” (s. 100/101)
Bunun tam tersi doğrudur: Her
emekçi işçi değildir. Küçük üreticiler, kendi işgücünü,
kendi mülkiyetinde olan üretim araçlarını kullanarak kendi
tüketimi veya pazar için üretenler emekçidirler. Ama onlar, bu
özelliklerinden dolayı işçi değillerdir. Buna karşın, geniş
kapsamlı “emekçi” kavramı içine işçi de girer. Ama bir
emekçi, en geniş kapsamlı anlamda da ele alınsa işçi kavramı
içine girmez.
Görüyoruz ki, O. Hançerlioğlu,
iş, emek, işgücü, işçi, proleter vb. kavramları birbirine
karıştırmış ve bunun ötesinde, belirttiğimiz gibi, bu
kavramlara, farklı çalışmalarında farklı anlamlar yüklemiş.
Sonuç itibariyle:
Baş tarafta kavram ve
kategorilerden ne anladığımızı özet olarak verdik. Daha sonra
da, çeviri hatalarından, kavram ve kategorilere yanlış anlamlar
yüklenmesinin sonuçlarını örnekleyerek gösterdik. Bunun nedeni
ne olabilir? Öncelikle belirtelim ki, çevirmenlerde ve konu üzerine
çalışma yapanlarda bir art niyet aramıyoruz. Ama açık olan şu
ki, konunun ehli olmayan insanlar çevirmenlik yapıyorlar. Konunun
ehli olmayan veya Marksizmi sözsel olarak anlamış olanlar, bu
konularda çalışma yapıyorlar. Bu durum, konuyu kavrayarak
çevirmenlik yapanlar, konuyu kavrayarak “sözlük” çalışması
yapanlar yetişene kadar devam edecektir.
Düşünün ki, bir siyasi örgüt,
programını oluştururken, Marks’ın söz konusu anlayışını M.
Kabagil’in çevirisinden özümlemiş olsun. Bu durumda tamamen
yanlış bir anlayışa sahip olacaktı.
O. Hançerlioğlu’nun
çalışmalarını yardımcı kitap-sözlük olarak kullanan bir
gencin, yetişen bir devrimcinin düşeceği halleri göz önüne
getirebiliyor musunuz? Doğru yerine yanlışı öğrenecek!
Kapital’i çevirmek büyük bir
iştir. Cüretli bir iştir. Ama şimdi gösterdiğimiz hatalı
çevirileri, neden olunan kavram kargaşasını ne yapacağız.
Engels’in eklediği dipnotu yanlış anlamanın sonucu, Marks’ın
bir dizi kavramının ve kategorisinin adeta alt-üst edilmesini
beraberinde getirmiştir. Örneğin bir emekçi, bir işçi
kavramları. Devrimde sınıfların konumunu şimdi nasıl, hangi
kavramlarla açıklayacağız? İşçinin emekçi, emekçinin
proleter yapıldığı bir dünyada şöyle mi demeliyiz:
“Ana gövdesini kent
yoksullarının ve yoksul köylülüğün oluşturduğu yarı
proletarya (yani O. Hançerlioğlu’na göre işçiler)
demokratik devrimde olduğu gibi sosyalizme kesintisiz geçişte de
işçi sınıfının (O.Hançerlioğlu’na göre emekçi
sınıfın) başlıca ve en güvenilir müttefiği ve dayanağıdır.
Veya da, kesintisiz geçiş sürecinde “emekçiler”, “işçileri”
tarafsızlaştırma ve olanaklı olduğu ölçüde kazanma politikası
güder” mi diyeceğiz! Tabi, emekçiyi proleter, işçiyi
emekçi yaparsan doğru tespitler, yukarıdaki gibi saçmalaşır.
“Evrensel” gazetesi ve
“Özgürlük Dünyası” belki de bu türden çevirilere ve de
çalışmalara dayanarak baş tarafa aktardığımız hatalara
düşmüştür. Belki, kim bilir? Ama yeni yetişenlerin aynı
hatalara düşmesini istemiyorum. Bu anlamda bilime saygılı
olunmalıdır.
O. Hançerlioğlu’nun
belirtilen çalışmaları temel alınmamalıdır. Ancak, çok
dikkatli olma koşuluyla kullanılmalıdır.
Marks’ı, Kapital’i
insanlara yanlış anlatmaya, onların kafasına yanlış kavramlar
sokmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. A. Bilgi‘nin de hakkı yoktur.
Kapital’in çevirisi de –en azından ele aldığımız kavramlar
bazında– dikkatli okunmalıdır.
Yazılış tarihi: 26 Temmuz –
9 Kasım 1996