deneme

1 Mart 1998 Pazar

“Asya Kaplanları”nı Sarsan Mali Kriz


Asya Kaplanları”nı Sarsan Mali Kriz

 

1- Mali Kriz mi, Fazla Üretim Krizi mi?

Önce, bağıra-çağıra geliyorum diyen Asya’daki mali krizin gelişme seyrini kronolojik olarak verelim:

Ocak 1997; “Honbo Steel” işletmesi iflas ediyor. Bu Güney Kore işletmesinin borcu 6 milyar dolardı.

Şubat; (Tayland) “Somprasong Land” işletmesi yurtdışı borcunu ödeyecek durumda olmadığını açıklar.

Mart; (Tayland) Tayland hükümeti, çürük çıkan 3,9 milyar dolar tutarındaki gayrimenkul kredisini üstlenme sözünü tutmaz. Güney Kore “Sammi Steel” şirketi batar.

Mayıs; (Tayland) para kurumu “Finance one” batar.

14-15 Mayıs; Tayland parası Baht’a karşı spekülasyon saldırısı başlar.

8 Haziran; (Tayland) Baht’ın değer kabına karşı direnen maliye bakanı istifa eder.

Temmuz; (Tayland) Baht, dolardan kopar.

14 Temmuz; (Malezya) Ringgit’in (Malezya para birimi) desteklenmesinden vazgeçilir.

24 Temmuz; (Malezya) Borsa değerleri, rekor derecede düşer. Başbakan Mahathir, spekülatörleri “cani” olarak tanımlamaya başlar.

28 Temmuz; (Tayland) IMF yardıma çağrılır.

11 Ağustos; (Tayland) IMF, Tayland ekonomisini “kurtarmak” için 17 milyar dolarlık bir kredi de anlaşır.

14 Ağustos; (Endonezya) Rupiah (Endonezya ulusal para birimi) dolardan kopar.

15 Ağustos; (Hong Kong) Hong Kong dolarına karşı spekülasyon saldırısı başlar.

Eylül; (Endonezya) Rupiah üzerindeki değer kaybı baskısı devam eder. Hükümet, yatırımları durdurur ve banka reformundan bahsetmeye başlar.

8 Ekim; (Endonezya) Hükümet, IMF’yi yardıma çağırır.

23 Ekim; (Hong Kong) Hong Kong borsası için kara gün. Hong-Seng Endeks’i %10,4 oranında düşer ve uluslararası hisse senedi pazarlarını etkisine alır.

28 Ekim; Uzakdoğu borsalarında hızlı düşüşler olur ve yatırımcılar panik satışlarına başlarlar.

Kasım; (Endonezya) Ekonomik darbe alan 16 banka kapatılır.

Kasım; (Japonya) Sanyo Securities (Japon değerli kâğıt kurumu) iflas eder. 1945’ten bu yana bu alandaki ilk iflas.

Kasım; (Tayland) Başbakan Chavalit istifa eder.

19 Kasım; (G. Kore) Maliye Bakanı istifa eder.

19 Kasım; (G.Kore) IMF’den 20 milyar dolarlık acil yardım istenir.

28 Kasım; (G. Kore) 10 seneden bu yana ilk defa hisse senetleri dibe vurur.

8 Aralık; (Tayland) 58 mali kurumdan 56’sı teslim bayrağını çekerler/ iflas ederler.

15 Aralık; (G. Kore) Para birimi Won’un Kambiyo rayici serbest bırakılır.

6 Ocak 1998; (Endonezya) Endonezya parası Rupiah ve bölgenin diğer paraları yeniden değer kaybederler. Gözlemcilere göre, Endonezya’nın yurtdışı borcu 200 milyar dolara çıkar.

8-9 Ocak; (Endonezya) Rupiah yeniden değer kaybeder. Halk, istifçiliğe yönelir.

Emperyalistler arası rekabet, emperyalist devletlerin hegemonya mücadelesi, tekelci sermayenin azami kar arayışı, ‘80’li yılların ortalarında Japon sermayesinin yoğun bir şekilde Güneydoğu Asya ülkelerine akmasına neden olmuştur. Ayrıca, 1985’te Yen’in dolar karşısında değer kazanması (Plazza Antlaşması) Japon tekellerini Japonya dışında ucuz üretim kompleksleri aramaya zorlamıştı. Bu iki nedenin sonucu olarak sadece 1986-1990 döneminde Japon tekelleri bölgeye doğrudan yatırım fonunda 15 milyar dolara varan sermaye ihracı yaptılar. Japonya’nın bu türden yatırımları 1990-’93 yıllarında her ne kadar azalsa da, bölgeye yabancı sermaye akımı devam etmiştir. Yabancı sermaye; bankalar, tekeller, spekülatörler, dünyanın başka hiçbir yerinde elde edemeyecekleri azami kar, yüksek faiz olanağını bu ülkelerde elde etmişlerdi. Bu ülkeler, daha fazla kredi almaları için teşvik edilmişler ve istenilen miktarlarda da kredi almışlardır. Özellikle işgücünün ucuzluğu ve totaliter rejimlerin varlığı, ucuz üretimin ve dolayısıyla da dünya pazarlarında rekabet gücünün göstergesi olduklarından, emperyalist devletler ve uluslararası tekeller bölgeye devasa boyutlarda yatırımlar yaptılar, ortaklıklar kurdular. Yabancı sermaye akışı, neredeyse hiç durmadı.

Üretim komplekslerinin ötesinde gayrimenkul alanında da azami kar olanakları büyüktü. Ve sermayenin bir kısmı bu alana kaydı. Güneydoğu Asya’nın bu ülkelerinde görülmemiş bir gayrimenkul spekülasyonu gelişti. Dünya çapında 150-200 kadar büyük yatırımcının kontrolünde olan 20 trilyon dolardan fazla bir miktar, jet hızıyla en verimli, azami kar alanlarına yönelmek için dolaştı/dolaşıyor. Bu miktarın bir kısmı Güneydoğu Asya ülkelerinde azami kar olanağı buldu.

Oldukça şımarık hareket eden bu ülkelerdeki işbirlikçi burjuvazi, gerçekten de hızlı olan gelişmenin sonucunu görmeye niyetli değillerdi. Alınan borçların büyük bir kısmı kısa vadeli borçtu. Belli bir dönem çark işledi. Eski borçlar yeni kredilerle ödendi. Ama bu böyle devam etmezdi, etmedi de. Doların değer kazanması bu ülkelerde ucuz üretime büyük darbe vurdu. Bölge ülkelerinin paraları dolara bağlıydı. Doların değer kazanmasıyla bu ülkelerdeki ucuz üretimi dünya pazarlarında % 20 oranında pahalandırdı ve ihracatta gerileme gündeme geldi. Aynı dönemde, baş tarafta verdiğimiz kronoloji (gelişme) etkisini doğrudan spekülasyon alanında da gösterdi. Dizginsiz gelişen gayrimenkul spekülasyonu, önce Taylan, Endonezya ve Filipinler’de mali krize neden oldu. Ve “Asya Kaplanları” bir kaç hafta içinde “süt dökmüş kedi”ye dönüştüler. Bölge ülkelerde ticari amaçlı gayrimenkul fiyatları görülmemiş boyutlarda düştü. 1997’nin üçüncü çeyreğinden bu yana ticari amaçlı gayrimenkul fiyatları Tayland’da % 30, Hong Kong’da % 25, G Kore’de % 20, Malezya’da % 20, Endonezya ve Filipinler’de % 15 oranlarında düştü.

Coğrafyamızda ve uluslararası basında bu ülkelerde söz konusu kriz üzerine çok şey yazıldı ve yazılıyor da. Dikkatimizi çeken nokta, çoğu kez ayrım yapmaksızın genel olarak krizden, ekonomik krizden ve mali krizden bahsedilmesidir. Gelişmeyi kronolojik olarak yukarıda aktarmamızın nedeni, nasıl bir krizle karşı karşıya olduğumuzu göstermek içindir. Bu ülkelerde söz konusu olan kriz, mali krizdir, (para-borsa-kredi-spekülasyon krizleri) olarak başlayan krizdir. Aynen kitaplarda yazılı olduğu gibi, teoride anlatıldığı gibi. Biraz açalım:

Mali Kriz: Paranın değer değişiminin (kaybının), borsa değerlerinin düşmesinin, değerli kâğıtlarda değer kaybının, kredi tıkanıklığının, devlet harcamalarının artmasının sonucu olarak para ve kredi sisteminin sarsılmasına mali kriz denir. Bu tanımlama içine, para, borsa, kredi ve spekülasyon krizleri girer.

Bu krizler veya bir bütün olarak mali kriz, fazla üretim krizleri gibi, sermayenin yeniden üretim sürecinde doğmazlar. Bundan dolayı mali krizler, fazla üretim (ekonomik) krizlerin nedeni olmadıkları gibi, onlarla eş anlamlı da olamazlar.

Mali kriz türü olarak spekülasyon: Spekülasyon, kapitalist üretim biçiminin yasallığının bir ifadesi değildir. Spekülasyon krizleri, esas itibariyle, 17. ve 18. yüzyılın iktisadi krizlerinin ifadesidir. Bu krizler, sermayenin yeniden üretim sürecinde doğmazlar. Borsada, ucuza alıp pahalıya satmaya ve subjektif beklentiye dayanan spekülasyon krizleri, günümüzde de görülmektedir. Ama 17. ve 18. yüzyıllarda olduğu gibi günümüzde bağımsız spekülasyon krizleri yoktur. Günümüzde spekülasyon krizleri ya fazla üretim krizlerinin patlak vermesinin bir momentidirler ya da fazla üretim krizlerinin refakatçısıdırlar (refakatçı krizlerdir).

Borsa krizi spekülasyon kriziyle eş anlamlıdır. Veya günümüzde spekülasyon krizine borsa krizi denir; içeriği ve spekülasyonun borsalarda yapılmasından dolayı. Dolayısıyla borsa krizi de sermayenin yeniden üretim sürecinden kaynaklanmaz. Ama fazla üretim krizleri üzerinde etkide bulunur.

Kapitalizmin tarihinde en büyük borsa krizi 29 Ekim 1929’da ABD’de patlak vermişti. Bu kriz üzerine “Internationale Pressekornespandenz”de şöyle yazılıyordu. “Tarihte görülmüş en büyük ... borsa krizi 29 Ekim’de patlak verdi; 16 milyon hisse senedi New York borsasında, ayrıca 6 milyon hisse senedi de yan borsalarda ... pazara sürüldü. Değer kaybı korkunçtu.

Büyük bankalar, Morgan önderliğinde, borsada satın alışla çöküşün devamını engellemek için birleştiler. Düşüşü durduramadılar ... yeni bir değer artışı da sağlandı. Ama kasımda değerler yeniden düşmeye başladı. Değer düşmesi, hisse senedinde ifadesini bulan fiktif (farazi -PD) sermaye miktarını 50-60 milyon dolar kadar azalttı” (Nr 12, 3 Şubat 1930, s. 270, Alm).

Bu krizden günümüze kadar, hem fazla üretim krizleri döneminde ve hem de bu krizlerden bağımsız (ayrı) olarak birçok mali kriz patlak vermiştir. Mali krizler kronikleşmiştir. Bu, kapitalizmin genel krizinin keskinleşmesinin açık bir ifadesidir. En son mali kriz, 1987’de dünya çapında bir kriz olarak patlak verdi. Ama dünya ekonomisi fazla üretim krizine girmedi. Bugün Güneydoğu Asya ülkelerinde patlak veren mali kriz, 1929’deki krizden sonra en ağır, en büyük kriz olmuştur (henüz bölgesel bir kriz olmasına rağmen). Bu krizin yol açtığı tahribat veya krizin yol açacağı gelişmeler henüz bütün çıplaklığıyla görülmüyor. Ama bugüne kadar yapmış olduğu tahribat, onun önemini göstermek için yeter.

Kredi-Para Krizi: (Burada söz konusu olan, genel anlamda para krizi, aşağıda açacağız.) Marks şöyle diyor; “Kredi olgusu, üretici güçlerin maddi gelişmesini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır ... yeni üretim biçiminin maddi temellerini ... belli bir yükseklik derecesine kadar oluşturmak, kapitalist üretim biçiminin tarihsel görevidir. Kredi, aynı zamanda bu çelişkinin zora dayanan patlak vermesidir, krizdir ...” (Kapital, C. 3, T. Eserler, C 25. s. 457, Alm)

Demek oluyor ki, olgunlaşma sürecinde olan ekonomik kriz, kredi ile geciktirilebilir. Kapitalistlerin hizmetine sunulan kredi ile üretimin belli bir müddet daha devam etmesi sağlanabilir. Ama bu durumda kredi, zaten keskinleşmiş olan veya keskinleşen çelişkileri daha da keskinleştirir. Bu da ekonomik krizin patlak vermesinden, daha şiddetli olmasından başka bir anlam taşımaz.

Yeniden üretim süreci ... gelişmenin en yüksek noktasına ulaştığında ticari kredi çok büyük bir genişlemeye ulaşır, bu, gerçekten de gene, kolay geriye akışlar ve genişlemiş üretim için “sağlam” bir temel oluşturur. Bu durumda, faiz oranı, asgarinin üzerine yükselse de yine düşüktür. Bu, aslında, düşük bir faiz oranı ve dolayısıyla borç verilebilir sermayede nispi bir bolluğun, sanayi sermayesinde gerçek bir genişleme ile aynı zamana rastladığının söylenebileceği yegâne zamandır. Geriye ödemelerin düzenli ve rahat akışı, geniş ticari kredi ile birlikte, talep artmış olmakla birlikte, borç sermayesinin arzını sağlar ve faiz oranının yükselmesini engeller. Diğer taraftan herhangi bir yedek sermayeleri olmaksızın, ya da hiç sermayeleri bulunmaksızın çalışan ve tamamen para-krediye dayanarak iş gören açıkgözlerin sayıları, ilk kez kabarmış görünür. Şimdi buna bir de, her türden sabit sermayede bir genişleme ve büyük ve geniş ölçekli yeni girişimlerin açılmaları eklenir. Faiz artık normal düzeyine yükselir. Yeni bir kriz patlak verdiğinde de tekrar en yüksek düzeyine ulaşır; kredi birdenbire kesilir, ödemeler durur, yeniden üretim süreci felç olur ve ... aşırı derecede bol bir atıl sanayi sermayesi neredeyse mutlak bir borç sermaye yokluğu ile yan yana görülür.” (Marks a.g.k. s. 505, Alm.)

Güneydoğu Asya ülkelerinde gelişme aynen böyle oldu. Bu ülkelerde yabancı yatırımlar için koşullar uygundu. Ama bununla yetinilmedi. Daha çok yabancı yatırımcı çekmek için koşullar, yabancı sermaye açısından daha da uygun/çekici yapıldı. Sonucu belli. Bölge, yabancı sermaye akımına uğradı. Bu durumu Bangkok Bankası Başkan Yardımcısı “yabancılar kredi almamız için ellerinden geleni yaptılar” diye açıklıyor. Hemen hemen her yeni işletme, kredi ile kuruluyordu. Kredi bulmaktan ve almaktan kolay bir şey yoktu. Öyle ki, G. Kore’de krediler işletmelerin durumuna göre değil, ödenen rüşvete göre veriliyordu. Kredi işleri çoğu kez golf oynarken hallediliyordu. Sonuç; bu devletler hızla borçlandılar ve borçlar çığ gibi büyüdü. Bu borçların içinde kısa vadeli kredilerin payı büyüktü. Tayland’ın kısa vadeli borçları 1995’te 83 milyar dolara çıkmıştı. G. Kore, Japonya’yı örnek alırken, Filipinler Tayland’ı örnek almıştı. Filipinler de net portföy yatırımları (değerli kâğıtlara yapılan yatırımlar) sadece 1993-1997 arasında 19,4 milyar dolara çıkmıştı. Yabancı sermayenin önemli bir kısmı, başlangıçta özellikle Tayland ve Filipinler’de, sonra da diğer ülkelerde konut yapımına, ticari amaçlı binaların yapımına, bir bütün olarak gayrimenkul alanına yatırılmıştı. Spekülasyon, ufuksuz gelişiyordu, pazar doymuştu ve çöküş başladı, yabancı sermaye kaçtı.

Fazla Üretim Krizi (Ekonomik Kriz): Fazla üretim krizi, tam anlamıyla kapitalist üretim biçimine özgü olan, onun makinalı büyük üretim aşamasından bu yana, devrevi olarak patlak veren krizdir. Fazla üretim krizi ifadesini, üretilmiş olan metaların pazar bulamamasında, tüketilebileceğinden, geniş yığınların satın alabileceklerinden daha çok metanın üretilmiş olmasında ifadesini bulur. Kapitalizm koşullarında geniş emekçi yığınların alım gücü sınırlıdır. Alıcı bulamayan meta, kapitalist tarafından stoklanır. Stoklar erimez ve kapitalist üretimin hacmini daraltır. Yani işçiler sokağa atılırlar. İşletmeler, fabrikalar kapanır. Sürüm olanaklarının daralması ticareti sarsar. Kredi ilişkileri bozulur. Kapitalistler, nakit para sıkıntısı çekmeye başlar. Çünkü vadesi gelmiş ödemeleri yapacak durumları kalmamıştır. Borsa da sarsılır, hisse senedi değerleri düşer. Sanayi, ticaret ve banka sektörlerinde iflaslar birbiri ardına gelir. Marks’ın tanımladığı gibi “krizler, mevcut çelişkilerin ... o anki zora dayanan çözümleridir, (krizler) bozulmuş dengeyi o an için yeniden kurmaya (yarayan) zora dayalı patlamalardır.” (C. 25, S. 259. Alm.)

Ekonomik krizler devrevidir, belli aralıklarla patlak verirler. (Ekonomik krizlerin neden dereceli olduklarını konumuzla doğrudan ilgisi olmadığından ve yazımızın kapsamını da genişleteceğinden burada açmıyoruz). Kapitalizmde ekonomik krizlerin sadece, bizzat kendileri değil, devrevi oluşları da nesnel bir yasallıktır. Yani kapitalizmde sürekli ekonomik kriz yoktur ve kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu her ülkede (makinalı üretim aşamasından itibaren) bu krizler patlak verirler.

Bizi burada ilgilendiren nokta şu; krizin, sermayenin dolaşımının hangi aşamasında patlak verdiğidir. Sermayenin dolaşımı üç aşamadan oluşur ve sermaye bu aşamaların her birinde ayrı tanım alır. Sermaye hareketinin ilk aşaması, para sermayenin üretken sermayeye dönüştüğü aşamadır. Para sermayenin üretim için harcanması (işgücü, hammadde vs.). Sermaye hareketinin ikinci aşaması, üretken sermayenin meta sermayeye dönüşmesidir. Yani üretim süreci sonucunda, daha önce satın alınmış olan işgücü, hammadde vs. harcaması sonucunda metanın üretilmiş olmasıdır. Sermaye hareketinin üçüncü aşaması, meta sermayenin para sermayeye dönüşmesidir. Yani metaların satılarak para sermayeye dönüşmesidir.

Fazla üretim krizi bu aşamalardan ikincisinde; üretim sürecinde oluşur, ama genel olarak üçüncü aşamada açığa çıkar. Üretim bu aşamada durur. Üretim durunca üretim araçları, işgücü işlevsiz kalır. Bu aşamadaki bir tıkanıklık, diğer aşamaları olumsuz etkiler. Birinci aşamadaki tıkanıklık para sermayenin işlevsiz kalmasına, üçüncü aşamadaki tıkanıklık da metaların satılmamasına neden olur.

Güneydoğu Asya ülkeleriyle ilgili olarak baş tarafta verdiğimiz gelişmenin kronolojisinde, sermaye hareketinin ikinci aşamasında, üretim sürecinde tıkanmadığını görüyoruz. Orada üretimin tıkanması değil, para-kredi-borsa alanlarındaki spekülasyonun nasıl geliştiği söz konusudur. Bu ülkelerde önce, üretimin tıkanması, metaların stoklanması, yani satılmaması, fabrikaların/işletmelerin kapanması, işçilerin sokağa atılması söz konusu değil. Bu ülkelerde üretimin tıkanmasından dolayı para-kredi ilişkileri bozulmuyor, borsalar alt-üst olmuyor. Tam tersi oluyor. Spekülasyon, para-kredi, bir bütün olarak mali kriz, üretim sürecinde etkide bulunuyor.

O halde; Güneydoğu Asya ülkelerinde öncelikle patlak veren, fazla üretim krizi değildir, mali krizdir ve bu mali kriz, üretim sürecini etkileyecek derecede ağırdır. Belirtmiştik; dolar değer kazandığı için bu ülkelerde ucuz üretim olanağı daralıyor, üretim % 20 pahalıya mal oluyor ve bu da ihracatı olumsuz etkiliyor. Yani sermaye hareketinin üçüncü aşamasında tıkanma söz konusu oluyor. Bu aşamada kredi-para, borç-ödeme, bir bütün olarak ticari işlemler, söz konusu sermaye meta sermaye formundan para sermaye formuna dönüşemeyince, kapitalist sıkıntıya giriyor. Söz konusu ülkelerde gelişmenin bir ayağı bu süreç (ihracatın yavaşlaması). Gelişmenin diğer ve öne çıkan, gelişmenin karakterini belirleyen ise spekülasyon. Bunun ise, ekonomiyle, buradaki anlamıyla ekonomik krizle doğrudan ilgisi yok, üretim süreci, sermayenin dolaşım süreci dışındaki bir gelişme ve bu gelişme, sermaye hareketini, bu hareketin de üretim aşamasını (ikinci aşama) etkileyecek derecede güçlü.

Yukarıda açacağız dediğimiz noktaya, para krizine dönelim: Aslında marksist teori iki tür para krizinden bahseder. Bunlardan birincisi, fazla üretim krizlerinin refakatçısı olarak gelişen krizlerdir. Yukarıdaki tanımlamamızda ifadesini bulan para krizi. Bunun ötesinde, salt tek başına para krizi olarak, mali mekanizmayı etkileyen para krizler vardır. Bu türden para krizleri kredi ve banka sistemiyle bağlam içinde doğar ve gelişirler. Öyle ki bu türden para krizleri, bağımsız para krizleri olarak patlak verebilirler. Marks; “Her genel üretim ve ticaret krizinin özel bir aşaması olarak ... belirtilen para krizi, gene para krizi adı verilen, krizin özel cinsinden ayrıdır. Bu kriz, bağımsız (kendi başına -PD) açığa çıkabilir ve ticaret ve sanayi üzerinde ancak dolaylı (sonradan -PD) bir etkide bulunur. Bu krizlerin hareket merkezi para sermaye olduğu için, bu krizlerin doğrudan hareket alanı da bankalar, borsalar ve mali çevrelerdir.” (Kapital C. I, M-E Eserleri, C. 23, s.152).

Bu krizler, büyük spekülasyonların, banka ve borsa sarsıntılarının bir sonucu olarak doğarlar ve kredi, banka, değerli kâğıt ve hisse senedi gibi kavramlar üzerinde güven kaybı etkisinde bulunurlar.

Çok belirgin olmasa da Güneydoğu Asya ülkelerinde doğrudan spekülasyon, doğrudan para hareketi alanındaki kriz, Marks’ın bahsettiği bu türden para krizi kapsamında da görülmelidir. Her halükarda bu krizin de fazla üretim kriziyle, üretimle doğrudan ilgisi yoktur.

Demek oluyor ki, bu ülkelerde başlangıçta patlak veren, bütün bu para-kredi-borçlanma krizleri yumağından oluşan mali krizdir.

Toparlayalım:

Fazla üretim krizinin nihai nedeni;

Marks;
Bütün toplumun sadece sanayi kapitalistlerine ücretli işçilerden oluştuğunu kabul edelim. Diğer taraftan, toplam sermayenin büyük bir kısmının, ortalama oranlarda kendilerini yerine koymaktan alıkoyan ve özellikle kredi ile gelişmiş bulunan tüm yeniden üretim sürecinin genel iç bağıntıları nedeniyle, her zaman geçici nitelikte genel bir duraklamaya neden olan fiyat dalgalanmalarını da bir kenara bırakalım. Keza, kredi sisteminin uygun bir ortam sağladığı sahte (görünüşte -PD) ticari ilişkileri ve spekülasyonları da bir kenara bırakalım. Bu durumda bir kriz, ancak, ekonominin çeşitli kollarındaki üretimde görülen orantısızlığın ve kapitalistlerin tüketimi ile birikimleri arasındaki orantısızlığın bir sonucu olarak açıklanabilir. Ama görüldüğü gibi, üretime yatırılmış olan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor. Oysa işçilerin tüketim gücü, kısmen ücretler yasası ile, kısmen de bunların kapitalist sınıf tarafından karlı bir biçimde kullanılmaları olgusuyla sınırlıdır. Bütün gerçek krizlerin nihai nedeni daima, kapitalist üretimin üretici güçleri, sanki yalnızca toplumun mutlak tüketim gücü, bu güçlerin sınırını teşkil ediyormuşçasına geliştirme dürtüsünün aksine kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Kapital C 3, M-E Eserler, C 25, s 500-501 Alm.)

Güneydoğu Asya ülkelerinde söz konusu olan kriz, böyle, Marks’ın anlattığı bir gelişmenin sonucu olarak patlak vermemiştir. Kriz, krizin kaynağını teşkil eden sermayenin üretim sürecinde (sermaye hareketinin ikinci aşaması) oluşup, meta sermaye aşamasında (üçüncü aşama) kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimi nedeniyle açığa çıkmamıştır. Tam tersine mali alanda; para-kredi-banka ve ayrıca belirtirsek spekülasyonla patlak vermiştir ve etkisini üretimde de göstermeye başlamıştır.

2- Bu Krizin Önemi ve Gelişme Yönü

Bu kriz, henüz, dünya çapında bir mali kriz değil. Ama her an dünya çapında bir krize dönüşebilir. Bu kriz, dünya çapında mali krizin ve de fazla üretim krizinin patlak vermesine neden olabilecek çaptadır. Bunun içindir ki, gelişmenin yönünü gören emperyalist devletler, IMF gibi emperyalist mali kurumlar derhal harekete geçerek, krizin gelişme hızını frenlemek ve de durdurmak için tedbirler almışlardır. Örneğin IMF, tarihinin en kapsamlı kredisini (57 milyar dolar) G. Kore’ye vermiştir. IMF’nin Endonezya’ya verdiği kredi miktarı ise, 43 milyar dolar. Diğer ülkeler de, IMF’nin koşullarını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bazı veriler, dengenin ne denli hassas olduğunu gösteriyorlar. Örneğin, sadece Tayland’da 1100 Japon firması faaliyet gösteriyor. Japon bankalarındaki çürük kredi miktarının en azından 800 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Alman sermaye kurumlarının bölgedeki sermaye miktarı 100 milyar markın üstünde. Krizin, Çin’i nasıl etkileyeceği henüz kestirilemiyor. Ama daha şimdiden, yurtdışındaki 57 milyon Çinli, Çin’e yaptıkları yatırımları azaltmışlardır. Çin’in 1997’de dış ticaretten elde ettiği miktar 40 milyar dolardı. Çin, ihracatının % 70’ini bölge ülkeleriyle yapıyor. Bölge ülkelerinde ulusal paraların değeri düştü. Yani bu ülkeler Çin’dekinden daha ucuza üretme olanağına sahipler. Bu durum Çin’in rekabet gücünü kırmaktadır. Ve dolayısıyla ihracatının gelişmesini olumsuz etkileyecektir. Soru şu, böyle bir gelişmeye Çin’in ekonomisi ne kadar dayanabilir? Krizin Çin’de de patlak vermesi dünya çapında mali ve fazla üretim krizine doğru gelişmeyi hızlandıracaktır.

Amerikan devlet istikrazlarının yaklaşık 350 milyar dolarlık bir kısmı Japonların elinde. Japon bankalarının paniğe kapılarak bu miktarın sadece bir kısmını çekerlerse bu, mali krizin ABD’de de, dolayısıyla bütün dünyada da patlak vermesi anlamına gelecektir.

Bölgedeki yabancı sermaye miktarının ne kadar olduğu bilinmiyor. Aynı zamanda kıyıma uğrayan, yok edilen sermaye miktarı da tam olarak bilinmiyor. Bölgeye yapılan sermaye ihracı yoğunluğunu göstermek için bir örnekle yetinelim; ‘80’li yıllarda Güneydoğu Asya devletlerine yapılan yıllık yurtdışı yatırımlarının miktarı ortalama olarak 4,7 milyar dolardı. Bu miktar sadece 1996 yılında 57 milyar dolar çıktı. Ayrıca 23 milyar dolar da Çin’e yatırıldı. Toplam; 80 milyar dolar. Demek oluyor ki, uluslararası tekellerin, mali kurumların bölgeye yaptıkları yatırımlar oldukça büyük. Ve bu sermaye, şimdi bölgeyi terk ediyor, kaçıyor. Bu kaçış, bunun ötesinde spekülasyonun ifadesi olan panik, başta Japonya olmak üzere, ABD ekonomisini ve dolayısıyla da dünya ekonomisini öncelikle mali krize sokacaktır.

Sorun sadece, dünya çapında mali kriz olasılığıyla sunmak değildir. Mali kriz, fazla üretim krizinin gelişme sürecini hızlandırıyor. Bölge ülkelerinin dünya ekonomisindeki konumları küçümsenemez. Bu ülkelerin dünya ticaretindeki paylaşımı 1950’de % 17’den 1997’de % 40’a çıkmıştır. Bu, dünya ekonomisini doğrudan etkileyen bir paydır. Dünyanın üçüncü büyük ihracatçısı olan Japonya, ihracatının (1997 ortalaması olarak kaynak OECD) % 42.2’sini doğu Asya ülkelerine yapıyor. Bu miktar içinde “Asya Kaplanları”nın payı % 36.5 ve Çin’in payı da % 5.7. Japonya’nın ithalatında doğu Asya’nın payı %35.6. Bu miktar (veya oran) içinde “Asya Kaplanları”nın payı % 24.3 ve Çin’in payı % 11.3.

ABD’nin ihracatında bölgenin toplam payı % 27.7. Bu oran içinde “Asya Kaplanlarının payı %16.2, Japonya’nınki de %10 civarında. Bölgenin ABD ithalatındaki payı % 37.6. Bunun içinde “Asya kaplanlarının payı %16.5. Japonya’nın payı yaklaşık %15 civarında. Geriye kalan da Çin’in payı.

Sadece bu veriler şunu gösteriyor; dış ticaret bazında Japon ekonomisi “Asya Kaplanları” ekonomisine bağımlı. Bu ülkelerin Japon sermayesine bağımlı olmaları; Japon emperyalizminin hegemonyası altında olmaları sorunun özünde hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu ülkelerde ithalatın yavaşlaması veya durması Japonya’nın toplam ihracatının % 42.2’sinin yavaşlaması veya durması anlamına gelir. Bu ülkelerde ihracatın yavaşlaması Japonya ithalatının % 35.6’sının tehlikeye girmesi anlamına gelir. Ne de olsa bu ülkelerde Japon sanayiinde kullanılan birçok parça, yarı mamul mal üretilmektedir. Görüyoruz ki, karşılıklı bağımlılık büyük/sıkı. Bu ABD-Japonya+ “Asya Kaplanları” için de geçerli.

Mali krizin, Japonya ve ABD’ye doğru boyutlanması bu emperyalist devletlerin ekonomilerini doğrudan etkileyecektir. Gelişmenin bu yönünü gören emperyalist devletler ve mali kurumlar, Güneydoğu Asya’da patlak veren bu mali krizi lokalleştirmeye, bölgesel sınırlamaya çalışıyorlar. Bunu yapabilirler. Bol miktarda sermaye pompalayarak krizin bölgesel tutulması ve süreç içinde aşılması mümkündür. (1987 dünya mali krizi, fazla üretim krizi patlak vermeksizin aşılmıştı). Nitekim, borsalardaki canlanma bu olasılığa, krizin bölgesel kalmasını sağlayarak aşılmasına bir işarettir. Örneğin Tayland borsasının % 10 değer kazanması diğer ülkelerin borsalarını olumlu etkiliyor ve Tokyo Borsası’nda Nikkei Endeksi 215.59 puan artarak 16.262.04 puana; Hong Kong Borsası’nda Hong-Seng Endeksi 500.38 puan artarak 9. 400.42 puana çıkıyor. G. Kore endeksi % 6.6, Malezya borsası % 9, Endonezya borsası % 6,1, Filipinler borsası % 5,7 ve Singapur borsası da % 6.6 oranlarında artıyor. (Bkz. 20 Ocak 1998 tarihli Hürriyet)

Emperyalist devletlerin bütün korkuları, bu mali krizin uluslararasılaşmasıdır. Her ne kadar, dünya ekonomisinin gelişme seyri fazla üretim krizinin ipuçlarını vermiyorsa da, uluslararasılaşan bir mali krizin, salt mali kriz olarak kalması olasılığı zayıftır. Dünya ekonomisinde, özellikle de emperyalist devletlerin ekonomilerin de “ahım-şahım” bir büyüme yok. Üretim, inişli-çıkışlı bir durgunluk çizgisinde gelişiyor. Yani küçük oranlarda, istikrarsız, etkilenmeye oldukça açık. Böyle bir ekonomik büyüme, tabi ki, uluslararasılaşmış bir mali krizden doğrudan etkilenecektir. Böyle bir etkilenmeye en açık emperyalist devletler, Başta Japonya olmak üzere Almanya’dır. Ve Japonya’da patlak verecek bir fazla üretim krizinin sadece Japonya ve pasifik bölgesi ülkeleriyle sınırlı kalacağını sanmak, her halde saflık olur.

Hiç belli olmaz. 1970’lerden bu yana emperyalist devletlerde tekelci devlet kapitalizmi, tekellerin lehine aldığı tedbirlerle, kapitalist ekonominin bir kısım nesnel yasalarını çarpıtabilmişlerdir/modifize edebilmişlerdir (olumsuz etkileme). Ama bu süreç, hiçbir tedbirin, ekonominin nesnel yasalarını ortadan kaldıramayacağını da göstermiştir. Emperyalist devletlerde tekelci burjuvazi alacağı tedbirlerle -Asya’dakikrizin uluslararasılaşması koşullarında-bir fazla üretim krizinin patlak vermesini zamansal olarak, belli bir dönem/ süre geciktirebilir. Ama böyle bir krizin patlak vermesini asla engelleyemez…

Asya’daki mali krizin uluslararasılaştığını, bunun bir fazla üretim krizinin patlak vermesini hızlandırdığını ve böyle bir krizin patlak verdiğini düşünelim. Böyle bir kriz, belki 1929-’33 krizi kadar ağır olmayabilir. Ama 1974-’75, 1980-’83, 1990/91-’94 ekonomik krizi erini her halükarda gölgede bırakır. Bunun maddi koşulları var. ABD, Japonya ve AET’te bu üç rekabet merkezlerinde konjonktürel gelişme, düşük seviyede birbirlerine yaklaşıyor. Gelişmenin bu yönü, bu rekabet merkezlerinin eş zamanlı ve yaklaşık eş ağırlıkta bir ekonomik krize girmeleri olasılığını güçlü kılıyor. Bu durum, olası krizin, oldukça şiddetli olacağının açık ifadesidir. Son dönemin krizlerinde, örneğin ‘90’lı yılların ilk yarısındaki krizde böyle bir durum söz konusu değildir. Örneğin bu kriz döneminde ABD, krizden çıktığında, Japonya ve sonra da Almanya krize girmişlerdi. Yani bu ekonomik kriz, emperyalist devletlerde eş zamanlı patlak vermemiştir. Tabii bu ekonomik krizin şiddetini azaltan belirleyici bir faktördür. (Ayrıca, son dönemlerde ekonomik krizlerin bütün emperyalist devletlerde eş zamanlı patlak vermemesi, veya ülkelerden birisinde krizin hiç patlak vermemesi, tekelci devlet kapitalizminin aldığı tedbirlerin bir sonucudur).

Sonuç itibariyle:

Asya’daki söz konusu mali kriz, henüz bölgesel mali kriz özelliği taşıyor. (Ama üretim sürecini de sarsmaya başlamıştır.) Emperyalist devletler ve mali kuruluşlar bu krizin bölgesel kalması, uluslararasılaşmaması için yoğun çaba harcıyorlar.

Bu krizin, uluslararasılaşması koşullarında, yeni bir fazla üretim krizinin patlak verme sürecini hızlandıracağı açıktır.

3-Emperyalist çağda bağımlı ülkeler açısından eşit olmayan gelişme 
   yasası ve emperyalizmin pompaladığı “Asya Modeli” kalkınma

Lenin bir kaç makalesinde “kapitalizmde eşit olmayan siyasi ve ekonomik gelişme”yi ele almıştı. Bu yasa, kapitalizmin nesnel bir yasasıdır. Kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde geçerlidir. Ne Marks ve ne de Lenin, bu yasanın sadece belli ülkeler için; emperyalist devletler için geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Onların bu yasayı gelişmiş ülkelerle sınırlayan hiçbir anlayışları yoktur. Ne var ki, Lenin’in emperyalizm teorisini yanlış anlayanlar, bu yasanın evrensel olmadığı sonucuna varmışlardır. Emperyalist çağda dünya ekonomisinin oluşması, her bir ülkenin -bu ekonomiyi bir zincir olarak görürsek- bu zincirin birer halkasını oluşturmaları, emperyalist devletlerin dünyayı kendi aralarında paylaşmaları, paylaşılmışlığın koşulları, güçler dengesi değişince yeniden paylaşmak için savaşmaları, geri ülkelerin emperyalizme bağımlı olmaları sonuç itibariyle emperyalizmin o zaman için sömürge, bugün için yeni sömürge, bağımlı ülkelerde kapitalizmi geliştirmeyeceği yanlış anlayışının doğmasına neden olmuştur. Marksist-Leninist politik ekonomide böyle bir anlayış yoktur. Ama bu “deli saçması”, leninist emperyalizm analizini anlamayanlar, kapitalizmin yasalarının nesnel olduğunu veya yasanın nesnelliğinin ne anlama geldiğini kavramayanlar tarafından, emperyalist çağda -herhalde serbest rekabet ortadan kalktığı için olsa gerek!- emperyalist devletler, bağımlı sömürge, yeni sömürge ülkelerde kapitalizmi geliştirmezler şeklinde yorumlanıyor. Hiçbir Marksist-leninist klasikte, eserde böyle bir anlayış yoktur. Marks, “İngiltere Hindistan’ı talan ederken talanın gereğinden dolayı bu ülkede kapitalist ilişkilerin gelişmesini sağlamıştır” der. Onun amacı talandı, yoksa Hindistan’da kapitalizmin gelişmesini sağlamak değildi. Yani burada nesnel bir durum var, öznellik, tercih yok. Emperyalist devletin amacı da talandır. Daha iyi, daha kapsamlı talan, bağımlılığın kapsamlaştırılması ve derinleştirilmesi için emperyalist devlet, bağımlı ülkelerde kapitalist ilişkileri geliştirmek zorundadır. Burada da nesnellik esastır, tercih değil. Belirttiğimiz “deli saçması”na, leninist emperyalizm teorisinin bir gereği olarak inananlar, nesnelliği ortadan kaldırarak, emperyalizmin tercih politikası güttüğünü savunmuş olduklarının farkında değiller.

Burada anlaşılması gereken şudur: emperyalizm hiçbir ülkede kapitalizmin gelişmesini engellemez. Tersine, sömürü ve talanın gereğinden dolayı kapitalizmi geliştirmek zorunda kalır. Ama emperyalizm, bir ülkede, somutta da bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde kapitalizmin bağımsız, ülke koşullarına tekabül eden, ülkenin potansiyeline dayanan “sağlıklı” bir gelişmesini kesinkes engeller. Genel olarak gelişmeyi engellemek ve bağımsız gelişmeyi engellemek bir ve aynı değildir. Genel olarak kapitalist ilişkilerin gelişmesi nesneldir, ama gelişmenin bağımlı-bağımsız olacağı pekala özneldir, bir politik sorundur. Aradaki bu farkı kavramayan, Marks’ı (özellikle Kapital’i), Lenin’i (Özellikle Emperyalizm yapıtını), bir bütün olarak Marksist-leninist politik ekonomiyi kavramıyor demektir.

1945’e kadar Japonya’nın sömürgesi olduğu için tarih kitaplarında bağımsız ülke olarak görülmeyen Kore’nin -somutta da Güney Kore’nin 1997’de dünyanın en büyük 11. ülkesi konumuna gelmiş olduğunu nasıl açıklayacağız? Denecek ki, ABD ve çok sonraları da Japonya, bu ülkeye yoğun sermaye ihraç ettiler vs. İyi ya! Talan ve sömürünün gereğini yerine getirmişler. Ama G. Kore’nin, bağımsız gelişmesi değil, ama gelişmesini engellememişler, kendi çıkarlarına tekabül eden bir yapılaşma sağlamışlar. Bunun adı bir dönemler, emperyalist ideologların, sermaye kurumlarının bolca pompaladıkları “Kore modeli”dir. Böyle bir model yok. Şayet emperyalizmin bağımlılığı artırmak için ortaya attığı her talan planını, IMF ve Dünya Bankası’nın her bir borçlanma ve sonra da boğma planını model olarak görecek olursak, modelden geçe- meyiz. Bu “model”in ne olduğunu açarsak, konu dışına çıkarız. Ama açık olan şu; G. Kore ekonomisi, özellikle Japon emperyalizminin hem yedek parçası olarak ve hem de yedek parçacısı olmaktan sıyrılarak dünyanın en güçlü 11. ekonomisi olmuştur. Peki rekabetsiz mi olmuştur? Dünya pazarlarında G. Kore’yi gören emperyalist devletler korkudan kaçmışlar mı? Neden bu ülke engellenmemiş? Soruları uzatılabilir. Ama bu gelişme “deli saçması” dediğimiz anlayışla açıklanamaz. G. Kore (ve daha birçok ülke) dünya pazarlarında emperyalist devletlerle bazı alanlarda/ sektörlerde rekabet edecek duruma gelmişlerdir. Tabii, her rekabet eden ülkeyi veya dünya pazarlarında emperyalist devletler ve rekabet edecek duruma gelen her ülkeyi yeni bir emperyalist güç olarak görmek de ayrı bir “deli saçması”dır. “Kore modeli”nde esas olan, diğer şeylerin yanı sıra, yoğun sermaye ithalidir. Azami kar olanağı büyük olduğundan, sermayenin kendini değerlendirme koşulları çok uygun olduğundan dolayı bu ülkeye yabancı sermaye ihracı çok büyük boyutlarda olmuştur. G. Kore ekonomisinin son 20 yıllık olağanüstü hızlı gelişmesinde yabancı sermaye belirleyici olmuştur. Bütün “Asya Kaplanları”nda aynı durum söz konusudur.

Özellikle ‘70’li yıllarda gerçekleştirilen baş döndürücü sanayileşme, yerden mantar bitercesine kurulan tersaneler, otomobil fabrikaları, elektroteknik sektöründeki en modern işletmeler, baskı, terör, oldukça ucuz ve örgütsüz işgücü. Sonuç ortada; G. Kore dünyanın en güçlü 11. ekonomisine sahip olmuştur. Ama ekonomik olarak daha ziyade Japon emperyalizmine ve askeri ve siyasi olarak da Amerikan emperyalizmine bağımlı olmaktan kurtulamamıştır. Bu nasıl olur sorusu, emperyalizm gerçeğini kavramayanların bir sorusu olabilir.

Şimdi başta G. Kore olmak üzere “Asya Kaplanları”nda emperyalist talan, mali krizin doğrudan bir sonucu olarak kapsamlı bir şekilde devam ediyor. Uluslararası tekeller, özellikle de ABD tekelleri iflas eden, değer kaybeden işletmeleri tekelleri neredeyse bedava denecek bir fiyatla satın alıyorlar. IMF, kredi verdi, ama koşullarını da dayattı. Yabancı malların ithali önündeki engeller kalkıyor. Yabancıların, yerli işletmelerin, tekellerin hissedar sermayesinin ancak % 25’ine sahip olma limiti kalktı. G. Kore’de yabancı sermaye, IMF vasıtasıyla bu engeli de aştı ve talan boyutlandı. Ford, KİA motoru; Missang, Samsung’u satın alı yor; General Motors, Ford, Bosch, Mannesmann-Sacks Manda’yı (otomobil üretimi) yutmak için rekabet ediyorlar. Procter ve Gamble, Songyong paper’i yuttu. Shell, büyük bir rafineriyi kapmak için pazarlık yapıyor. Citibank, G. Kore ve Tayland’da bankaları satın almak için kolları sıvadı.

Tekeller, ayrıca onların sözcüsü olarak IMF, bölge ülkelerinin gerçek anlamıyla talan için veya yabancı sermayenin önünde en ufak bir engelin dahi kalmaması için kolları sıvamış durumdalar. IMF dayatıyor ve “Asya Kaplanları” kabul ediyor ve kabul etmek zorunda kalıyor.

“Kore modeli”nin sonuçları böyle çelişkili: Sanayileşme, dünyanın 11. güçlü ekonomisi ve aynı zamanda emperyalizme bağımlı olma. Demek oluyor ki, günümüzde emperyalist devletlerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişki, bu yüzyılın başındaki ilişkilerden daha değişik. Tarihsel süreç için bağımlı, sömürge, yeni sömürge ülkeler, nesnel koşullar var olunca pekala hızlı bir şekilde gelişebiliyorlar. Öyle ki, efendileri olan emperyalist devletlerle birçok alanda/sektörde rekabet edecek derecede gelişebiliyorlar.

Eşit olmayan gelişme yasasına işlerlik kazandıran, sermayenin menşeine göre ayrım değil, genel olarak sermayedir. Yabancı sermaye kapitalizmi geliştirmez, yerli sermaye geliştirir, anlayışı (söylenmese de) yukarıda belirttiğimiz “deli saçması”nın bir ifadesidir. Burada söz konusu olan, bağımlı ülkeler ve yabancı sermaye de, çoğu kez yerli sermaye ile ortaklık içinde. Ortaklık içinde veya kendi başına, yerli ve yabancı, biçimi ve menşei ne olursa olsun sermaye, azami kar gördüğü her yere gider ve o, büyük boyutlarda faal olursa, eşit olmayan gelişmeyi hızlandırır. Aynen, başta G. Kore olmak üzere, söz konusu bu bölge ülkelerde olduğu gibi. Karın ne olduğu, kimin kimi talan ettiği, eşit olmayan gelişme yasası açısından talidir.

Sonuç itibariyle; mali kriz nedeniyle gündemleşen bu ülkeler, yoğun yabancı sermayeye dayanarak hızlı gelişmiş, ama emperyalizme bağımlı olmaktan da kurtulamamış ülkelerdir. Bu ülkeler, aynı zamanda kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasasının nesnel ve evrensel oluşunu sergileyen birer örnektirler.

Proleter Doğrultu, Sayı 15, Mart-Nisan 1998.