ORTADOĞU VE EMPERYALİST DEVLETLER ARASI REKABET
Revizyonist
blokun dağılmasından sonra (1989/’90) dünyanın, revizyonist
blok-kapitalist blok olarak ikiye bölünmüşlük durumu ortadan
kalkmış ve bütünselliği sağlanmış oldu. Bloklaşma olgusunun
ortadan kalkması, bu bloklaşmaya neden olan başlıca çelişkileri,
örgütlenmeleri vb. de ortadan kaldırıyordu. Bu, aynı zamanda
dünyanın iki merkezli olmaktan çıkarak, daha çok merkezli
olmasının önünü açıyordu. İki süper güç (ABD-SSCB), iki
blok (revizyonist/Sovyet emperyalist-kapitalist) olgusu, uluslararası
planda bir dizi gelişmenin, yeni oluşumların önünü tıkayan
adeta bir cendere rolünü
oynuyordu. Ulusal ve enternasyonal alanda politika, ekonomi,
militarist yöneliş, iki süper gücün çıkarlarına göre
şekilleniyordu. Bu anlamda dünya iki kutupluydu, iki blokluydu.
Revizyonist blokun çökmesiyle dünya, her ne kadar iki kutuplu veya
çok kutuplu olmaktan çıktıysa da, çok merkezli olma sürecine
girmişti. Şüphesiz çok merkezlilik, revizyonist blokun çökmesiyle
ortaya çıkmamıştı. Çok merkezlilik, II. Dünya Savaşından
sonraki gelişmenin bir sonucuydu. Bir taraftan AET (Avrupa
Ekonomik Topluluğu) şekilleniyorken, diğer taraftan Japon
emperyalizmi hızlı bir gelişme sürecine giriyordu. ‘70’li
yıllara gelindiğinde hegemonya mücadelesi verebilecek,
gelişmesini, özellikle ABD emperyalizminin aleyhine sürdüren
güçler Japonya ve AET idi. Dolayısıyla (klasik) kapitalist
dünyada üç ayrı rekabet merkezi vardı.
ABD,
AET ve Japonya. Ama revizyonist blokun/Sovyet sosyal-emperyalizminin
varlığı, AET ve Japonya’yı nesnel olarak ABD emperyalizminin
çıkarlarına ters düşmemeye zorluyordu.
Kapitalizmi,
tarihsel gelişmenin cilvesini bir kenara bırakarak (klasik,
bürokratik ayrımını yapmayarak) ele aldığımızda, SB’de
siyasi iktidarın modern revizyonistler tarafından gasp edilmesinden
(1956) bu yana, dünyamızda çok merkezliliğin hakim olduğunu
görürüz: SB, ABD, AET (Almanya, Fransa), Japonya.
Revizyonist
blokun dağılmasından sonra ABD emperyalizminin kurmaya çalıştığı
“yeni dünya düzeni” anlayışı, kısa zamanda iflas etmiştir.
Bu düzen, bütün dünyanın Amerikan emperyalizminin hegemonyası
altında ve çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi ifade
ediyordu. Ama o güne kadar bloklaşmadan dolayı cendere altında
olan çelişkiler, özellikle de Batı dünyasındaki emperyalistler
arası çelişkiler, şiddetli bir şekilde etkilerini göstermeye
başladılar. Emperyalist rekabet merkezleri, dünyanın
paylaşılmışlık durumunun değiştirilmesini, yeniden paylaşımını
talep ettiler ve bu doğrultuda adımlar atmaya başladılar.
Dünyanın, II. Dünya Savaşının sonuçlarına göre
şekillenmişliğinin maddi temeli kalmamıştı. Özellikle Alman
emperyalizmi, o güne kadar ifade edemediği bu anlayışını
revizyonist blokun dağılmasından sonra yüksek sesle ifade etmeye
başlamıştı.
Bloklaşmanın
ortadan kalkmasıyla dünya, yeni bir sürece girmişti. Bu süreç,
Marksizm-Leninizmin, sosyalizmin yoğun bir şekilde karalandığı,
antikomünist propagandanın güçlü olduğu, enternasyonal alanda
devrimci mücadelenin gerilediği, özellikle emperyalizmin ve de
yerel işbirlikçi güçlerin kışkırtmasıyla şovenizmin,
milliyetçiliğin dalga dalga geliştiği, yer yer lokal, gerici
savaşlara dönüştüğü ve emperyalist devletler ve rekabet
merkezleri arasında çelişkilerin keskinleştiği, yeni ittifak
arayışlarının yoğunlaştığı, revizyonist blokun dağılmasından
dolayı ortaya çıkan paylaşılmamış alanların paylaşılması
ve paylaşılmış alanların da yeniden paylaşımı için hegemonya
mücadelesinin ve rekabetinin şiddetlendiği bir süreçti.
Emperyalist
devletler ve rekabet merkezleri arasında hegemonya mücadelesinin ve
rekabetin şiddetle sürdürüldüğü en önemli
bölgelerden birisi de Ortadoğu’dur.
Ortadoğu,
esas itibariyle iki faktöründen dolayı emperyalist devletler
açısından hayati önemi haizdir; petrol ve jeostratejik konumu.
1992
verilerine göre dünya petrol rezervlerinin % 60 ile % 64’ü
Ortadoğu bölgesindedir. En çok paya sahip olan ülkeler, başta
Suudi Arabistan (35,2 milyar ton) olmak üzere, Irak (13, 4 milyar
ton), Kuveyt (13 milyar ton), Birleşik Arap Emirlikleri (12,9 milyar
ton) ve İran’dır (12,7 milyar ton).
Bölgemizin
jeostratejik konumu da oldukça önemlidir. Petrol olmasa dahi
Ortadoğu, stratejik konumundan dolayı önemli bir bölge olma
özelliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Örneğin Türkiye ve
İsrail. Bu her iki ülke petrolden dolayı değil, esasen stratejik
konumlarından dolayı önemlidir.
Emperyalist
devletler, petrol yataklarını kontrol etmek için bölge ülkeleri
üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışırlarken, aynı zamanda
bölgeyi, başka alanlara açılmak için bir üs, bir sıçrama
tahtası olarak görüyorlar. Ortadoğu, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya,
oradan da Çin’e, Asya’ya ve Afrika’ya açılan yolların
kavşağıdır. Bölgeye hakim olmak, bu alanlara açılan yolları
kontrol etmek anlamına gelmektedir.
Orta
Asya Cumhuriyetlerinin, dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinde
önemli bir paya sahip olmaları Ortadoğu’nun önemini azaltmıyor.
Bölgemiz, revizyonist blokun dağılmasından sonra daha
çelişkili-çatışmalı ve önemini artıran bir sürece girmiştir.
Bu, Orta Asya Cumhuriyetlerinin dünya pazarlarına açılma
sorunundan kaynaklanıyor. Emperyalist tekeller, bu cumhuriyetlerin
petrol ve doğal gaz yataklarını paylaştılar. Şimdi bütün
sorunları dünya pazarına açılacak güzergahtır. Ortadoğu, bu
güzargahın yer aldığı bir bölgedir. Bölgemiz bu özelliğinden
dolayı daha da önemli olmuştur.
Amerikan
emperyalizmi Ortadoğu’yu -bu kavramı, Orta ve Yakındoğu olarak
genişletirsek daha isabetli olur- belirttiğimiz özelliklerinden
dolayı; jeostratejik konumu ve petrol, dünya hegemonyası açısından
vazgeçilmez, elde tutulması elzem olan bir bölge olarak
görmektedir. ABD, kendine binlerce km. uzaklıktaki bu bölgeyi
“dolaysız çıkar alanı” olarak açıklamıştır. Bunun anlamı
oldukça açıktır; ABD, bölgedeki hegemonyasını ve emperyalist
çıkarlarını devam ettirmek için savaş dahil her araca
başvuracağını açıklıyor.
II.
Dünya Savaşından sonra ABD emperyalizmi, bölgede İngiliz
emperyalizmiyle rekabet içindeydi. Daha 1956’da bölge
petrollerinin % 57,5’ini Amerikan petrol tekelleri ve % 35,3’ünü
de Britanya-Hollanda tekelleri kontrol ediyorlardı. Demek oluyor ki,
Ortadoğu’da esasen ABD-İngiltere arasında sürdürülen rekabet,
daha 50’li yıllarda ABD lehine sonuçlanmıştı. Bölgeye
yerleşen ve tartışmasız hegemonyasını kuran ABD’nin sonraki
yıllarda, özellikle de ‘70’li ve ‘80’li yıllarda rakibi
sosyal emperyalist Sovyetler Birliği olacaktı. ABD, SB’ye karşı
rekabetinde bölgeyi, dolaysız çıkar alanı olarak ilan etmişti.
Amerikan emperyalizmi açısından esas olan, “SB’nin bölgede
konum kazanmasını engellemek, İsrail’in güvenliğini ve
bölgenin başka bazı ülkelerinin topraksal bütünlüğünü
korumak, petrol yataklarına sürekli engelsiz ulaşmayı sağlamak
ve İsrail-Arap sorununu kendi çıkarlarına uygun bir şekilde
çözümlemek”.
Amerikan
emperyalizmi (yakın) ve Ortadoğu’yu “üçüncü stratejik
bölge” olarak görüyordu/görüyor; Avrupa-Atlantik alanıyla
Asya-pasifik alanı arasında her an askeri amaç için
kullanılabilen, SB’yi çembere almada önemli bir halkayı
oluşturan bölge. ABD, bu amacını gerçekleştirmek için, (ki,
fazla sıkıntı çekmeden de gerçekleştirmiştir) Türkiye, İsrail
ve başta Suudi Arabistan olmak üzere, bazı Arap ülkeleriyle bir
dizi askeri anlaşmalar yapmış, bölgeyi kara, hava ve denizden
askeri kuşatma altına almıştır. Amerikan emperyalizmi, stratejik
bölgesel konseptini zor kullanarak, baskı, şantaj yaparak veya
gerçekleri çarpıtarak uygulamıştır.
Amerikan
emperyalizmi, “soğuk savaş” döneminde bölge üzerinde ve
SB’ye karşı olarak uyguladığı bu politikasını bugün çok
sayıda emperyalist devlete karşı daha kapsamlı olarak uygulamaya
çalışıyor. Onun emperyalist politikasında; bölgemizi ele
alışında hiçbir şey değişmemiştir. Değişen, sadece, bir
kısım aktörlerdir. ABD, önce, müttefik olarak İran’ı
kaybetti, SB’nin yerini Rusya aldı. Alman emperyalizmi (veya bir
bütün olarak AB) bölgede gözü olan emperyalist güçler olarak
Amerikan emperyalizminin karşısına dikildiler. Amerikan
emperyalizminin bölgeyi stratejik değerlendirmesinde değişen bir
şey olmamıştı: Bölgedeki petrol kaynaklarını kontrol altında
tutmak, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya uzanmak. Bu aynı zamanda, Rus
emperyalizminin “arka bahçesine” göz dikmek, onu çevrelemek
anlamına geliyordu. ABD-Türkiye-İsrail arasında imzalanan
“Stratejik Askeri İşbirliği Anlaşması”, Amerikan
emperyalizminin bölgemizde ittifaksal birlik arayışının açık
ifadesidir. Aslında bu anlaşma hiç de yeni değildir. Buna
gelmeden önce, ABD’nin neden böyle bir anlaşmaya gerek duyduğuna
bakalım. ABD, Türkiye üzerinden, aynı zamanda da NATO vasıtasıyla
bölgede temsil ediliyor. Türkiye’yi her an kendi çıkarlarına
koşuyor. (Körfez Savaşında böyle oldu. Faşist diktatörlük,
Özal önderliğinde, “bir koyup beş alırız” sevdasıyla
emperyalist ittifaka bütün olanaklarını sunmuştu). Anlaşılan o
ki, Amerikan emperyalizmi NATO vasıtasıyla eskisi gibi yaptırım
gücüne sahip olmadığını anlamış durumda. Avrupalı, özellikle
de Alman emperyalizmiyle çıkar çatışmasının söz konusu olduğu
alanlarda NATO, açık ki bölünecektir veya en azından etkisiz
kalacaktır. Bunun içindir ki, Amerikan emperyalizmi, Türkiye
üzerindeki siyasi ve askeri nüfuzunu sadece NATO çerçevesinde
temsil etmenin yetersiz olduğu sonucuna vararak, yeni ve kalıcı
stratejik ittifak arayışına başlamıştır. Amaç oldukça açık:
-Bölgede
Amerikan çıkarlarının bekçiliğini yapmak.
-Amerikan
çıkarlarına ters düşen veya karşı olan her türlü gelişmeyi
boğmak. Burada tutarlı antiemperyalist çizgide gelişecek ulusal
hareketler (somutta da Kürt ulusal hareketi) veya başka bir
emperyalist devletin nüfuz alanına girerek gelişen
reformist-ulusal hareketler ve yerel hakim güçler hedefleniyor.
-AB’nin
(somutta da Alman emperyalizminin) yayılmasını sınırlamak.
-Rusya’nın
bölgeye yeniden inmesini engellemek ve bölgeyi Kafkasya ve Orta
Asya’ya yönelmede üs olarak kullanmak.
Amerikan
emperyalizmi, sadece, İsrail ile işbirliği içinde bu amacına
ulaşamayacağını biliyor ve aynı zamanda, sadece NATO
çerçevesinde Türkiye ile de sağlıklı adım atamayacağını
görüyor. ABD, NATO’nun, revizyonist blokun dağılmasından
sonra, birbiriyle açıktan rekabet eden emperyalist devletlerin
askeri örgütü haline geldiğini de görüyor. Özellikle Almanya,
dünyayı yeniden paylaşmayı talep eden bir güç olarak NATO’nun
sadece Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket etmesine asla
müsaade etmeyeceğini veya eskiden olduğu gibi, ABD’ye boyun
eğmeyeceğini açıkça ifade ediyor. Bu durum ABD’yi yeni ittifak
arayışına itti. Sadece Amerikan emperyalizminin çıkarlarına
hizmet eden bir ittifaka gidilmeliydi. Böyle bir anlaşmaya hazır
olan ülkeler ise Türkiye ve İsrail’di. Ve ABD, Reagen döneminden
kalma İsrail ile “stratejik işbirliği” anlaşmasını,
Türkiye’yi de katarak kapsamlaştırdı. İsrail ile “stratejik
işbirliği”, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikasının
esasını oluşturuyordu (özellikle Arap ülkeleriyle ilişkilerde).
Bu işbirliğine göre İsrail, ABD’nin bölgesel valisi olarak
onun bütün çıkarlarını korumakla yükümlü kılınıyordu.
Bunun ötesinde bu işbirliği, Ortadoğu sorununun (burada,
İsrail-Arap ülkeleri ve İsrail-Filistin arasındaki sorunları
kastediliyor) Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre
çözülmesini de kapsamına alıyordu. Bu, Arap ülkelerinin
ABD-İsrail işbirliği çıkarlarına tabii kılınmasından ve
Filistin kurtuluş mücadelesinin boğulmasından başka anlama
gelmiyordu.
O
dönemde ABD-İsrail arasında gerçekleştirilen “stratejik
işbirliği” (bu işbirliği, Kasım 1981’de imzalanan
“Amerikan-İsrail uzlaşma memorandumu”nun
kapsamlaştırılmasıdır), ABD-İsrail arasında sağlanmış
stratejik bir ittifaktır. Bugün ABD-Türkiye-İsrail arasında
gerçekleştirilen “Stratejik Askeri İşbirliği Anlaşması”,
ABD-İsrail arasında var olan stratejik ittifakın günümüz
koşullarına göre kapsamlaştırılmasından başka bir şey
değildir. Bu ittifak, sadece ve sadece Amerikan emperyalizminin
çıkarlarına hizmet etmektedir. Ona katılan, daha baştan bunu,
ABD çıkarlarına ters hareket edemeyeceğini kabulleniyor demektir.
Amerikan
emperyalizmi kendini sadece bu ittifakla sınırlamıyor. Gerekli
gördüğünde kullanmak için Kürt “kartı”nı elinde tutuyor.
On yıllarca Güney Kürdistan’daki işbirlikçileri kullandı.
Körfez Savaşının hemen sonrasında “bağımsız” bir Kürt
devleti teziyle faşist diktatörlüğü tamamen teslim almaya
yöneldi. Bugün ise bu “kartı” çekmecede saklıyor.
Amerikan
emperyalizmi, İran ile ilişkileri düzeltmek niyetinde olduğunu da
açıkladı. ABD-İran ilişkileri Tahran’daki İsviçre elçisi
üzerinden yürütüldü. Amerikan emperyalizminin İran ile
ilişkileri yeniden kurmak istemesinin esas iki nedeni var; Orta Asya
ve Hazar Havzası’nda petrol ve doğal gaz kaynaklarının
kontrolünde İran çok önemli bir üs. Bunun ötesinde İran-Almanya
ilişkileri ABD’nin çıkarlarına tamamen ters düşmektedir.
İran-Almanya ilişkilerinin gelişmesi, Alman emperyalizminin,
ABD’nin dışlamak istediği alanlara girmesi anlamına
gelmektedir. Bu kaygıdan dolayı da ABD, İran ile ilişkilerini
geliştirmek istemektedir. Buna, Türkiye’nin olası kaprislerini
de ekleyebiliriz. İlişkilerin gelişmesi durumunda İran, ABD’nin
elinde Türkiye’ye karşı bir kozdur, tercihtir. Böylelikle
Türkiye, ABD emperyalizmi karşısında isteklerinde fazla ısrarcı
olamayacak.
Bu
stratejik ittifakla Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da hakim olan
ilişki ve çelişkilerindeki belirsizliğe en azından belli bir
saflaşma temelinde son vermiştir. Amerikan emperyalizmi, artık çok
açık olarak, Ortadoğu’daki ilişkilerini bu stratejik anlaşmanın
gerekleri doğrultusunda şekillendirmeye yönelmiştir. Yönelmek
zorundadır da. Bölge devletleri ve halkları, ya bu ittifakın
içeriği doğrultusunda hareket ederler, ya da etmeye zorlanırlar.
ABD, bir kısım Arap ülkesini, örneğin Suudi Arabistan’ı,
Ürdün’ü bu ittifakın kapsamına almaya çalışıyor. Bunun
içindir ki, İsrail’in Oslo Antlaşması’nın gereğini yerine
getirmeyerek, işgal ettiği Filistin topraklarından (bir kısmından)
çekilmemesini, Arap ülkelerinin tepkisini çekmesini hoş
karşılamıyor. Bu konumda İsrail’i uyarıyor.
Amerikan
emperyalizminin çıkarlarını ifade eden bu stratejik ittifakın
iki ana yönü var; bu yönlerden birisi, diğer emperyalist güçleri
dışlayarak bölgeye hakim olmak ve Kafkasya ve Orta Asya’ya
açılan yolları kontrol altına almak. İkincisi ise, gelişen ve
gelişecek olan ulusal kurtuluş mücadelelerine, devrimci halk
hareketlerine karşı olmak. Amerikan emperyalizmi, tamamen
reformistleşen ve kendi çizgisine gelen Arafat önderliğindeki bir
FKÖ’den pek fazla çekindiği yok. ABD’yi endişelendiren,
İsrail’in sergilediği uzlaşmaz tavırla Filistin halkının
mücadelesinin radikalleşmesidir ki, Filistin İslamcı radikal
hareketi buna oynamaktadır.
Körfez
Savaşında ABD önderliğinde sağlanan emperyalistler arası
ittifak içinde daha savaş döneminde çelişkilerin ortaya çıkması
ve bugün bu ittifaktan geriye bir şeyin kalmaması, bölgenin her
bir emperyalist devlet açısından nedenli önemli olduğunu
göstermektedir. Saddam Hüseyin, ABD’ye açıkça kafa tutuyorsa,
bunu, emperyalistler arası çelişkilerin o denli keskinleşmiş
olmasında ve Saddam Hüseyin’in bu çelişkilerden yararlanmayı
çok iyi becermesinde aramak gerekir. Amerikan emperyalizmi, Irak
karşısında yaptırım gücünün giderek zayıfladığını
görüyor ve Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Türkiye, İran’la
Irak’ı ve bu arada Kürt ulusal mücadelesini de boğacağına
inanıyor.
“1994-1999
Bütçesinde ABD Savunma Planı için talimatlar”da şöyle
deniyordu; “Bizim hedefimiz, yeni bir rakibin yeniden güçlenmesini
engellemektir. Herhangi bir düşman gücün, kaynakları, küresel
bir güç konumunun oluşması için yeterli olan bir bölgeye hakim
olmasını engellemek zorundayız”
(Aktaran; “blaetler des iz 3 w” dergisi, 19 Aralık 1995-Ocak
1996, Nr. 210, s. 22).
Burada
kastedilen Alman emperyalizmidir. ABD’nin, kuruluşundan 1989/90’a
kadar, revizyonist blokun yıkılmasına kadar dış politikada
Amerikan çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde hareket eden veya
dış koşulların gereğinden dolayı böyle hareket eden bir gücü,
Almanya’yı hedef almasının çok güçlü nedenlerinin olması
gerekir. ABD’nin birleşmiş Almanya’yı yeni güçlü bir rakip
olarak görmesinin maddi temelleri var. Alman emperyalizmi, güçlü
bir şekilde öne fırlamasının, cüretkar bir şekilde dünya
politikasına müdahale etmesinin ve bu anlamda da Amerikan
çıkarlarını tehdit etmesinin alt yapısını uzun “soğuk
savaş” döneminde hazırlamış ve oluşturmuştu. Alman
emperyalizmi, yalnız hareket etmenin sonuçlarını I. ve II. Dünya
Savaşları sonrasında görmüştü. Bu sonuçlardan ders alan Alman
emperyalizmi, uzun bir dönem ABD’nin dünya jandarmalığını
kabullenerek veya onun şemsiyesi altında, Avrupa’nın, öncelikle
emperyalist devletlerinin AET çatısı altında örgütlemesini
sağlamıştır. AET, bugünkü adıyla AB, kendi içinde çelişkili
olmasına rağmen dışa karşı güçlü rekabetçi bir merkezdir.
Bu merkez, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, daha ziyade Alman
emperyalizminin çıkarlarını ifade eden bir gelişme sürecindedir.
Alman emperyalizmi, AB içinde en güçlü ekonomik potansiyeli
oluşturuyor ve bu gücüne dayanarak da siyasi etkisini gösteriyor.
Avusturya’nın AB’ye katılmasıyla, Almanya-Avusturya ikilisi,
kendilerine bağımlı kıldıkları Hırvatistan ve Slovenya
vasıtasıyla Balkanlar’daki ekonomik ve siyasi nüfuzu
genişlettiler, pekiştirdiler ve “Güneydoğu’ya yöneliş”in
güzergahını ele geçirdiler. İskandinav ülkelerinin ve
Avusturya’nın AB’ye katılmaları, Fransa ve İngiltere’nin AB
içindeki konumlarını zayıflatıcı olmuştur. Bunun ötesinde
doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin de AB’ye katılmaları,
Alman emperyalizminin AB içindeki konumunu daha da güçlü
kılmaktadır. Bütün bunlar onun pervasız hareket etmesinin açık
nedenleridir. Alman emperyalizmi, AB bayrağıyla kendi nüfuz
alanını genişletiyor.
Aralık
1994’te Almanya’nın Essen kentinde düzenlenen “AB-Konsey
Zirvesi”nde, AB’nin Akdeniz bölgesi üzerine politikası
netleştirildi. Bu zirvede bölgemiz “stratejik önemi olan alan”
olarak tanımlandı ve bu bölgede barış ve istikrarın Avrupa
açısından en önemli öncellik olduğu görüşüne varıldı.
Bölgemizdeki veya AB’nin tanımlamasıyla Akdeniz bölgesindeki
barış ve istikrar, “Birliğin sahip olduğu bütün araçlarla
(buna ortak dış ve güvenlik politikası da dahildir) takip
edilmelidir.” deniyor AB-Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nda.
Bu
alana Kuzey Afrika veya Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkeleri
de dahil. Ama aynı zamanda Kıbrıs, Yakın ve Ortadoğu ülkeleri
de dahil.
Aynen
nasıl ki, bir zamanlar Sovyet sosyal emperyalizmi ve dün ve bugün
ABD emperyalizmi bölgemizi “stratejik önemi haiz” olarak
görmüşlerse, şimdi AB de öyle görüyor. Almanya, Fransa,
İngiltere ve hatta İtalya, Rusya’dan ve ABD’den çok önceleri
bölgemizde hakimiyet sürdürmüşlerdi. Bugün de belli bir
ortaklık içinde aynı alana yöneliyorlar. Amaç açık; petrolü
kontrol altına almak ve bölgeyi başka alanlara (Kafkasya, Orta
Asya) açılmak için üs olarak kullanmak.
Gücünden
ve manevra olanaklarından dolayı bölgemize nüfuz etmede Fransa ve
İngiltere’ye nazaran daha sabırsız ve iştahlı olan Alman
emperyalizmi, bunun kolay olmayacağını gördüğünden dolayı çok
yönlü politik girişimlere ve sonucu savaş olabilecek şantajlara
başvurmaktadır.
AB-Türkiye,
AB-Kıbrıs ilişkilerinde Alman emperyalizminin amacına ulaşmak,
ABD ile bölge üzerindeki
rekabetini kendi lehine sonuçlandırmak için her yola başvuracağını
görüyoruz. AB, belirlenen politikasının doğrudan bir sonucu
olarak Kıbrıs’ı “stratejik önemi haiz bir alan” olarak
görüyor. Kıbrıs, Afrika’ya, sıcak denizlere ve özellikle de
bölgemize açılan, hatta bölgemiz içinde olan bir üs. Kıbrıs’a
yerleşmekle Adana’ya, Hatay’a veya Lübnan’a yerleşmek
arasında çok büyük bir fark yok. AB’nin, Kıbrıs’ı AB’ye
almak istemesinin altında yatan neden budur. Alman emperyalizmi, bu
amacına ulaşmak için adanın bölünmesini de göze almakta. Türk
burjuvazisinin “ulusal namus” meselesi yaptığı Kuzey Kıbrıs’ı
bırakmayacağı bilindiğine göre, Kıbrıs’ı AB’ye
almak demek, adayı bölmek anlamına geliyor ve ada, karşılıklı
atılan adımlar da gösteriyor ki, fiili bölünmüşlüğünün,
hukuksal açıdan tamamlanması sürecine girmiştir.
Türkiye-AB
ilişkilerine Alman emperyalizminin bölgemiz üzerindeki iştahı;
ABD ile rekabeti yön vermektedir. AB ve başta da Almanya,
Türkiye’yi mevcut ilişkiler içinde kendine bağımlı kılmaya
çalışıyor. AB, Gümrük Birliği ile sınırlanmış bir
entegrasyonu yeterli görüyor. Ve Türkiye’den istenen de mevcut
siyasi ve ekonomik ilişkiler bazında AB’ye teslim olmak ve
ABD’den uzaklaşmak.
Türkiye’nin,
Lüksemburg toplantısı sonrasında AB’ye karşı aldığı tavrın
blöf olmadığının anlaşılması -bu uşakla efendi
restleşmesiydi- hemen ABD’nin Türkiye’yi koruyucu, destekleyici
açıklamalar yapması, sonuç itibariyle Alman tekelci
burjuvazisinin, Kürt ulusunun ne denli büyük “dostu” olduğu
gerçeğini, şimdiye kadarkinden daha açık bir şekilde açığa
çıkardı. Almanya’nın Lüksemburg sonrasında doğrudan “Kürt
sorununun siyasi çözümü”nü talep etmesi, PKK’yı “terör
örgütü” olmaktan çıkartması hiç tesadüfü gelişmeler
değildi. AB şemsiyesi altında Almanya, Türkiye’yi Kürt “kartı”
ile sıkıştırmak ve istediğini koparmak amacında. Türkiye’den
istenen sadece “Misak-ı Milli” sınırları içinde AB’ye
teslimiyet değil. Bu, mevcut ilişkilerle zaten uygulanıyor. AB,
Türkiye’yi bölge üzerinde hegemonya kurmak, Amerikan
emperyalizmine darbe vurmak için üs olarak kullanmayı amaçlıyor,
AB-Türkiye, Almanya-Türkiye ilişki ve çelişkilerine yön veren;
bu ilişki ve çelişkilerin gelişme seyrini belirleyen esas nokta,
Almanya ile ABD’nin Yakın ve Ortadoğu üzerinde sürdürdükleri
hegemonya mücadelesi ve rekabetidir. Bu rekabette güçlü olmak
için Alman emperyalizmi, aynen ABD gibi bir Kürt “kartı”na
sahip olma niyetini artık gizlemiyor. Alman emperyalizmi, bölgeye
sızma faaliyetini İran üzerinden de sürdürüyor. Almanya, molla
rejimi ile siyasi ve iktisadi ilişkilerini hiç aksatmadan
sürdürmüştür. Sadece İran-Irak Savaşı döneminde Almanya’nın
İran’a yaptığı ihracatın toplamı 40 milyar mark civarındaydı.
Almanya’nın İran’a yaptığı ihracat, dönem dönem,
Türkiye’ye yaptığı ihracattan hiç de az değildi. Son yıllarda
miktarın azalması, molla rejiminin ödeme güçlüğünden
kaynaklanıyor. Ayrıca birçok ülke gibi Almanya da, ABD’nin
İran’a uyguladığı ambargoyu tanımadığını açıkladı.
Bunun
ötesinde, Alman gizli istihbarat teşkilatının İran gizli
istihbarat teşkilatıyla sürdürdüğü ilişkiler bilinmektedir.
Son dönemde ABD’nin İran ile ilişki kurmaya hazır olduğunu
açıklamasından sonra Almanya, İran ile tek başına sürdürdüğü
ilişkinin yanı sıra, AB’yi de devreye sokmaya çalışmaktadır.
Örneğin Alman Dışişleri Bakanı K. Kinkel, “AB ile İran
arasındaki ilişkilerin yeni bir başlangıcı”ndan bahsetmeye
başlamıştır. Bu türden açıklamalar, niyet ifadesi olarak
görülemez. Bölge üzerinde sürdürdükleri rekabette ABD,
Almanya’nın, Almanya da ABD’nin “hal ve gidiş”ini
karşılıklı olarak kontrol ediyor ve ona göre adım atıp, tedbir
alıyorlar.
Alman
Genelkurmay Başkanı K. Naumann, 1991 yılında “Alman ordusunun
yeniden şekillendirilmesinin Konsept Temelleri ve Askeri-politik ve
Askeri-stratejik Temelleri” başlığını taşıyan bir çalışma
yapar. Bu çalışma, 1992’nin Kasım’ında Alman Savunma Bakanı
Volker Rühe tarafından “Savunmaya (özgü) Politik Talimatlar”
adı altında benimsenir. Orada, diğer şeylerin yanı sıra şöyle
deniyor;
“...
Serbest dünya ticaretinin muhafaza edilmesi ve bütün dünyada
adaletli bir dünya iktisadi düzeni çerçevesinde bütün pazarlar
ve hammaddelerine engelsiz girişin sağlanması”.
Evet
bu, Alman ordusunun 1990’dan sonraki temel bir göreviydi. Bu
anlayışıyla Alman emperyalizmi, amacını ve amacını
gerçekleştirmek için hangi araçları kullanabileceğini açıklamış
oluyor.
Rus emperyalizmi, birkaç yıllık aradan sonra dünya politikasında
yeniden boy gösterdi. Şüphesiz Rus emperyalizminin sorunlarıyla
ABD’nin, AB’nin sorunları aynı değil. Ama amaç aynı. Rusya,
bir taraftan “arka bahçe”, nüfuz alanı olarak gördüğü
Kafkasya ve Orta Asya’yı diğer emperyalist devletlere tamamen
kaptırmama sorunuyla karşı karşıyayken, Ortadoğu’da da söz
sahibi olarak, bölgenin Kafkasya ve Orta-Asya’ya yönelik üs
olarak kullanılmasını engellemek, en azından zorlaştırmak
çabasındadır. Irak ve Suriye gibi ülkelerle ilişkilerini; SB
döneminden kalma ilişkilerini göz önünde tutarsak, konumunun hiç
de önemsiz olmadığını görürüz. Rus Dışişleri Bakanı
Jewgeni Primakow’un en son Irak-ABD çatışmasını (Kasım 1997)
uzlaşma ile önlemesi, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu
güçlendirmiştir. ABD’nin Saddam Hüseyin’e karşı
“asarım-keserim”inin tehdit boyutunda kalmasında ABD’nin
arabasına koşulmak istenmeyen diğer emperyalist devletlerin yanı
sıra Rusya’nın tavrının da önemli bir payı vardır. ABD,
“vururum” derken, devreye giren Rusya, “olmaz, konuşarak
halledelim” diyor.
Son
dönemlerde, belki de biraz beklenmedik bir hızla, Türkiye ve Rusya
arasında sürdürülen “sıcak” ilişkiler, derinleştirilmeleri
durumunda Ortadoğu’daki bütün dengeleri alt-üst edebilecek
önemi haizdir:
-Rusya,
Bakü-Ceyhan boru hattına, eski tepkisini göstermiyor.
Özellikle ABD’nin bu hatta sıcak baktığını açıklamasından
sonra Rusya’nın tavrında belli bir yumuşama görülmektedir.
-Karadeniz’den
geçerek Türkiye’ye ulaşacak olan doğal gaz boru hattı
beklenmedik bir anda imzalandı.
-Son
olarak Rusya, PKK’ye karşı tavır alacağını açıklıyor.
Belki de bu tavır, doğal gaz boru hattının karşılığıdır.
Türkiye-Rusya arasında bir flört durumu var. Rusya’nın Türkiye
ile ani diyebileceğimiz böylesi ilişkilere girmesinde belli başlı
iki nedenin rol oynadığı kanısındayız. Türkiye ve Ortadoğu
üzerinde rekabet, aynı zamanda, bu rekabetin bir uzantısı olarak
Kafkasya ve Orta Asya üzerinde rekabet demektir. Bu türden
ilişkileriyle Rusya, Türkiye’nin karşısına AB (Almanya) ve
ABD’nin yanı sıra üçüncü bir alternatif güç olarak çıkıyor,
ve ‘onlar vaat edebilirler, ama ben veriyorum’ diyor. İkinci bir
neden ise Rusya’nın, Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gaz
yataklarının paylaşılmışlığı bu kaynaklara özellikle
Amerikan tekellerinin hakim olduğu gerçeğini görerek, Türkiye
ile ortak hareket etmenin yollarını araması ve ortak hareket
edildiği durumda da Anadolu’nun ABD açısından tam anlamıyla
bir üs olmaktan çıkacağı anlayışıdır. Bu, Rusya’nın
Türkiye’yi kendi yanına çekme, Azerbaycan ve Orta Asya
Cumhuriyetlerine Türkiye ile ilişkilerinin ne denli sıcak olduğunu
gösterme taktiğidir. Geleneksel müttefiklerinden kopartılmış
Türkiye, Rus emperyalizmi için en mükemmel Türkiye’dir.
Türkiye-Rusya flörtünü böyle yorumlayabiliriz. Gelişmeler
başka, göremediğimiz boyutta da alabilir; doğal gaz boru hattı
inşası iptal edilebilir. Bölgemizde oynanan oyunlar oldukça
büyük. Bazen kimin elinin kimin cebinde olduğu pek kestirilemiyor.
Her halükarda Türkiye-Rusya flörtünü, AB ve ABD de not
ediyordur. Ama ilginçtir. Petrol ve doğal gaz boru hattının
Bulgaristan, Yunanistan üzerinden Ege Denizi'ne döşenmesi artık
pek gündeme getirilmiyor.
Ortadoğu,
emperyalist devletlerin stratejik ve taktiksel düşünme ve uygulama
yeteneklerini her geçen gün daha da zorluyor. Çıkarlar, soyut
olarak aynı, ama her bir emperyalist güç, soruna kendi açısından
baktığı için soyut, somutlaşınca, birinin beyaz dediğine,
diğeri siyah diyor. Özellikle ABD ve AB, bölgemizde birbirinin
hareketini bloke etmek için her yola başvuruyor. Faşist, gerici
ruhani diktatörler, faşist, gerici rejimler, emperyalist
devletlerin yerli dayanaklarıdır. Her bir emperyalist devlet, üs
olarak kullanacağı ülke ve yerli işbirlikçi peşinde. Bu durumu
yerli hakim sınıflar da biliyorlar. İktidarlarını korumak için
bir emperyalist güce yaslanıyorlar. Ortadoğu’nun koşulları,
bir ülkede birkaç emperyalist gücün nüfuz sahibi olmasına pek
uygun değil. Amerikancı olunca, anti-almancı, anti-ingiliz veya
anti-rusçu olmak gerekiyor. Örneğin İran, Suriye, Irak
anti-amerikancılığın üssü, ama anti-emperyalistliğin değil.
Bu ülkelerin kapıları diğer emperyalist devletlere açık. Bu
ülkelerde hakim sınıflar iktidarlarını sürekli kılmak için
emperyalist devletler arası çelişkilerden güya yararlanıyorlar;
birine karşı diğeriyle işbirliği.
Ulusal
kurtuluş hareketlerinde de bu yönde tehlikeli bir gelişme var. Bu
gelişme hiç de yeni değil. Örneğin, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü
ele alalım. Yasir Arafat önderliğinde FKÖ, hiçbir dönem tam
anlamıyla tutarlı antiemperyalist olmamıştır. Onun
anti-emperyalistliği anti-amerikancılık ve Siyonizme karşı
mücadele ile sınırlı kalmıştır. FKÖ, Arap gericiliğiyle
ilişkilerini sürdürürken, Sovyet sosyal emperyalizmine ve birkaç
revizyonist ülkeye karşı hayırhah bir tavır almıştır.
Revizyonist blokun dağılmasından sonraki gelişmeler de ortada.
Arafat’ın anti-amerikancılığı ve Siyonizme karşı mücadelesi,
işbirliğine dönüşmüştür. Filistin ulusal burjuvazisinin
reformist kesimi emperyalizme teslim olmuş, bağımsız Filistin’den
vazgeçmiş, otonomi ile yetinmiştir. Hoş, Filistin-İsrail
sorununun Amerikancı çözümü de iflas etmiş, FKÖ, işgal
bölgelerinde polis rolünü üstlenmiş ve Oslo Anlaşması’nda
öngörülen otonomiye dahi ulaşılamamıştır. Bugün Filistin
halkı, yeniden mücadeleye atılmakla karşı karşıyadır. Ya
İslamcı radikallerin peşine takılarak yeni bir İran deneyimi
yaşanacak ya da şimdiye kadarki mücadelesinden deneyler çıkartarak
tutarlı antiemperyalist mücadeleye soyunacak.
Güney
Kürdistan’da Kürt ulusu, Irak rejimine karşı bağımsızlık
mücadelesinde yıllarca Barzani (PDK) ve Talabani (YNK) gibi
hainlere güvenmiş, onların önderlik ettiği bu kuruluşlarla
sonuç alınacağına
inanmıştır. Ama her seferinde ihaneti, bizzat yaşamıştır.
Daha Halepçe üzerinde zehir bulutları dağılmadan Saddam’la
kucaklaşmak ve öpüşmek için yarıştılar. ABD’ye, Türkiye’ye
birbirini şikayet etmek ve karşılıklı gammazlamak için
ellerinden gelen her şeyi yaptılar. En sonunda peşmergeleri,
gerillanın üstüne gönderdiler.
PKK
önderliğinde sürdürülen ulusal kurtuluş mücadelesi, sadece
Kürt ulusu açısından değil, antiemperyalist, demokratik mücadele
veren bütün halklar açısından bir ışık olmuştur. Bu mücadele
Türkiye’de birçok tabuları yıktığı gibi, Ortadoğu’da
dengeleri de sarsmış ve her koşul altında hesaba katılması
gereken bir güç olduğunu ortaya koymuştur. Ortadoğu’da Kürt
ulusal hareketini hesaba katmayan bir çözümün geleceği yoktur.
Bu, gerçeğin bir yanı. Gerçeğin diğer yönü ise hiç de iç
açıcı değil. Bu, PKK’de belli bir zamandan beri (1992/’93)
izlenen açık uzlaşmacı ve reformist eğilimdir. Bu,
antiemperyalist mücadeleyi, sömürgeci-faşist Türk devletine
karşı olan güçlerle birleşme, onların desteğini alma
eğilimidir. Bu, insanı emperyalistler arası çelişkilerden
yararlanma adı altında bir emperyalist güce ve yerli
işbirlikçisine karşı mücadelede diğer bir emperyalist güce
yaslanmaya götürür.
Kürt
ulusal sorunu, PKK’nin emperyalist devletleri esas alan diplomatik
faaliyeti sonucunda değil, Kürdistan dağlarındaki ve
şehirlerindeki mücadelenin doğrudan bir sonucu olarak
uluslararası bir sorun olmuş ve en azından Ortadoğu bölgesiyle
ilgili enternasyonal politikanın gündemine oturmuştur.
Emperyalizm
gericiliktir. Diğer şeylerin yanı sıra ulusların ezilmesidir,
talanıdır. Emperyalizm, somutta da ne bir bütün olarak AB ve ne
de Alman emperyalizmi Kürt ulusunun dostu olabilir. Başka ulusları
ezme, yok etme, talan etme konusunda Alman emperyalizminin sicili
oldukça kirlidir. PKK bunu bilmiyor mu? Pekala biliyor. Ama o, başta
Almanya olmak üzere AB’nin desteğini alarak Kürt ulusunun
bağımsızlığına kavuşmayacağını da bilmelidir. Alman
emperyalizmi, ABD ile rekabetinden dolayı Türkiye’yi köşeye
sıkıştırmak için Kürt ulusunun “dostu” oluyor, siyasi
çözümden bahsediyor. Peki, faşist diktatörlük Alman
emperyalizminin dayatmasını kabul edince ne olur? PKK yeniden
“terörist” olur. Bu sefer de Amerikan emperyalizmi Kürt
ulusunun “dostu” olur. Demek oluyor ki, antiemperyalist
mücadeleyi, belli emperyalist güçlere karşı mücadele ile
sınırlamak ve bu mücadeleyi sürdürürken, emperyalistler arası
çelişkilerden yararlanma adına -yararlanılmaz demiyoruz- başka
emperyalist güçlere dayanmak veya onlardan medet ummak ulusal
kurtuluşa götürmez.
Alman
emperyalizmi yeni bir Talabani, yeni bir Barzani peşinde; kendini
Ortadoğu’ya taşıyacak bir güç peşinde. Alman emperyalizminin
bu oyunu görülmelidir.
Kürt
ulusal kurtuluş mücadelesi mevcut olanaklarıyla ve mücadele
yöntemiyle gelebileceği en son noktaya çoktan geldi. Gerilla
savaşı mücadeleyi belli bir noktaya taşıdı. Bu süreçte
sömürgeci devletin bütün olanaklarını seferber etmeye hazır
olduğunu, seferber ettiğini ve sonuç almaya çalıştığını
gördük. Kürt ulusal devrimi, ne acı ki, ağır bir yenilgi ile
karşı karşıya. Çünkü her türlü kahramanlığa, kararlılığa
rağmen Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin şimdiye kadarki
mücadele yöntemiyle ilerlemesi ve sonuç alması artık mümkün
değildir. Bugün esas olan, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi
açısından da hayati önemi haiz olan, Batı’daki işçi sınıfı
ve geniş emekçi yığınlar ile birleşerek yürümektir.
Sonuç
itibariyle:
Ortadoğu’da
antiemperyalist mücadele bütün emperyalist güçlere ve
işbirlikçilerine karşı mücadeledir. Ortadoğu’da
antiemperyalist mücadele aynı zamanda Siyonizme, Arap
gericiliğine, molla rejimine, faşist sömürgeci diktatörlüğe
karşı mücadeledir.
Ortadoğu’da
antiemperyalist mücadele, ayrım yapmaksızın bölgemizi talan eden
emperyalist devletler somutunda Amerikan, Alman, Rus, İngiliz,
Fransız, Japon, Çin vb. emperyalist güçlere karşı mücadeledir.
Ortadoğu
tarihi, ülke sınırlarını aşan, bölgemiz bazında transnasyonal
(uluslar arası) veya bölgesel enternasyonal birleşik bir
antiemperyalist mücadele ile emperyalistlerin kovulacağını, yerli
hakim sınıfların yıkılacağını ve bölgemizin
özgürleşebileceğini göstermektedir.
Önümüzdeki
sayıda Türk burjuva egemenlik sisteminin “Ortadoğu Politikası”
değerlendirilecektir.
Proleter
Doğrultu, Sayı 15, Mart-Nisan 1998.