deneme

1 Mart 1998 Pazar

ORTADOĞU VE EMPERYALİST DEVLETLER ARASI REKABET


ORTADOĞU VE EMPERYALİST DEVLETLER ARASI REKABET

Revizyonist blokun dağılmasından sonra (1989/’90) dünyanın, revizyonist blok-kapitalist blok olarak ikiye bölünmüşlük durumu ortadan kalkmış ve bütünselliği sağlanmış oldu. Bloklaşma olgusunun ortadan kalkması, bu bloklaşmaya neden olan başlıca çelişkileri, örgütlenmeleri vb. de ortadan kaldırıyordu. Bu, aynı zamanda dünyanın iki merkezli olmaktan çıkarak, daha çok merkezli olmasının önünü açıyordu. İki süper güç (ABD-SSCB), iki blok (revizyonist/Sovyet emperyalist-kapitalist) olgusu, uluslararası planda bir dizi gelişmenin, yeni oluşumların önünü tıkayan adeta bir cendere rolünü oynuyordu. Ulusal ve enternasyonal alanda politika, ekonomi, militarist yöneliş, iki süper gücün çıkarlarına göre şekilleniyordu. Bu anlamda dünya iki kutupluydu, iki blokluydu. Revizyonist blokun çökmesiyle dünya, her ne kadar iki kutuplu veya çok kutuplu olmaktan çıktıysa da, çok merkezli olma sürecine girmişti. Şüphesiz çok merkezlilik, revizyonist blokun çökmesiyle ortaya çıkmamıştı. Çok merkezlilik, II. Dünya Savaşından sonraki gelişmenin bir sonucuydu. Bir taraftan AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) şekilleniyorken, diğer taraftan Japon emperyalizmi hızlı bir gelişme sürecine giriyordu. ‘70’li yıllara gelindiğinde hegemonya mücadelesi verebilecek, gelişmesini, özellikle ABD emperyalizminin aleyhine sürdüren güçler Japonya ve AET idi. Dolayısıyla (klasik) kapitalist dünyada üç ayrı rekabet merkezi vardı.

ABD, AET ve Japonya. Ama revizyonist blokun/Sovyet sosyal-emperyalizminin varlığı, AET ve Japonya’yı nesnel olarak ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düşmemeye zorluyordu.
Kapitalizmi, tarihsel gelişmenin cilvesini bir kenara bırakarak (klasik, bürokratik ayrımını yapmayarak) ele aldığımızda, SB’de siyasi iktidarın modern revizyonistler tarafından gasp edilmesinden (1956) bu yana, dünyamızda çok merkezliliğin hakim olduğunu görürüz: SB, ABD, AET (Almanya, Fransa), Japonya.
Revizyonist blokun dağılmasından sonra ABD emperyalizminin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni” anlayışı, kısa zamanda iflas etmiştir. Bu düzen, bütün dünyanın Amerikan emperyalizminin hegemonyası altında ve çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi ifade ediyordu. Ama o güne kadar bloklaşmadan dolayı cendere altında olan çelişkiler, özellikle de Batı dünyasındaki emperyalistler arası çelişkiler, şiddetli bir şekilde etkilerini göstermeye başladılar. Emperyalist rekabet merkezleri, dünyanın paylaşılmışlık durumunun değiştirilmesini, yeniden paylaşımını talep ettiler ve bu doğrultuda adımlar atmaya başladılar. Dünyanın, II. Dünya Savaşının sonuçlarına göre şekillenmişliğinin maddi temeli kalmamıştı. Özellikle Alman emperyalizmi, o güne kadar ifade edemediği bu anlayışını revizyonist blokun dağılmasından sonra yüksek sesle ifade etmeye başlamıştı.
Bloklaşmanın ortadan kalkmasıyla dünya, yeni bir sürece girmişti. Bu süreç, Marksizm-Leninizmin, sosyalizmin yoğun bir şekilde karalandığı, antikomünist propagandanın güçlü olduğu, enternasyonal alanda devrimci mücadelenin gerilediği, özellikle emperyalizmin ve de yerel işbirlikçi güçlerin kışkırtmasıyla şovenizmin, milliyetçiliğin dalga dalga geliştiği, yer yer lokal, gerici savaşlara dönüştüğü ve emperyalist devletler ve rekabet merkezleri arasında çelişkilerin keskinleştiği, yeni ittifak arayışlarının yoğunlaştığı, revizyonist blokun dağılmasından dolayı ortaya çıkan paylaşılmamış alanların paylaşılması ve paylaşılmış alanların da yeniden paylaşımı için hegemonya mücadelesinin ve rekabetinin şiddetlendiği bir süreçti.
Emperyalist devletler ve rekabet merkezleri arasında hegemonya mücadelesinin ve rekabetin şiddetle sürdürüldüğü en önemli bölgelerden birisi de Ortadoğu’dur.

Ortadoğu’nun Emperyalizm Açısından Önemi

Ortadoğu, esas itibariyle iki faktöründen dolayı emperyalist devletler açısından hayati önemi haizdir; petrol ve jeostratejik konumu.
1992 verilerine göre dünya petrol rezervlerinin % 60 ile % 64’ü Ortadoğu bölgesindedir. En çok paya sahip olan ülkeler, başta Suudi Arabistan (35,2 milyar ton) olmak üzere, Irak (13, 4 milyar ton), Kuveyt (13 milyar ton), Birleşik Arap Emirlikleri (12,9 milyar ton) ve İran’dır (12,7 milyar ton).
Bölgemizin jeostratejik konumu da oldukça önemlidir. Petrol olmasa dahi Ortadoğu, stratejik konumundan dolayı önemli bir bölge olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Örneğin Türkiye ve İsrail. Bu her iki ülke petrolden dolayı değil, esasen stratejik konumlarından dolayı önemlidir.
Emperyalist devletler, petrol yataklarını kontrol etmek için bölge ülkeleri üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışırlarken, aynı zamanda bölgeyi, başka alanlara açılmak için bir üs, bir sıçrama tahtası olarak görüyorlar. Ortadoğu, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, oradan da Çin’e, Asya’ya ve Afrika’ya açılan yolların kavşağıdır. Bölgeye hakim olmak, bu alanlara açılan yolları kontrol etmek anlamına gelmektedir.
Orta Asya Cumhuriyetlerinin, dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinde önemli bir paya sahip olmaları Ortadoğu’nun önemini azaltmıyor. Bölgemiz, revizyonist blokun dağılmasından sonra daha çelişkili-çatışmalı ve önemini artıran bir sürece girmiştir. Bu, Orta Asya Cumhuriyetlerinin dünya pazarlarına açılma sorunundan kaynaklanıyor. Emperyalist tekeller, bu cumhuriyetlerin petrol ve doğal gaz yataklarını paylaştılar. Şimdi bütün sorunları dünya pazarına açılacak güzergahtır. Ortadoğu, bu güzargahın yer aldığı bir bölgedir. Bölgemiz bu özelliğinden dolayı daha da önemli olmuştur.

Ortadoğu ve Amerikan Emperyalizmi

Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’yu -bu kavramı, Orta ve Yakındoğu olarak genişletirsek daha isabetli olur- belirttiğimiz özelliklerinden dolayı; jeostratejik konumu ve petrol, dünya hegemonyası açısından vazgeçilmez, elde tutulması elzem olan bir bölge olarak görmektedir. ABD, kendine binlerce km. uzaklıktaki bu bölgeyi “dolaysız çıkar alanı” olarak açıklamıştır. Bunun anlamı oldukça açıktır; ABD, bölgedeki hegemonyasını ve emperyalist çıkarlarını devam ettirmek için savaş dahil her araca başvuracağını açıklıyor.
II. Dünya Savaşından sonra ABD emperyalizmi, bölgede İngiliz emperyalizmiyle rekabet içindeydi. Daha 1956’da bölge petrollerinin % 57,5’ini Amerikan petrol tekelleri ve % 35,3’ünü de Britanya-Hollanda tekelleri kontrol ediyorlardı. Demek oluyor ki, Ortadoğu’da esasen ABD-İngiltere arasında sürdürülen rekabet, daha 50’li yıllarda ABD lehine sonuçlanmıştı. Bölgeye yerleşen ve tartışmasız hegemonyasını kuran ABD’nin sonraki yıllarda, özellikle de ‘70’li ve ‘80’li yıllarda rakibi sosyal emperyalist Sovyetler Birliği olacaktı. ABD, SB’ye karşı rekabetinde bölgeyi, dolaysız çıkar alanı olarak ilan etmişti. Amerikan emperyalizmi açısından esas olan, “SB’nin bölgede konum kazanmasını engellemek, İsrail’in güvenliğini ve bölgenin başka bazı ülkelerinin topraksal bütünlüğünü korumak, petrol yataklarına sürekli engelsiz ulaşmayı sağlamak ve İsrail-Arap sorununu kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çözümlemek”.
Amerikan emperyalizmi (yakın) ve Ortadoğu’yu “üçüncü stratejik bölge” olarak görüyordu/görüyor; Avrupa-Atlantik alanıyla Asya-pasifik alanı arasında her an askeri amaç için kullanılabilen, SB’yi çembere almada önemli bir halkayı oluşturan bölge. ABD, bu amacını gerçekleştirmek için, (ki, fazla sıkıntı çekmeden de gerçekleştirmiştir) Türkiye, İsrail ve başta Suudi Arabistan olmak üzere, bazı Arap ülkeleriyle bir dizi askeri anlaşmalar yapmış, bölgeyi kara, hava ve denizden askeri kuşatma altına almıştır. Amerikan emperyalizmi, stratejik bölgesel konseptini zor kullanarak, baskı, şantaj yaparak veya gerçekleri çarpıtarak uygulamıştır.
Amerikan emperyalizmi, “soğuk savaş” döneminde bölge üzerinde ve SB’ye karşı olarak uyguladığı bu politikasını bugün çok sayıda emperyalist devlete karşı daha kapsamlı olarak uygulamaya çalışıyor. Onun emperyalist politikasında; bölgemizi ele alışında hiçbir şey değişmemiştir. Değişen, sadece, bir kısım aktörlerdir. ABD, önce, müttefik olarak İran’ı kaybetti, SB’nin yerini Rusya aldı. Alman emperyalizmi (veya bir bütün olarak AB) bölgede gözü olan emperyalist güçler olarak Amerikan emperyalizminin karşısına dikildiler. Amerikan emperyalizminin bölgeyi stratejik değerlendirmesinde değişen bir şey olmamıştı: Bölgedeki petrol kaynaklarını kontrol altında tutmak, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya uzanmak. Bu aynı zamanda, Rus emperyalizminin “arka bahçesine” göz dikmek, onu çevrelemek anlamına geliyordu. ABD-Türkiye-İsrail arasında imzalanan “Stratejik Askeri İşbirliği Anlaşması”, Amerikan emperyalizminin bölgemizde ittifaksal birlik arayışının açık ifadesidir. Aslında bu anlaşma hiç de yeni değildir. Buna gelmeden önce, ABD’nin neden böyle bir anlaşmaya gerek duyduğuna bakalım. ABD, Türkiye üzerinden, aynı zamanda da NATO vasıtasıyla bölgede temsil ediliyor. Türkiye’yi her an kendi çıkarlarına koşuyor. (Körfez Savaşında böyle oldu. Faşist diktatörlük, Özal önderliğinde, “bir koyup beş alırız” sevdasıyla emperyalist ittifaka bütün olanaklarını sunmuştu). Anlaşılan o ki, Amerikan emperyalizmi NATO vasıtasıyla eskisi gibi yaptırım gücüne sahip olmadığını anlamış durumda. Avrupalı, özellikle de Alman emperyalizmiyle çıkar çatışmasının söz konusu olduğu alanlarda NATO, açık ki bölünecektir veya en azından etkisiz kalacaktır. Bunun içindir ki, Amerikan emperyalizmi, Türkiye üzerindeki siyasi ve askeri nüfuzunu sadece NATO çerçevesinde temsil etmenin yetersiz olduğu sonucuna vararak, yeni ve kalıcı stratejik ittifak arayışına başlamıştır. Amaç oldukça açık:
-Bölgede Amerikan çıkarlarının bekçiliğini yapmak.
-Amerikan çıkarlarına ters düşen veya karşı olan her türlü gelişmeyi boğmak. Burada tutarlı antiemperyalist çizgide gelişecek ulusal hareketler (somutta da Kürt ulusal hareketi) veya başka bir emperyalist devletin nüfuz alanına girerek gelişen reformist-ulusal hareketler ve yerel hakim güçler hedefleniyor.
-AB’nin (somutta da Alman emperyalizminin) yayılmasını sınırlamak.
-Rusya’nın bölgeye yeniden inmesini engellemek ve bölgeyi Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelmede üs olarak kullanmak.
Amerikan emperyalizmi, sadece, İsrail ile işbirliği içinde bu amacına ulaşamayacağını biliyor ve aynı zamanda, sadece NATO çerçevesinde Türkiye ile de sağlıklı adım atamayacağını görüyor. ABD, NATO’nun, revizyonist blokun dağılmasından sonra, birbiriyle açıktan rekabet eden emperyalist devletlerin askeri örgütü haline geldiğini de görüyor. Özellikle Almanya, dünyayı yeniden paylaşmayı talep eden bir güç olarak NATO’nun sadece Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket etmesine asla müsaade etmeyeceğini veya eskiden olduğu gibi, ABD’ye boyun eğmeyeceğini açıkça ifade ediyor. Bu durum ABD’yi yeni ittifak arayışına itti. Sadece Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bir ittifaka gidilmeliydi. Böyle bir anlaşmaya hazır olan ülkeler ise Türkiye ve İsrail’di. Ve ABD, Reagen döneminden kalma İsrail ile “stratejik işbirliği” anlaşmasını, Türkiye’yi de katarak kapsamlaştırdı. İsrail ile “stratejik işbirliği”, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikasının esasını oluşturuyordu (özellikle Arap ülkeleriyle ilişkilerde). Bu işbirliğine göre İsrail, ABD’nin bölgesel valisi olarak onun bütün çıkarlarını korumakla yükümlü kılınıyordu. Bunun ötesinde bu işbirliği, Ortadoğu sorununun (burada, İsrail-Arap ülkeleri ve İsrail-Filistin arasındaki sorunları kastediliyor) Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre çözülmesini de kapsamına alıyordu. Bu, Arap ülkelerinin ABD-İsrail işbirliği çıkarlarına tabii kılınmasından ve Filistin kurtuluş mücadelesinin boğulmasından başka anlama gelmiyordu.
O dönemde ABD-İsrail arasında gerçekleştirilen “stratejik işbirliği” (bu işbirliği, Kasım 1981’de imzalanan “Amerikan-İsrail uzlaşma memorandumu”nun kapsamlaştırılmasıdır), ABD-İsrail arasında sağlanmış stratejik bir ittifaktır. Bugün ABD-Türkiye-İsrail arasında gerçekleştirilen “Stratejik Askeri İşbirliği Anlaşması”, ABD-İsrail arasında var olan stratejik ittifakın günümüz koşullarına göre kapsamlaştırılmasından başka bir şey değildir. Bu ittifak, sadece ve sadece Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ona katılan, daha baştan bunu, ABD çıkarlarına ters hareket edemeyeceğini kabulleniyor demektir.
Amerikan emperyalizmi kendini sadece bu ittifakla sınırlamıyor. Gerekli gördüğünde kullanmak için Kürt “kartı”nı elinde tutuyor. On yıllarca Güney Kürdistan’daki işbirlikçileri kullandı. Körfez Savaşının hemen sonrasında “bağımsız” bir Kürt devleti teziyle faşist diktatörlüğü tamamen teslim almaya yöneldi. Bugün ise bu “kartı” çekmecede saklıyor.
Amerikan emperyalizmi, İran ile ilişkileri düzeltmek niyetinde olduğunu da açıkladı. ABD-İran ilişkileri Tahran’daki İsviçre elçisi üzerinden yürütüldü. Amerikan emperyalizminin İran ile ilişkileri yeniden kurmak istemesinin esas iki nedeni var; Orta Asya ve Hazar Havzası’nda petrol ve doğal gaz kaynaklarının kontrolünde İran çok önemli bir üs. Bunun ötesinde İran-Almanya ilişkileri ABD’nin çıkarlarına tamamen ters düşmektedir. İran-Almanya ilişkilerinin gelişmesi, Alman emperyalizminin, ABD’nin dışlamak istediği alanlara girmesi anlamına gelmektedir. Bu kaygıdan dolayı da ABD, İran ile ilişkilerini geliştirmek istemektedir. Buna, Türkiye’nin olası kaprislerini de ekleyebiliriz. İlişkilerin gelişmesi durumunda İran, ABD’nin elinde Türkiye’ye karşı bir kozdur, tercihtir. Böylelikle Türkiye, ABD emperyalizmi karşısında isteklerinde fazla ısrarcı olamayacak.
Bu stratejik ittifakla Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da hakim olan ilişki ve çelişkilerindeki belirsizliğe en azından belli bir saflaşma temelinde son vermiştir. Amerikan emperyalizmi, artık çok açık olarak, Ortadoğu’daki ilişkilerini bu stratejik anlaşmanın gerekleri doğrultusunda şekillendirmeye yönelmiştir. Yönelmek zorundadır da. Bölge devletleri ve halkları, ya bu ittifakın içeriği doğrultusunda hareket ederler, ya da etmeye zorlanırlar. ABD, bir kısım Arap ülkesini, örneğin Suudi Arabistan’ı, Ürdün’ü bu ittifakın kapsamına almaya çalışıyor. Bunun içindir ki, İsrail’in Oslo Antlaşması’nın gereğini yerine getirmeyerek, işgal ettiği Filistin topraklarından (bir kısmından) çekilmemesini, Arap ülkelerinin tepkisini çekmesini hoş karşılamıyor. Bu konumda İsrail’i uyarıyor.
Amerikan emperyalizminin çıkarlarını ifade eden bu stratejik ittifakın iki ana yönü var; bu yönlerden birisi, diğer emperyalist güçleri dışlayarak bölgeye hakim olmak ve Kafkasya ve Orta Asya’ya açılan yolları kontrol altına almak. İkincisi ise, gelişen ve gelişecek olan ulusal kurtuluş mücadelelerine, devrimci halk hareketlerine karşı olmak. Amerikan emperyalizmi, tamamen reformistleşen ve kendi çizgisine gelen Arafat önderliğindeki bir FKÖ’den pek fazla çekindiği yok. ABD’yi endişelendiren, İsrail’in sergilediği uzlaşmaz tavırla Filistin halkının mücadelesinin radikalleşmesidir ki, Filistin İslamcı radikal hareketi buna oynamaktadır.
Körfez Savaşında ABD önderliğinde sağlanan emperyalistler arası ittifak içinde daha savaş döneminde çelişkilerin ortaya çıkması ve bugün bu ittifaktan geriye bir şeyin kalmaması, bölgenin her bir emperyalist devlet açısından nedenli önemli olduğunu göstermektedir. Saddam Hüseyin, ABD’ye açıkça kafa tutuyorsa, bunu, emperyalistler arası çelişkilerin o denli keskinleşmiş olmasında ve Saddam Hüseyin’in bu çelişkilerden yararlanmayı çok iyi becermesinde aramak gerekir. Amerikan emperyalizmi, Irak karşısında yaptırım gücünün giderek zayıfladığını görüyor ve Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Türkiye, İran’la Irak’ı ve bu arada Kürt ulusal mücadelesini de boğacağına inanıyor.

Ortadoğu ve Alman Emperyalizmi

1994-1999 Bütçesinde ABD Savunma Planı için talimatlar”da şöyle deniyordu; “Bizim hedefimiz, yeni bir rakibin yeniden güçlenmesini engellemektir. Herhangi bir düşman gücün, kaynakları, küresel bir güç konumunun oluşması için yeterli olan bir bölgeye hakim olmasını engellemek zorundayız” (Aktaran; “blaetler des iz 3 w” dergisi, 19 Aralık 1995-Ocak 1996, Nr. 210, s. 22).
Burada kastedilen Alman emperyalizmidir. ABD’nin, kuruluşundan 1989/90’a kadar, revizyonist blokun yıkılmasına kadar dış politikada Amerikan çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde hareket eden veya dış koşulların gereğinden dolayı böyle hareket eden bir gücü, Almanya’yı hedef almasının çok güçlü nedenlerinin olması gerekir. ABD’nin birleşmiş Almanya’yı yeni güçlü bir rakip olarak görmesinin maddi temelleri var. Alman emperyalizmi, güçlü bir şekilde öne fırlamasının, cüretkar bir şekilde dünya politikasına müdahale etmesinin ve bu anlamda da Amerikan çıkarlarını tehdit etmesinin alt yapısını uzun “soğuk savaş” döneminde hazırlamış ve oluşturmuştu. Alman emperyalizmi, yalnız hareket etmenin sonuçlarını I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında görmüştü. Bu sonuçlardan ders alan Alman emperyalizmi, uzun bir dönem ABD’nin dünya jandarmalığını kabullenerek veya onun şemsiyesi altında, Avrupa’nın, öncelikle emperyalist devletlerinin AET çatısı altında örgütlemesini sağlamıştır. AET, bugünkü adıyla AB, kendi içinde çelişkili olmasına rağmen dışa karşı güçlü rekabetçi bir merkezdir. Bu merkez, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, daha ziyade Alman emperyalizminin çıkarlarını ifade eden bir gelişme sürecindedir. Alman emperyalizmi, AB içinde en güçlü ekonomik potansiyeli oluşturuyor ve bu gücüne dayanarak da siyasi etkisini gösteriyor. Avusturya’nın AB’ye katılmasıyla, Almanya-Avusturya ikilisi, kendilerine bağımlı kıldıkları Hırvatistan ve Slovenya vasıtasıyla Balkanlar’daki ekonomik ve siyasi nüfuzu genişlettiler, pekiştirdiler ve “Güneydoğu’ya yöneliş”in güzergahını ele geçirdiler. İskandinav ülkelerinin ve Avusturya’nın AB’ye katılmaları, Fransa ve İngiltere’nin AB içindeki konumlarını zayıflatıcı olmuştur. Bunun ötesinde doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin de AB’ye katılmaları, Alman emperyalizminin AB içindeki konumunu daha da güçlü kılmaktadır. Bütün bunlar onun pervasız hareket etmesinin açık nedenleridir. Alman emperyalizmi, AB bayrağıyla kendi nüfuz alanını genişletiyor.
Aralık 1994’te Almanya’nın Essen kentinde düzenlenen “AB-Konsey Zirvesi”nde, AB’nin Akdeniz bölgesi üzerine politikası netleştirildi. Bu zirvede bölgemiz “stratejik önemi olan alan” olarak tanımlandı ve bu bölgede barış ve istikrarın Avrupa açısından en önemli öncellik olduğu görüşüne varıldı. Bölgemizdeki veya AB’nin tanımlamasıyla Akdeniz bölgesindeki barış ve istikrar, “Birliğin sahip olduğu bütün araçlarla (buna ortak dış ve güvenlik politikası da dahildir) takip edilmelidir.” deniyor AB-Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nda.
Bu alana Kuzey Afrika veya Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkeleri de dahil. Ama aynı zamanda Kıbrıs, Yakın ve Ortadoğu ülkeleri de dahil.
Aynen nasıl ki, bir zamanlar Sovyet sosyal emperyalizmi ve dün ve bugün ABD emperyalizmi bölgemizi “stratejik önemi haiz” olarak görmüşlerse, şimdi AB de öyle görüyor. Almanya, Fransa, İngiltere ve hatta İtalya, Rusya’dan ve ABD’den çok önceleri bölgemizde hakimiyet sürdürmüşlerdi. Bugün de belli bir ortaklık içinde aynı alana yöneliyorlar. Amaç açık; petrolü kontrol altına almak ve bölgeyi başka alanlara (Kafkasya, Orta Asya) açılmak için üs olarak kullanmak.
Gücünden ve manevra olanaklarından dolayı bölgemize nüfuz etmede Fransa ve İngiltere’ye nazaran daha sabırsız ve iştahlı olan Alman emperyalizmi, bunun kolay olmayacağını gördüğünden dolayı çok yönlü politik girişimlere ve sonucu savaş olabilecek şantajlara başvurmaktadır.
AB-Türkiye, AB-Kıbrıs ilişkilerinde Alman emperyalizminin amacına ulaşmak, ABD ile bölge üzerindeki rekabetini kendi lehine sonuçlandırmak için her yola başvuracağını görüyoruz. AB, belirlenen politikasının doğrudan bir sonucu olarak Kıbrıs’ı “stratejik önemi haiz bir alan” olarak görüyor. Kıbrıs, Afrika’ya, sıcak denizlere ve özellikle de bölgemize açılan, hatta bölgemiz içinde olan bir üs. Kıbrıs’a yerleşmekle Adana’ya, Hatay’a veya Lübnan’a yerleşmek arasında çok büyük bir fark yok. AB’nin, Kıbrıs’ı AB’ye almak istemesinin altında yatan neden budur. Alman emperyalizmi, bu amacına ulaşmak için adanın bölünmesini de göze almakta. Türk burjuvazisinin “ulusal namus” meselesi yaptığı Kuzey Kıbrıs’ı bırakmayacağı bilindiğine göre, Kıbrıs’ı AB’ye almak demek, adayı bölmek anlamına geliyor ve ada, karşılıklı atılan adımlar da gösteriyor ki, fiili bölünmüşlüğünün, hukuksal açıdan tamamlanması sürecine girmiştir.
Türkiye-AB ilişkilerine Alman emperyalizminin bölgemiz üzerindeki iştahı; ABD ile rekabeti yön vermektedir. AB ve başta da Almanya, Türkiye’yi mevcut ilişkiler içinde kendine bağımlı kılmaya çalışıyor. AB, Gümrük Birliği ile sınırlanmış bir entegrasyonu yeterli görüyor. Ve Türkiye’den istenen de mevcut siyasi ve ekonomik ilişkiler bazında AB’ye teslim olmak ve ABD’den uzaklaşmak.
Türkiye’nin, Lüksemburg toplantısı sonrasında AB’ye karşı aldığı tavrın blöf olmadığının anlaşılması -bu uşakla efendi restleşmesiydi- hemen ABD’nin Türkiye’yi koruyucu, destekleyici açıklamalar yapması, sonuç itibariyle Alman tekelci burjuvazisinin, Kürt ulusunun ne denli büyük “dostu” olduğu gerçeğini, şimdiye kadarkinden daha açık bir şekilde açığa çıkardı. Almanya’nın Lüksemburg sonrasında doğrudan “Kürt sorununun siyasi çözümü”nü talep etmesi, PKK’yı “terör örgütü” olmaktan çıkartması hiç tesadüfü gelişmeler değildi. AB şemsiyesi altında Almanya, Türkiye’yi Kürt “kartı” ile sıkıştırmak ve istediğini koparmak amacında. Türkiye’den istenen sadece “Misak-ı Milli” sınırları içinde AB’ye teslimiyet değil. Bu, mevcut ilişkilerle zaten uygulanıyor. AB, Türkiye’yi bölge üzerinde hegemonya kurmak, Amerikan emperyalizmine darbe vurmak için üs olarak kullanmayı amaçlıyor, AB-Türkiye, Almanya-Türkiye ilişki ve çelişkilerine yön veren; bu ilişki ve çelişkilerin gelişme seyrini belirleyen esas nokta, Almanya ile ABD’nin Yakın ve Ortadoğu üzerinde sürdürdükleri hegemonya mücadelesi ve rekabetidir. Bu rekabette güçlü olmak için Alman emperyalizmi, aynen ABD gibi bir Kürt “kartı”na sahip olma niyetini artık gizlemiyor. Alman emperyalizmi, bölgeye sızma faaliyetini İran üzerinden de sürdürüyor. Almanya, molla rejimi ile siyasi ve iktisadi ilişkilerini hiç aksatmadan sürdürmüştür. Sadece İran-Irak Savaşı döneminde Almanya’nın İran’a yaptığı ihracatın toplamı 40 milyar mark civarındaydı. Almanya’nın İran’a yaptığı ihracat, dönem dönem, Türkiye’ye yaptığı ihracattan hiç de az değildi. Son yıllarda miktarın azalması, molla rejiminin ödeme güçlüğünden kaynaklanıyor. Ayrıca birçok ülke gibi Almanya da, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargoyu tanımadığını açıkladı.
Bunun ötesinde, Alman gizli istihbarat teşkilatının İran gizli istihbarat teşkilatıyla sürdürdüğü ilişkiler bilinmektedir. Son dönemde ABD’nin İran ile ilişki kurmaya hazır olduğunu açıklamasından sonra Almanya, İran ile tek başına sürdürdüğü ilişkinin yanı sıra, AB’yi de devreye sokmaya çalışmaktadır. Örneğin Alman Dışişleri Bakanı K. Kinkel, “AB ile İran arasındaki ilişkilerin yeni bir başlangıcı”ndan bahsetmeye başlamıştır. Bu türden açıklamalar, niyet ifadesi olarak görülemez. Bölge üzerinde sürdürdükleri rekabette ABD, Almanya’nın, Almanya da ABD’nin “hal ve gidiş”ini karşılıklı olarak kontrol ediyor ve ona göre adım atıp, tedbir alıyorlar.
Alman Genelkurmay Başkanı K. Naumann, 1991 yılında “Alman ordusunun yeniden şekillendirilmesinin Konsept Temelleri ve Askeri-politik ve Askeri-stratejik Temelleri” başlığını taşıyan bir çalışma yapar. Bu çalışma, 1992’nin Kasım’ında Alman Savunma Bakanı Volker Rühe tarafından “Savunmaya (özgü) Politik Talimatlar” adı altında benimsenir. Orada, diğer şeylerin yanı sıra şöyle deniyor;
... Serbest dünya ticaretinin muhafaza edilmesi ve bütün dünyada adaletli bir dünya iktisadi düzeni çerçevesinde bütün pazarlar ve hammaddelerine engelsiz girişin sağlanması”.
Evet bu, Alman ordusunun 1990’dan sonraki temel bir göreviydi. Bu anlayışıyla Alman emperyalizmi, amacını ve amacını gerçekleştirmek için hangi araçları kullanabileceğini açıklamış oluyor.

Ortadoğu ve Rus Emperyalizmi

Rus emperyalizmi, birkaç yıllık aradan sonra dünya politikasında yeniden boy gösterdi. Şüphesiz Rus emperyalizminin sorunlarıyla ABD’nin, AB’nin sorunları aynı değil. Ama amaç aynı. Rusya, bir taraftan “arka bahçe”, nüfuz alanı olarak gördüğü Kafkasya ve Orta Asya’yı diğer emperyalist devletlere tamamen kaptırmama sorunuyla karşı karşıyayken, Ortadoğu’da da söz sahibi olarak, bölgenin Kafkasya ve Orta-Asya’ya yönelik üs olarak kullanılmasını engellemek, en azından zorlaştırmak çabasındadır. Irak ve Suriye gibi ülkelerle ilişkilerini; SB döneminden kalma ilişkilerini göz önünde tutarsak, konumunun hiç de önemsiz olmadığını görürüz. Rus Dışişleri Bakanı Jewgeni Primakow’un en son Irak-ABD çatışmasını (Kasım 1997) uzlaşma ile önlemesi, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu güçlendirmiştir. ABD’nin Saddam Hüseyin’e karşı “asarım-keserim”inin tehdit boyutunda kalmasında ABD’nin arabasına koşulmak istenmeyen diğer emperyalist devletlerin yanı sıra Rusya’nın tavrının da önemli bir payı vardır. ABD, “vururum” derken, devreye giren Rusya, “olmaz, konuşarak halledelim” diyor.
Son dönemlerde, belki de biraz beklenmedik bir hızla, Türkiye ve Rusya arasında sürdürülen “sıcak” ilişkiler, derinleştirilmeleri durumunda Ortadoğu’daki bütün dengeleri alt-üst edebilecek önemi haizdir:
-Rusya, Bakü-Ceyhan boru hattına, eski tepkisini göstermiyor. Özellikle ABD’nin bu hatta sıcak baktığını açıklamasından sonra Rusya’nın tavrında belli bir yumuşama görülmektedir.
-Karadeniz’den geçerek Türkiye’ye ulaşacak olan doğal gaz boru hattı beklenmedik bir anda imzalandı.
-Son olarak Rusya, PKK’ye karşı tavır alacağını açıklıyor. Belki de bu tavır, doğal gaz boru hattının karşılığıdır. Türkiye-Rusya arasında bir flört durumu var. Rusya’nın Türkiye ile ani diyebileceğimiz böylesi ilişkilere girmesinde belli başlı iki nedenin rol oynadığı kanısındayız. Türkiye ve Ortadoğu üzerinde rekabet, aynı zamanda, bu rekabetin bir uzantısı olarak Kafkasya ve Orta Asya üzerinde rekabet demektir. Bu türden ilişkileriyle Rusya, Türkiye’nin karşısına AB (Almanya) ve ABD’nin yanı sıra üçüncü bir alternatif güç olarak çıkıyor, ve ‘onlar vaat edebilirler, ama ben veriyorum’ diyor. İkinci bir neden ise Rusya’nın, Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gaz yataklarının paylaşılmışlığı bu kaynaklara özellikle Amerikan tekellerinin hakim olduğu gerçeğini görerek, Türkiye ile ortak hareket etmenin yollarını araması ve ortak hareket edildiği durumda da Anadolu’nun ABD açısından tam anlamıyla bir üs olmaktan çıkacağı anlayışıdır. Bu, Rusya’nın Türkiye’yi kendi yanına çekme, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerine Türkiye ile ilişkilerinin ne denli sıcak olduğunu gösterme taktiğidir. Geleneksel müttefiklerinden kopartılmış Türkiye, Rus emperyalizmi için en mükemmel Türkiye’dir. Türkiye-Rusya flörtünü böyle yorumlayabiliriz. Gelişmeler başka, göremediğimiz boyutta da alabilir; doğal gaz boru hattı inşası iptal edilebilir. Bölgemizde oynanan oyunlar oldukça büyük. Bazen kimin elinin kimin cebinde olduğu pek kestirilemiyor. Her halükarda Türkiye-Rusya flörtünü, AB ve ABD de not ediyordur. Ama ilginçtir. Petrol ve doğal gaz boru hattının Bulgaristan, Yunanistan üzerinden Ege Denizi'ne döşenmesi artık pek gündeme getirilmiyor.

Ortadoğu ve Antiemperyalist Mücadele

Ortadoğu, emperyalist devletlerin stratejik ve taktiksel düşünme ve uygulama yeteneklerini her geçen gün daha da zorluyor. Çıkarlar, soyut olarak aynı, ama her bir emperyalist güç, soruna kendi açısından baktığı için soyut, somutlaşınca, birinin beyaz dediğine, diğeri siyah diyor. Özellikle ABD ve AB, bölgemizde birbirinin hareketini bloke etmek için her yola başvuruyor. Faşist, gerici ruhani diktatörler, faşist, gerici rejimler, emperyalist devletlerin yerli dayanaklarıdır. Her bir emperyalist devlet, üs olarak kullanacağı ülke ve yerli işbirlikçi peşinde. Bu durumu yerli hakim sınıflar da biliyorlar. İktidarlarını korumak için bir emperyalist güce yaslanıyorlar. Ortadoğu’nun koşulları, bir ülkede birkaç emperyalist gücün nüfuz sahibi olmasına pek uygun değil. Amerikancı olunca, anti-almancı, anti-ingiliz veya anti-rusçu olmak gerekiyor. Örneğin İran, Suriye, Irak anti-amerikancılığın üssü, ama anti-emperyalistliğin değil. Bu ülkelerin kapıları diğer emperyalist devletlere açık. Bu ülkelerde hakim sınıflar iktidarlarını sürekli kılmak için emperyalist devletler arası çelişkilerden güya yararlanıyorlar; birine karşı diğeriyle işbirliği.
 
Ulusal kurtuluş hareketlerinde de bu yönde tehlikeli bir gelişme var. Bu gelişme hiç de yeni değil. Örneğin, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ele alalım. Yasir Arafat önderliğinde FKÖ, hiçbir dönem tam anlamıyla tutarlı antiemperyalist olmamıştır. Onun anti-emperyalistliği anti-amerikancılık ve Siyonizme karşı mücadele ile sınırlı kalmıştır. FKÖ, Arap gericiliğiyle ilişkilerini sürdürürken, Sovyet sosyal emperyalizmine ve birkaç revizyonist ülkeye karşı hayırhah bir tavır almıştır. Revizyonist blokun dağılmasından sonraki gelişmeler de ortada. Arafat’ın anti-amerikancılığı ve Siyonizme karşı mücadelesi, işbirliğine dönüşmüştür. Filistin ulusal burjuvazisinin reformist kesimi emperyalizme teslim olmuş, bağımsız Filistin’den vazgeçmiş, otonomi ile yetinmiştir. Hoş, Filistin-İsrail sorununun Amerikancı çözümü de iflas etmiş, FKÖ, işgal bölgelerinde polis rolünü üstlenmiş ve Oslo Anlaşması’nda öngörülen otonomiye dahi ulaşılamamıştır. Bugün Filistin halkı, yeniden mücadeleye atılmakla karşı karşıyadır. Ya İslamcı radikallerin peşine takılarak yeni bir İran deneyimi yaşanacak ya da şimdiye kadarki mücadelesinden deneyler çıkartarak tutarlı antiemperyalist mücadeleye soyunacak.
Güney Kürdistan’da Kürt ulusu, Irak rejimine karşı bağımsızlık mücadelesinde yıllarca Barzani (PDK) ve Talabani (YNK) gibi hainlere güvenmiş, onların önderlik ettiği bu kuruluşlarla sonuç alınacağına inanmıştır. Ama her seferinde ihaneti, bizzat yaşamıştır. Daha Halepçe üzerinde zehir bulutları dağılmadan Saddam’la kucaklaşmak ve öpüşmek için yarıştılar. ABD’ye, Türkiye’ye birbirini şikayet etmek ve karşılıklı gammazlamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. En sonunda peşmergeleri, gerillanın üstüne gönderdiler.

PKK önderliğinde sürdürülen ulusal kurtuluş mücadelesi, sadece Kürt ulusu açısından değil, antiemperyalist, demokratik mücadele veren bütün halklar açısından bir ışık olmuştur. Bu mücadele Türkiye’de birçok tabuları yıktığı gibi, Ortadoğu’da dengeleri de sarsmış ve her koşul altında hesaba katılması gereken bir güç olduğunu ortaya koymuştur. Ortadoğu’da Kürt ulusal hareketini hesaba katmayan bir çözümün geleceği yoktur. Bu, gerçeğin bir yanı. Gerçeğin diğer yönü ise hiç de iç açıcı değil. Bu, PKK’de belli bir zamandan beri (1992/’93) izlenen açık uzlaşmacı ve reformist eğilimdir. Bu, antiemperyalist mücadeleyi, sömürgeci-faşist Türk devletine karşı olan güçlerle birleşme, onların desteğini alma eğilimidir. Bu, insanı emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma adı altında bir emperyalist güce ve yerli işbirlikçisine karşı mücadelede diğer bir emperyalist güce yaslanmaya götürür.
Kürt ulusal sorunu, PKK’nin emperyalist devletleri esas alan diplomatik faaliyeti sonucunda değil, Kürdistan dağlarındaki ve şehirlerindeki mücadelenin doğrudan bir sonucu olarak uluslararası bir sorun olmuş ve en azından Ortadoğu bölgesiyle ilgili enternasyonal politikanın gündemine oturmuştur.
Emperyalizm gericiliktir. Diğer şeylerin yanı sıra ulusların ezilmesidir, talanıdır. Emperyalizm, somutta da ne bir bütün olarak AB ve ne de Alman emperyalizmi Kürt ulusunun dostu olabilir. Başka ulusları ezme, yok etme, talan etme konusunda Alman emperyalizminin sicili oldukça kirlidir. PKK bunu bilmiyor mu? Pekala biliyor. Ama o, başta Almanya olmak üzere AB’nin desteğini alarak Kürt ulusunun bağımsızlığına kavuşmayacağını da bilmelidir. Alman emperyalizmi, ABD ile rekabetinden dolayı Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için Kürt ulusunun “dostu” oluyor, siyasi çözümden bahsediyor. Peki, faşist diktatörlük Alman emperyalizminin dayatmasını kabul edince ne olur? PKK yeniden “terörist” olur. Bu sefer de Amerikan emperyalizmi Kürt ulusunun “dostu” olur. Demek oluyor ki, antiemperyalist mücadeleyi, belli emperyalist güçlere karşı mücadele ile sınırlamak ve bu mücadeleyi sürdürürken, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma adına -yararlanılmaz demiyoruz- başka emperyalist güçlere dayanmak veya onlardan medet ummak ulusal kurtuluşa götürmez.

Alman emperyalizmi yeni bir Talabani, yeni bir Barzani peşinde; kendini Ortadoğu’ya taşıyacak bir güç peşinde. Alman emperyalizminin bu oyunu görülmelidir.

Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi mevcut olanaklarıyla ve mücadele yöntemiyle gelebileceği en son noktaya çoktan geldi. Gerilla savaşı mücadeleyi belli bir noktaya taşıdı. Bu süreçte sömürgeci devletin bütün olanaklarını seferber etmeye hazır olduğunu, seferber ettiğini ve sonuç almaya çalıştığını gördük. Kürt ulusal devrimi, ne acı ki, ağır bir yenilgi ile karşı karşıya. Çünkü her türlü kahramanlığa, kararlılığa rağmen Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin şimdiye kadarki mücadele yöntemiyle ilerlemesi ve sonuç alması artık mümkün değildir. Bugün esas olan, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından da hayati önemi haiz olan, Batı’daki işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar ile birleşerek yürümektir.
Sonuç itibariyle:
Ortadoğu’da antiemperyalist mücadele bütün emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine karşı mücadeledir. Ortadoğu’da antiemperyalist mücadele aynı zamanda Siyonizme, Arap gericiliğine, molla rejimine, faşist sömürgeci diktatörlüğe karşı mücadeledir.

Ortadoğu’da antiemperyalist mücadele, ayrım yapmaksızın bölgemizi talan eden emperyalist devletler somutunda Amerikan, Alman, Rus, İngiliz, Fransız, Japon, Çin vb. emperyalist güçlere karşı mücadeledir.

Ortadoğu tarihi, ülke sınırlarını aşan, bölgemiz bazında transnasyonal (uluslar arası) veya bölgesel enternasyonal birleşik bir antiemperyalist mücadele ile emperyalistlerin kovulacağını, yerli hakim sınıfların yıkılacağını ve bölgemizin özgürleşebileceğini göstermektedir.

Önümüzdeki sayıda Türk burjuva egemenlik sisteminin “Ortadoğu Politikası” değerlendirilecektir.

Proleter Doğrultu, Sayı 15, Mart-Nisan 1998.