deneme

1 Mayıs 1998 Cuma

TOPLUMSAL VE SİYASİ BİR GÜÇ OLARAK İŞSİZLER


Marksist-Leninist Politik Ekonominin Sorunları


TOPLUMSAL VE SİYASİ BİR GÜÇ OLARAK İŞSİZLER

Kapitalizmin Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...”(Stalin)


1- Kapitalist Birikimin Genel Yasası Ve İşçi Sınıfının Durumu

Kapitalist Birikimin Genel Yasasının Anlamı

Kari Marks, Kapital’in birinci cildinde kapitalist birikimin genel veya da mutlak yasasını şöyle formüle eder.
Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte -PD) artar. Anıcı bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır. (Aç. Marks, Marks-Engels Toplu Eserler, C. 23, Kapital C. I, s. 673-674, Alm.)

Burada Marks, kapitalist birikimin antagonist karakterini çok açık bir şekilde gösteriyor. Anlaşılması gereken temel sorun şudur: kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli sosyo-ekonomik bağlamları içermektedir. Bunlardan birisi, sermaye ve ücretli işin birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarıdır. Sermayenin artması veya sermaye birikimi, işçi sınıfının büyümesine-sayısal olarak artmasına neden olur. Sermayenin birikim sürecinde bir taraftan sermaye -giderek artarak- giderek daha az sayıda kapitalistin elinde toplanırken, diğer taraftan da nüfusun giderek artan bir kısmı, çoğunluğu işçiye dönüşür. Demek oluyor ki, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal kutuplaşması/ayrışımı bir madalyonun iki yüzüdür, diyalektik bağ içindedir.

İkincisi; kapitalist birikimin mutlak, genel yasasına göre, artı-nüfus, sermayenin birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı ölçüsünde doğar. Buna görece nüfus fazlalığı denir. Öyleyse; görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik, sermayenin birikim sürecinde doğar ve gelişir. (Esas konumuz bu ve aşağıda ele alacağız.)

Üçüncüsü; kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir taraftan kapitalist sınıfın elinde zenginlik ve siyasi iktidarın toplanması, diğer taraftan da işçi sınıfının artan sömürüsü ve baskı altına alınışı anlamına gelir. Birikim sürecinde ücretli işin sermayeye bağımlılığı artar, kapitalizmde her şey, bütün araçlar, ekonomik, mali, siyasi, idari vb. birikimin araçlarıdır, üretimin gelişmesinin araçlarıdır. Bu araçlar, aynı zamanda işçi sınıfı üzerinde hakimiyet kurmanın, onu iliklerine kadar sömürmenin araçlarıdır veya buna dönüştürürler. Öyleyse; sermayenin birikim süreci, aynı zamanda, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta da sömürü ve baskının birikimi demektir.

Dördüncüsü; bu yasa, kapitalist birikimin tarihsel eğilimini de ifade eder. Burada söz konusu olan, kapitalist birikimin eninde sonunda, kapitalizmi yıkacak nesnel koşulları yaratmasıdır. Kapitalist birikim, son kertede, kapitalizmin, tarihsel oluşunun bir üst üretim biçimi olan sosyalizm tarafından yıkılacağının; toplumun kaçınılmaz olarak sosyalizme doğru geliştiğinin ifadesidir.

Sermaye Birikimi-İşçi Sınıfının Büyümesi

Sermaye birikimi, artı değerin sermayeye dönüştürülmesi demektir. Burada artıdeğerin bir kısmı değişmeyen sermayeye dönüştürülürken (üretim araçları, hammadde vs. satın alınması), bir kısmı da değişen sermayeye dönüştürülür (yani işgücüne ödenen sermaye). Buna göre; sermaye birikimi veya artı değerin sermayeye dönüştürülmesi işgücü ve üretim araçlarında talep artışı demektir. İşgücüne olan talebin artması, işçi sınıfının sayısal olarak artması/büyümesi anlamına gelir. Öyleyse, işçi sınıfının sayısal artışı, sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda Marks şöyle der:

"Sermayenin büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin büyümesini içerir... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir." (K. Marks, agk, s. 641-642)

İşçi sınıfının büyümesi iki faktöre bağlıdır veya bu büyümenin iki ana kaynağı vardır; birincisi, orta tabakaların yıkıma uğraması ve proleterleşmesi, ikincisi de doğal nüfus artışı (bu doğal nüfus artışı, işçi sınıfının kendim üretmesini de kapsar).

Sermayenin birikim sürecinde sermaye ilişkisi genişler, yaygınlaşır ve buna bağlı veya buna paralel olarak da kapitalist toplumun iki temel sınıfı kapitalistler ve proletarya bazında kutuplaşması gelişir/derinleşir. Kapitalizmde işçi sınıfı, diğerlerine nazaran oldukça hızlı çoğalır ve onun toplam nüfustaki payı sürekli artar.

Sermayenin birikim süreci, aynı zamanda üretimin ve sermayenin artan yoğunlaşması ve merkezileşmesi demektir. Konumuz dışı olduğu için bu noktaya girmiyoruz.

2- Sermaye Birikimi-Sermayenin Organik Bileşiminin Gelişmesi ve 
    İşsizlik

Sanayi Yedek Ordusunun Oluşma Nedeni

Sermaye birikimi aynı zamanda, sermayede nicel değişimlerin olduğunu gösteren bir süreçtir. Bu değişimler, kapitalist üretim boyunca ve sermayenin yapısındaki değişimle bağlam içinde; bu yapısal değişim temelinde gerçekleşirler.

Sermayenin Bileşimi ve Gelişmesi: Sermayenin teknik ve değersel bileşimi arasında fark vardır. Üretim sürecine dahil edilen veya da üretime yatırılan her bir sermaye maddesel (üretim araçları) ve işgücü olarak iki kısımdan oluşur. Bu, sermayenin iki bileşenidir. Bu bileşenlerden hangisinin toplam içinde daha fazla veya daha az paya sahip olduğu/olacağı koşula bağlıdır. Yani üretim sürecine dahil olan üretim araçlarının ve kullanılan işgücünün (canlı iş) kapsamı (üretim araçları) ve miktarı (işgücü), toplumsal üretici güç olan işin gelişmesi tarafından belirlenen orantıya bağlıdır. Dolayısıyla sermayenin bu bileşenleri arasındaki ilişki, değişmez değil, değişir karakterlidir.

Sermayenin Teknik Bileşeni: Üretim sürecinde kullanılan üretim araçlarının işgücüne olan nicel ilişkisine sermayenin teknik bileşimi diyoruz. Daha fazla, en fazla kar ve rekabet, kapitalistleri, sürekli yeni makinalar, teçhizatlar bir bütün olarak yeni teknoloji kullanmaya zorlar ve bu da sermayenin teknik bileşimini değiştirir. O halde, kapitalizmde sermayenin teknik bileşimi kapitalist ekonomi yasalarının, artı değer, rekabet gibi nesnel yasaların işlerliğinin kaçınılmaz doğrudan sonucudur.

Kapitalist üretim biçiminde sermayenin teknik bileşimi, kendine özgü tarihsel görünüm formunu sermayenin değersel bileşiminde gösterir. Bütün üretim unsurları sermaye olarak hareket ederler; belirttiğimiz gibi, üretim araçları değişmeyen sermaye ve işgücü de değişen sermaye olarak. Bu durumda üretim sürecinde olan bütün üretim unsurlarının teknik bileşimi, sermayenin değişmeyen ve değişen bileşenleri olarak görünürler. Marks, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye olan ilişkisini/oranını, sermayenin değersel bileşimi olarak tanımlar.

Sermayenin teknik ve değersel bileşimi bir birinden kopuk değildir. Bunlar arasında belli ilişkiler vardır; yeni makinalar, yeni teçhizatlar, yeni/başka hammaddeler, enerji kaynaklan vs. her bir işgücü başına düşen üretim araçlarının artması anlamına gelir. Böylelikle sermayenin teknik bileşeni değişir, bu durumda artar. Bu değişim kaçınılmaz olarak, sermayenin değersel bileşimine de yansır; yani değişmeyen sermaye (‘Almancasının baş harfiyle ifade edersek C) değişen sermayeye (Almancasının baş harfiyle ifade edersek V) nazaran daha hızlı büyür. Ama sermayenin teknik ve değersel bileşimi aynı oranda/ölçüde gelişmez. Bir örnek, işin verimliliğinin artmasıyla üretim araçları üreten sektörlerde (makina, motorlu araçlar vs.) üretim araçlarının değeri düşer. Bu durumda, değişmeyen sermayenin hacmi, ihtiva ettiği üretim araçları kütlesinden daha yavaş büyür. Bundan dolayıdır ki, sermayenin değersel bileşimi, teknik bileşiminden daha yavaş büyür.

Marks: “Bunun nedeni şudur; işin üretkenliğindeki artışla, sadece onun tarafından tüketilen üretim araçlarının kapsamı, değil, kapsamıyla karşılaştırıldığında değeri de düşer. Yani bunların değerleri mutlak olarak artar, ama kapsamı ile orantılı olarak değil. Bundan dolayı, değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki farktan doğan artış, değişmeyen sermayeye dönüştürülen üretim araçtan kitlesi ile de değişen sermayeye dönüştürülen işgücü kitlesi arasındaki farktan çok daha azdır Burada birinci fark, ikincisi ile birlikte artar, ama artış derecesi küçüktür.” (Agk, s. 651-652)

Marks, sermayenin organik bileşimini de şöyle tanımlar:
"Ben, bunların ilkine sermayenin değersel bileşimi, ikincisine de teknik bileşimi diyorum. Bunlar arasında karşılıklı sıkı bağ vardır. Bunu anlamak için sermayenin değersel bileşimine, bunun, sermayenin teknik bileşimi tarafından belirlenmesi ve bu bileşimdeki değişmeleri yansıtması açısından, sermayenin organik bileşimi diyorum." (Agk, s. 640)

Sermayenin bileşenleri arasındaki oransal ilişkinin değişken olduğunu belirtmiştik. Bu değişkenlik, sermayenin organik bileşiminde de söz konusudur. Sermayenin organik bileşiminin yüksek olması, sermayenin bileşenleri karşılaştırıldığında değişmeyen sermayenin değişene nazaran payının daha yüksek olması anlamına gelir. Sermayenin organik bileşiminin düşük olması durumunda bunun tersi söz konusudur. Yani sermayenin bileşenlerinden değişen sermayenin payı, değişmeyenin payından daha yüksektir. Buna göre; sermayenin organik bileşiminin veya da işin verimliliğinin artması, her bir işçi tarafından harekete geçirilen üretim araçları hacminin artması anlamına gelir. Şöyle de diyebiliriz: Aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan üretim araçları kitlesini harekete geçirebilir ve giderek artan kullanım araçları üretebilir. Bunun nedeni açıktır; şayet aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan miktarlarda hammaddeleri, üretim araçlarını harekete geçiriyor ve giderek artan miktarda üretim yapabiliyorsa, orada, bu üretim sürecinde modern teknoloji kullanıyor demektir.

Sermayenin tam anlamıyla değerlendirilmesi kaygısı ve rekabet, kapitalistleri sürekli modern teknoloji kullanmaya zorlar. Bu da sermayenin organik bileşimini yükseltir ve kapitalistler, mümkün olduğunca az sayıda işgücüyle, az miktarda sermaye ile oldukça büyük kapsamlı değişmeyen sermayeyi harekete geçirmeyi amaçlar. Kapitalist, var olmak için bunu yapmak zorundadır. Burada değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla görece azaldığını görüyoruz. Konunun yanlış anlaşılmaması için ilave edelim. Değişken sermayenin görece azalması, onun mutlak büyüklüğünün kitlesinin artışıyla bağlam içindedir. Sermayenin birikim sürecinde değişken sermaye de mutlak olarak artar. Yani daha çok sayıda işgücü sömürülür. Değişken sermaye mutlak olarak artar, ama görece olarak azalabilir. Marks’ın dediği gibi;
Birikimin ilerlemesi değişken sermayenin görece büyüklüğünü azaltıyorsa, bu onun mutlak büyüklüğünün artışını asla dışlamaz. Diyelim ki, bir sermaye değişimi başlangıçta yüzde 50 değişmeyen, yüzde 50 değişen sermaye olarak ayrılmış olsun ve sonra bu bileşim yüzde 80 değişmeyen, yüzde 20 değişen şekline dönüşmüş olsun. Eğer bu arada başlangıç sermayesi diyelim ki 6000 sterlin 18000 sterline yükselmiş ise, bunun değişen kısmı da beşte bir artmıştır. Eskiden 300 sterlin iken şimdi 3600 sterlin olmuştur. Ama eskiden sermayede yüzde 20 oranında bir artış işe olan talebi yüzde 20 artırmaya yeterken, şimdi bu artış, başlangıç sermayesinde üç kat bir artış gerektirir.” (Agk, s. 652)

Açıklama bazında devam edelim: Değişken sermayenin görece azalması, işgücünün sömürülme derecesinin azaldığı anlamına gelmez. Tam tersi söz konusudur. Marks şöyle diyordu:
Tam tersine, metaların içerdikleri ek canlı işin toplam miktarı azaldığı halde, karşılığı ödenen kısma oranla ödenmeyen kısmı ödenen kısımdaki mutlak ya da nispi azalma nedeniyle büyür, çünkü, bir metadaki ek canlı işin toplam miktarını azaltan aynı üretim tarzı, mutlak ve görece artı değerde bir yükselmeyi de beraberinde getirir.” (Kapital C. 3, s. 249-250)

Sermaye Birikimi ve Görece Nüfus Fazlalığının Gelişmesi
Dün ve Bugün Görece Nüfus Fazlalığı

Buraya kadar anlatılandan anlaşılıyor ki, işgücüne olan talep her şeyden önce, sermaye birikiminin organik bileşiminin gelişmesine bağlıdır. Sermayenin organik bileşiminin gelişmesi de işin verimliliğinin gelişmesiyle bağlam içindedir.

İş verimliliğinin gelişmesi, değişmeyen süre içinde -diyelim ki 8 saatte- canlı işin daha çok üretim aracını harekete geçirerek, daha çok ürün üretmesi anlamına gelir. Bu genel anlamda ilerici bir görünümdedir/gelişmedir. Ama kapitalizmde; kapitalist üretim koşullarında işin verimliliği, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi biçiminde gerçekleştiği için; yani değişken sermayenin görece azalmasına neden olduğu için, işgücünün üretim dışı kalmasına; işsizliğe neden olur. (Sosyalizmde durum tamamen farklıdır. Sosyalizmde, insanın insan tarafından sömürülmesinin maddi koşulları ortadan kalkmıştır. Modern teknoloji ve buna bağlı olarak işin verimliliği, çalışma süresinin kısaltılmasını beraberinde getirir ve sosyalizmde çalışanlar, böylece başka işler için -örneğin, okumak, sportif faaliyetler, sanatsal faaliyetler vs.- zaman bulurlar. Sosyalizmde modern teknoloji ve buna bağlı olarak, işin verimliliği lam anlamıyla toplumun üretimin sürekli devrimcileştirilmesi için kullanılır.)

Demek oluyor ki; hacmi aynı olan sermaye, organik bileşimi yükseldikçe, daha az sayıda işgücü kullanır. Bir örnek; diyelim ki 100 işçi 8 saatte 1000 TL tutarında bir kullanım değeri üretiyor. Burada işçi başına 10 TL tutarında bir miktar düşüyor. Diyelim ki, sermayenin organik bileşimi yükseldi, yani kapitalist yeni makinalar, modern teknoloji kullanmaya başladı. Bu durumda üretilen kullanım değeri artar. Diyelim ki 1000’den 1200 çıksın. Bu durumda her bir işçi 12 TL tutarında bir kullanım değeri üretmiş olur. Bu durumda kapitalistin 100 değil 83 işçiye ihtiyacı vardır. Yani 17 işçi fazlalık olmuştur.

Burada işsizliğin kapitalizme özgü olduğunu görüyoruz. Kapitalist üretim biçimi koşullarında işsizliği ortadan kaldırmak olanaksızdır. Olasılıkları sıralayalım:

-Çalışma süresinin kısaltılması durumunda; bu durumda belli sayıda işsiz iş bulabilir, ama meselenin özünde bir şey değişmez, yani işgücüne olan talep azlığı devam eder.

-Üretimin düşmesi durumunda; bu durumda daha çok sayıda işçi işsiz kalır.

-Bütün olasılıklardan bağımsız olarak işçi sınıfı, doğal çoğalma ve küçük üreticilerin iflası yoluyla çoğaldığı için, işsizlik de hızlı artar.

-İşgücünün üretimden dışlanması, sermaye birikimiyle engellenebilir diye düşünülebilir. Diyelim ki öyle ama genişletilmiş üretim, şayet kapitalist varlığını sürdürmek istiyorsa, yerinde saymaz; üretimin hacmi artar, yeni yatırımlar söz konusu olur. Yeni yatırım, aynı zamanda modern teknoloji demektir. Modern teknoloji, işin verimliliğini, bu da sermayenin birikimini artırır. Bu durumda, sermayenin bileşimi yükseldiği için, az sayıda işgücü ile daha fazla üretim olanaklı olacaktır. Yani işçilerin bir kısmı yine işsiz kalacaklar.

-Diyelim ki, sermaye birikimi ve işin verimliliği aynı tempoda gelişsin. Bu durumda gerekli işgücü sayısında bir durgunluk olur. Ama işsizlik artar. Bu sefer de işçi sınıfının doğal artışı, işsizliğe neden olur.

Kapitalizm koşullarında sadece bir durumda işsizlik geriler. Şayet sermaye birikiminin büyümesi, işin verimliliğini aşarsa, bu durumda işgücüne olan talep artar ve bu talep, bir bütün olarak işçi sınıfının büyümesinden yüksekse -diyelim ki, bir bütün olarak işçi sınıfı bir yılda bir milyon artıyorsa ve o yılda işgücüne olan talep bir milyon yüz bin ise- bu durumda işsizlik gerçekten geriler. Kapitalizmin genel krizi koşullarında böyle bir durum nadirdir, istisnai, olağanüstü bir durumun sonucudur. (II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım ve korkunç talep böyle bir duruma yol açmıştı.) Tabii burada kapitalizmde/emperyalizmde, emperyalist savaşların istisna, olağanüstü olduğunu söylemiyoruz. Burada belirtmek istediğimiz, savaşın sonuçlarının işsizliğin gerilemesinde istisnai bir duruma yol açtığıdır.

Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte onun değişken bileşeni veya onda cisimleşen işgücü de büyür, ama sürekli küçülen bir oranda olur. Birikimin belli bir teknik temel üzerinde, üretimin basit bir şekilde genişletme görevini yerine getirdiği duraklama dönemleri kısalır." (K. Marks, Kapital C. 1, s. 658)

Demek oluyor ki, kapitalist üretim bir taraftan sürekli daha çok sayıda işçiye ihtiyaç duyuyor ve diğer taraftan da ek ihtiyaç duyulan sermayeye (değişmeyen sermayeye) oranla giderek azalıyor. Bunun, işçi sınıfı açısından sonucunun ne olduğunu Marks şöyle açıklar:

Topluma sermayenin artış hızıyla birlikte giden ve hu artıştan daha hızlı hareket eden, değişen kısımdaki bu hızlı görece küçülme, öteki kutupta ters bir şekil alır, işçi nüfusunda mutlak bir artış olduğu görüntüsü verir ve bu artış, daima, değişen sermayeden ya da iş sağlayan araçların kitlesindeki yükselmeden daha hızlı hareket ediyor gibidir. Ama aslında bu görece aşın işçi nüfusu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir işçi nüfusu, bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve kapsamı ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist üretimin bizzat kendisidir.” (Agk, s. 658)

Marks’ın burada anlattığı süreç, sanayi yedek ordusunun; artı, fazlalık işçi nüfusunun oluşma sürecidir.

Sanayi yedek ordusu, sermaye birikiminin bir sonucudur. Ama sanayi ordusunun bizzat kendisi, sermaye birikimini teşvik eder, hatta kısmen de olsa olanaklı kılar. Bunun nasıl olduğunu Marks şöyle açıklar:
İşçi artı nüfus, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu artı nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusunu oluşturur ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi, tümüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (Agk, s. 661)

Demek oluyor ki, sanayi yedek ordusu, teknolojik gelişme uygunsa, kapitaliste üretimini aniden ve hızlı bir şekilde genişletme olanağını veriyor. Bu ordu, kapitaliste plansız ve çok üretme fırsatı veriyor. Çünkü kapitalistin işgücü bulma diye bir sorunu yok.

Peki, bu sanayi yedek ordusunun veya görece artı nüfusun bileşenleri nelerdir? Bunu da Marks ile tanımlayalım:
"Görece artı nüfus, olası her türlü biçimlerde vardır. Her işçi, ancak burada, varı ya da tam işsiz olduğu zaman yer alır. Sanayi çevriminin değişen evrelerinin zorladığı bunalım sırasında, had, durgun zamanlarda yeniden kronik bir durum alan büyük devresel biçimler dikkate alınmazsa daima üç biçimi vardır; akıcı, saklı ve durgun." (Agk, s. 670)

Bizi burada ilgilendiren sanayi yedek ordusunun, görece artı nüfusun akıcı biçimidir. Bu biçimde işsizliği Marks şöyle tanımlar:
"Büyük sanayi merkezlerinde -fabrikalarda, manüfaktürlerde, demir döküm yerlerinde, madenlerde vb.- işçiler üretimin boyutlarına göre daima azalan oranda olmakla birlikte, bütünüyle alındığında çalışanların sayısı artacak şekilde büyük kitleler halinde bazen işten uzaklaştırılırlar, bazen de işe alınırlar. Burada artı nüfus akıcı biçimdedir." (Agk, s. 670)
Bu gruptan işsizlerin sayısı giderek artmaktadır.

3- Kapitalizmin Genel Krizi ve Kronik Kitlesel İşsizlik

Burada ele alınması ve açıklık getirilmesi gereken konu, istihdam ile işsizliktir. Bu konuya açıklık getirmek için işe sanayi yedek ordusunun oluşumundan başlamak gerekiyordu. Biz de öyle yaptık. Marks’ın Kapital'de kanıtladığı gibi:

a-İşsizliğin nedeni kapitalizmden kaynaklanır.

b-Sermaye birikimi görece artı nüfusa: yedek sanayi ordusuna, işsizliğe neden olmaktadır.

c-Kapitalistler, üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda işçiyi üretim sürecine dahil ettikleri gibi, yine çok sayıda işçiyi sokağa atabiliyorlardı.

d-Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti.

İstihdam-işsizlik arasındaki ilişkinin niteliği kapitalizmin en son aşaması olan tekelci döneme, emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte, bu süreçte, değişmeye başlamıştır. Ama değişmenin kendisi, kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.

Tekeller, yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini sınırlandırırlar. Tekelcilik, aynı zamanda üretici güçlerin, işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde de engeldir. Ama buna rağmen tekelcilik, tekelci kapitalizm veya emperyalizm döneminde verimlilik, üretimden hızlı gelişir. Bütün gericiliğine, engelleyici özelliğine rağmen emperyalist çağda teknolojinin devasa adımlarla gelişmediğini, yeni buluşların, makinaların vs. üretimde kullanılmadıklarını, emperyalizm koşullarında bilim ve teknikte sürekli bir devrimin yaşanmadığını söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Dolayısıyla daha fazla üretmek için, giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir. Hiçbir kapitalist, hiçbir tekel, modern teknoloji bazında daha az sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim yapıyorsa, bundan, geri bir adım atarak vazgeçemez. Rekabet buna müsaade etmez. Bunu yapan tekel yok olur. İstihdam açısından bu, geriye dönüşümü olmayan sürecin anlamı şudur; işsizliğin süreklileşmesi, kronik kitlesel işsizlik. Marks ve Engels döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde de. Örneğin Lenin'in “Emperyalizm" yapıtını yazdığı dönemde de (1916) böyle bir olgu yoktu. Şüphesiz, işsizlik vardı. İşsizlerin sayısı ekonominin konjonktürel durumuna göre sayısal olarak artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (kriz dışı dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.

Komünist Enternasyonal VI. Dünya Kongresi'nde bu sorunu ele almış ve tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
"Ekonomik açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen çalışına zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir, veya başka türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa artışı ile eş anlamlıdır. “İş verimliliğinin artışı, gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması, işin yerindiğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur. Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi, daha büyük makinayı harekete geçirerek aynı süre içinde söz konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun olağanüstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani işçi tarafından harekete geçirilen makinaların değişmediğinin örneklerini görüyoruz.

"...yeni tekniğin sonucu olarak; ...yapısal işsizlik olarak tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan ekonomik olarak farklıdır.

Savaştan önce de (I. Dünya Savaşı kastediliyor -PD) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.

"1921’deki büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin, denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama işsizlik oranı % 2.3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki verileri görüyoruz; 1923'te Ve 9.6, 1924'te % 13,5, 1925'te % 6.7, 1926’da % 18 ve 1927’de de % 8,8. Yani son dört senede, 1924’ten 1927’ye, Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama işsizlik oranı % 12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu 1927 yılında işsizlik oranı % 9. Açık ki, yoldaşlar, bunu, mutat konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.

"Aynı görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz... ABD'de de... keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...

"İşin verimliliği güçlü bir şekilde artarken, işçi sayısının azalması? Bunun anlamı şudur: teknik ilerleme, işin verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli, yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist ülkelerde böyle oldu...

"Şimdi, önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli olmadığını görüyoruz...

İşsizlik, konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor... Son yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır.” (Varga, Komünist Enternasyonalin VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, s. 201, 202, 203, 204, 8. Oturum 1928, Alm)

Sorunu Stalin de ele almıştır. O, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi'nde özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş oldukların”dan bahseder. (Bkz. C. 12, s. 217, Alm)

Buna göre;
Kapitalizmin genel krizi öncesi dönemde ve sonrası dönemde, işsizliğin nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin üretimden daha hızlı artması, sonuçta az sayıda işçi ile daha çok üretim yapma olanağını doğuruyor. Bu da, Marks döneminde tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan, konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan bir sanayi yedek ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün iyi olduğu dönemlerde yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden oluyor. Varga’nın yapısal işsizlik (yapısal işsizlik kavramı o dönemin Amerikan literatüründen alınmıştır) diye tanımladığı bu işsizlik, günümüzdeki kronik kitlesel işsizliktir ve bu, sayısı emperyalist ülkelerde on milyonlarla ifade edilen devasa bir ordudur.

Böyle bir ordunun varlığını kanıtlamaya gerek yok. Ama göstermeden de geçmeyelim. (Tablo 1)
Tablo 1 - Önde gelen emperyalist ülkelerde işsizlik oranı (işsizlerin çalışan nüfusa oranı) 

Önde gelen emperyalist ülkelerde işsizlik oranı (işsizlerin çalışan nüfusa oranı)
Yıllar
ABD
Almanya
İngiltere
Japonya
Fransa
İtalya
1921
11,7
2,8
14,8
-
-
-
1922
6,7
1,5
15,2
-
-
-
1923
2,4
9,6
11,3
-
-
-
1924
5,0
7,3
10,9
-
-
-
1925
3,2
4,8
11,2
-
-
-
1926
1,8
13,0
12,7
-
-
-
1927
3,3
6,3
10,6
-
-
-
1928
4,2
6,1
11,2
-
-
-
1929
3,2
9,4
11,0
-
-
-
1930
8,9
15,3
14,6
-
-
-
1931
16,3
23,3
21,5
-
-
-
1932
24,1
30,1
22,5
-
-
-
1933
25,2
26,3
21,3
-
-
-
1934
22,0
14,9
17,7
-
-
-
1935
20,3
11,6
16,4
-
-
-
1936
17,0
8,3
14,3
-
-
-
1937
14,3
4,6
11,3
-
-
-
1938
19,1
2,1
13,3
-
-
-
1950
5,3
11,0
1,6
1,2
0,8
8,3
1955
4,4
5,6
1,1
1,1
0,8
9,8
1960
5,5
1,3
1,6
0,8
0,7
4,2
1965
4,5
0,7
1,5
1,2
0,7
3,6
1970
4,9
0,7
2,6
1,1
1,3
4,4
1975
8,5
4,7
4,2
1,9
4,6
5,6
1980
7,1
3,8
6,4
2,0
6,0
7,6
1985
7,2
9,3
13,1
2,6
10,1
10,6
1990
5,6
-
7,1
2,1
9,0
9,1
1991
6,8
-
8,8
2,1
9,5
8,8
1992
7,5
-
10,1
2,2
10,4
9,0
1993
6,9
7,9
10,5
2,5
11,7
10,3
1994
6,1
8,4
9,6
2,9
12,3
11,4
1995
5,6
8,2
8,8
3,1
11,7
11,9
1996
5,4
9,0
8,2
3,4
12,4
12,0
Kaynak:
1921-1938 dönemi için: IPW- Forschungshefte: 1987/I, s.18, Berlin
1950-1985 dönemi için: IPW- Forschungshefte: 1977/IV, s.118, Berlin
                         IPW- Forschungshefte: 1987/I, s.141
1990-1996 dönemi için: Quarterly Labour Force Statistics (OECD), Nr. 2, s. 96, Paris
(Savaş ve hemen sonrası dönemi belirsizlikten dolayı çıkardık. Almanya'nın birleşmesi ve bunun işsizlik oranına olan etkisi geçici olduğundan dolayı 1990-1993 dönemini de atladık.)



1921-1996 döneminde kapitalist dünya ekonomisi birçok devrevilikten geçti, birçok ekonomik kriz ve ekonominin yükseliş dönemleri yaşandı. Yani konjonktürün iyi ve kötü olduğu dönemler oldu. Ama tabloda da görüldüğü gibi kitlesel işsizlik, süreklilik arz eden işsizler ordusu, sayısal olarak ya biraz azalmış, ya da biraz çoğalmıştır. Ama sayısal azalma, kapitalizmin genel krizi aşaması öncesinde olduğu gibi yok olmaya, işsizler ordusunun, sanayi yedek ordusunun yok olmasına kadar varmamıştır. Tablo, kitlesel işsizliğin kapitalizmin genel krizi döneminde kronikleştiğini, toplumsal yaşamın, politik gelişmelerin, sınıf mücadelesinin bir ögesi olduğunu göstermektedir.

Teknolojik gelişme; bilimsel-teknik devrimin kazanmalarının üretimde kullanılması, giderek daha az sayıda işgücünün kullanılmasını beraberinde getiriyor. Açık ki, 1921-1996 döneminde, her zaman olmasa da, genel anlamda işin verimliliğinin artış temposu sanayi üretiminin artış temposunu aşmıştır. (Rakam yığını olduğu için bu gelişmeyle ilgili verileri buraya aktarmıyoruz). Bu, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme, otomasyon, robotlar, mikroçip, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen” teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtülerle tekeller tarafından kullanılıyor. Hiçbir tekel, rakibinden geri kalamaz. Çünkü bu, onun açısından ölüm, yok olma demektir. O halde, ucuza üretmek, çok üretmek gerekiyor. Bu da ancak modern teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji, çalışan işçi sayısının giderek azalması demektir.

Bu süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama açık/kesin olan, kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin yok olmayacağıdır.

Haftalık çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabi ki mücadele sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur.

Fazla mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma olanağına kavuşur.

Bu ve işsize iş bulmak için alınan başka hiçbir tedbir, kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz. Hiçbir kapitalist, tekel, bir makina. 20 işçiden daha verimliyse, bu 20 işçiyi işe almayı ve makinayı kullanmamayı kabul etmez. Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır.

Üretim dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar, başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama bu sektör ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, istihdamının bir sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda işgücünün yerini alıyor.

Geriye tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.

Kapitalizmin şu veya bu derecede geliştiği veya makinalı üretim yapma derecesinde geliştiği bütün başka; emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Çünkü, Stalin’in tespit ettiği gibi: “Savaş döneminde (I. Dünya savaşı kastediliyor -PD) ve savaş sonrasında sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor.” (XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C. 12, s. 217, Alm)

Demek oluyor ki, başta emperyalist ülkeler olmak üzere kapitalist üretim biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde burjuvazi iç ve dış rekabetin baskısı altındadır. Bu durumda olan hiçbir burjuvazi, teknolojik gelişmenin mevcut seviyesinin gerisinde kalan, rekabet gücünü kıracak derecede gerisinde kalan bir teknolojiyle üretim yapmaz. Yani yeni teknoloji ve daha az sayıda işgücü esas alınır.

İstihdam-işsizlik ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından içinden çıkılmayan bir sorundur/çelişkidir. Bir “circulus vitiosus”tur.

Veya emperyalist bir savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan” yapılır. Ama hiçbir kapitalist, hiçbir tekel, işsizlere iş bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki, emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki on belki de on beş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik sorunu yeniden gündeme gelir.

Kapitalizmin genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -genel olarak işsizliğin değil, kronik kitlesel işsizliğin- ortadan kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu, sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde çözüm sosyalizmdedir, kapitalist/emperyalist sistemin yıkılmasındadır.

Ayrıca;
Kapitalizmin genel krizi koşullarında kronikleşmiş kitlesel işsizlik başka olguların da ifadesidir. Emperyalist burjuvazinin ideologları, özellikle revizyonist blokun çökmesinden bu yana kapitalizmin değiştiğinden, artık eski kapitalist koşulların tarihe karıştığından bahsediyorlar. Oysa işsizliğin giderek artan bir şekilde varlığı, hiçbir şeyin değişmediğini/değişemeyeceğini açıkça gösteriyor. Kapitalizmin yasaları nesneldir ve niteliksel dönüşüme uğraması söz konusu olamaz. Tekelci devlet kapitalizminin tekeller lehine almış olduğu bir takım tedbirler, kapitalist sistemde nicel değişmelere neden olabilir, sisteme özgü bir takım olgular çarpıtılabilir. Örneğin ekonomik krizin belli bir süre ileriye atılması gibi, ama sistemin kendisi değiştirilemez. İşsizlik de kapitalist sisteme özgü olduğu için burjuva ideologların bütün çabalarına rağmen bu alanda değişen bir şey olmamıştır. ‘Refah” devleti ile işsizlik, sömürünün ortadan kalkması ile işçi sınıfının yok olması arasında da sıkı bir bağ vardır. “Refah” devleti, işsizliğin yok olmasını içerir. Giderek artan işsizlik veya da kronikleşmiş kitlesel işsizlik, “refah” devleti anlayışının bir aldatmaca olduğunu gösteren en çıplak olgudur. Mademki “refah” devleti söz konusu, mademki kapitalizm değişti ise, bu, on milyonlarca/yüz milyonlarca işsiz de ne oluyor? (Burjuva ideologların refah devleti sömürünün ortadan kalkması, işçi sınıfının yok olması gibi demagojik saldırılarını bundan sonraki sayılarımızda ele alacağız.)

4- İşsizlerin Sosyal Durumu ve Mücadeleleri

Görece artı-nüfusun, kapitalist devreviliğin (ekonomik krizin) çerçevesini aşarak doğduğunu gördük. Toplumsal işin artan verimliliği ile değer ve fiziki hacim bakımından giderek artan bir üretim araçları kitlesinin (değişmeyen sermaye) giderek azalan bir işgücü kitlesi (değişen sermaye) tarafından harekete geçirilmesi, üretici güçlerin gelişmesinin bir yasasıdır. Kapitalizm koşullarında iş aletlerini/araçlarını işçinin rekabetçisi yapan bu yasayı Marks şöyle açıklar:

Toplumsal işi üretkenliğindeki ilerleme sayesinde gitgide artan ölçüde üretim araçlarının, gitgide azalan insan gücü harcamasıyla harekete geçirilme yasası -işçinin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçiyi çalıştırdığı- kapitalist toplumda, tam tersine döner ve şöyle ifade edilir: işin üretkenliğine kadar artarsa, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar büyür ve dolayısıyla varoluş koşulları, yani başkalarının servetini ya da sermayenin genişlemesini artırmak için kendi işgücünü satabilme durumları o derece düzensiz ve güvenilmez duruma gelir. Böylece, üretim araçlarıyla işin üretken gücünün, üretken nüfustan daha hızlı bir şekilde artması gerçeği, kapitalist bir görüşle tam tersine ifade edilerek, işçi nüfusun, sermayenin kendi genişleme (kendini değerlendirme -PD) gereksinimlerini karşılamak için çalıştırabileceğinden daha büyük bir hızla artar." (Kapital C. I, s. 674, Alm)

Bizim belirttiğimiz kronik kitlesel işsizliğin oluşum kaynağı buradadır. Bu nedenden dolayı doğan işsizliği, kronik kitlesel işsizliği, Marks’ın belirttiği sanayi yedek ordusuyla artı nüfusun diğer biçimleriyle (saklı ve durgun) aynılaştırmak yanlıştır. Kronik kitlesel işsizlik, işsizliği ekonomik devreviliğin her aşamasında (kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş), bu aşamalara göre sayısal olarak azalsa veya çoğalsa da, sürekli var olduğunun ifadesidir. Bu işsizlik, kapitalist üretimin süreklilik arz eden bir görünümü olmuştur. Aynı zamanda görece artı nüfusun diğer biçimlerini de kapsamına alır, ama onlarla aynılaştırılamaz.

Belirttiğimiz gibi, kronik kitlesel işsizlik, Marks’ın tanımladığı veya onun dönemindeki sanayi yedek ordusunu aşıyor. Şüphesiz, kronik kitlesel işsizlik, sanayi yedek ordusunun görevini yerine getiriyor. Ama buna rağmen bir kısım işçi kitlesi, üretim süreci dışında sürekli olarak kalıyor. Kronik kitlesel işsizlikte, sürekli üretim dışı kalanlar, hep aynı kişiler, işsizler olmayabilir. Bunların bir kısmı iş bulurken, yerlerini başkaları alıyor. Ama giderek sürekli, uzun bir dönem üretim dışı kalan aynı işsizlerin sayısı da artıyor. Örneğin sadece 1981-1984 döneminde uzun dönem işsiz olanların toplam işsizler içindeki payları. ABD’de 1981'de %6,7’den 1984’te %12,3’e, Almanya’da 1982’de %21,2’den 1984'te %28,8’e, Fransa'da 1981 de %32,5’ten 1984'te %42,3’e ve İngiltere’de 1981’de %22’den 1984'te %39,8’e çıkmıştı. (Bkz. OECD Employment Outlook 1985, Paris 1986, s. 126)

Burada 3-4 sene içinde bir sene ve daha fazla işsiz olanların ne denli arttığını görüyoruz. Bu oranın bugün düştüğünü söylemek abes olur.

Engels’in deyimiyle işsizlik, “işçi sınıfının ayaklarındaki bir kurşun”dur. (Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, C. 19, s. 217, Alm) İşsizlik, toplumsal, ekonomik ve siyasi olarak işçi sınıfının ve mesleki (sendikal) ve siyasi örgütlerinin en önemli mücadele alanlarından, en büyük mücadele sorunlarından birisidir. Ayrıca, işsizlik sadece işçi sınıfının bir sorunu olmaktan da çıkmıştır. İşsizliğin, işçi sınıfı dışında, ücretli ara tabakalar, aydınlar arasında da yoğunlaşması, işçi sınıfı işsizlerine ve ara tabaka aydın kesimi işsizlerine ortak bir mücadele platformu veriyor.

Hizmet sektöründe de teknolojinin yoğun bir şekilde kullanılmasıyla bu alanda çalışanların küçümsenmeyecek bir kısmı kronik kitlesel işsizler ordusunun birer neferi olmuşlardır. Her halükarda işsizlik, bu kesimdeki işsizlerle bir bütün olarak işçi sınıfını ve onun işsizlerini birbirine yaklaştıran bir faktör olmuştur. Bütün sorun, bunları örgütlemenin yol ve yöntemlerindedir.

Kronik kitlesel işsizlik, önemli bir toplumsal ve siyasi gücün/potansiyelin ifadesidir. İşsizler, toplumsal bir güçtür. İşsizlerin toplumsal bir gücü oluşturduklarını Fransız işsizleri gösterdiler. Aralık 1997'den beri binlerce Fransız işsizi haklı talepleri doğrultusunda sokağa dökülmüşlerdi. Toplumun çok önemli bir kesiminin, işsizlerin eylemini desteklemeleri tesadüfi değildi. Çünkü sorun, toplumsal bir sorundur ve emekçi kesimlerin hepsini doğrudan ilgilendiriyordu; ya her işçi, ücretli, aydın vs. aileden işsizler vardı ya da işsiz kalmaya adaylık söz konusuydu.

Almanya’da da işsizler hareketlendi. Fransız işsizlerinin eylemleri Alman işsizlerini harekete geçirdi. Örneğin Şubat ayı (1998) başında 40 bin civarında işsiz, Almanya’nın birçok şehrinde iş ve işçi bulma kuramlarını işgal ederek, bu ülke koşullarına göre “radikal” bir çıkış yaptılar.

Şüphesiz, işsizler, ne kadar kronik ve kitlesel olursa olsun, başlı başına bir sınıfı oluşturmuyorlar. Yani işsizler sınıfı diye bir sınıf yok, onların ezici çoğunluğu işçi sınıfının birer unsurudur. Bunların içinde küçümsenmeyecek sayıda/oranda ücretliler de var. Ayrıca bunların önemli bir kesimi sendikalı (emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz). Şu veya bu ülkede, sendikaların, işsiz kalan üyelerini tamamen kaybetmemek veya çalışıyor durumda olan üyeleri nezdinde tamamen teşhir olmamak için işsizlik sorununa “ciddi” eğilmeleri, bu sendikaları işçi sınıfı nezdinde daha da teşhir etmiştir. Burjuva sistemin koruyucusu bir kurum konumunda olan bu sarı sendikaların, işsizlik sorununu, sermayenin çıkarları doğrultusunda ele aldığı bilinmeyen bir şey değildir.

Bu ülkelerde komünist partilerin ya hiç yokluğu veya devrimci örgütlerin siyasi etkisizliği, işsizlerin eyleminin örgütlü sisteme karşı eyleme dönüştürülmesini engelliyor. İşsizlerin eylemlerine ya baştan, ya da son kertede 'sarı’, reformist sendikalar sahip çıkıyorlar veya onların inisiyatifinde gelişiyor. Tabi bu sendikal örgütlerin mücadelesiyle, işsizlerin hiçbir talebi yerine getirilmeyecektir. Ancak tutarlı, kararlı bir mücadeleyle bir kısım taleplerin elde edilmesi mümkün olabilir. Bu sendikalar ise, tam da mücadelenin kararlı, tutarlı sürdürülmesini engellemenin aracı konumundadırlar.

Sonuç itibariyle, işsizler, toplumsal bir güçtür. Önemli olan bu gücü, örgütleyip, seferber edebilmektir. Ama bu kolay değil. İşsizlerin örgütlenmesi önünde sadece bu sendikalar veya komünist, devrimci örgütlerin olmayışı birer engel değil. İşsizliğin kronikleşmesi de işsizler üzerinde yozlaştırıcı etki yapmaktadır. Umutsuzluk, sınıf disiplininin yok oluşu, yoksulluk, bunları gelişen sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaktadır.

Sermaye birikimi, zenginliğin birikimi sanayi yedek ordusunu büyütüyor, işçilerin sefaletini/yoksulluğunu artırıyor ve kapitalistin işçi üzerindeki baskısını artıyor, "işçinin durumu, aldığı ücret ister yüksek, isterse de düşük olsun, sermaye birikimi oranında kötüleşecektir." (Marks, Kapital C. 1, s. 675, Alm)

Burada, işçi sınıfının mutlak yoksulluğunun kaçınılmazlığı ve giderek derinleşiyor olduğu anlatılıyor. Konumuz dışı olduğu için bu noktayı açmadan mutlak yoksulluğun biçimlerini de aktaralım:
Öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi, ayın zamanda karşı kutupta sefaletin, iş işkencesinin, köleliğin, cehaletin, zalimliğin ve ahlaki yozlaşmanın birikimidir." (Marks, agk, s. 675)

Bu durumdan işsizler daha çok etkilenirler. Yani işçi sınıfının çalışan kesimine nazaran işsiz olan kesimindeki mutlak yoksulluk ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal ve siyasi yozlaşma daha derindir. Zaten "işçi sınıfının düşkünler tabakası ve yedek sanayi ordusu uç kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o kadar büyük olur.” (Marks, agk, s. 673-674)

Bugün sayıları on milyonlarla, dünya çapında yüz milyonlarla (sadece Çin’de 230 milyon) ifade edilen işsizlerin önemli bir bölümü yoksulluk içinde yaşamaktadırlar. Giderek sınıf ve çalışma disiplininden, sınıfsal tavır ve anlayışından uzaklaşan bu milyonluk kronik kitlesel orduyu örgütlemek kolay olmayacaktır. Marks’ın dediği gibi işsizler; “işçi olarak kendini yeniden üretememekle, tersine canlı olarak, başkalarının merhametiyle ayakta tutulmakla lümpen ve yoksul” olurlar (Grundrisse, C. 42, s. 510)

Tabii buradaki lümpenlik, lümpen proletarya kavramının içerdiği lümpenlik değil, ama sürekli işsizlik, bu kitleyi o yöne doğru itiyor ve uzun dönem işsiz kalanların örgütlenmesi de lümpen proletaryanın örgütlenmesi gibi zorlaşıyor.

(PD’nin önümüzdeki sayılarında da işçi sınıfının çeşitli sorunlarını teorik bazda ele alacağız. Örneğin, işçi sınıfının yapısındaki değişmeler, proletarya yok mu oluyor, işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşması vb.).

Proleter Doğrultu, Sayı 16, Mayıs-Haziran 1998.