Marksist-Leninist Politik Ekonominin Sorunları
TOPLUMSAL
VE SİYASİ BİR GÜÇ OLARAK İŞSİZLER
“Kapitalizmin
Gelişme Yolu Sefaletin Yoludur ...”(Stalin)
1-
Kapitalist Birikimin Genel Yasası Ve İşçi Sınıfının Durumu
Kapitalist
Birikimin Genel Yasasının Anlamı
Kari
Marks, Kapital’in birinci cildinde kapitalist birikimin genel veya
da mutlak yasasını şöyle formüle eder.
“Toplumsal
zenginlik, işleyen sermaye, bu sermayenin hacmi ve enerjisi ve
dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği
ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur.
Sermayenin gelişme gücü gibi mevcut işgücü de aynı nedenler
vasıtasıyla gelişir. Bundan dolayı sanayi yedek ordusunun görece
büyüklüğü, zenginliğin gücüne göre (onunla birlikte -PD)
artar. Anıcı bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse,
sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters
orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük
olur. Nihayet, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek
sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar
yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel
yasasıdır.” (Aç. Marks, Marks-Engels Toplu
Eserler, C. 23, Kapital C. I, s. 673-674, Alm.)
Burada
Marks, kapitalist birikimin antagonist karakterini çok açık bir
şekilde gösteriyor. Anlaşılması gereken temel sorun şudur:
kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir dizi önemli
sosyo-ekonomik bağlamları içermektedir. Bunlardan birisi, sermaye
ve ücretli işin birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarıdır.
Sermayenin artması veya sermaye birikimi, işçi sınıfının
büyümesine-sayısal olarak artmasına neden olur. Sermayenin
birikim sürecinde bir taraftan sermaye -giderek artarak- giderek
daha az sayıda kapitalistin elinde toplanırken, diğer taraftan da
nüfusun giderek artan bir kısmı, çoğunluğu işçiye dönüşür.
Demek oluyor ki, sermaye birikimi ve nüfusun sınıfsal
kutuplaşması/ayrışımı bir madalyonun iki yüzüdür, diyalektik
bağ içindedir.
İkincisi;
kapitalist birikimin mutlak, genel yasasına göre, artı-nüfus,
sermayenin birikiminin ve sermayenin organik bileşiminin artışı
ölçüsünde doğar. Buna görece nüfus fazlalığı denir.
Öyleyse; görece nüfus fazlalığı, yani işsizlik,
sermayenin birikim sürecinde doğar ve gelişir. (Esas konumuz bu ve
aşağıda ele alacağız.)
Üçüncüsü;
kapitalist birikimin mutlak, genel yasası, bir taraftan kapitalist
sınıfın elinde zenginlik ve siyasi iktidarın toplanması, diğer
taraftan da işçi sınıfının artan sömürüsü ve baskı altına
alınışı anlamına gelir. Birikim sürecinde ücretli işin
sermayeye bağımlılığı artar, kapitalizmde her şey, bütün
araçlar, ekonomik, mali, siyasi, idari vb. birikimin araçlarıdır,
üretimin gelişmesinin araçlarıdır. Bu araçlar, aynı zamanda
işçi sınıfı üzerinde hakimiyet kurmanın, onu iliklerine kadar
sömürmenin araçlarıdır veya buna dönüştürürler. Öyleyse;
sermayenin birikim süreci, aynı zamanda, bir kutupta zenginliğin
birikimi, diğer kutupta da sömürü ve baskının birikimi
demektir.
Dördüncüsü;
bu yasa, kapitalist birikimin tarihsel eğilimini de ifade eder.
Burada söz konusu olan, kapitalist birikimin eninde sonunda,
kapitalizmi yıkacak nesnel koşulları yaratmasıdır. Kapitalist
birikim, son kertede, kapitalizmin, tarihsel oluşunun bir üst
üretim biçimi olan sosyalizm tarafından yıkılacağının;
toplumun kaçınılmaz olarak sosyalizme doğru geliştiğinin
ifadesidir.
Sermaye
Birikimi-İşçi Sınıfının Büyümesi
Sermaye
birikimi, artı değerin sermayeye dönüştürülmesi demektir.
Burada artıdeğerin bir kısmı değişmeyen sermayeye
dönüştürülürken (üretim araçları, hammadde vs. satın
alınması), bir kısmı da değişen sermayeye dönüştürülür
(yani işgücüne ödenen sermaye). Buna göre; sermaye birikimi veya
artı değerin sermayeye dönüştürülmesi işgücü ve üretim
araçlarında talep artışı demektir. İşgücüne olan talebin
artması, işçi sınıfının sayısal olarak artması/büyümesi
anlamına gelir. Öyleyse, işçi sınıfının sayısal artışı,
sermaye birikiminin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Bu konuda
Marks şöyle der:
"Sermayenin
büyümesi, onun değişken, işgücüne dönüşmüş bileşeninin
büyümesini içerir... Aynen basit yeniden üretimin, sermaye
ilişkisinin kendisini, yani bir taraftan kapitalistlerin, diğer
taraftan da ücretli işçilerin ilişkilerini sürekli olarak
yeniden üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden
üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini,
bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük
kapitalistleri, diğer kutupta da daha çok ücretli işçileri
yeniden üretir... Öyleyse, sermaye birikimi, proletaryanın
çoğalması demektir." (K. Marks, agk, s. 641-642)
İşçi
sınıfının büyümesi iki faktöre bağlıdır veya bu büyümenin
iki ana kaynağı vardır; birincisi, orta tabakaların yıkıma
uğraması ve proleterleşmesi, ikincisi de doğal nüfus artışı
(bu doğal nüfus artışı, işçi sınıfının kendim üretmesini
de kapsar).
Sermayenin
birikim sürecinde sermaye ilişkisi genişler, yaygınlaşır ve
buna bağlı veya buna paralel olarak da kapitalist toplumun iki
temel sınıfı kapitalistler ve proletarya bazında kutuplaşması
gelişir/derinleşir. Kapitalizmde işçi sınıfı, diğerlerine
nazaran oldukça hızlı çoğalır ve onun toplam nüfustaki payı
sürekli artar.
Sermayenin
birikim süreci, aynı zamanda üretimin ve sermayenin artan
yoğunlaşması ve merkezileşmesi demektir. Konumuz dışı olduğu
için bu noktaya girmiyoruz.
2-
Sermaye Birikimi-Sermayenin Organik Bileşiminin Gelişmesi ve
İşsizlik
Sanayi
Yedek Ordusunun Oluşma Nedeni
Sermaye
birikimi aynı zamanda, sermayede nicel değişimlerin olduğunu
gösteren bir süreçtir. Bu değişimler, kapitalist üretim boyunca
ve sermayenin yapısındaki değişimle bağlam içinde; bu yapısal
değişim temelinde gerçekleşirler.
Sermayenin
Bileşimi ve Gelişmesi: Sermayenin teknik ve
değersel bileşimi arasında fark vardır. Üretim sürecine dahil
edilen veya da üretime yatırılan her bir sermaye maddesel (üretim
araçları) ve işgücü olarak iki kısımdan oluşur. Bu,
sermayenin iki bileşenidir. Bu bileşenlerden hangisinin toplam
içinde daha fazla veya daha az paya sahip olduğu/olacağı koşula
bağlıdır. Yani üretim sürecine dahil olan üretim araçlarının
ve kullanılan işgücünün (canlı iş) kapsamı (üretim araçları)
ve miktarı (işgücü), toplumsal üretici güç olan işin
gelişmesi tarafından belirlenen orantıya bağlıdır. Dolayısıyla
sermayenin bu bileşenleri arasındaki ilişki, değişmez değil,
değişir karakterlidir.
Sermayenin
Teknik Bileşeni: Üretim sürecinde kullanılan üretim
araçlarının işgücüne olan nicel ilişkisine sermayenin teknik
bileşimi diyoruz. Daha fazla, en fazla kar ve rekabet,
kapitalistleri, sürekli yeni makinalar, teçhizatlar bir bütün
olarak yeni teknoloji kullanmaya zorlar ve bu da sermayenin teknik
bileşimini değiştirir. O halde, kapitalizmde sermayenin teknik
bileşimi kapitalist ekonomi yasalarının, artı değer, rekabet
gibi nesnel yasaların işlerliğinin kaçınılmaz doğrudan
sonucudur.
Kapitalist
üretim biçiminde sermayenin teknik bileşimi, kendine özgü
tarihsel görünüm formunu sermayenin değersel bileşiminde
gösterir. Bütün üretim unsurları sermaye olarak hareket ederler;
belirttiğimiz gibi, üretim araçları değişmeyen sermaye ve
işgücü de değişen sermaye olarak. Bu durumda üretim sürecinde
olan bütün üretim unsurlarının teknik bileşimi, sermayenin
değişmeyen ve değişen bileşenleri olarak görünürler. Marks,
değişmeyen sermayenin değişen sermayeye olan ilişkisini/oranını,
sermayenin değersel bileşimi olarak tanımlar.
Sermayenin
teknik ve değersel bileşimi bir birinden kopuk değildir. Bunlar
arasında belli ilişkiler vardır; yeni makinalar, yeni teçhizatlar,
yeni/başka hammaddeler, enerji kaynaklan vs. her bir işgücü
başına düşen üretim araçlarının artması anlamına gelir.
Böylelikle sermayenin teknik bileşeni değişir, bu durumda artar.
Bu değişim kaçınılmaz olarak, sermayenin değersel bileşimine
de yansır; yani değişmeyen sermaye (‘Almancasının baş
harfiyle ifade edersek C) değişen sermayeye (Almancasının baş
harfiyle ifade edersek V) nazaran daha hızlı büyür. Ama
sermayenin teknik ve değersel bileşimi aynı oranda/ölçüde
gelişmez. Bir örnek, işin verimliliğinin artmasıyla üretim
araçları üreten sektörlerde (makina, motorlu araçlar vs.) üretim
araçlarının değeri düşer. Bu durumda, değişmeyen sermayenin
hacmi, ihtiva ettiği üretim araçları kütlesinden daha yavaş
büyür. Bundan dolayıdır ki, sermayenin değersel bileşimi,
teknik bileşiminden daha yavaş büyür.
Marks:
“Bunun nedeni şudur; işin üretkenliğindeki artışla, sadece
onun tarafından tüketilen üretim araçlarının kapsamı, değil,
kapsamıyla karşılaştırıldığında değeri de düşer. Yani
bunların değerleri mutlak olarak artar, ama kapsamı ile orantılı
olarak değil. Bundan dolayı, değişmeyen ve değişen sermaye
arasındaki farktan doğan artış, değişmeyen sermayeye
dönüştürülen üretim araçtan kitlesi ile de değişen sermayeye
dönüştürülen işgücü kitlesi arasındaki farktan çok daha
azdır Burada birinci fark, ikincisi ile birlikte artar, ama artış
derecesi küçüktür.” (Agk, s. 651-652)
Marks,
sermayenin organik bileşimini de şöyle tanımlar:
"Ben,
bunların ilkine sermayenin değersel bileşimi, ikincisine de teknik
bileşimi diyorum. Bunlar arasında karşılıklı sıkı bağ
vardır. Bunu anlamak için sermayenin değersel bileşimine, bunun,
sermayenin teknik bileşimi tarafından belirlenmesi ve bu
bileşimdeki değişmeleri yansıtması açısından, sermayenin
organik bileşimi diyorum." (Agk, s. 640)
Sermayenin
bileşenleri arasındaki oransal ilişkinin değişken olduğunu
belirtmiştik. Bu değişkenlik, sermayenin organik bileşiminde de
söz konusudur. Sermayenin organik bileşiminin yüksek olması,
sermayenin bileşenleri karşılaştırıldığında değişmeyen
sermayenin değişene nazaran payının daha yüksek olması anlamına
gelir. Sermayenin organik bileşiminin düşük olması durumunda
bunun tersi söz konusudur. Yani sermayenin bileşenlerinden değişen
sermayenin payı, değişmeyenin payından daha yüksektir. Buna
göre; sermayenin organik bileşiminin veya da işin verimliliğinin
artması, her bir işçi tarafından harekete geçirilen üretim
araçları hacminin artması anlamına gelir. Şöyle de diyebiliriz:
Aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan
üretim araçları kitlesini harekete geçirebilir ve giderek artan
kullanım araçları üretebilir. Bunun nedeni açıktır; şayet
aynı kalan veya giderek azalan işgücü kütlesi, giderek artan
miktarlarda hammaddeleri, üretim araçlarını harekete geçiriyor
ve giderek artan miktarda üretim yapabiliyorsa, orada, bu üretim
sürecinde modern teknoloji kullanıyor demektir.
Sermayenin
tam anlamıyla değerlendirilmesi kaygısı ve rekabet,
kapitalistleri sürekli modern teknoloji kullanmaya zorlar. Bu da
sermayenin organik bileşimini yükseltir ve kapitalistler, mümkün
olduğunca az sayıda işgücüyle, az miktarda sermaye ile oldukça
büyük kapsamlı değişmeyen sermayeyi harekete geçirmeyi amaçlar.
Kapitalist, var olmak için bunu yapmak zorundadır. Burada değişen
sermayenin değişmeyen sermayeye oranla görece azaldığını
görüyoruz. Konunun yanlış anlaşılmaması için ilave edelim.
Değişken sermayenin görece azalması, onun mutlak büyüklüğünün
kitlesinin artışıyla bağlam içindedir. Sermayenin birikim
sürecinde değişken sermaye de mutlak olarak artar. Yani daha çok
sayıda işgücü sömürülür. Değişken sermaye mutlak olarak
artar, ama görece olarak azalabilir. Marks’ın dediği gibi;
“Birikimin
ilerlemesi değişken sermayenin görece büyüklüğünü
azaltıyorsa, bu onun mutlak büyüklüğünün artışını asla
dışlamaz. Diyelim ki, bir sermaye değişimi başlangıçta yüzde
50 değişmeyen, yüzde 50 değişen sermaye olarak ayrılmış olsun
ve sonra bu bileşim yüzde 80 değişmeyen, yüzde 20 değişen
şekline dönüşmüş olsun. Eğer bu arada başlangıç sermayesi
diyelim ki 6000 sterlin 18000 sterline yükselmiş ise, bunun değişen
kısmı da beşte bir artmıştır. Eskiden 300 sterlin iken şimdi
3600 sterlin olmuştur. Ama eskiden sermayede yüzde 20 oranında bir
artış işe olan talebi yüzde 20 artırmaya yeterken, şimdi bu
artış, başlangıç sermayesinde üç kat bir artış gerektirir.”
(Agk, s. 652)
Açıklama
bazında devam edelim: Değişken sermayenin görece azalması,
işgücünün sömürülme derecesinin azaldığı anlamına gelmez.
Tam tersi söz konusudur. Marks şöyle diyordu:
“Tam
tersine, metaların içerdikleri ek canlı işin toplam miktarı
azaldığı halde, karşılığı ödenen kısma oranla ödenmeyen
kısmı ödenen kısımdaki mutlak ya da nispi azalma nedeniyle
büyür, çünkü, bir metadaki ek canlı işin toplam miktarını
azaltan aynı üretim tarzı, mutlak ve görece artı değerde bir
yükselmeyi de beraberinde getirir.” (Kapital C. 3, s. 249-250)
Sermaye
Birikimi ve Görece Nüfus Fazlalığının Gelişmesi
Dün
ve Bugün Görece Nüfus Fazlalığı
Buraya
kadar anlatılandan anlaşılıyor ki, işgücüne olan talep her
şeyden önce, sermaye birikiminin organik bileşiminin gelişmesine
bağlıdır. Sermayenin organik bileşiminin gelişmesi de işin
verimliliğinin gelişmesiyle bağlam içindedir.
İş
verimliliğinin gelişmesi, değişmeyen süre içinde -diyelim ki 8
saatte- canlı işin daha çok üretim aracını harekete geçirerek,
daha çok ürün üretmesi anlamına gelir. Bu genel anlamda ilerici
bir görünümdedir/gelişmedir. Ama kapitalizmde; kapitalist üretim
koşullarında işin verimliliği, sermayenin organik bileşiminin
yükselmesi biçiminde gerçekleştiği için; yani değişken
sermayenin görece azalmasına neden olduğu için, işgücünün
üretim dışı kalmasına; işsizliğe neden olur. (Sosyalizmde
durum tamamen farklıdır. Sosyalizmde, insanın insan tarafından
sömürülmesinin maddi koşulları ortadan kalkmıştır. Modern
teknoloji ve buna bağlı olarak işin verimliliği, çalışma
süresinin kısaltılmasını beraberinde getirir ve sosyalizmde
çalışanlar, böylece başka işler için -örneğin, okumak,
sportif faaliyetler, sanatsal faaliyetler vs.- zaman bulurlar.
Sosyalizmde modern teknoloji ve buna bağlı olarak, işin
verimliliği lam anlamıyla toplumun üretimin sürekli
devrimcileştirilmesi için kullanılır.)
Demek
oluyor ki; hacmi aynı olan sermaye, organik bileşimi yükseldikçe,
daha az sayıda işgücü kullanır. Bir örnek; diyelim ki 100 işçi
8 saatte 1000 TL tutarında bir kullanım değeri üretiyor. Burada
işçi başına 10 TL tutarında bir miktar düşüyor. Diyelim ki,
sermayenin organik bileşimi yükseldi, yani kapitalist yeni
makinalar, modern teknoloji kullanmaya başladı. Bu durumda üretilen
kullanım değeri artar. Diyelim ki 1000’den 1200 çıksın. Bu
durumda her bir işçi 12 TL tutarında bir kullanım değeri üretmiş
olur. Bu durumda kapitalistin 100 değil 83 işçiye ihtiyacı
vardır. Yani 17 işçi fazlalık olmuştur.
Burada
işsizliğin kapitalizme özgü olduğunu görüyoruz. Kapitalist
üretim biçimi koşullarında işsizliği ortadan kaldırmak
olanaksızdır. Olasılıkları sıralayalım:
-Çalışma
süresinin kısaltılması durumunda; bu durumda belli sayıda işsiz
iş bulabilir, ama meselenin özünde bir şey değişmez, yani
işgücüne olan talep azlığı devam eder.
-Üretimin
düşmesi durumunda; bu durumda daha çok sayıda işçi işsiz
kalır.
-Bütün
olasılıklardan bağımsız olarak işçi sınıfı, doğal çoğalma
ve küçük üreticilerin iflası yoluyla çoğaldığı için,
işsizlik de hızlı artar.
-İşgücünün
üretimden dışlanması, sermaye birikimiyle engellenebilir diye
düşünülebilir. Diyelim ki öyle ama genişletilmiş üretim,
şayet kapitalist varlığını sürdürmek istiyorsa, yerinde
saymaz; üretimin hacmi artar, yeni yatırımlar söz konusu olur.
Yeni yatırım, aynı zamanda modern teknoloji demektir. Modern
teknoloji, işin verimliliğini, bu da sermayenin birikimini artırır.
Bu durumda, sermayenin bileşimi yükseldiği için, az sayıda
işgücü ile daha fazla üretim olanaklı olacaktır. Yani işçilerin
bir kısmı yine işsiz kalacaklar.
-Diyelim
ki, sermaye birikimi ve işin verimliliği aynı tempoda
gelişsin. Bu durumda gerekli işgücü sayısında bir durgunluk
olur. Ama işsizlik artar. Bu sefer de işçi sınıfının doğal
artışı, işsizliğe neden olur.
Kapitalizm
koşullarında sadece bir durumda işsizlik geriler. Şayet
sermaye birikiminin büyümesi, işin verimliliğini aşarsa, bu
durumda işgücüne olan talep artar ve bu talep, bir bütün olarak
işçi sınıfının büyümesinden yüksekse -diyelim ki, bir bütün
olarak işçi sınıfı bir yılda bir milyon artıyorsa ve o yılda
işgücüne olan talep bir milyon yüz bin ise- bu durumda işsizlik
gerçekten geriler. Kapitalizmin genel krizi koşullarında böyle
bir durum nadirdir, istisnai, olağanüstü bir durumun sonucudur.
(II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım ve korkunç talep böyle
bir duruma yol açmıştı.) Tabii burada kapitalizmde/emperyalizmde,
emperyalist savaşların istisna, olağanüstü olduğunu
söylemiyoruz. Burada belirtmek istediğimiz, savaşın sonuçlarının
işsizliğin gerilemesinde istisnai bir duruma yol açtığıdır.
“Toplam
sermayenin büyümesi ile birlikte onun değişken bileşeni veya
onda cisimleşen işgücü de büyür, ama sürekli küçülen bir
oranda olur. Birikimin belli bir teknik temel üzerinde, üretimin
basit bir şekilde genişletme görevini yerine getirdiği duraklama
dönemleri kısalır." (K. Marks, Kapital C. 1, s. 658)
Demek
oluyor ki, kapitalist üretim bir taraftan sürekli daha çok sayıda
işçiye ihtiyaç duyuyor ve diğer taraftan da ek ihtiyaç duyulan
sermayeye (değişmeyen sermayeye) oranla giderek azalıyor. Bunun,
işçi sınıfı açısından sonucunun ne olduğunu Marks şöyle
açıklar:
“Topluma
sermayenin artış hızıyla birlikte giden ve hu artıştan daha
hızlı hareket eden, değişen kısımdaki bu hızlı görece
küçülme, öteki kutupta ters bir şekil alır, işçi nüfusunda
mutlak bir artış olduğu görüntüsü verir ve bu artış, daima,
değişen sermayeden ya da iş sağlayan araçların kitlesindeki
yükselmeden daha hızlı hareket ediyor gibidir. Ama aslında bu
görece aşın işçi nüfusu, yani sermayenin kendisini genişletmesi
için gerekli olandan çok daha fazla bir işçi nüfusu, bu yüzden
de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve kapsamı ile doğru orantılı
olarak durmadan üreten şey, kapitalist üretimin bizzat
kendisidir.” (Agk, s. 658)
Marks’ın
burada anlattığı süreç, sanayi yedek ordusunun; artı, fazlalık
işçi nüfusunun oluşma sürecidir.
Sanayi
yedek ordusu, sermaye birikiminin bir sonucudur. Ama sanayi ordusunun
bizzat kendisi, sermaye birikimini teşvik eder, hatta kısmen de
olsa olanaklı kılar. Bunun nasıl olduğunu Marks şöyle açıklar:
“İşçi
artı nüfus, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin
gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da,
bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim
biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu artı nüfus, her an
el altında bulunan yedek bir sanayi ordusunu oluşturur ve bu ordu,
tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak
beslenen bir ordu gibi, tümüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus
artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus,
sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini
karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi
kitlesi yaratır.” (Agk, s. 661)
Demek
oluyor ki, sanayi yedek ordusu, teknolojik gelişme uygunsa,
kapitaliste üretimini aniden ve hızlı bir şekilde genişletme
olanağını veriyor. Bu ordu, kapitaliste plansız ve çok üretme
fırsatı veriyor. Çünkü kapitalistin işgücü bulma diye bir
sorunu yok.
Peki,
bu sanayi yedek ordusunun veya görece artı nüfusun bileşenleri
nelerdir? Bunu da Marks ile tanımlayalım:
"Görece
artı nüfus, olası her türlü biçimlerde vardır. Her işçi,
ancak burada, varı ya da tam işsiz olduğu zaman yer alır. Sanayi
çevriminin değişen evrelerinin zorladığı bunalım sırasında,
had, durgun zamanlarda yeniden kronik bir durum alan büyük devresel
biçimler dikkate alınmazsa daima üç biçimi vardır; akıcı,
saklı ve durgun." (Agk, s. 670)
Bizi
burada ilgilendiren sanayi yedek ordusunun, görece artı nüfusun
akıcı biçimidir. Bu biçimde işsizliği Marks şöyle tanımlar:
"Büyük
sanayi merkezlerinde -fabrikalarda, manüfaktürlerde, demir döküm
yerlerinde, madenlerde vb.- işçiler üretimin boyutlarına göre
daima azalan oranda olmakla birlikte, bütünüyle alındığında
çalışanların sayısı artacak şekilde büyük kitleler halinde
bazen işten uzaklaştırılırlar, bazen de işe alınırlar. Burada
artı nüfus akıcı biçimdedir." (Agk, s. 670)
Bu
gruptan işsizlerin sayısı giderek artmaktadır.
3-
Kapitalizmin Genel Krizi ve Kronik Kitlesel İşsizlik
Burada
ele alınması ve açıklık getirilmesi gereken konu, istihdam ile
işsizliktir. Bu konuya açıklık getirmek için işe sanayi yedek
ordusunun oluşumundan başlamak gerekiyordu. Biz de öyle yaptık.
Marks’ın Kapital'de kanıtladığı gibi:
a-İşsizliğin
nedeni kapitalizmden kaynaklanır.
b-Sermaye
birikimi görece artı nüfusa: yedek sanayi ordusuna, işsizliğe
neden olmaktadır.
c-Kapitalistler,
üretimin konjonktürel gelişmesi gerekli kılıyorsa çok sayıda
işçiyi üretim sürecine dahil ettikleri gibi, yine çok sayıda
işçiyi sokağa atabiliyorlardı.
d-Kapitalizmin
serbest rekabetçi döneminde, hatta emperyalist çağın ilk
yıllarında işsizlik, ekonomik kriz dönemleri hariç hiç bir
zaman kalıcı ve yüksek oranlarda olmamıştı. Tersine, çoğu
kez, işgücüne olan talep süreklilik arz etmişti.
İstihdam-işsizlik
arasındaki ilişkinin niteliği kapitalizmin en son aşaması olan
tekelci döneme, emperyalist aşamasına girmesiyle birlikte, bu
süreçte, değişmeye başlamıştır. Ama değişmenin kendisi,
kapitalizmin genel krizi sürecinde görülmüştür.
Tekeller,
yüksek fiyat anlayışından dolayı üretimin gelişmesini
sınırlandırırlar. Tekelcilik, aynı zamanda üretici güçlerin,
işin verimliliğinin özgür gelişmesi önünde de engeldir. Ama
buna rağmen tekelcilik, tekelci kapitalizm veya emperyalizm
döneminde verimlilik, üretimden hızlı gelişir. Bütün
gericiliğine, engelleyici özelliğine rağmen emperyalist çağda
teknolojinin devasa adımlarla gelişmediğini, yeni buluşların,
makinaların vs. üretimde kullanılmadıklarını, emperyalizm
koşullarında bilim ve teknikte sürekli bir devrimin yaşanmadığını
söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Dolayısıyla daha fazla üretmek
için, giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak kapitalizmin
genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak bir yasa
olmuştur. Bu, geriye dönüşümü olmayan bir sürecin ifadesidir.
Hiçbir kapitalist, hiçbir tekel, modern teknoloji bazında daha az
sayıda işçiyi harekete geçirerek daha ucuz ve daha çok üretim
yapıyorsa, bundan, geri bir adım atarak vazgeçemez. Rekabet buna
müsaade etmez. Bunu yapan tekel yok olur. İstihdam açısından bu,
geriye dönüşümü olmayan sürecin anlamı şudur; işsizliğin
süreklileşmesi, kronik kitlesel işsizlik. Marks ve Engels
döneminde böyle bir olgu yoktu. Hatta emperyalizmin ilk döneminde
de. Örneğin Lenin'in “Emperyalizm" yapıtını yazdığı
dönemde de (1916) böyle bir olgu yoktu. Şüphesiz, işsizlik
vardı. İşsizlerin sayısı ekonominin konjonktürel durumuna göre
sayısal olarak artıyor (kriz dönemi) veya azalıyordu (kriz dışı
dönem). Ama kronikleşmiş bir işsizlik yoktu.
Komünist
Enternasyonal VI. Dünya Kongresi'nde bu sorunu ele almış ve
tartışmıştır. Orada şöyle deniyordu:
"Ekonomik
açıdan bakıldığında teknik değişme, üründe ihtiva edilen
çalışına zamanının azalmasıyla aynı anlama gelir, veya başka
türlü ifade edersek, teknik değişme, iş verimliliğinin devasa
artışı ile eş anlamlıdır. “İş verimliliğinin artışı,
gerçekten de gerçekleşmiştir. O, iki faktörün sonucudur; işin
verimliliğinin artması ve işin yoğunluğunun artması, işin
yerindiğinin artması, değişmiş tekniğin doğrudan sonucudur.
Bunun anlamı şudur: aynı işgücünü harcayan işçi, daha iyi,
daha büyük makinayı harekete geçirerek aynı süre içinde söz
konusu maddede, eskisine nazaran daha çok işgücü harcamak
zorundadır. Bu iki moment, normal olarak birbirine paralel olarak
gelişirler. Ama bu, böyle olmak zorunda değildir. Tam da son
dönemlerde, rasyonelleştirme sürecinde işin yoğunluğunun
olağanüstü arttırıldığını, ama işin verimliliğinin, yani
işçi tarafından harekete geçirilen makinaların değişmediğinin
örneklerini görüyoruz.
"...yeni
tekniğin sonucu olarak; ...yapısal işsizlik olarak
tanımlayabileceğimiz yeni tipten bir işsizliğin doğuşu. Bu
işsizlik, eski dönemlerden tanıdığımız sanayi yedek ordusundan
ekonomik olarak farklıdır.
“Savaştan
önce de (I. Dünya Savaşı
kastediliyor -PD) sanayi yedek ordusu vardı. Ama bu yedek
ordu, oldukça (sayısal) azdı ve iyi konjonktür dönemlerinde yok
oldu. Bugün başka bir süreci görüyoruz.
"1921’deki
büyük krizden sonra ortaya çıkan kitlesel işsizliğin, sadece
savaşın Avrupa’nın fakirleşmesinin, yeni gümrüklerin,
denizaşırı ülkelerin sanayileşme eğiliminin vs. bir sonucu
olduğuna uzun dönem inandık. Ama son yılların tecrübeleri bu
görüşü gözden geçirmemizi zorunlu kıldılar. Savaştan önce
Almanya’da, 1907-1913 döneminde, yani 1907-1908 ağır krizinin
olduğu dönemde sendikalarda örgütlü işçiler arasında ortalama
işsizlik oranı % 2.3’tü. Buna karşın son beş senede aşağıdaki
verileri görüyoruz; 1923'te Ve 9.6, 1924'te % 13,5, 1925'te % 6.7,
1926’da % 18 ve 1927’de de % 8,8. Yani son dört senede, 1924’ten
1927’ye, Alman ekonomisinin devasa yükseldiği yıllarda ortalama
işsizlik oranı % 12. Almanya’da konjonktürün en yüksek olduğu
1927 yılında işsizlik oranı % 9. Açık ki, yoldaşlar, bunu,
mutat konjonktür eğrisine, sanayi devreviliği aşamalarının
çeşitliliğine bağlı bir işsizlik olarak görmek doğru olmaz.
"Aynı
görünümü, Büyük Britanya’da da görüyoruz... ABD'de de...
keza, kitlesel işsizlik oluşmuştur...
"İşin
verimliliği güçlü bir şekilde artarken, işçi sayısının
azalması? Bunun anlamı şudur: teknik ilerleme, işin
verimliliğindeki ve yoğunluğundaki ilerleme pazarın genişleme
olanağını aşmıştır! Önceleri, savaştan önce, teknik
ilerlemeden dolayı işçiler sokağa atıldılar, ama kapitalist
pazarın genişlemesiyle sokağa atılan bu işçiler, sürekli,
yeniden iş bulabildiler, en azından çok gelişmiş kapitalist
ülkelerde böyle oldu...
"Şimdi,
önde gelen emperyalist ülkelerde sokağa atılan işçilere iş
olanağı vermek için pazarın genişlemesinin artık yeterli
olmadığını görüyoruz...
“İşsizlik,
konjonktürün bir göstergesi olmaktan artık çıkıyor... Son
yıllarda ABD ve Almanya örneğinin gösterdiği gibi, kapitalistler
açısından büyük, kitlesel bir işsizliğe rağmen göz
kamaştırıcı bir konjonktürün olması çok olasıdır.”
(Varga, Komünist Enternasyonalin VI. Dünya Kongresi, Cilt 1, s.
201, 202, 203, 204, 8. Oturum 1928, Alm)
Sorunu
Stalin de ele almıştır. O, SBKP(B)’nin XVI. Parti Kongresi'nde
özetleyerek ve genelleştirerek, kapitalizmin genel krizi
koşullarında “milyonlarca sayıda olan işsizler
ordusunun varlığı”ndan, “bunların yedek
ordulardan sürekli işsizler ordusuna dönüşmüş
oldukların”dan bahseder. (Bkz. C. 12, s. 217, Alm)
Buna
göre;
Kapitalizmin
genel krizi öncesi dönemde ve sonrası dönemde, işsizliğin
nedeni değişmiyor. Ama kapitalizmin genel krizi sürecinde
teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak işin verimliliğinin
üretimden daha hızlı artması, sonuçta az sayıda işçi ile daha
çok üretim yapma olanağını doğuruyor. Bu da, Marks döneminde
tanıdığımız, kriz dönemlerinde sayısal olarak çoğalan,
konjonktürün iyi olduğu dönemde yok olan bir sanayi yedek
ordusunun ötesinde, sürekli kitlesel olarak var olan, konjonktürün
iyi olduğu dönemlerde yok olmayan -en fazlasıyla sayısal olarak
biraz azalan- bir kitlesel işsizler ordusunun doğmasına neden
oluyor. Varga’nın yapısal işsizlik (yapısal işsizlik kavramı
o dönemin Amerikan literatüründen alınmıştır) diye tanımladığı
bu işsizlik, günümüzdeki kronik kitlesel işsizliktir ve bu,
sayısı emperyalist ülkelerde on milyonlarla ifade edilen devasa
bir ordudur.
Böyle
bir ordunun varlığını kanıtlamaya gerek yok. Ama göstermeden de
geçmeyelim. (Tablo 1)
Tablo
1 - Önde gelen emperyalist ülkelerde işsizlik oranı (işsizlerin
çalışan nüfusa oranı)
Önde
gelen emperyalist ülkelerde işsizlik oranı (işsizlerin çalışan
nüfusa oranı)
|
||||||
Yıllar
|
ABD
|
Almanya
|
İngiltere
|
Japonya
|
Fransa
|
İtalya
|
1921
|
11,7
|
2,8
|
14,8
|
-
|
-
|
-
|
1922
|
6,7
|
1,5
|
15,2
|
-
|
-
|
-
|
1923
|
2,4
|
9,6
|
11,3
|
-
|
-
|
-
|
1924
|
5,0
|
7,3
|
10,9
|
-
|
-
|
-
|
1925
|
3,2
|
4,8
|
11,2
|
-
|
-
|
-
|
1926
|
1,8
|
13,0
|
12,7
|
-
|
-
|
-
|
1927
|
3,3
|
6,3
|
10,6
|
-
|
-
|
-
|
1928
|
4,2
|
6,1
|
11,2
|
-
|
-
|
-
|
1929
|
3,2
|
9,4
|
11,0
|
-
|
-
|
-
|
1930
|
8,9
|
15,3
|
14,6
|
-
|
-
|
-
|
1931
|
16,3
|
23,3
|
21,5
|
-
|
-
|
-
|
1932
|
24,1
|
30,1
|
22,5
|
-
|
-
|
-
|
1933
|
25,2
|
26,3
|
21,3
|
-
|
-
|
-
|
1934
|
22,0
|
14,9
|
17,7
|
-
|
-
|
-
|
1935
|
20,3
|
11,6
|
16,4
|
-
|
-
|
-
|
1936
|
17,0
|
8,3
|
14,3
|
-
|
-
|
-
|
1937
|
14,3
|
4,6
|
11,3
|
-
|
-
|
-
|
1938
|
19,1
|
2,1
|
13,3
|
-
|
-
|
-
|
1950
|
5,3
|
11,0
|
1,6
|
1,2
|
0,8
|
8,3
|
1955
|
4,4
|
5,6
|
1,1
|
1,1
|
0,8
|
9,8
|
1960
|
5,5
|
1,3
|
1,6
|
0,8
|
0,7
|
4,2
|
1965
|
4,5
|
0,7
|
1,5
|
1,2
|
0,7
|
3,6
|
1970
|
4,9
|
0,7
|
2,6
|
1,1
|
1,3
|
4,4
|
1975
|
8,5
|
4,7
|
4,2
|
1,9
|
4,6
|
5,6
|
1980
|
7,1
|
3,8
|
6,4
|
2,0
|
6,0
|
7,6
|
1985
|
7,2
|
9,3
|
13,1
|
2,6
|
10,1
|
10,6
|
1990
|
5,6
|
-
|
7,1
|
2,1
|
9,0
|
9,1
|
1991
|
6,8
|
-
|
8,8
|
2,1
|
9,5
|
8,8
|
1992
|
7,5
|
-
|
10,1
|
2,2
|
10,4
|
9,0
|
1993
|
6,9
|
7,9
|
10,5
|
2,5
|
11,7
|
10,3
|
1994
|
6,1
|
8,4
|
9,6
|
2,9
|
12,3
|
11,4
|
1995
|
5,6
|
8,2
|
8,8
|
3,1
|
11,7
|
11,9
|
1996
|
5,4
|
9,0
|
8,2
|
3,4
|
12,4
|
12,0
|
Kaynak:
1921-1938
dönemi için: IPW- Forschungshefte: 1987/I, s.18, Berlin
1950-1985
dönemi için: IPW- Forschungshefte: 1977/IV, s.118, Berlin
IPW-
Forschungshefte: 1987/I, s.141
|
||||||
1990-1996
dönemi için: Quarterly Labour Force Statistics (OECD), Nr. 2, s.
96, Paris
|
||||||
(Savaş
ve hemen sonrası dönemi belirsizlikten dolayı çıkardık.
Almanya'nın birleşmesi ve bunun işsizlik oranına olan etkisi
geçici olduğundan dolayı 1990-1993 dönemini de atladık.)
|
1921-1996
döneminde kapitalist dünya ekonomisi birçok devrevilikten geçti,
birçok ekonomik kriz ve ekonominin yükseliş dönemleri yaşandı.
Yani konjonktürün iyi ve kötü olduğu dönemler oldu. Ama tabloda
da görüldüğü gibi kitlesel işsizlik, süreklilik arz eden
işsizler ordusu, sayısal olarak ya biraz azalmış, ya da biraz
çoğalmıştır. Ama sayısal azalma, kapitalizmin genel krizi
aşaması öncesinde olduğu gibi yok olmaya, işsizler ordusunun,
sanayi yedek ordusunun yok olmasına kadar varmamıştır. Tablo,
kitlesel işsizliğin kapitalizmin genel krizi döneminde
kronikleştiğini, toplumsal yaşamın, politik gelişmelerin, sınıf
mücadelesinin bir ögesi olduğunu göstermektedir.
Teknolojik
gelişme; bilimsel-teknik devrimin kazanmalarının üretimde
kullanılması, giderek daha az sayıda işgücünün kullanılmasını
beraberinde getiriyor. Açık ki, 1921-1996 döneminde, her zaman
olmasa da, genel anlamda işin verimliliğinin artış temposu sanayi
üretiminin artış temposunu aşmıştır. (Rakam yığını olduğu
için bu gelişmeyle ilgili verileri buraya aktarmıyoruz). Bu,
geriye dönüşü olmayan bir süreçtir. Rasyonelleştirme,
otomasyon, robotlar, mikroçip, neredeyse 2-3 yılda “eskiyen”
teknoloji. Bütün bunlar, rekabetin dayatmasıyla en ucuz bir
şekilde en fazla kar, pazara hakim olma vb. kaygı ve dürtülerle
tekeller tarafından kullanılıyor. Hiçbir tekel, rakibinden geri
kalamaz. Çünkü bu, onun açısından ölüm, yok olma demektir. O
halde, ucuza üretmek, çok üretmek gerekiyor. Bu da ancak modern
teknolojiyle oluyor. Modern teknoloji, çalışan işçi sayısının
giderek azalması demektir.
Bu
süreç nereye kadar gider, kapitalist toplum (emperyalist ülkeleri
göz önünde tutuyoruz) daha ne kadar işsizi toplumsal, ekonomik ve
siyasal olarak kaldırabilir? Bunu bilemeyiz. Ama açık/kesin olan,
kapitalizmin “normal” koşullarında kronik kitlesel işsizliğin
yok olmayacağıdır.
Haftalık
çalışma süresi 25-30 saate indirilebilir, tabi ki mücadele
sonucu. Bu durumda belli sayıda işsiz iş bulmuş olur.
Fazla
mesai kaldırılabilir. Bu durumda da belli sayıda işsiz, çalışma
olanağına kavuşur.
Bu
ve işsize iş bulmak için alınan başka hiçbir tedbir,
kapitalisti, rekabet gücünü kıran bir üretim sürecine sokamaz.
Hiçbir kapitalist, tekel, bir makina. 20 işçiden daha verimliyse,
bu 20 işçiyi işe almayı ve makinayı kullanmamayı kabul etmez.
Bu, onun kapitalist mantığına aykırıdır.
Üretim
dışı kalanlar, yani kronik kitlesel işsizliği oluşturanlar,
başka alanlarda iş bulabilirler. Örneğin hizmet sektöründe. Ama
bu sektör ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, istihdamının bir
sınırı vardır. Çünkü bu sektörde de teknoloji çok sayıda
işgücünün yerini alıyor.
Geriye
tarım sektörü kalıyor. Bu sektör de hiç umut vermiyor.
Kapitalizmin
şu veya bu derecede geliştiği veya makinalı üretim yapma
derecesinde geliştiği bütün başka; emperyalizme bağımlı ve
yeni sömürge ülkelerde de aynı süreç geçerlidir. Çünkü,
Stalin’in tespit ettiği gibi: “Savaş döneminde (I.
Dünya savaşı kastediliyor -PD) ve savaş sonrasında
sömürge ve bağımlı ülkelerde (bu ülkelere) özgü genç bir
kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda
eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve
böylece pazarlar için mücadele keskinleşiyor ve karmaşıklaşıyor.”
(XVI Parti Kongresi’ne Sunulan Siyasi Rapor, C. 12, s. 217, Alm)
Demek
oluyor ki, başta emperyalist ülkeler olmak üzere kapitalist üretim
biçiminin hakim olduğu bütün ülkelerde burjuvazi iç ve dış
rekabetin baskısı altındadır. Bu durumda olan hiçbir burjuvazi,
teknolojik gelişmenin mevcut seviyesinin gerisinde kalan, rekabet
gücünü kıracak derecede gerisinde kalan bir teknolojiyle üretim
yapmaz. Yani yeni teknoloji ve daha az sayıda işgücü esas alınır.
İstihdam-işsizlik
ilişkisi kapitalizmin genel krizi sürecinde burjuvazi açısından
içinden çıkılmayan bir sorundur/çelişkidir. Bir “circulus
vitiosus”tur.
Veya
emperyalist bir savaşla bütün dünya yıkılır ve “sil baştan”
yapılır. Ama hiçbir kapitalist, hiçbir tekel, işsizlere iş
bulalım diye savaşmaz. Rekabet ve dünyayı yeniden paylaşma
mücadelesi, son kertede emperyalist savaştır. Diyelim ki,
emperyalist savaş sonucunda dünya yıkıldı. Yeniden kurmak için
istihdamın sınırı, mevcut işgücünün sınırı olabilir. Yani
herkes iş bulabilir. Ama bu da ancak bir kaç sene devam eder. Belki
on belki de on beş sene sonra kitlesel işsizlik, kronik işsizlik
sorunu yeniden gündeme gelir.
Kapitalizmin
genel krizi sürecinde kronikleşmiş kitlesel işsizliğin -genel
olarak işsizliğin değil, kronik kitlesel işsizliğin- ortadan
kalkmasının maddi koşulları artık yok. Bu türden işsizlik
olgusu da kapitalist sistemin ne denli çürümüş olduğunu,
sosyalizmin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu
göstermektedir. O halde çözüm sosyalizmdedir,
kapitalist/emperyalist sistemin yıkılmasındadır.
Ayrıca;
Kapitalizmin
genel krizi koşullarında kronikleşmiş kitlesel işsizlik başka
olguların da ifadesidir. Emperyalist burjuvazinin ideologları,
özellikle revizyonist blokun çökmesinden bu yana kapitalizmin
değiştiğinden, artık eski kapitalist koşulların tarihe
karıştığından bahsediyorlar. Oysa işsizliğin giderek artan bir
şekilde varlığı, hiçbir şeyin değişmediğini/değişemeyeceğini
açıkça gösteriyor. Kapitalizmin yasaları nesneldir ve niteliksel
dönüşüme uğraması söz konusu olamaz. Tekelci devlet
kapitalizminin tekeller lehine almış olduğu bir takım tedbirler,
kapitalist sistemde nicel değişmelere neden olabilir, sisteme özgü
bir takım olgular çarpıtılabilir. Örneğin ekonomik krizin belli
bir süre ileriye atılması gibi, ama sistemin kendisi
değiştirilemez. İşsizlik de kapitalist sisteme özgü olduğu
için burjuva ideologların bütün çabalarına rağmen bu alanda
değişen bir şey olmamıştır. ‘Refah” devleti ile işsizlik,
sömürünün ortadan kalkması ile işçi sınıfının yok olması
arasında da sıkı bir bağ vardır. “Refah” devleti, işsizliğin
yok olmasını içerir. Giderek artan işsizlik veya da kronikleşmiş
kitlesel işsizlik, “refah” devleti anlayışının bir aldatmaca
olduğunu gösteren en çıplak olgudur. Mademki “refah” devleti
söz konusu, mademki kapitalizm değişti ise, bu, on milyonlarca/yüz
milyonlarca işsiz de ne oluyor? (Burjuva ideologların refah devleti
sömürünün ortadan kalkması, işçi sınıfının yok olması
gibi demagojik saldırılarını bundan sonraki sayılarımızda ele
alacağız.)
4-
İşsizlerin Sosyal Durumu ve Mücadeleleri
Görece
artı-nüfusun, kapitalist devreviliğin (ekonomik krizin)
çerçevesini aşarak doğduğunu gördük. Toplumsal işin artan
verimliliği ile değer ve fiziki hacim bakımından giderek artan
bir üretim araçları kitlesinin (değişmeyen sermaye) giderek
azalan bir işgücü kitlesi (değişen sermaye) tarafından harekete
geçirilmesi, üretici güçlerin gelişmesinin bir yasasıdır.
Kapitalizm koşullarında iş aletlerini/araçlarını işçinin
rekabetçisi yapan bu yasayı Marks şöyle açıklar:
“Toplumsal
işi üretkenliğindeki ilerleme sayesinde gitgide artan ölçüde
üretim araçlarının, gitgide azalan insan gücü harcamasıyla
harekete geçirilme yasası -işçinin üretim araçlarını değil,
üretim araçlarının işçiyi çalıştırdığı- kapitalist
toplumda, tam tersine döner ve şöyle ifade edilir: işin
üretkenliğine kadar artarsa, işçinin istihdam araçları
üzerindeki baskısı o kadar büyür ve dolayısıyla varoluş
koşulları, yani başkalarının servetini ya da sermayenin
genişlemesini artırmak için kendi işgücünü satabilme durumları
o derece düzensiz ve güvenilmez duruma gelir. Böylece, üretim
araçlarıyla işin üretken gücünün, üretken nüfustan daha
hızlı bir şekilde artması gerçeği, kapitalist bir görüşle
tam tersine ifade edilerek, işçi nüfusun, sermayenin kendi
genişleme (kendini
değerlendirme -PD) gereksinimlerini karşılamak için
çalıştırabileceğinden daha büyük bir hızla artar."
(Kapital C. I, s. 674, Alm)
Bizim
belirttiğimiz kronik kitlesel işsizliğin oluşum kaynağı
buradadır. Bu nedenden dolayı doğan işsizliği, kronik kitlesel
işsizliği, Marks’ın belirttiği sanayi yedek ordusuyla artı
nüfusun diğer biçimleriyle (saklı ve durgun) aynılaştırmak
yanlıştır. Kronik kitlesel işsizlik, işsizliği ekonomik
devreviliğin her aşamasında (kriz, durgunluk, canlanma ve
yükseliş), bu aşamalara göre sayısal olarak azalsa veya çoğalsa
da, sürekli var olduğunun ifadesidir. Bu işsizlik, kapitalist
üretimin süreklilik arz eden bir görünümü olmuştur. Aynı
zamanda görece artı nüfusun diğer biçimlerini de kapsamına
alır, ama onlarla aynılaştırılamaz.
Belirttiğimiz
gibi, kronik kitlesel işsizlik, Marks’ın tanımladığı veya
onun dönemindeki sanayi yedek ordusunu aşıyor. Şüphesiz, kronik
kitlesel işsizlik, sanayi yedek ordusunun görevini yerine
getiriyor. Ama buna rağmen bir kısım işçi kitlesi, üretim
süreci dışında sürekli olarak kalıyor. Kronik kitlesel
işsizlikte, sürekli üretim dışı kalanlar, hep aynı kişiler,
işsizler olmayabilir. Bunların bir kısmı iş bulurken, yerlerini
başkaları alıyor. Ama giderek sürekli, uzun bir dönem üretim
dışı kalan aynı işsizlerin sayısı da artıyor. Örneğin
sadece 1981-1984 döneminde uzun dönem işsiz olanların toplam
işsizler içindeki payları. ABD’de 1981'de %6,7’den 1984’te
%12,3’e, Almanya’da 1982’de %21,2’den 1984'te %28,8’e,
Fransa'da 1981 de %32,5’ten 1984'te %42,3’e ve İngiltere’de
1981’de %22’den 1984'te %39,8’e çıkmıştı. (Bkz. OECD
Employment Outlook 1985, Paris 1986, s. 126)
Burada
3-4 sene içinde bir sene ve daha fazla işsiz olanların ne denli
arttığını görüyoruz. Bu oranın bugün düştüğünü söylemek
abes olur.
Engels’in
deyimiyle işsizlik, “işçi sınıfının ayaklarındaki bir
kurşun”dur. (Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, C. 19,
s. 217, Alm) İşsizlik, toplumsal, ekonomik ve siyasi olarak işçi
sınıfının ve mesleki (sendikal) ve siyasi örgütlerinin en
önemli mücadele alanlarından, en büyük mücadele sorunlarından
birisidir. Ayrıca, işsizlik sadece işçi sınıfının bir sorunu
olmaktan da çıkmıştır. İşsizliğin, işçi sınıfı dışında,
ücretli ara tabakalar, aydınlar arasında da yoğunlaşması, işçi
sınıfı işsizlerine ve ara tabaka aydın kesimi işsizlerine ortak
bir mücadele platformu veriyor.
Hizmet
sektöründe de teknolojinin yoğun bir şekilde kullanılmasıyla bu
alanda çalışanların küçümsenmeyecek bir kısmı kronik
kitlesel işsizler ordusunun birer neferi olmuşlardır. Her
halükarda işsizlik, bu kesimdeki işsizlerle bir bütün olarak
işçi sınıfını ve onun işsizlerini birbirine yaklaştıran bir
faktör olmuştur. Bütün sorun, bunları örgütlemenin yol ve
yöntemlerindedir.
Kronik
kitlesel işsizlik, önemli bir toplumsal ve siyasi
gücün/potansiyelin ifadesidir. İşsizler, toplumsal bir güçtür.
İşsizlerin toplumsal bir gücü oluşturduklarını Fransız
işsizleri gösterdiler. Aralık 1997'den beri binlerce Fransız
işsizi haklı talepleri doğrultusunda sokağa dökülmüşlerdi.
Toplumun çok önemli bir kesiminin, işsizlerin eylemini
desteklemeleri tesadüfi değildi. Çünkü sorun, toplumsal bir
sorundur ve emekçi kesimlerin hepsini doğrudan ilgilendiriyordu; ya
her işçi, ücretli, aydın vs. aileden işsizler vardı ya da işsiz
kalmaya adaylık söz konusuydu.
Almanya’da
da işsizler hareketlendi. Fransız işsizlerinin eylemleri Alman
işsizlerini harekete geçirdi. Örneğin Şubat ayı (1998) başında
40 bin civarında işsiz, Almanya’nın birçok şehrinde iş ve
işçi bulma kuramlarını işgal ederek, bu ülke koşullarına göre
“radikal” bir çıkış yaptılar.
Şüphesiz,
işsizler, ne kadar kronik ve kitlesel olursa olsun, başlı başına
bir sınıfı oluşturmuyorlar. Yani işsizler sınıfı diye bir
sınıf yok, onların ezici çoğunluğu işçi sınıfının birer
unsurudur. Bunların içinde küçümsenmeyecek sayıda/oranda
ücretliler de var. Ayrıca bunların önemli bir kesimi sendikalı
(emperyalist ülkeleri göz önünde tutuyoruz). Şu veya bu ülkede,
sendikaların, işsiz kalan üyelerini tamamen kaybetmemek veya
çalışıyor durumda olan üyeleri nezdinde tamamen teşhir olmamak
için işsizlik sorununa “ciddi” eğilmeleri, bu sendikaları
işçi sınıfı nezdinde daha da teşhir etmiştir. Burjuva sistemin
koruyucusu bir kurum konumunda olan bu sarı sendikaların, işsizlik
sorununu, sermayenin çıkarları doğrultusunda ele aldığı
bilinmeyen bir şey değildir.
Bu
ülkelerde komünist partilerin ya hiç yokluğu veya devrimci
örgütlerin siyasi etkisizliği, işsizlerin eyleminin örgütlü
sisteme karşı eyleme dönüştürülmesini engelliyor. İşsizlerin
eylemlerine ya baştan, ya da son kertede 'sarı’, reformist
sendikalar sahip çıkıyorlar veya onların inisiyatifinde
gelişiyor. Tabi bu sendikal örgütlerin mücadelesiyle, işsizlerin
hiçbir talebi yerine getirilmeyecektir. Ancak tutarlı, kararlı bir
mücadeleyle bir kısım taleplerin elde edilmesi mümkün olabilir.
Bu sendikalar ise, tam da mücadelenin kararlı, tutarlı
sürdürülmesini engellemenin aracı konumundadırlar.
Sonuç
itibariyle, işsizler, toplumsal bir güçtür. Önemli olan bu gücü,
örgütleyip, seferber edebilmektir. Ama bu kolay değil. İşsizlerin
örgütlenmesi önünde sadece bu sendikalar veya komünist, devrimci
örgütlerin olmayışı birer engel değil. İşsizliğin
kronikleşmesi de işsizler üzerinde yozlaştırıcı etki
yapmaktadır. Umutsuzluk, sınıf disiplininin yok oluşu, yoksulluk,
bunları gelişen sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaktadır.
Sermaye
birikimi, zenginliğin birikimi sanayi yedek ordusunu büyütüyor,
işçilerin sefaletini/yoksulluğunu artırıyor ve kapitalistin işçi
üzerindeki baskısını artıyor, "işçinin durumu, aldığı
ücret ister yüksek, isterse de düşük olsun, sermaye birikimi
oranında kötüleşecektir." (Marks, Kapital C. 1, s. 675,
Alm)
Burada,
işçi sınıfının mutlak yoksulluğunun kaçınılmazlığı ve
giderek derinleşiyor olduğu anlatılıyor. Konumuz dışı olduğu
için bu noktayı açmadan mutlak yoksulluğun biçimlerini de
aktaralım:
“Öyleyse,
bir kutupta zenginliğin birikimi, ayın zamanda karşı kutupta
sefaletin, iş işkencesinin, köleliğin, cehaletin, zalimliğin ve
ahlaki yozlaşmanın birikimidir." (Marks, agk, s. 675)
Bu
durumdan işsizler daha çok etkilenirler. Yani işçi sınıfının
çalışan kesimine nazaran işsiz olan kesimindeki mutlak yoksulluk
ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal ve siyasi yozlaşma daha
derindir. Zaten "işçi sınıfının düşkünler tabakası
ve yedek sanayi ordusu uç kadar büyük olursa, resmi yoksulluk da o
kadar büyük olur.” (Marks, agk, s. 673-674)
Bugün
sayıları on milyonlarla, dünya çapında yüz milyonlarla (sadece
Çin’de 230 milyon) ifade edilen işsizlerin önemli bir bölümü
yoksulluk içinde yaşamaktadırlar. Giderek sınıf ve çalışma
disiplininden, sınıfsal tavır ve anlayışından uzaklaşan bu
milyonluk kronik kitlesel orduyu örgütlemek kolay olmayacaktır.
Marks’ın dediği gibi işsizler; “işçi olarak kendini
yeniden üretememekle, tersine canlı olarak, başkalarının
merhametiyle ayakta tutulmakla lümpen ve yoksul” olurlar
(Grundrisse, C. 42, s. 510)
Tabii
buradaki lümpenlik, lümpen proletarya kavramının içerdiği
lümpenlik değil, ama sürekli işsizlik, bu kitleyi o yöne doğru
itiyor ve uzun dönem işsiz kalanların örgütlenmesi de lümpen
proletaryanın örgütlenmesi gibi zorlaşıyor.
(PD’nin
önümüzdeki sayılarında da işçi sınıfının çeşitli
sorunlarını teorik bazda ele alacağız. Örneğin, işçi
sınıfının yapısındaki değişmeler, proletarya yok mu oluyor,
işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşması vb.).
Proleter
Doğrultu, Sayı 16, Mayıs-Haziran 1998.