deneme

22 Ekim 2008 Çarşamba

„HİSSEDİLEN“ SERMAYE BİRİKİMİ VE POLİTİK EKONOMİ ÜZERİNE “POTEMKİN KÖYÜ” TEORİLERİ (I)






„Potemkin Köyü“ kavramı, bir şeyi olduğundan daha iyi, daha güzel, göstermek için; gerçeği saklamak için kullanılır. Önemli olan özü yok olanı, koflaşmış, içi boşalmış, her şeyiyle döküleni konu ne ise onunla ilgili olarak “süsleyip-püslemek ” ve yüzeysel olarak etkileyici bir duruma getirmektir.

Rivayete göre Çariçe II. Katerine'nin sevgilisi Mareşal  Grigori Potemkin 1787'de yeni işgal edilmiş Kırım'da her şeyin yolunda olduğunu göstermek için Çariçenin geçeceği güzergah boyunca, gerçek durumu gizlemek için, evleri süslettirir, yeni boyanmış, her haliyle modern görünümlü köyler inşa ettirir. “Potemkin Köyü” kavramı buradan kaynaklanır. Günümüzün Mareşal Grigori Potemkin'i ise emperyalist, neoliberal ideologlardır; bilumum küreselleşme savunucularıdır. Bunlar aynen Mareşal Grigori Potemkin gibi hareket ederek neoliberal teorilerle de emperyalizmi; öncelikle de Amerikan emperyalizmini ve uluslararası sermayenin kurumlarını; köhnemiş kapitalizmi, 100 yıllık emperyalizmi yeni diye sundular; artık eski geride kalmıştı: Aynen Mareşal Potemkin gibi, çöken, her tarafı dökülen, döküldükçe de „yeni“ye sarılan uluslararası sermayeyi,  emperyalist sistemi, „küreselleşme“yle süslediler, bazı aksesuarlar eklediler; gözümüzü boyadılar ve gerçekten de çok şeyin değiştiğinden hareketle çok şeyin değiştiğine inanır olduk. Ama şu kriz yok mu, işte o her şeyi berbat etti; gerçekleri teker teker açığa çıkardı! 

Bütün dünyayı “Potemkin Köyü”ne dönüştüren neoliberalizm de döküldü; kapitalist sistem bütün çürümüşlüğüyle açığa çıktı.

Uluslararası küçük burjuvazi de bu „değişime“ bakarak teoriler üretmişti. Ne de coşkulu ve kendinden emin üretilmişti o teoriler. Ama yaşam bu teorileri de silip süpürdü.   Onların oluşturdukları teorilerin her birinin birer “Potemkin Köyü” teorisi olduğunu, ekonomik krizin patlak vermesine gerek kalmaksızın banka ve kredi krizi göstermeye yetti. 

Kapitalist ekonomi gerçekliğinin üstü örtülmeye çalışıldı. Her an yaşanan gerçekleri yok saymanın teorileri üretildi. Ebedi olduğu sanılan, ama gerçekte hayalden öteye gitmeyen bir sistem oluşturuldu. Bu rüyasal sistemin oluşturulmasına katkıda bulunan ve bu sistemi, yaşamasa da en azından “hissetmeye” çalışan “sol”lar da hiç az değildir. Bunlar gerçeği kabullenme adına neoliberalizmin tozu dumana katan, kapitalist cehennemi cennet göstermeye hizmet eden; çürümüşü dinamik gösteren teorilerinin etkisi altında teoriler üretmeyi Marksist-Leninist politik ekonomiye katkı olarak sundular. “Post modern” dünyanın, “post modern” kapitalist ekonominin sorunları da ancak ve ancak “post modern” Marksizm ve “post modern” Marksist-Leninist politik ekonomi tarafından çözülebilirdi. Aşağıdaki hikâye hikâyelerinin sadece birisidir. (Zamanla başka hikâyelerinden de bahsedeceğiz).

Bankalar, başkaca mali kurumlar,  spekülatörler borsalarda; genel olarak mali pazarlarda bolca „hissedilen“ para veya sermaye üretiyorlar. Bunun gerçek adı “hissedilen” para çoğalmasıdır, „hissedilen“ zenginliktir. Bu “hissedilen” sermaye ile maddi değerler üretilmez, ama bazılarının sıcağı sevdiği gibi, bazıları da „hissedilen zenginlik“ üzerine, yani spekülasyon üzerine ekonomi kurmayı seviyor!

“Potemkin Köyü” teorileri başlıklı birkaç makalede bu teorileri ve onlara inanma gafletini gösterenleri ele alacağız. Hani Marks  „Borsa krizinin pratik şokunu politik ekonominin teorik şoku takip eder“ demişti ya. Bu makalelerde o şoku ele alacağız.  

Aslında bu neoliberal ideologların ve uygulayıcılarının yaptıkları düpedüz bir „hınzırlık“tır.  
Bu hınzırlık, gerçek değerlerin üretimi ve mali sektör arasında farkın olmadığının anlatımıyla başlıyor. Öyleyse biz de orada başlayalım.

Dünya borsa pazarlarında kaybedilen, buharlaşan hisse senedi değerinin; genel olarak kağıt üzerindeki değerlerin toplamının ne kadar olduğu pek bilinmiyor. Son yapılan bir hesaplamaya göre geçen yılın Ekim ayının sonunda itibaren yaklaşık bir sene içinde buharlaşan değer miktarı 26 trilyon dolar. (Bu 26 trilyon doların dökümü şöyle: Wall Street'te buharlaşan miktar: Yaklaşık 7 trilyon dolar. Büyük Britanya'da buharlaşan miktar: 1,7 trilyon dolar. Çin'de buharlaşan miktar: 1,7 trilyon dolar. Japonya'da buharlaşan miktar: 1,5 trilyon dolar. Hongkong'da buharlaşan miktar: 1,5 trilyon dolar. Fransa'da buharlaşan miktar: 1,3 trilyon dolar. Almanya'da buharlaşan miktar: Yaklaşık bir trilyon dolar. Brezilya ve Kanada'da buharlaşan miktar: Her birinde yaklaşık 700-800 milyar dolar. Dünyanın geriye kalan borsalarındaki toplam kayıp: 8,7 trilyon dolar). Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinin bu sektör ve ülke ile sınırlı kalmayacağının anlaşılmasından bu yana neoliberalizm savunucuları devleti yeniden hatırladılar ve yardım çağrısı kulakları sağır edercesine yüksek sesle dillendirildi. Ve devlet „ulusal“ sermayesini kurtarma derdine düştü. Batan bankaları kurtarmak için ne kadar harcandığı da pek bilinmiyor. Ama Amerikan emperyalizminin 850 milyar dolarlık paketten önce 900 milyar dolarlık bir harcama yaptığı, AB'de bu miktarın 2 trilyon dolar olduğu göz önünde tutulursa asalakları kurtarmak için vergi adı altında işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan toplanan miktarların yaklaşık kapsamı görülür. Kurtarma operasyonları; devletleştirme için harcanan miktar, yaklaşık 7,8 trilyon dolara vardı.   Bu miktar dünya ekonominin yüzde 12’sine denk düşmektedir.

Bu para; buharlaşan, yok olan 26 trilyon dolar nereden geliyor? Kaynağı nedir? Bunu açıklayabilmek için reel sektörün ve mali sektörün ne olduğuna ve birbiriyle iç içe geçmişlik durumuna bakmak gerekir.

Mali sektördeki milyarların kaynağı-kar ve sanayi sermayesi

Açık ki zahmetsizce, “hınzırlık”la kazanılan ve kazanıldığı gibi de kaybedilen mali milyarların oluşum kaynağı veya çıkış noktası maddi değerlerin üretildiği sektördür, yani sanayi sektörüdür (Bu sektöre tarım, ulaşım vb. de dâhildir ama sorunu kolaylaştırmak için sadece sanayi ile sınırlı tutuyoruz).

Sanayi sermayesi hareketi:
Sanayi sermayesi hareketi iş gücü ve üretim araçları satın alımıyla başlar. Yani para (P) ile iş gücü ve üretim araçları biçiminde meta satın alınır. Bu üretim faktörleri üretim sürecinde eskisine nazaran daha fazla değer taşıyan yeni biçimdeki metalara dönüşürler (M1). Veya da şöyle diyebiliriz: P-P1. Para sermaye ile iş gücü ve üretim araçları satın alınıyor ve üretim süreci sonucunda üretilen ürünler satılarak yeniden para sermayeye dönüşüyorlar. Ama çıkış noktasındaki miktarından daha fazla bir miktar olarak.

Demek ki sanayi kapitalisti veya maddi değerler üreten herhangi bir işletme ürettiği bütün metaları satıyor ve böylece sattığı metaları yeniden para sermayeye dönüştürmüş oluyor. 

Paraya çevrilen bu artı değer, sermaye hareketinden (dönüşümünden) çıkıyor ve başlangıçtaki sermaye yeniden hareketine (dönüşümüne) başlıyor.

Üretim sürecinin devam etmesi için para sermayenin (P) yeniden iş gücüne ve üretim araçlarına dönüşmesi gerekir. Herhangi bir dış sorun yoksa; üretimi engelleyen bir sorun yoksa üretim hep böyle devam eder. Bu sermaye dönüşümünde sanayi sermayesi, yatırılan P'yi sürekli üreten ve aynı zamanda P1' i de üreten, yani artı değeri de üreten devridaim makinesidir.

Sermaye hareketi; sermayenin dönüşümü, iki aşamadan oluşur: Birincisi üretim aşamasıdır ve ikincisi de pazarlama aşamasıdır (dolaşım aşaması). Sermaye hareketinin birinci aşamasında para sermaye meta sermayeye dönüşür (P-M) ve ikinci aşamada da meta paraya dönüşür (M1-P1). 

Artı değerin başka bir biçimi olan karla ne yapılıyor? Kar, önce ikiye ayrılır: Bir kısmı kapitalist sınıfın özel harcamalarına gider. Buna „gelir“ denir. Karın diğer kısmı ise birikmiş sermaye olarak, ek sermaye olarak yeniden üretim sürecine dâhil edilir, sermaye sahibi tarafından.

Ek sermaye ve birikim sorunu:

Diyelim ki, mevcut ek sermayenin hepsi aynı işletmeye dönüyor. Bu durumda çıkış noktasını oluşturan sermaye artmış olur ve sanayi sermayesinin dönüşümü bir spiral biçiminde genişler.

Herhangi bir zaman öyle bir noktaya gelinir ki ek sermaye başka bir sektöre gitmesine neden olan bir karlılıkla karşı karşıya kalır. Yani sermaye başka bir sektörde veya ülkede daha fazla kar oranı elde edeceği için sektörünü veya ülkesini terk eder. Böylece sermaye ihracı başlamış olur. Ve ülke dışında daha fazla kar elde etme olanağı olduğu müddetçe de sermaye ihracı sürekli artar, genişler. Yani sermaye ülke içinde kendine ihtiyaç duyulmadığından dolayı değil, başka ülkelerde daha çok kar elde etme olanağı olduğu için yurt dışına çıkar; ihraç edilir. Aşağıdaki grafikte dünya çapında sermaye hareketinin (transferinin) kapsamını ve dağılımını görüyoruz.  
 


Bu veriler doğrudan sanayi yatırımlarının verili zaman içinde iki katından daha fazla arttığını göstermektedir. Grafik, yurt dışı ile para ticaretinin ve mali yatırımların doğrudan sanayi yatırımlarından daha çok arttığını da göstermektedir. Bu verilere göre 1980'den 2005'e dünya çapında mali yatırımlar dünya brüt üretiminin yüzde 4'üne tekabül etmekten yüzde 14'üne tekabül edecek oranda artmıştır. Burada söz konusu olan, ekonominin reel, gerçek büyümesine tekabül etmeyen, mali ekonominin aşırı genişlemesinden başka bir şey değildir: Sanayi sermayesi bazında karşılığı olmayan bir mali şişme.

„Paradan para kazanmak“-Mali milyarların çoğalması

Bankaların paradan para kazanmaları:
Bankaların aniden, hiçbir maddi nedeni olmaksızın az paradan daha çok para yapmaları; yani paradan para kazanmaları muammalı olduğu kadar oldukça da basittir. 

100 YTL'lik bir miktarın (buna dolar veya Avro da diyebilirsiniz) çok sayıda el değiştirmesiyle binlerce YTL'lik bir miktarın transaksiyonuna (mali muamelesine) neden olabileceği bilinir. Tam da bu nedenden dolayı dolaşımda olan para miktarı satın alınan ve satıla metaların ve hizmetlerin parasal miktarında sürekli daha azdır. Örnek verecek olursak:

Brüt yurt içi üretim bir ülkenin, bölgenin veya entegrasyonun bir yıl içindeki üretimini ve hizmet miktarını gösterir. Örneğin 27 ülkeli AB'de brüt yurt içi üretim miktarı 2006 yılında 11.580 milyar Avro'ydu. Ama aynı dönemde dolaşımda olan para (banknot) miktarı ancak 630 milyar Avro'ydu. Yani ortalama olarak AB içinde dolaşımda olan her bir Avro ile 18,38 Avroluk bir meta veya hizmet ödemesi yapılabilir (11.580:630=18,38). Banka sisteminden geçerek, nakitsiz ödeme ile veya kredi üzerinden ödeme ile dolaşımda olan paranın etkisi güçlenir. Öyle ki banka sistemine giren örneğin 10 bin YTL kısa zamanda iki, üç, dört misline çıkabilir. Bu aynen eski Yunan filozoflarının tartışmalarında söz konusu olan oka benzer: Hareket halindeki bir ok aynı anda sadece bir yerde mi bulunur yoksa birkaç yerde mi bulunur? Bu ok hikâyesinde olduğu gibi bizim bu 10 bin YTL'lik miktar anlaşılan o ki banka sistemi içinde bir yerde bulunurken, aynı zamanda birçok yerde de bulunmaktadır.

Serüvenin birinci aşaması:
Şimdi şöyle düşünelim: Diyelim ki, işletmeci A, ürettiği yeni değerin tamamını sattı ve böylece sermayesinin dönüşümünü tamamladı. Diyelim ki bu kapitalist 2.000.000 YTL'lik bir sermaye kullanmış ve sermayesinin her dönüşümünde de (çıkış noktasına geri dönmesinde de) 10.000 YTL'lik bir kar elde etmiş olsun. Diyelim ki bu miktarın yarısını kendi özel harcamaları için ve geriye kalan yarısını da -5.000 YTL'lik miktarı da- banka A'daki hesabına yatırmış olsun.

Bu durumda olan şu: Banka A, bu 5.000 YTL'lik miktarı hesabına (T cetvelini göz önüne getirelim) gelir olarak geçirir. Çünkü bu miktarı işletmeci A'dan; hesap sahibinden almıştır. Banka hesabının sahibi önce bu miktarla pek ilgilenmez. Çünkü kendisi açısından bir fazlalığı ifade ettiği için o miktarı bankadaki hesabına yatırmıştır. 
Merkez bankaları para miktarını ifade eden M1'i (nakit para + banka hesabındaki varlık), MX'in miktarıyla hesaplarlar. Bu 5.000 YTL'lik miktarın serüveninin bu aşamasında merkez bankası para miktarı hesabına (M1) göre: M1+5.000 olmuştur.

Serüvenin ikinci aşaması:
Diyelim ki banka A bu 5.000 YTL'lik miktarı banka B'ye kredi olarak versin. Bu durumda banka A'nın bilançosunda 5.000 YTL, artık gelir (işletmecinin sermayesi) olarak ve yine aynı 5.000 YTL banka B'ye verilen kredi (gider) olarak gözükür.  

Banka A'nın bilançosunda bu 5.000 YTL'lik miktar T cetvelinin hem gelir kısmında hem de gider kısmında gözükür; gelir kısmında işletmeci A'nın yatırdığı miktar olarak ve gider kısmında da banka B'ye verilen kredi olarak. Banka A, T cetvelinin gelir kısmında 5000 YTL'lik miktarı hesaba borç olarak ve 5.000 YTL'lik miktarı da (hep aynı miktar) bu sefer T cetvelinin gider kısmında hesaba geçirir. (Bu miktara sahip olduğundan dolayı).
Banka B de aynı miktarı T cetvelinin gelir kısmına geçirir.
Merkez bankası açısından da durum değişmiş ve para miktarı M1+ (2x5.000=10.000) olarak çoğalmıştır.

Serüvenin üçüncü aşaması:
Ve şimdi banka B'nin bu krediyi işletmeci B'nin hesap numarasına havale ettiğini ve bu işletmecinin de bu 5.000 YTL'lik miktarı bankadan çektiğini düşünelim. Bu durumda 5.000 YTL, banka B'de  gelir kısmına işlenir.

Merkez bankası açısından durum bir daha değişmiş ve para miktarı M1+ (3x5.000=15.000) olarak çoğalmıştır.

Aslında bütün bu yol şöyle de kısaltılabilir: İşletmeci A,  5.000 YTL'lik miktarını doğrudan işletmeci B'ye kredi olarak verebilir. Ama bu 5.000 YTL banka sistemi üzerinden verildiği için bu karmaşık yoldan geçmiş olur.

Her halükarda 5.000 YTL'lik miktar birkaç misli, örnekte de gördüğümüz gibi üç misli artmıştır. Ortaya bir „hissedilen“ zenginlik, “hissedilen” varlık veya “hissedilen” sermaye çıkmıştır.

İşletmeci A, kendini 5.000 YTL'nin sahibi olarak hisseder. Banka hesabında böyle gözüküyor. Gerçekte ise bu 5.000 YTL'si üzerine tasarruf hakkını bankaya vermiştir. Banka da ona muhtemelen düşük bir faiz öder.

Banka A gibi banka B de bilançosunda 5.000 YTL görüyor. Ama bu, aynı 5.000 YTL'dir. Ama bu miktar tam üç defa borç olarak hesaplara geçmiştir. Banka A'da, Banka B'de ve işletmeci B'de. Sadece işletmeci B, bu 5.000 YTL'lik miktara gerçekte sahiptir; para onun elindedir.

Bu miktar elden ele dolaşmıştır veya öyle gözüküyor. Vardığı, konakladığı her bir aşama bilinmektedir. 15.000 YTL borç olarak hesaplara geçmiştir. Buna bankalar „paradan para kazanmak“ derler. Gerçekte ise bu 5.000 YTL'lik miktar bir dirhem de olsa çoğalmamıştır. Ama kredi olarak elden ele dolaşmıştır. Bankaların „paradan para kazanmak“ dedikleri işte tam da budur.  Sonraki aşamasında bu kredinin geri dönmesi gerekir. Tabii Amerikan konut pazarındaki gibi bir “kaza" olmazsa!

Sadece bu üç aşamalı kredi işleminde kapitalist mali sistemin ne denli karmaşık olduğu görülüyor. Dünya çapındaki borçların büyük bir kısmı böylesi hesapların sonucudur. Yani bankaların „paradan para kazanma“ hayaline dayanıyor. Bu yolla mevcut para, artı değer üretimi veya maddi değerler hiçbir koşul altında çoğalmıyor. Sadece borç ilişkileri artıyor/çoğalıyor. Son kertede bir şekilde herkes birbirine borçlu oluyor ve kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bir ilişkiler ağı kurulmuş oluyor. Böyle oluyor ve başka türlü olmuyor.
Mali dünyada işletmeci A'dan işletmeci B'ye uzanan bütün yol, bütün mesafe değil,  sadece iki nokta arasındaki mesafe-yol kaydedilir.

Vay „hınzırlar“ vay demekten başka ne kalıyor ki geriye?!
Demek ki milyonları böyle milyar yapıyorsunuz!
Demek ki „paradan para kazanmak“ böyle oluyor!
Demek ki böyle „hissedilen“ zenginlik, varlık üretiyorsunuz!
Demek ki böyle „hissedilebilen“ sermaye birikimi oluşturuyorsunuz!
Ve küçük burjuvazi de sizin bu „hissedilebilir“ sermaye birikiminiz üzerine „hissedilebilir“ teoriler üretiyor ve sonra bu „hissedilebilir“ teorilerle “hissedilebilir” politika yapıyor.
Açık ki, “Potemkin Köyü” teorileri üretiyorsunuz.
Haydi, benim gibilerini kandırabildiniz, demagojilerinize inandırabildiniz, saflığımızdan yararlanabildiniz. Ama o, her şeyi zaten başından beri hep doğru bilenleri nasıl etkilediniz?
Nasıl etkilediniz de bazıları bu düzenin artık değişmeyeceğine, bazıları da kapitalizmin kaçınılmaz olarak (kendi kendine) yıkılacağına inanmaya başladılar?
Nasıl etkilediniz de maddi değerlerin üretimi sektörünün; yani sanayi sektörünün sermaye hareketinin seyrinde artık tali palanda kaldığına ve spekülatif sermayenin; “hissedilen” sermayenin sermaye hareketinin seyrini belirlediğine inanmaya ve bunun üzerine sermaye devreviliği teorileri geliştirmeye başladılar?  
Nasıl etkilediniz de “hissedilebilir” sermayeden oluşan mali sektörde kazanç değil de, kar ve kar oranı keşfetmeye başladılar?
Nasıl etkilediniz de mali sektörde görülen her sermayenin gerçek sermaye olduğuna inanmaya başladılar?
Nasıl etkilediniz de yeni bir mali ve ekonomik kriz patlak verirse teorilerinin kriz pratiğinde sınanmış olacağını unuttular!

Böylesi “hissedilebilir” politik ekonomi teorileri üretirken başkalarının görüşlerinden yararlanmıyorlar mı diye sorulabilir. Tabii ki yararlanıyorlar: Sağ taraflarında Amerikan üniversiteleri ve fikir üretme “fabrikaları” duruyor. Sol, daha doğrusu orta-sol taraflarında Avrupa merkezli üniversiteler ve fikir üretme “fabrikaları” duruyor. “Sol” taraflarında da hep yeniyi analiz etmekte üstat olan; Marksizm'i, Marksizm'in reddi temelinde, şu veya bu teorik açılımı günümüz koşullarına artık cevap vermiyor diyerek “geliştirmek” için yanıp-tutuşan uluslararası küçük burjuvazi, “sol” liberal unsurlar, “post Marksist”ler duruyor. İşte bu ortam “hissedilebilir” sermaye/varlık üzerinden ancak “hissedilebilir” teori üretebilenlerin üretim koşullarıdır.
Marksizm mi, Marksizm-Leninizm mi veya Marksist-Leninist politik ekonomi mi veya Leninist mali sermaye analizi mi! Tarih olmuştur!!

“Hissedilen” varlık buharlaşıyor. Yani yukarıdaki hesabın 2. aşamasındaki 5.000 YTL ve 3. aşamasındaki 10.000 YTL buharlaşıyor ve geriye gerçekten var olan 5.000 YTL kalıyor. Demek ki her şey gerçekten var olan başlangıçtaki bu 5.000 YTL'ye bağlı!

Bir mali kriz bütün hesapları, “hissedilen” zenginliği, “hissedilen” sermaye birikimini düzledi; “fazlalık” olanın; gerçekten var olanın ötesinde “var olan”ın gerçekten var olmadığını, hayali var olduğunu, kağıt üzerinde var olduğunu ortaya koydu.

Şu Marks da olmasaydı halimiz ne olacaktı!

Kredi çoğaltmak “sanatı” ve bankaların borçlanma limiti-öz sermaye ilişkisi:
Bilindiği gibi bankalar nihayetinde sermaye toplama ve toplanılan sermayeyi kapitalistlerin kullanımına kredi olarak sunma yeridir. Sanayi sermayesinin kısa zamanda büyük miktarları artı sermaye olarak biriktirmesi olanaklı değildir. Yani sanayi sermayesi sürekli görece az miktarları üretir ve ancak bu miktarlar toplandığında yatırıma değer bir miktara çıkar. Ama böyle bir birikimi hiçbir sanayi kapitalisti bekleyemez ve yatırım yapmak için bankalardan kredi alır. Bankalar da sayısız kaynaktan topladığı paraları kredi olarak verir. Böylece bankalar tek başına alındığına hiçbir önemi olmayan miktarları; potansiyel ve aktif olmayan sermayeyi aktif ve etkili sermayeye dönüştürür, kredi olarak vermekle. Yani küçük, tek başına önemli olmayan çok sayıda meblağlar, „potansiyel sermaye“   olarak sayısız hesap numaralarından geçerek-toplanarak gerçek sermaye olur; üretken sermaye olarak kullanılır. Bu miktarlar ancak bu duruma geldiğinde gerçek değer üretecek bir faktör olurlar. Bütün diğer hesap numaralarında bu sermaye sadece fiktiftir. Miktar olarak çoğalmıştır, ama bu çoğalma sadece ve sadece kâğıt üzerindedir. 

Buraya kadar normal: Yani bankalar başlangıçta kredi sunumunda şu veya bu biçimde pasif oyuncu konumundadır. Yani bankalar kredi sunumunu en fazlasıyla frenleyebilirler, ama hızlandıramazlar. Böylece bankalar, mevcut kredi talebine tepkide bulunmuş olurlar. Buraya kadar mali sermaye bildiğimiz mali sermayedir.

Ama günümüzde mali sermaye ve dolayısıyla bankalar, bununla, sadece kredi vermekle yetinemeyecek bir duruma gelmişlerdir. Artık pasif kredi sunucusu olmaktan çıkarak yatırım bankasına dönüşmüşlerdir ve böylece aktif oyuncu olmuşlardır; yabancı paralarla hisse senetleri veya değerli kâğıtlar satın almaya ve bunların ticaretini yapmaya başlamışlardır. Aşağıdaki grafik dünya çapındaki borçlanma durumunu göstermektedir.







Son yıllarda bankalar ve mali kurumlar giderek kredi alıcısı olarak faaliyet göstermeye başladılar. Maddi değerlerin üretimi sektörlerine kredi verme yerine kendileri için sermaye topladılar ve bununla spekülasyon yaptılar. Böyle hareket etmelerinin kendileri bakımından bir mantığı vardı: Maddi değerlerin üretimi alanına; sanayi sektörüne verilen kredilerin karşılığı olarak alınan faiz sermaye açısında azami kar değildi, başka alanlarda, mali sektörde sanayiden alacakları faizin çok çok üstünde kar elde etme olanakları vardı.

Grafiğin de gösterdiği gibi, dünya çapında kredilerin üçte birinden daha fazlası mali alana akmıştır. Şüphesiz ki, insanların banka hesaplarındaki, tasarruf cüzdanlarındaki birikimleri, yani bankalardaki bütün paraları, değerli kâğıtları vb. bankaya verdikleri kredi demektir. Ama bankalar bu miktarları sadece pasif konumda toplamışlardır ve bu miktarlar birçok banka açısından büyük oynamak için, ticari faaliyetlerini yürütmek için yeterli değildir; özellikle yatırım bankaları için hiç yeterli değildir. (Firma birleşmelerini, işletmelere katılımları, hisse senedi ile spekülasyonu finanse etmek vs.)

Günümüz koşullarında teorik olarak her banka, hesaba yatırılmış her bir YTL veya Avro ile 50 YTL veya Avro değerinde bir mali işlem yapabilir; bir Avro ile 50 Avro'yu harekete geçirebilir. Gerçekten de bugün her büyük banka hesaba yatırılan her bir Avro'yu 30 misli ve daha fazlası için kaldıraç olarak kullanabilmekteler. Buna LTCM (Long Term Capital Management) bir örnektir. LTCM'de spekülasyon çarkları şöyle dönüyor: LTCM, 2,3 milyar dolarlık öz kaynakla 120 milyar dolarlık banka kredisini harekete geçiriyor ve 120 milyar dolarlık banka kredisi ile de 1.200 milyar dolarlık (1 trilyon 200 milyar dolarlık) türevleri harekete geçiriyor. Böylece, kısa zamanda kontrol ettiği sermaye miktarı öz sermayesinin birinci aşamada (120 milyarlık kredi bazında) 52 misline ve ikinci aşamada da yaklaşık 522 misline çıkıyor. Bunun diğer anlamı da şudur: LTCM, birinci işlemde bir dolarla 52 dolarlık, ikinci işlemde de 522 dolarlık borç alınmış miktarı harekete geçiriyor. İsterseniz buna „borçlanma katsayısı“ da diyebilirsiniz. Öz sermayeyi büyük boyutlarda katlayan yabancı sermaye (Leverage Ratio).

2002-2007 arasında Leverage Ratio Merrill Lynch, Goldmann Sachs, Morgan Stanley, Bear Stearns ve Lehman Brothers gibi artık iflas etmiş ve devletleştirilmiş bankalarda 22'den 30'a çıkmıştı. Bu artışın nedeni, bu zaman dilimi içinde bu bankalara büyük oranda yabancı sermaye akımında aranmamalıdır. Bu artış, söz konusu bankaların aktiflerinin dibe vurmasından dolayıydı.

Hedge Fonlarda durum daha da değişiktir. Bu fonlar dışa kapalı mali kurumlardır; bankalarda olduğu gibi yasal herhangi bir hesap verme sorumlulukları yoktur. Sadece, 100 bin ve daha fazla Avro’su olanlar Hedge Fonların müşterisi olabilirler. Bu fonlar, en zenginlerin; süper zenginlerin kumar oynadıkları gazinodur. Ama aşağıdaki grafiğin de gösterdiği gibi, son bir kaç seneden bu yana süper zenginlerin paraları da bu fonların spekülasyonu için yeterli olmamaya başlamıştı.





Grafik, 2001'den bu yana öz sermaye-yabancı sermaye (borç) arasındaki makasın giderek sürekli borçlanma lehine açıldığını göstermektedir.

“Hissedilen” sermaye birikimi-Marks olmasaydı...!  

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-Fiktif/hayali sermaye veya da sermaye olmaksızın her düzenli parasal gelir, fiktif/hayali bir sermayenin faizi olarak görülebilir:
 ”...Her belirli ve düzenli para geliri, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun veya olmasın, bir sermayenin faizi olarak görünür” (K. Marks; Kapital, C. III, s. 482).

”Hayali sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel düzenli gelir, ortalama bir faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden hesaplanarak sermayeleştirilir...  Örneğin, yıllık gelir 100 YTL, faiz oranı %5 ise, 100 YTL, 2.000 YTL üzerinden yıllık faizi temsil eder ve bu 2.000 YTL'ye, yıllık 100 YTL üzerinden yasal mülkiyet hakkının sermaye-değeri gözüyle bakılır. Bu mülkiyet hakkını satın alan kimse için, 100 YTL'lik yıllık gelir gerçekten de, %5 faizle yatırılmış sermayesi üzerinden alınan faizi temsil eder. Böylece, sermayenin fiili genişleme süreci ile olan bütün bağları tamamen kaybolmuş ve dolayısıyla, otomatik olarak kendi kendisini genişletme özelliğini taşıyan bir şey olarak sermaye kavramı kuvvetlendirilmiş oluyor” (Agk, s. 484).

Sorun basittir. Yıllık ortalama faiz oranı %5 olsun. 500 YTL'lik bir miktar, bu durumda, faiz getiren sermayeye çevrilecek olursa, yılda 25 YTL getirir. Yıllık 25 YTL'lik her sabit gelire, öyleyse 500 YTL'lik bir sermaye üzerinden alınan faiz gözüyle bakılabilir demektir. Ne var ki, bu, 25 YTL'nin kaynağının, ister yalnızca bir mülkiyet ya da tasarruf hakkı olsun, ister taşınamaz mal gibi gerçek bir üretim öğesi olsun, doğrudan doğruya aktarılabilir olması ya da aktarılabilecek duruma gelebileceği bir biçime girmesi durumları dışında tamamen hayali bir tasavvurdur ve böyle bir görünüş olarak da kalır. Ulusal borçları... örnek olarak alalım” (Agk, s. 482)

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-”Fiktif sermaye olarak devlet istikrazları:
“Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 YTL tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 YTL ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 YTL'lik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 YTL'ye satabilir; B için 100 YTL'yi yıllık %5 faizle vermek ya da 100 YTL ödemek suretiyle devletten yılda 5 YTL tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay, sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi; oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı, A için, kendi anaparasını geri almanın potansiyel aracını temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından, faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. ... B, devletin geliri üzerinden A'ya ait bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur.”(Agk., s, 482/483).

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-Hisse senetleri/fiktif sermaye:
“...Borç senedinin -değerli kâğıdın- devlet borçlarında olduğu gibi tamamen hayali bir sermayeyi temsil etmemesi halinde bile, bu gibi senetlerin sermaye-değerleri gene de tamamen aldatıcıdır...

...Demir yollarına, madenlere, deniz ulaşım şirketleri ve benzerlerine ait hisse senetleri gerçek sermayeyi, yani bu gibi girişimlere yatırılan ve işleyen sermayeyi ya da bu gibi girişimlerde sermaye olarak kullanılmak amacıyla hissedarlar tarafından yatırılan para miktarını temsil eder. Doğal olarak bu, bütün bunların düpedüz bir dolandırıcılığı temsil edebilme olasılığını da ortadan kaldırmaz. Ama bu sermaye, bir defasında, mülkiyet hakkının (hisse senetleri) sermaye-değeri, diğer bir defasında, bu girişimlere yatırılan ya da yatırılacak olan fiili sermaye olarak, iki kez var olamaz. Yalnız ikinci biçimde vardır ve bir hisse senedi yalnızca, artı-değerin, kendisi tarafından gerçekleştirilecek kısmına tekabül eden bir mülkiyet hakkıdır. A, bu hakkı B'ye ve B de C'ye satabilir. Bu alış verişler, sorunun niteliğinde hiç bir şeyi değiştirmez. (Bu durumda) A ya da B, mülkiyet hakkını sermaye biçiminde elde tutarken,  C, sermayesini, hisse senetli sermayeden gelmesi beklenen artı-değerden alacağı sırf bir mülkiyet hakkına çevirmiş olur.

Yalnız hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye ya da talebin yanı sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline kuvvet kazandırır ”(Agk.,s. 484/485).

Çünkü bunlar, fiyatları bağımsız olarak saptanan ve kendine özgü hareketleri olan metalar halini alırlar. Bunların piyasa değerleri, gerçek sermayenin değerinde (değerdeki genişleme değişse bile) herhangi bir değişme olmaksızın, kendi nominal değerlerinden farklı biçimde saptanır. Bir yandan bunların piyasa değerleri, yasal hak sağladıkları gelir miktarına ve güvenine bağlı olarak dalgalanma gösterir. Hissenin nominal değeri, yani başlangıçta bu hissenin temsil ettiği yatırılan meblağ 100 YTL ise ve bu kuruluş %5 yerine %10 faiz veriyorsa, hissenin piyasa değeri, diğer şeyler aynı kalmak üzere, faiz oranı %5 olduğu sürece 200 YTL'ye yükselir, çünkü, %5 üzerinden sermayeleştirilmiş iken, şimdi 200 YTL'lik hayali bir sermayeyi temsil etmektedir. Bunu 200 YTL'ye satın alan kimse, bu sermaye yatırımı üzerinden %5'lik bir gelir elde eder. Girişimin geliri azalınca, bunun tersi doğrudur. Bu senedin piyasa değeri kısmen spekülatiftir, çünkü bu yalnız fiili gelir ile değil, aynı zamanda, önceden hesaplanan, beklenen gelir ile de saptanmıştır.”(Agk., s, 485).

“Ama gerçek sermayedeki genişlemenin değişmez olduğu ya da devlet borçlarında olduğu gibi sermayenin mevcut olmadığı durumlarda yıllık gelirin yasa ile saptandığı ve güvenlik altına alındığı kabul edilirse, bu senetlerin fiyatı, faiz oranı ile ters orantılı olarak yükselir ya da düşer. Faiz oranının %5'ten %10'a yükselmesi halinde, 5 YTL'lik bir gelir garanti eden senetler şimdi yalnız 50 YTL'lik bir sermayeyi temsil eder. Tersine, faiz oranı %2½'ye düşecek olsa, aynı senetler 200 YTL'lik bir sermayeyi temsil eder. Bunların değerleri daima, yalnızca sermayeleştirilmiş gelir, yani hayali bir sermaye üzerinden o günkü faiz oranıyla hesaplanan gelirdir. Bu nedenle, para piyasasının daralması halinde, bu senetlerin fiyatı iki nedenle düşecektir: önce, faiz oranı yükseldiği için, sonra da, nakite çevirmek üzere daha büyük miktarlarda senet piyasaya sürüldüğü için”(Agk., s. 485). 

-Gerçek ulusal zenginlik-”Hissedilen”ulusal zenginlik:
“... Senetlerin değerindeki düşme ya da artmanın, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olması ölçüsünde, ulusun sahip olduğu servet, değerdeki düşme ya da yükselmeden sonra da gene eski büyüklüğündedir...

Bu değer kaybının, üretimde ve kanallar ve demir yolları üzerindeki gidiş-gelişte fiili bir durmayı ya da başlamış bulunan girişimlerin askıya alınmasını ya da sermayenin beş para etmeyen serüvenler peşinde çarçur edilmesini yansıtması dışında, ulus, nominal para-sermayenin bu sabun köpüğünün patlamasıyla zerre kadar yoksullaşmış olmaz”(Agk., s. 486).

“Bu senedin aslında temsil ettiği şey, ya devlet borçlarında olduğu gibi, parası ya da sermaye-değeri, sermayeyi hiç bir şekilde temsil etmeyen ya da temsil ettiği gerçek sermayenin değerinden bağımsız olarak yönetilen gelecekteki üretim üzerinden birikmiş alacaklar ya da yasal haklardan başka bir şey değildir” (Agk., s. 486).    

”Faiz getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle, bütün sermaye kendisini çiftleştirmiş ve bazen de üçleştirmiş gibi görünür; aynı sermaye ya da hatta belki de aynı alacak talebi, çeşitli şekillerde farklı ellerde, farklı biçimlerde görünürler. Bu "para-sermaye"nin daha büyük bir kısmı tamamen hayalidir” (Agk., s. 488).

Marks'ın bu tespitlerini burada teker teker yorumlamaya gerek yok. Anlayışı kolaylaştırmak için Sterlin yerine YTL yazıldı. Ama mutlaka söylenmesi gereken birkaç söz var. 

-Hisse senetlerinin, istikrazların, başkaca değerli kâğıtların dünya çapında en çok depolandığı ülke olan ABD'de depolanan miktarın değeri 56,1 trilyon dolar.
-Avro alanında depolanan aynı türden miktar 37,6 trilyon dolar ve
-Japonya'da depolanan miktar ise 19,5 trilyon dolar.

-Küresel özel para varlık miktarı 1999’da 71,5 trilyon dolardan 2006’da 97,9 trilyon dolara çıkarak 7 senede yüzde 37 oranında artar.  Bu miktarın 2007 yılında 105 trilyon dolara çıkmış olacağı tahmin ediliyor. 

-Dolar milyonerlerinin -en azından bir milyon dolarlık mali varlığı olan insanların- mali varlıkları 1997’de 19,1 trilyon dolardan 2007’de 40,7 trilyon dolara çıkarak yüzde 113 oranında, yani 10 senede iki mislinden fazla artar.

-Kurumsal yatırımcıların (Yatırım fonları, sigortalar vs.) yönlendirdikleri -kontrol ettikleri- sermaye miktarı 1995’te 21 trilyon dolardan 2005’te 56 trilyon dolara çıkarak 10 sene içinde yüzde 167 oranında artar.

-Sadece türevler pazarında dönen sermaye miktarı ABD'de 2007 yılında 180 trilyon dolara çıkar.

-Dünya çapında hisse senedi toplam değeri 1980`de 2,9 trilyon dolardan 2005’de 44,5 trilyon dolara çıkar.

-Hisse senedi ticareti 1980`de 0,3 trilyon dolardan 2005`te 51,1 trilyon dolara çıkar.

-Tahvil piyasası: Borsalarda işlem gören tahvillerin yılsonu itibariyle değer miktarı 1990`da 6,6 trilyon dolardan 2005`te 25,8 trilyon dolara çıkar.

-Bu tahvillerin ticari değeri de 1990`da 3,1 trilyon dolardan 2005`te 13,0 trilyon dolara çıkr.

-Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12 trilyon dolardan 2006’da 167 trilyon dolara çıkar. (Bu miktarın 54 trilyon doları hisse senetlerinden; 43 trilyon doları özel senetlerden; 26 trilyon doları tahvillerden ve 45 trilyon doları da mevduatlardan oluşuyordu).

Ama aynı dönemde, yani 1980'den 2006'ya dünya gayri safi hâsılanın tutarı 10 trilyon dolardan ancak 48 trilyon dolara çıkmıştır. Yani bütün mali varlıklar 1980'den 2006'ya yaklaşık 14 misli (13,9) artarken dünya gayri safi hâsılası ancak yaklaşık 5 misli (4,8) artmıştır.

Yani söz konusu bu mali varlıkların hepsi; bu 167 trilyon dolarlık miktar üretimden kaynaklanamaz. Çünkü aynı dönemde maddi değerlerin toplam miktarı bellidir. Bütün bu miktarlar, en azıdan maddi değerlerle kopuşma noktasından sonra -bunun nasıl olduğunu Marks'ı konuşturarak genel hatlarıyla yukarıya aktardık- “hissedilen” sermaye olarak biriken “sermaye”dir; hayalidir, sadece ve sadece kâğıt üzerinde vardır. Ve en önemlisi, maddi değerlerin üretim sürecini etkilediği oranda ekonomik kriz açısından etkili olabilir. Salt bu nedenden dolayı bu “hissedilen” sermaye üzerine kurulan politik ekonomi, günümüz kapitalizmini açıklamaya değil, ama olsa olsa “hissedilen” sermayeyi  “Potemkin Köyü” teorisi ile açıklamaya yarar.

Sonuç:
1-Ekonomik krizin (fazla üretim krizinin) bir görünümü haline gelen mali kriz (banka ve kredi krizi) çok büyük oranda spekülatif şişmenin sonucudur. Ortada dönen miktarın ne kadar olduğu kesinlikle bilinmemektedir.  Batık kredilerin, ödenmesi gereken kredilerin, türevlerin toplam değerinin ve başkaca fantastik, akıllara durgunluk veren „mali ürünler“in toplam miktarının ne kadar olduğunu bilen yok. Her halükarda; dillendirildiği kadarıyla da olsa bu miktarı karşılamak için dünyanın bütün parası; dünya gayri safi hâsılası dahi yetmez. Bir örnek olsun diye: 2006 yılında dünya çapında bütün mali varlıkların miktarı 167 trilyon dolar olarak hesap edilmişti. Aynı yılda dünya brüt üretimi tutarı da sadece 48 trilyon dolardı. Yani karşılığı maddi değer olan 48 trilyon doların 3 mislinden daha fazla bir miktar.

Açık ki bu miktarı veya mali kriz sürecinde buharlaşan miktarı (26 trilyon dolar olduğu söyleniyor) ABD dahi ödeyecek durumda değil. Bırakalım bu miktarı, kendi mali sektöründe yok olan trilyonları dahi ödeyecek durumda değildir. Mevcut devletleştirme ile ABD'nin borcu 10,6 trilyon dolardan 11,3 trilyon dolara çıkmış ve ABD böylece, bu krizle bağlam içinde 60 trilyon dolarlık bir çukura düşmüştür. Bu miktarlar göz önüne getirilirse aslında ABD'nin iflas etmiş olması gerekir. 

2-Şişirilmiş krediler ve akıl almaz „mali ürünler“ büyük bir oranda hayali, „hilenin, hınzırlığın” sonucu. Herkes bir şekilde birbirine borçlu durumda. İflas ve iflas tehlikesinden dolayı bazı emperyalist devletler bu batık miktarları halkın sırtına yıktılar; yani devletleştirme ile zararları sosyalleştirdiler ama karlar özel kaldı. Kredi çöplüğünün geriye kalan kısmı ise buharlaşmaya devam ediyor. Söz konusu olan, hayali varlıktı.  Kar hayalleri bir balon gibi patladı ve birçok hesap numarasından kayboldu.

3- Sorunun sadece mali sektörle, dev bankaların iflası ve devletleştirilmesiyle ve daha ziyade mali sektördeki çöküşü engellemek için hükümetlerin „kurtarma paketleri“ ile sınırlı kalmayacağı açık.  Şimdi kriz sanayide baş gösterdi ve bu sektörde de işletmeler, tekeller iflas edecekler ve devlet bunları da kurtarmak için devletleştirmeye, yeni „kurtarma paketleri“ne başvuracaktır. Öncelikle çok borçlanmış şirketler; giderek kredi kullanma olanağı tükenen şirketler, varlığını şimdiye kadar spekülasyon ilişkilerine dayanarak sürdüren işletmeler iflas edeceklerdir. Büyük tekellerin, uluslararası tekelleri; özellikle ABD'nin bir zamanlar medar-ı iftiharı olan General Motors ve Ford gibi otomobil tekelleri iflas topunun ağzındadır.

İşin „cılkı çıktı“, kapitalist üretim biçimi yeni bir fazla üretim sürecinin daha başında dökülmeye başladı. Hal böyle olmasına rağmen, daha doğrusu gelişmenin böyle olacağına ve başka türlü olmayacağına rağmen farklı düşünceler de olmuştur, olacaktır.  

4- Mali sektöre artı değer ürettiren, bu sektörün kapitalizmde sermaye hareketini yönlendiren sektör olduğunu vaaz eden; yani kapitalizmde ekonomik yasaların artık mali sektör kaynaklı olduğunu söylemeye çalışan, mali sektörü Lenin'in yorumladığı mali sermaye anlayışından kopartarak ele alan, kazanç ile artı değer, kar arasındaki farkı görmeyen veya görmek istemeyen, hayali sermaye üzerine teorik hayaller kuran bütün teoriler de aynen iflas eden mali kurumlar gibi iflas etmiştir.

5-Yukarıda gerçek sermaye ile  „hissedilen“ sermaye arasındaki farkı anlatmaya çalıştık. Aradaki fark „hissedilen“ sermaye ile politik ekonominin sorunlarının açıklanamayacağını; banka ve kredi krizinin, ekonomik krizin (fazla üretim krizinin) açıklanamayacağını göstermiştir. Kapitalizm dünya çapında bir „hissedilen“ zenginlik ve sermaye birikimi oluşturmuştur. Bu „hissedilen“ sermayenin 26 trilyon doları buharlaşmasına rağmen maddi değerlerin üretiminde zerre kadar bir yok olma, değer kaybı olmamıştır.

6-„Hissedilen“ zenginlik; hayali(fiktif) zenginliktir. Hayali zenginlik ise „hissedilen“ sermaye birikimidir. „Hissedilen“ sermaye birikimi ancak ve ancak mali sektörde söz konusu olabilir. Mali sektörde „hissedilen“ sermaye, genel anlamda ve özel olarak da spekülatif sermayenin sermaye hareketi devreviliğinin „hissedilen“ belirleyici faktörü olabilir. Bu sistemde her şey „hissetme“ üzerine kurulduğu için teorisi de „hissedilen“ teori olur. „Hissetme“ koşulları ortada kalkınca geriye bir şey kalmaz. Aynen bugün olduğu gibi.

„Hissedilen“ zenginlik-sermaye üzerinden ancak ve ancak „hissedilen“ politik ekonomi teorileri üretilebilir.
Teoriyi zavallılaştırmak isteyenler böyle zavallılaşıyorlar.

Veya bu konuyu bir soruyla kapatalım:

a) Gerçek değeri
b)“Hissedilen” değeri (borsa) olan,

a)Gerçek artı değer üreten
b)”Hissedilen” artı değer üreten ve

a)Gerçek sermaye birikimi ve
b)”Hissedilen” sermaye birikimi sağlayan bir işletme düşünelim.

Düşünemiyor musunuz? Düşünmek gerekir. Kapitalizmde bütün işletmeler; o dev tekeller hep böyledir. Önemli olan, hangisinin gerçeği yansıttığı ve hangisinin “hissedilir” olduğunu görmektir. Çünkü bu, yapılan analizin sonucunu belirler:
-Ya yanlış da olsa gerçek sermaye ilişkileri analiz edilir ya da “hissedilen” sermaye ilişkisi analiz edilir.
-Birinci durumda kapitalist ekonominin nesnel yasalarıyla uğraşmış oluruz.
İkinci durumda ise “hissedilen” sermayeye dayanan kapitalizmin “hissedilen” veya öznel yasalarıyla uğraşmış oluruz.
Birinci durumda yasalar nesnel olduğu için değiştiremeyiz, ancak ve ancak o yasaları tanıyarak hareket edebiliriz ve yok etmek için de sistemin yok edilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalırız.
İkinci durumda ise yasalar öznel olduğu için, “hissedilen”den kaynaklandığı için ancak ve ancak “hissedilen” yasalar olabilir ve burjuvazi bu yasaları el çabukluğuyla değiştirip yerine başka yasalar veya düzenlemeler getirebilir. Piyasaları düzensizleştiren, kuralsızlaştıran emperyalist burjuvazi, banka ve kredi krizinin etkisinden sonra piyasaları yeniden kurallara bağlayabilir, yeniden düzenleyebilir. Şimdi bunu tartışmıyorlar mı?
İşletme örneğiyle devam edelim:
(a) noktalarındaki özellikleri olan işletme, her tarafta gördüğümüz herhangi bir işletmedir. Elle tutulur, gözle görülür.

(b) noktasındaki özellikleri olan işletme ise gerçek dışıdır, ama kapitalistlerin hayalinde sanki gerçekmiş gibi vardır, “hissedilen” değer, artı değer, sermaye üretir; ulusal varlıkları çoğaltır!

Ve uluslararası alanda bir kısım küçük burjuva da (a) noktasındaki özellikleri olan işletmeyi değil, yani gerçekten var olan kapitalizmi değil, (b) noktasındaki özellikleri olan işletmeyi, yani hayali işletmeyi, “hissedilen” teoriler üretmek için esas alır.

Marks olmasaydı...!