deneme

28 Ocak 2009 Çarşamba

OBAMA VE EKONOMİ




20 Ocakta sergilenen o büyük şov da sonlandı, çöpler toplandı ve günlük yaşama dönüldü. Ayın 21'inden itibaren yeni Başkan Obama'nın da ayakları yere değdi ve ağır bir ekonomik kriz, sürdürülen işgaller gerçekliğiyle yüz yüze geldi. O da biliyor ki politikasını, medya dünyasının şatafatlı övgüleri değil, dayatan zorunluluklar belirleyecek.    

Karşı partililerden oy toplamak için bir uyanıklık mı yaptı, bilmiyorum, ama Obama, kendinden önceki hükümetin politikasını; yani Bush'un politikasını önemli gördüğü bütün noktalarda destekleyeceğini sürekli açıklamıştı. Bütün önemli noktalarda aynı politika olduğuna göre 2. bir Bush mu geldi diye dünyanın korkuya kapılmasına pek gerek yok. Obama bu işi daha hünerli yapacak. İnandırıcı olmak için kendisinden önceki hükümetin, Başkanın tıpa tıp aynısı olmadığını göstermesi gerekmez mi? Ama bu konuda çok zorlanacağa benziyor: Etrafı yeni ve Bush döneminden kalma şahinlerle sarılı; bunlar “savaşan şahinler”, emperyalist cinayetin sorumlularıdır. Bush'un savunma bakanı, Pentagon şefi R. Gates'in hem Bush'un hem de Obama'nın yanında olması Bush ile Obama arasındaki farkın ne denli anlamsız olduğunu göstermez mi? Demek ki Amerikan emperyalizmi Obama döneminde de savaş ve işgal politikasını sürdürecektir. Ama Obama'ya oy verenler içinde Bush'un savaş, baskı vb. politikasını reddedenler hiç de az değildi. Bunlardan gelen oy olmasaydı belki de Obama Başkan olamazdı. Seçim döneminde Cumhuriyetçi Partinin sağ kanadını sakinleştirmek, onlarla uzlaşmak için Obama'nın sergilediği politika onun bayağı „uyanık“ olduğunu gösteriyor. Kim bilir, belki de, 'önce Başkan olayım, sonra kendi politikamı uygularım' diye de düşünmüş olabilir!    

Ama bu şovun bir anlamı olmalı. Belki de ilk Afro-Amerikalı birisi olarak Başkan seçildiği için böylesi tantanalı kutlama yapılmış olabilir. Bu durumda Obama, ABD'de farklı etnik kökenli Amerikalılar arasında sosyal eşitliğin sağlandığına örnek gösterilebilir mi? Herhalde gösterilemez.
Amerikan emperyalizmi, “vatandaşlık hakları hareketi”ni çoktan kontrolü altına aldı ve siyahi burjuvaziyi Amerikan politik yaşamına entegre etti. Obama bu siyahîlerin temsilcisidir. Ayrıca, seçim kampanyasının başlangıcından itibaren ABD'nin en üst düzeyde siyasi ve iktisadi çevreler tarafından örgütlenmesi ve finanse edilmesi, Obama'nın kimin adamı olduğunu göstermeye yetmez mi? Tam da bu çevreler, Bush döneminde ayaklar altına alınan ABD'nin prestijini yenilemek için Obama'ya tarihi bir görev veriyorlardı; Amerikan burjuvazisinin gözünde Obama, bir nevi kurtarıcıdır, Mesih’tir. 

Obama'nın devraldığı Amerika:
Yönetimini devraldığı ABD'yi güncel ve tarihsel perspektif bazında kısaca tanımlamaya çalışalım:

Güncel açıdan ABD:
G. W. Bush, Amerikan tarihinde ilklere imza atan bir başkandı:    
-Bush döneminde ABD, daha önceki 220 yıllık tarihinde borçlandığı kadar borçlanmıştır. Yani 220 senede ne kadar borçlandıysa 8 yıllık Bush döneminde de aşağı yukarı o kadar borçlanmıştır.
-Bush, iktidara gelirken Clinton döneminden 5,5 trilyon dolar tutarında borç devralmıştı; 2000 yılındaki bu 5,5 trilyon dolarlık devlet borcu 8 senede 10 trilyon dolara çıkmıştır.
-Bush döneminde savunma bütçesi de katlanarak artmış ve 2007'de yaklaşık 610 milyar dolara çıkmıştır.
-Bush, iktidara geldiğinde ABD'de işsizlerin sayısı 6 milyondu; bu sayı şimdi 9,5 milyona çıkmıştır. Buna karşın milyonerlerin sayısı 2001'de 6 milyondan şimdi yaklaşık 9,5 milyona çıkmıştır.
-Yoksulların sayısı da bu dönemde 31 milyondan 37,5 milyona; hastalık sigortası olmayanların sayısı da 2001'de 38,5 milyondan 47 milyona çıkmıştı.
-Bush döneminde „uluslararası terörizme karşı mücadele“ adı altında Afganistan ve Irak işgal edilmiştir; aslında Bush, bir işgal komutanıdır.
-Bu dönemde Amerikan emperyalizmi tarihinin en ağır ekonomik kriziyle karşı karşıya kalmıştır.
-Bu dönemde emperyalistler arası çelişkiler çoğalmış ve keskinleşmiştir.
Tabii ki burada sorun Bush değil, onun dönemindeki gelişmelerdir ve bu gelişmeler saymakla bitmez.

Tarihsel bakımdan ABD'nin durumu:
Dünya politikasındaki gelişmeler, özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra emperyalist ülkeler arası ilişkilerde yeni bir dönemin başladığını göstermektedir: Sovyetler Birliğinin var olduğu dönemde emperyalistler arası ilişkilerde müttefiklik eğilimini güçlü ve geçerli kılan nesnel faktörler, söz konusu dağılmadan sonra yerini müttefikliği dışlayan eğilime bırakmıştır; belli rekabet merkezlerinin oluşması, bunların her birinin dünya hegemonyası için kendi adına rekabet etmesi bunun açık ifadesidir. ABD, AB (AB içinde de özellikle Almanya ve Fransa), Japonya, Rusya, Çin, güç dengeleri farklı da olsa günümüzde dünya pazarı, dünya hegemonyası için rekabet eden merkezlerdir. 1990'lı yıllardan bu yana dünya ekonomisindeki ve politikasındaki gelişmeler, bu rekabet merkezlerinin giderek birbirlerinden uzaklaştıklarını, bağımsızlaştıklarını; kendi çıkarlarına göre strateji ve ABD, Rusya, Çin gibi jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkelerin de kendi çıkarları temelinde jeopolitika geliştirdiklerini göstermektedir.    

Paradoks gözükebilir, ama emperyalist küreselleşme; sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, aynı zamanda emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirdiği için, eşitsiz gelişme koşullarında varılacak noktaya kaçınılmaz olarak varılmıştır: Kapitalizmde rekabet ve eşitsiz gelişme yasası, tek tek ülkelerden oluşan ve bu özeliğinden dolayı da ancak bir zincirin halkalarını oluşturabilecek derecede bütünleşen ve daha ileri seviyede bir bütünleşmeyi dışlayan dünya ekonomisini ve bu ekonomi içinde gelişmesi eşit olmayan ülkelerin, dünya hegemonyası veya dünya pazarından daha büyük pay kapmak için karşılıklı rekabetini koşullamaktadır.

Barack Obama, söz konusu bu çelişkilerin keskinleştiği; emperyalistler arası ittifak eğiliminin geri plana düştüğü bir dönemde Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası jeopolitikasını uygulamak göreviyle karşı karşıyadır. Ama ABD, 1870-1914 arasındaki güçlenen, sonraki dönemde güçlü ve II. Dünya Savaşından sonra da kapitalist dünyanın en güçlü emperyalist ülkesi değildir artık. Şüphesiz ki askeri ve ekonomik olarak diğer emperyalist ülkeler ABD ile henüz boy ölçüşecek durumda değiller, ama süreç onların lehine gelişmektedir. Bunun böyle olduğunu birkaç veri ile gösterebiliriz:

Emperyalist küreselleşme perspektifinden baktığımızda dünya dış ticaretinin ve doğrudan yabancı yatırımların oldukça hızlı geliştiğini söyleyebiliriz: Dünya Ticaret Örgütü verilerine göre dünya ticareti toplam hacmi 1975 yılında 876,90 milyar dolardan 2005 yılında -30 sene içinde- 10.431,00 milyar dolara çıkmıştır; yani 1975'te bir trilyon dolar dahi değilken 30 yıl sonra 10 trilyon dolar oluyor.

Ama soruna bölgeselleşme -bölgesel yoğunlaşma- perspektifinden baktığımızda tamamen başka bir gelişmenin söz konusu olduğunu görüyoruz:
Dünya ticareti ve doğrudan yabancı sermaye hareketinin çok büyük bir kısmı üç ekonomik entegrasyon bölgesinde gerçekleşmektedir: AB, NAFTA ve ASEAN +3 ülke. Örneğin 25 üyeli AB'de iç ticaret, AB'nin toplam dış ticaretinin yüzde 67,3'nü oluşturuyor. Bu oran NAFTA'da yüzde 53,9'a ve ASEAN'da da yüzde 50'ye varıyor. Mutlak olan bu. Ama dikkate alınması gereken, gelişme eğiliminin yönü. Bu yön, dünya ekonomisinin Amerikan ekonomisinden giderek uzaklaştığını; bağımsızlaştığını ve bu anlamda da Amerikan ekonomisi karşısına yeni güçlü ekonomilerin çıkıyor olduğunu göstermektedir. Örneğin, 25 üyeli AB'nin dış ticaretinde ABD'nin payı 2000 yılında yüzde 8,9'dan 2006'da yüzde 7,3'e gerilerken, Çin ve Rusya'nın payı giderek artıyor; AB dış ticaretinde ABD'den uzaklaşma, Çin ve Rusya'ya doğru bir kayma eğilim olarak görülüyor. İthalatta da benzeri bir durum söz konusudur: 25 üyeli AB'de 2006'da „iç“ ithalat, toplam ithalatının yüzde 64,2'sine tekabül ediyordu. Geriye kalan ithalat payı içinde Çin'in payı 2000 yılında yüzde 2,7'den 2006'da yüzde 5,1'e çıkarken, ABD'nin payı da yüzde 7,3'ten yüzde 4,6'ya düşüyor. Böylece AB ithalatında en önemli ticari ortak olarak ABD, konumunu Çin lehine kaybediyor. AB ithalatında Rusya'nın payının aynı dönemde yüzde 1,9'dan yüzde 3,1'e çıkması, ABD'yi düştüğü konumdan daha da geriye atılmaya zorluyor.

Doğrudan yabancı sermaye hareketinde de benzer bir eğilim görülmektedir: AB içi doğrudan yabancı yatırımlarla oluşturulan bölgesel entegrasyon, Avro Alanı işletmelerinin küresel doğrudan sermaye yatırımlarında en büyük temel taşını oluşturmaktadır ve bu, AB'nin her genişlemesinde daha da önemli oluyor. Bunun ötesinde AB-doğrudan yatırımlarında Amerikan kıtasının payı, 2001'deki enformasyon teknolojisi spekülasyon balonunun patlamasında sonra hızla azalmış ve 2005 yılına kadar yüzde 69'dan yüzde 33'e düşmüştür ve 2005'te AB'ye dahil olmayan Avrupa, en gözde yatırım alanı olma özelliği bakımından ABD'nin yerini almıştır; bu alanın payı 2001'de yüzde 20'den 2005'te yüzde 35'e çıkarken ABD'nin payı da yüzde 69'dan yüzde 33'e düşmüştü.    

Bu durum; AB merkezli Avrupa'nın Amerikan ekonomisinden uzaklaşması eğilimi Doğu Asya alanındaki ülkeler için de geçerlidir; bu alanda Amerikan pazarına bağımlılığın gevşemesini çok sayıdaki serbest ticaret anlaşmalarının varlığından anlıyoruz. Bölge ülkelerinden Çin, Japonya'nın en önemli ticaret ortağı olan ABD'yi geriye itti ve onun yerini aldı; ABD'nin ihracat payı 2000 yılında yüzde 19,1'den 2006 yılında yüzde 12'ye düşerken, Çin'in payı aynı yıllarda yüzde 14,5'ten yüzde 20,5'e çıkmıştır. Bunun ötesinde Japonya'nın Amerikan pazarına bağımlılığının gevşemesi de oldukça önemlidir; Japon sermayesi Çin iç pazarına gözünü dikmiş ve bu gidişle de, kısa vadede olmasa da orta vadede Japon ihracatı açısında Amerikan pazarından daha önemli olacaktır; 2000'den 2006'ya ABD'nin payı yüzde 30'dan yüzde 22,6'ya düşerken, Çin'in payı yüzde 8,9'dan yüzde 17,2'ye çıkmıştır.

Bu gelişmeye doğrudan yabancı sermaye yatırımları bakımında Asya ülkeleri arasında bölgesel entegrasyonun ABD-Asya ülkeleri arasındaki ilişkinin aleyhine genişlemesi de eklenmelidir; örneğin günümüzde Çin'deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ortalama olarak yüzde 70'i Doğu Asya ülkelerinden kaynaklanmaktadır; Japonya'nın ABD'ye yaptığı doğrudan sermaye ihracı 1997'den bu yana sürekli düşerken, Asya alanına yaptığı doğrudan sermaye ihracı giderek artmıştır. Japonya'nın ABD'deki doğrudan sermaye yatırımı sayısı 1997-2004 arasında üçte iki, toplam değeri de yüzde 80 azalmıştır. Aynı dönemde Japon emperyalizminin Çin'e bu türden yatırım sayısı ABD'ye yaptığının iki misline çıkmış ve her iki ülkedeki sermaye yatırım değeri de eşit seviyeye gelmiştir.

Sonuç itibariyle: Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, öncelikle, emperyalist küreselleşmenin bölgeselleşmesi; bölgesel entegrasyonlaşması çizgisinde gelişmektedir: Dünya çapında sermaye ve üretim (sermaye ve meta ticareti) öncelikle ABD (Kuzey Amerika)-AB-Doğu ve Güneydoğu Asya üçgeninde yoğunlaşmıştır. Sermaye ve üretimin gerçekten uluslararasılaşması ancak bu bölgeselleşmeden sonra gelen bir olgudur. Bu durum Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisindeki konumunu/ağırlığını görecelendirmektedir. Bunun ötesinde dünya ekonomi merkezinin Avrasya'ya kayıyor olması ABD'ye bağımlılığı azaltmaktadır. Şüphesiz ki bu bir eğilimdir; oldukça güçlü, önemsiz olarak görülemeyecek bir eğilimdir. Gelişmenin bu aşamasında ne AB ve ne de Asya veya bir bütün olarak dünya, Amerikan ekonomisindeki gelişmeden doğrudan etkilenmeme durumunda değiller; Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisinin lokomotifi olmaya devam ediyor. Bu süreci şöyle anlamalıyız: Amerikan emperyalizmi gerileyen, çöken bir güçtür. Büyük Britanya'nın başına gelen ABD'nin de başına gelecektir.    

B. Obama'nın uygulayacağı politika ve ekonomik açılım, Amerikan emperyalizminin güncel durumunun ve tarihsel gelişme gerçekliğinin doğrudan bir ifadesi olacaktır. Başka türlü de olamaz. Amerikan emperyalizminin her alandaki ideologları, “düşünce üretme kurumları” da biliyorlar ki, gelecek Amerika'nın değildir. Bu nedenle mümkün olduğunca uzun bir dönem; bir yüz yıl veya en azından bu yüzyılın yarısına kadar ABD, tek süper güç olarak kalmanın yollarını aramalıdır. Bu konuda Amerikan emperyalizminin akıl hocası, şimdi Obama'ya da danışmanlık yapan jeopolitikacı Zbigniew Brezinski'dir. (Bunun nasıl bir yol olduğunu başka bir yazıda ele alacağız).       

Obama'nın konjonktür programı:       
İlk programatik konuşmasında Obama, krizin son haftalarda daha da kötüleştiğinden, yön değişimi için henüz geç kalınmadığından, ama „derhal dramatik adımlar“ atılmazsa geç kalınmış olacağından, „pazarın yanılmaz“lığından, mali sermayenin risk almaya hazır oluşundan, Wall Street'in büyüleyici gücünden bahsediyordu.
Obama'nın çözüm planı, Amerika'nın kendine gelmesi ve yeniden yatırım planıdır. Bu plan, kimilerine göre yüz milyonlarca, kimilerine göre de birkaç trilyon dolarlık bir pakettir. Bu miktar, bankaların ve tekellerin kasalarına akacaktır.       

Obama'nın Amerikan ekonomisini kurtarma operasyonu, Bush'un teşvik paketi operasyonundan pek farklı değildir; fark paketin hacminden ibarettir. Zaten Obama, göreve başlamadan önceki birçok söyleşisinde konjonktür programını formüle etmek için Cumhuriyetçi Partinin uzmanlarıyla görüştüğünü dile getirmişti. Bunun ötesinde Bush önderliğinde Cumhuriyetçi Partinin teşvik paketini destelediğini de açıklaması, her ikisi arasında veya Bush dönemindeki kurtarma paketiyle Obama dönemindeki kurtarma paketi arasından önemli farkların olmadığını göstermektedir.
Kurtarılması gereken, Amerikan tekelci sermayesidir; kurtarılması gereken Amerikan tekelleridir. Her iki paketin de merkezinde duran tam da budur.

Obama, paketiyle önümüzdeki yıllarda üç milyon işyerini kurtaracağı hesabını yapıyor. Aslında hiçbir şey kurtarmıyor; krizden dolayı işini kaybetmiş olanların sayısı daha şimdiden -resmi olarak- 2,5 milyonu geçti. Obama uyanıktır; ekonomik krizin derinleşeceğini ve dolayısıyla işsizlerin sayısında artışın devam edeceğini ve ancak birkaç yıl sonra düzelmenin olabileceğini söylüyor. Doğru, Obama'nın katkısı olmadan da ekonomi, belli bir zaman sonra -birkaç yıl sonra- krizden çıkar. „Durum, iyileşmeye başlamadan önce daha da kötüleşecek“'. Çok uzak görüşlü bir değerlendirme değil mi?    

"Yes we can"ci -“yapabiliriz“ci- Obama, hataların, geriye düşüşlerin olabileceğinden, ama „herkesin fedakârlık yapması“ gerektiğinden bahsediyor. Zarar eden, iflas eden tekelleri devletleştirerek; böylece bunların zararını işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkarak ve bu tekellerin karlarına dokunmayarak, Obama kimden fedakârlık beklediğini açılamış oluyor. Obama, krizin bütün yükünü Amerikan işçi sınıfı ve emekçilerinin sırtına yıkacak.

Obama'nın, tekelleri devasa miktarlarla desteklemesinin yanında söz verdiği herkese hastalık sigortası vb. reformları -kuşa çevrilip çevrilmeyeceği bir yana- devede kulak kalıyor.

Daha şimdiden, reformları „en azından iki sene sonrasına“ kaydırmayı dillendirmeye başladı. Bush döneminde kararlaştırılan zenginlerin vergi yükünü hafifleten yasayı iptal etme konusunda da acele etmeyeceğinin işaretlerini veriyor.

Obama'nın „Yes we can“i, “reform” taleplerinin demagojiye dönüşmesi, yaşam koşullarının bir nebze iyileşmesi için atılan birtakım adımlar -iktidarının kitle tabanını korumak için bunu yapmak zorunda- ama her halükarda Amerikan sermayesinin tam desteklenmesi olarak açığa çıkmaktadır.

Salı günü görevi devralma konuşmasında ekonomik krize karşı nasıl tedbirler alacağı veya Irak ve Afganistan'da savaşı nasıl sonlandıracağı konusunda somut bir şey söylemedi. Obama, konuşmasında, vermiş olduğu sözleri göz önünde tutmuş olacak ki, yığınların beklentilerini bastırmaya çalışmıştır.
Seçimler döneminde dillerden düşmeyen „değişim“e; yani ABD'de değişimi sağlama sözüne göreve başlama konuşmasında hiçbir gönderme yoktu; seçilmek için „değişim“ sözü, seçildikten sonra da sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek! İşte bu, Obama'nın „değişim“ anlayışıdır.