deneme

9 Mart 2011 Çarşamba

ARAP ÜLKELERİNDE HALK AYAKLANMALARI - “BÜYÜK ORTADOĞU”NUN EMPERYALİST JEOPOLİTİKADAKİ YERİ VE EMPERYALİST ÜLKELER ARASI ÇELİŞKİLER


Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki gelişmeler birbirini kovalıyor. Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali diktatörü devrildi, ama diktatörlüğü yerinde duruyor. Mısır'da Hüsnü Mübarek diktatörü devrildi, ama diktatörlüğü yerinde duruyor. Sırada diğerleri var: Fas, Cezayir, Libya, Cibuti, Yemen, Umman, Bahreyn, Kuveyt, Irak, İran, Ürdün, Suriye kaynıyor. İnsanlık tarihi ilk kez, farklı ülkelerden halk yığınlarının adeta eş zamanlı ayaklanmalarına şahit oluyor. 17 Aralık 2010'da işsiz akademisyen Muhammed Buzizi'nin (Tunus) kendini yakması bütün bölgeyi tutuşturan kıvılcım oldu. 17 Aralık 2010'dan günümüze kadar bölgenin bazen şu ülkesinde bazen bu ülkesinde önplana çıksa da kitlesel eylemler sürekliliğini ve yoğunluğunu korudu.

Tunus ve Mısır'daki ayaklanmaları bazen eş zamanlı olarak Cezayir'de, Yemen'de, İran'da, Ürdün'de, Fas'ta, Kuveyt'te, Bahreyn'de kitlesel protestolar izledi. Şimdi en şiddetli ve kanlı protestoların gündemde olduğu ülke Libya.

Cezayir, hammaddelerinin hemen hepsini AB'ye satmaktadır; özellikle Fransız emperyalizminin işbirlikçisi olan Cezayir rejimi, göstericilere karşı kullandığı şiddetten dolayı emperyalist efendileri tarafından da eleştirilmekte ve „zor kullanmaktan vazgeçmeye“ çağrılmaktadır.

Bahreny'de göstericiler Mısır'daki protestoyu örnek alarak başkent Manama'da merkezi alanı işgal ettiler. Rejim güçlerinin açtığı ateş sonucunda 5 protestocu öldürüldü. Diğer ülkelerden farklı olarak Bahreyn'de Amerikan donanmasının 5. filosu bulunmaktadır. Basra Körfezinde başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlerin lojistik üssü olan Bahreyn'de mevcut rejimin devamı Amerikan emperyalizmi açısından hayati bir öneme sahiptir.

Son olarak Libya'daki gelişmeler diğer Arap ülkelerindeki protestoları gölgede bırakacak derecede. 16 Şubatta Bingazi'de binlerce insanın katıldığı Gaddafi ve rejimi protesto yürüyüşü kısa zamanda bütün ülkeye yayıldı ve “iç savaş” biçimi alarak devam ediyor. 22 Şubatta yaptığı konuşmasında Gaddafi, istifa etmeyeceğini, gerekirse “şehit” olacağını söyleyerek rejim karşıtlarına adeta meydan okudu. Polis gücünün yerini alan ordunun karadan ve havadan açtığı ateş sonucunda yüzlerce isyancı katledildi. Başta ABD olmak üzere bir bütün olarak AB ve emperyalist ülkeler Libya'daki gelişmelere NATO üzerinden müdahale etmeyi tartışıyorlar. Bunun nedeni Libya'nın AB açısında çok önemli bir konuma sahip olmasıdır; başta İtalya olmak üzere AB'nin bir çok ülkesi petrolünü Libya'dan almaktadır.

İsyan, ayaklanma ve protestoların gündemde olduğu diğer Arap ülkeleriyle, ötesinde bütün Afrika ülkeleriyle karşılaştırıldığında Libya kişi başına gelir bakımında ilk sırada yer alıyor. Bunun ötesinde ulusal gelirin dağılımı diğer söz konusu ülkelere göre biraz „adaletli“. Libya, Afrika kıtasında en gelişmiş sosyal sistem ağına sahip. Dolayısıyla diğer ülkelerde söz konusu olan yoksulluk vb. Libya'da pek gündemde değil. Bu nedenle ayaklanmanın nedenleri bakımından Libya diğerlerinden ayrılıyor. Bu ülkede ayaklanmanın nedenlerini burjuva özgürlüklerin; hemen hiç örgütlenme olanağının olmamasında; bir bütün olarak toplumsal gelişmenin çöküş içinde olmasında aramak gerekir. Aynı zamanda Libya'da burjuva uluslaşma sürecinin henüz tamamlanmaması; farklı aşiretlerin farklı siyasal ve toplumsal güçler olarak hareket etmeleri; Gaddafi'in darbeyle devirdiği Kral İdris yanlılarının da bu ayaklanmada önemli bir rol oynadıkları unutulmamalı.

Kendi tanımlamasıyla „devrim önderi“ Gaddafi, 42 yıllık hakimiyetini devam ettirmek için halk yığınlarına karşı acımasız güç kullanmaktadır: Bengazi'den Trablus'a ülke genelinde 400 kişinin katledildiği bildiriliyor.
Libya, aynı zamanda, emperyalistlerin iki yüzlülüğünü gösteren bir ülkedir de: Libya geçen yüzyılın '70'li yıllarında petrol sanayini devletleştirdiğinde; Filistin halkının mücadelesinin yanında yer aldığında ve Batı'dan uzaklaştığında emperyalistler tarafından „lanetlenen“ bir ülke oldu ve BM tarafında yaptırımlarla ve ekonomik boykotla karşı karşıya kaldı.

Ama zaman içinde Gaddafi de değişime ayak uydurdu ve ülkesini emperyalist güçlere pazarladı; Afganistan savaşında Amerikan emperyalizminin yanında yer aldı ve bu işgali „ABD'nin kendini savunduğu bir eylem“ olarak nitelendirdi; Libya'nın kapılarını uluslararası tekellere açtı, Afrika'dan Avrupa'ya göçmen akışını durduran sınır oldu ve bu hizmetlerinden dolayı emperyalist ülkeler, başta da ABD ve AB tarafından yeniden görüşülebilir bir ülke diye tanımlandı. Buna rağmen Gaddafi, emperyalist çıkarların korunması bakımından tam güvenilir birisi değildir. Tam da bundan dolayı, Tunus ve Mısır'daki gelişmeler karşısında aldıkları tavrı Libya karşısında farklı boyutlarda aldılar ve 24 Şubat tarihli açıklamasında AB, Libya'ya „askeri operasyon” düzenleyebileceğini dile getirdi.

Ülkelerin genel yapısı-Sorunların kaynağı ve içeriği- Ayaklanmaların sınıfsal karakteri:
Bu ülkelerin hepsi istisnasız emperyalizme bağımlı, yarı sömürge durumundadır. Diğer taraftan bir kısımı da zengin doğal kaynaklara (petrol ve doğal gaz) sahiptir. Rejim yapısı görünüşte bazı farklılık da gösterse hemen hepsinde feodalizmden devralınmış anlayışların kapitalizm koşullarında örgütlenmesidir; Aşiret, kabile ilişkilerin yaygın belirleyici olduğu bu ülkelerde iktidar belli sülalelerin elindedir; babadan oğula geçer. Rejimin tepesinde duranlar oligarşik bir yapılanma içindedirler ve ülke zenginliklerini statülerine uygun bir biçimde talan ederler. Piramidin orta kısmında duranlar, “orta sınıfı” oluşturan unsurlardır. Diktatörler bu kesimin “gönlünü hoş tutarak” meşruiet kazanılar. Piramidin alt kesimini ise işçi sınıfı ve köylü yığınlar oluşturur. En çok ezilen, sömürülen ve talan edilenler de bunlardır.
Libya hariç gelir dağılımı tek yanlıdır; ülkenin bütün zenginlikleri oligarşinin kontrolündedir. Bu nedenle ülkeler zengin olmalarına rağmen genel yoksulluk korkunçtur.

Diktatörler, güçlü ordu, güçlü polis ve istihbarat servisi sayesinde iktidarda kalmaya çalışırlar. Ama bu yeterli değildir. Onların esas destekçisi dış güçlerdir; emperyalist ülkelerdir. Emperyalist güçlerin desteği olmaksızın bu güçlerin, işbirlikçi yerli sınıf olarak ayakta kalmalarının imkan yoktur.

Yemen'den Fas'a kadar uzanan bu bölgede rejimlerin hemen hepsi gerici, klerikal-faşizan veya klerikal-faşist karakterlidir. Sadece Suriye ve İran hariç diğer ülkeler ekonomik stratejik özelliklerinden (petrol ve doğal gaz) dolayı emperyalist ülkeler, başta da ABD ve AB tarafından destekleniyorlar. 

Bu ülkelerin çoğunluğunda iktidar, ordu tarafından oluşturulmaktadır; ordu ve hakim sınıflar iç içedir. Bölge diktatörlerinin çoğu on yıllardır iktidardadır ve yerlerini de çocuklarına hazırlama özellikleri vardır. Mübarek 30 sene iktidardaydı, Gaddafi 42 senedir iktidarda, Ürdün'de Haşemit sülalesi 1952'den beri iktidardadır.
Bu iktidarlar, duruma göre, bölge ve dünya siyasal konjonktürüne göre bazen Arap milliyetçisi olurlar, bazen bağımsızlık mücadelesinden yana olurlar, ama her halükarda sınıflar üstü görünürler; bütün toplumu „temsil ederler“. Devlet, ordu ve oligarşinin en üst kesiminden oluşur veya devlet bu kesimlerin çıkarlarını savunan bir örgütlenmedir; bu rejimler aynı anda ulusalcılığı, İslamı ve sınıflar ittifakını temsil ederler. Tunus, Mısır, Libya, Suriye buna tipik birer örnektir. Hakim sınıfla kaynaşmış bürokrasinin üst kesimi, ordu ve istihbarat teşkilatı devleti ve toplumu kontrol eder, üretilen artı ürüne el kor, her türden farklı düşünce hareketini bastırır, şu veya bu emperyalist ülke somutunda uluslararası sermayenin çıkarlarına göre hareket eder.

Bu rejimlerden bazıları, örneğin Mısır, iki süper güçlü (Sovyet sosyal emperyalizmi ve Amerikan emperyalizmi) dönemde revizyonist blok ve klasik kapitalist dünya arasında manevra yapabiliyorlardı. Revizyonist Blok'un dağılmasından (1990) bu yana ise bu rejimlerin hemen hepsi bölgedeki Amerikan hegemonyasına tabi olmuştur. Amerikan emperyalizmi bölgedeki hegemonyasını devam ettirmek ve bu ülkeleri başka alanlardaki hegemonya mücadelesi için üs olarak kullanmak için bu rejimleri mali, askeri ve siyasal olarak desteklemektedir. Bu rejimlerin bir kısmı özellikle Filistin sorununda İsrail ve ABD yanlısı olmakla bilinmektedir. Bunlar sözde Filistin davasını, bağımsız bir Filistin devletini savunurlar ama pratikte Filistin mücadelesini tecrit ederler, zayıflatırlar.

Genel yoksulluğun korkunçluğunun yanı sıra bu ülkelerde burjuva özgürlüklerin hemen hiç olmaması veya oldukça sınırlı olması, burjuva anlamda da demokrasiye susamışlık, mücadelenin genel temel nedenini oluşturmaktadır. “Örgütsüz” halk ayaklanmalarıyla diktatörlükler yıkılıyor ve sarsılıyor. The Econoımist'in bu ülkelerle ilgili hazırladığı istikrarsızlık endeksi hangilerinde rejimin topun ağzında olduğunu gösteriyor.






















Hükumetin görevde olduğu yıl, nüfustaki gençlik oranı, kişi başına ulusal gelir, dünyada demokrasi, rüşvetçilik ve basın özgürlüğü sıralamasındaki yer ağırlıklı endekse göre topun ağzında olan ülkelerin başında Yemen, Libya ve Mısır geliyor. Mısır'da diktatörü devrime mücadelesi sonuçlandı. Libya'da en sıcak gelişme dönemim yaşanıyor. Yemen de ise henüz güçlü bir çıkış olmadı.

Bu toplumlarda en temel bir sorun olarak kitlesel işsizliğin önplana çıkması tesadüfi değildir. Tarımda ve sanayide iş bulma; yeterli istihdam olanağı olmadığı için devlet sektörü istihdamla şişirilmiştir. Özelleştirmeler sonucunda işsizlik de artmıştır. Baskıcı, faşizan bu rejimler toplumsal gelişmenin önünde belirleyici engeldir. Özellikle gençliği toplumsal bir cendere içinde tutmaktadır. Verilerin de gösterdiği gibi bu ülkelerin çoğunda nüfusun çoğunluğu gençlerden (25 yaş altı) oluşmaktadır ve bunların önemli bir kısmı da işsizdir. Öyle ki 30 yaşının altında olan çalışabilir nüfusun yaklaşık yüzde 30 ila 50'si işsizdir.

Büyük Ortadoğu“ bölgesi ülkelerinde gençlik arasında işsizlik oranı ve
kişi başına ulusal gelir
Ülkeler
Gençlik arasında işsizlik oranı (25 yaş altı gençliğin toplama oranı)
Kişi başına ulusal gelir
(1000 dolar)
Moritanya
59,3
1,9
Fas
47,7
4,7
Cezayir
47,1
8,2
Tunus
42,1
8,6
Libya
47,4
18,7
Mısır
52,3
5,9
Sudan
59
2,3
Cibuti
57,2
2,3
Somali
63,5
0,6
Filistin
64,4
2,9
İsrail
43
28,8
Lübnan
42,7
13,4
Suriye
55,3
4,7
Ürdün
54,3
5,2
Irak
60,6
4
S. Arabistan
50,8
22,9
Yemen
65,4
2,9
Umman
51,5
23,3
BAE
31
27,2
Katar
33,8
66,9
Bahreny
43,9
24
Kuveyt
37,7
40,6
İran
45,6
11,7
Kaynak: The Economist, 17 Şubat 2011. “After Mubarak”.

Aşağıdaki tabloda Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da gençlik arasında işsizlik, gençlik arasında işsizlik oranının yüksek olduğu başka bölgeler ve ülke gruplarıyla karşılaştırılıyor.

Gençlik arasında işsizlik oranı

1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
Dünya
12,3
12,7
12,5
12,7
13,1
13,1
13
13
12,5
11,9
12,2
Gelişmiş ülkeler ve AB
13,9
13,8
13,1
13,4
14,3
14,5
14,2
13,9
13
12,2
13,1
AB hariç Orta ve Güney Avrupa ülkeleri ve CIS*
22,6
22,3
19,4
18,9
19,1
19,7
19,1
18,5
18,9
17,5
18,1
Latin Amerika ve Karayipler
15,6
15,8
15,8
16,3
17
17,4
16,6
16,1
15,1
14,4
14,8
Ortadoğu
21,6
20,3
18,9
21,9
21,7
23,5
18,7
20,2
20,4
18,3
18,8
Kuzey Afrika
26,3
26,4
28,8
29,2
28,1
27,7
27,5
27,9
25
25,2
24,1
Sahra altı Afrika
11,2
11,8
11,7
11,9
12,1
12,1
11,8
11,6
11,5
11,4
11,3
*)CIS-ülkeleri: Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldavya, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna ve Özbekistan.

Kaynak: Global Employment Trends, May 2009 , s. 24.

Karşılaştırma yapmak için gençlik arasında işsizliğin yüksek olduğu başka bölgeleri de tabloya aldık. Açık ki gençlik arasında işsizlik oranının en yüksek olduğu bölgeler Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dır.

Bu ülkelerdeki rejimlerin ne denli baskıcı ve kayırmacı, rüşvetçi olduğunu veya dünya ülkeleri sıralamasındaki yerlerini de aşağıdaki tabloda görüyoruz:




Dünya sıralamasındaki yeri
Ülkeler
Hükümdar
Göreve gelme tarihi
Demokrasi
Rüşvetçilik
Basın özgürlüğü
Cezayir
A. Buteflika
1999
125
105
141
Bahreyn
Hamad bin İsa El Halife
1999
122
48
153
Komorlar
Ahmed Sambi
2006
127
154
102
Cibuti
İsmail Ömer Gülleh
1999
126
91
159
Mısır
H. Mübarek
1981
138
98
130
Irak
Nuri El Maliki
2006
111
175
144
Ürdün
Kral II. Abdullah
1999
117
50
140
Kuveyt
Şeyh Saban El Ahmed El Sabah
2006
114
54
115
Lübnan
Nejip Mikati
2011
86
127
115
Libya
Muammer Gaddafi
1969
158
146
192
Moritanya
Muhammed Ould Abdulaziz
2009
115
143
118
Fas
Kral IV. Muhammed
1999
116
85
146
Umman
Sultan Kabus
1970
143
41
153
Filistin
Mahmud Abbas
2005
93
-
181
Katar
Şeyh Hamid Bin Halife El Thani
1995
137
19
146
S. Arabistan
Kral Abdullah
2005
160
50
178
Somali
Şeyh Şerif Ahmed
2009
-
178
181
Sudan
Ömer El Beşir
1989
151
172
165
Suriye
Beşar Esad
2000
152
127
178
Tunus
Muhammed Gannuci
2011
144
59
186
BAE
Şeyh Halife Bin Zayed Al Nahyan
2004
148
28
153
Yemen
Ali Abdullah Salih
1978
146
146
173
Kaynak: The Economist, 3 Şubat 2011, „Variously vulnerable Who’s next? Regional reverberations”.

Sonuç itibariyle:
Söz konusu bu ülkelerde sosyal çelişkiler son 20-30 sene içinde oldukça derinleşmiş ve keskinleşmiştir. Diktatörlükler her türlü muhalefeti acımasızca bastırmışlar ve fiziki olarak da yok etmişlerdir. Böylece tek başına kalan diktatörlükler, emperyalizmin alternatifsiz işbirlikçisi olmuşlardır. Bu nedenle, bölgede hakimiyetini sürdüren emperyalist güçler, en başta da ABD, bu rejimleri ne pahasına olursa olsun istikrarlı kılmaya, evet ayakta tutmaya çalışmışlardır. Sosyal yoksullaşma, ulusal çıkarların dış güçlere/emperyalizme peşkeş çekilmesi, her türden muhalefetin susturulması, zor kullanma da dahil İslamcı muhalefeti meşrulaştırmış ve teşvik etmiştir.

Ama devasa silahlanmaya rağmen bu rejimler, ne genel anlamda ve ne de özel olarak İsrail için birer tehlikedir. Bunun nedenini bu rejimlerin Amerikan emperyalizmiyle ilişkisinde; üst düzeyde subayların Amerika'da eğitilmiş olmasında, rüşvetçi olmasında ve ordunun ülke ekonomisine bir biçimde entegre olmasında (örneğin Mısır) aramak gerekir.

Genişletilmiş Ortadoğu”nun emperyalist jeopolitikadaki yeri ve emperyalist ülkeler arası çelişkiler:
Tunus'ta başlayan ayaklanmanın bölgenin diğer ülkelerine sıçramasıyla Amerikan emperyalizmi ve AB'nin emperyalist ülkelerini bölgeyi kaybetme korkusuyla yatıp kalkar oldular. Yıllarca, on yıllarca çıkarlarının bekçisi olan diktatörlerin devrilmesine gönülleri razı olmadı, ama yapılacak bir şeyin kalmadığını görünce de uşaklarını istifaya çağırmaktan geri kalmadılar. Onlar açısından artık önemli olan, yeni dönem, “demokrasi”, “özgürlükçü” ortam içinde eski rejimin bir parça reforme edilmiş biçimde devam ettirilmesiydi ve bu işi yapabilecek olanların da iş başına getirilmesiydi. Ayaklanmaların halkın temel talepleri doğrultusunda siyasal oluşumlara dönüşmemesi için orduyla, hakim sınıfların denenmemiş şu veya bu kesimiyle görüşmeleri yoğunlaştırdılar, “geçiş” döneminden, “geçiş” hükümetinden bahsetmeye başladılar. Tunus'ta eski dönemin namlı adamı Muhammed Gannuci'nin başbakan olmasından, Mısır'da danışıklı darbenin doğrudan bir sonucu olarak ordunun iktidara el koymasından memnun oldular. Peki özellikle Amerikan emperyalizmi ve AB bu bölge ülkeleriyle neden bu kadar ilgililer?

Mağrip ve Maşrık ABD ve AB çıkarlarının hem bu alana sızmak isteyen emperyalist güçlere karşı mücadelede örtüştüğü ve hem de ayrıştığı alandır. Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti jeopolitikasında sadece klasik tanımıyla Ortadoğu değil, Kuzey Afrika'dan Pakistan'a kadar uzanan ve “Büyük Ortadoğu” diye tanımlanan alan oldukça önemlidir. Amerikan emperyalizmi bu alanı kendi dünya hakimiyeti konseptine göre şekillendirmek için Irak ve Afganistan işgallerini gerçekleştirdi. Aynı alanın bütününde olmasa da Akdeniz Havzasında ve özellikle de Mağrip'te bir bütün olarak AB etkili olmak için ABD ile rekabet etmektedir. Aslında AB'nin Mağrip ülkelerinden başlayarak Afrika içlerine doğru yayılma politikasının esas sahibi Fransa'dır. Alman emperyalizmi, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB üyesi olmalarıyla bu alanda AB şemsiyesi altında yayılırken ve bunu da Fransa'nın onayıyla yaparken, Fransız emperyalizmi de Mağrip'teki yayılmasını başlangıçtaki itirazına rağmen Alman emperyalizminin onayıyla yapmaktadır; AB içinde Fransa ve Almanya arasında “Doğu senin, Güney benim” paylaşımı yapılmıştır. “Akdeniz Birliği” tam da bu emperyalist böl ve yönet politikasının doğrudan bir ürünüdür.

Büyük Ortadoğu projesi” ve Amerikan emperyalizmi:
Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra „Avrasya“ eksenli dünya hakimiyeti jeopolitikasını gerçekleştirmeye çalışan Amerikan emperyalizmi, işe bu jeopolitikanın önemli bir ayağını oluşturan „Büyük Ortadoğu Projesi“ni uygulamak için ve enerji sorunu göz önünde tutulursa önemi daha da önplana çıkan bu alanı tam anlamıyla kendi hakimiyetine almak için Irak'a savaş açtı. Irak'ın işgali söz konusu bu jeostratejinin ancak savaş ve işgalle gerçekleştirilebileceğini gösteriyordu. Bu savaşın şimdiki aşamasında Amerikan emperyalizminin ne hale geldiği biliniyor. Afganistan'a karşı savaş ise Amerikan emperyalizminin merkezi Asya'yı ve Hazar Havzasını kontrol etmek için önemli bir üs kazanmasına hizmet ediyordu.

Aşağıdaki haritada ABD ve AB'nin çıkarlarının ötüştüğü ve çeliştiği alanları görüyoruz. 


Afrika'dan Afganistan'a „Büyük Ortadoğu Projesi“ alanında Suriye ve İran hariç diğer bütün ülkeler Amerikan emperyalizminin kontrolündedir.

Sorumluluk alanı bütün Afrika kıtasını kapsayan „Africom“ da „Büyük Ortadoğu Projesi“nin bir parçası olarak görülmelidir. Dolayısıyla Afrika da „Büyük Ortadoğu Projesi“nin bir parçası olarak görülmektedir. Bu komutanlık (“United States Africa Command“-Africom), ABD tarafından “Afrika'da sivil ve askeri operasyonlar düzenlemek” amacıyla 2007’de kuruldu ve 2008’den bu yana operasyon kabiliyetine sahiptir. Africom'un kuruluşu için her he kadar „terörizme karşı mücadele“ temel neden olarak dile getirilse de, esas neden petrol ve Afrika üzerinde emperyalistler arası rekabettir. Amerikan emperyalizminin petrol ithalatında Afrika'nın payı giderek artıyor ve birkaç yıl içinde bu pay yüzde 25'e çıkacak. Diğer taraftan Afrika petrollerinde Çin'in de gözü var; sadece ithal etmek için değil, çıkarımından sevkıyatına kadar ilgili olan Çin, diğer bütün emperyalist ülkeler için Afrika'daki en büyük rakip konumundadır.

Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak Africom, genel anlamda petrol ve doğal gazın yanı sıra uran ve başkaca önemli maden yataklarının, çıkarımının ve sevkıyatının da teminat altına alınmasının aracıdır ve bu nedenle Çin, Hindistan ve başkaca emperyalist güçlere karşı baskı aracı görevini üstlenmiştir.

Amerikan emperyalizmi, „Avrasya“ jeopolitikasının temel esprisi 'Orta Asya'ya hakim olan dünyaya hakim olur' veya 'Rusya ve „Büyük Ortadoğu Projesi“ alanına hakim olan dünyaya hakim olur' doğrultusunda attığı adımlarda kısmi başarının ötesine geçememiştir.

Akdeniz Birliği” ve AB:
Paris'te toplanan Avrupa'dan, Yakın Ortadoğu'dan ve Afrika'dan 43 ülke (27 AB üyesi ülke ve Akdeniz'e kıyısı olan 16 ülke) „Akdeniz Birliği“ni kurdu (13 Haziran 2008). Fransa'nın inisiyatifiyle Sarkoz'nin „eseri“ olarak kurulan bu birlik, 1995'te başlayan AB-Barselona sürecinin devamıdır. Resmi amaç: Akdeniz'in temizlenmesi; solar enerjisinin teşvik edilmesi; Akdeniz'in kuzey ve güneyindeki ülkeler arasında işbirliğinin güçlendirilmesi.

















Tunus ziyaretinde Sarkozi, „Akdeniz Birliği“nin herkes için barış ve refah getireceğini açıklıyor ve „gerçekleşmesi durumunda Akdeniz Birliği dünyayı değiştirecektir“ diyordu.

Açıklanan kuruluş nedenlerini bir kenara bırakalım ve Fransa'nın kurulmasına öncülük ettiği bu birliğin esas amacının ne olabileceğine „Grand Nation“un („Büyük Fransız ulusu“) dünyaya bakışıyla bakalım. Yani Fransa'nın bu jeopolitik açılımının arka planında ne var?

AB'nin doğu ve orta Avrupa genişlemesiyle bu yeni üyeler doğrudan Alman nüfuzu altına girdiler. Fransa da güneye doğru genişlemeyi gündemleştiriyor ve bu alanın kendi payına düştüğü düşüncesinden hareket ediyor. Bu birliği, sömürgeci konumunun yok olmasını engelleyecek bir araç olarak görüyor.
AB, „Akdeniz Birliği“ üzerinden Kuzey Afrika'ya doğrudan uzanıyor. Böylece „Akdeniz Birliği“ AB açısından Afrika'ya sıçrama tahtası oluyor.
Bunun ötesinde „Akdeniz Birliği“ sadece Fransa için değil, bir bütün olarak AB için çok önemli başka bir işleve de sahip oluyor: Afrika'dan gelen göçmenlerin AB'ye girişinin engellendiği sınır; göçmenlerin elit takımının AB'ye alındığı, ama büyük kitlesinin alınmadığı sınır kapısı. Bu rolü, bu jandarmalığı şimdiye kadar Fas, Tunus ve Libya gönüllü olarak yerine getirmişler ve bu çabaları da karşılıksız kalmamıştır.

Akdeniz Birliği“ konferansına, kuruluşuna katılmayan tek ülke Libya olmuştur. Gaddafi, bu planın Arap dünyasını böleceği düşüncesindedir.

En büyük ve tehlikeli rakip Çin emperyalizmidir:
Amerikan emperyalizmi Sosyalist Sovyetler Birliği'ne karşı başlattığı „soğuk savaşı“ı revizyonist Sovyetler Birliği döneminde de bu ülke dağılana kadar sürdürdü; yani dünyamız 1945-1991 arasında daha ziyade ekonomi çerçevesinde kalan ve sosyalist sistem-kapitalist sistem eksenli bir „soğuk savaş“ dönemi yaşamıştı 1945-1956 arasında. Bu „savaş“ yine ekonomi çerçevesinde kalarak 1956-1991 arasında revizyonist sistem-kapitalist sistem eksenli yaşanmıştır. Bütün bu dönem zarfında Amerikan emperyalizmi, II. Dünya Savaşında yenilmiş veya yenilmemiş bütün emperyalist ülkeleri ve dolayısıyla bütün kapitalist dünyayı ekonomik, siyasi ve askeri olarak nüfuzu altına almış ve bu durum Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar devam etmiştir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, her ne kadar ABD tek süper güç olarak kalmışsa da dünya çok rekabet merkezli bir dünyaya dönüşmüştü: ABD, AB(Almanya, Fransa), Rusya, Çin, Japonya.

Çin'in sergilediği gelişme yeni bir döneme girildiğini göstermektedir; bir taraftan çöküş sürecine girmiş Amerikan emperyalizmi ve diğer taraftan dünyanın en büyük emperyalist gücü olma yolunda ilerleyen ve henüz dünya hegemonyası kuracak derecede gelişmemiş Çin. Mevcut konumunu sürdürmek için Amerikan emperyalizmi batılı rakiplerini (AB- AB içinde Almanya, Fransa-, Japonya, Hindistan ve uzak bir ihtimal de olsa Rusya) Çin korkusuyla tehdit edip yeniden bir “soğuk savaş” başlatarak hakimiyet konumunu devam ettirebilir mi? Böyle bir taktiğin izlenip izlenemeyeceğinin en büyük uygulama alanı Afrika kıtası olabilir. Bu kıtada bütün emperyalist ülkelerin gözü var ve kıta bu emperyalist ülkeler arasında nüfuz sahalarına bölünmüş durumda: Bir taraftan Fransa eski sömürgeleri ve şimdi de ek olarak AB ilişkileri üzerinden, diğer taraftan İngiltere eski sömürgeleri üzerinden kıta üzerinde etkili olurlarken Çin çoğu Afrika ülkesine açtığı kredilerle, “yardım”larıyla, ticari ilişkileriyle, enerji sektöründeki yatırımlarıyla ve örneğin Sudan petrolünün en önemli alıcısı olmasıyla giderek daha etkili olmaktadır. Bugün Çin'i Sudan petrolünde söküp atmak öyle pek kolay değildir. Amerikan emperyalizminin Afrika kıtasında duyduğu ilgiye yukarıda değinmiştik. Bu durumda kıtanın tamamını veya önemli bir kısmını Çin'e kaptırmamak için batılı emperyalist ülkeler, özellikle de ABD ve AB, Çin'e karşı ortaklaşarak hareket edebilirler. Bu mümkündür. Ama böyle bir adım ne derece gerçekçi olabilir veya kolay atılabilir, bu da ayrı bir sorudur. Örneğin “Akdeniz Birliği”nin Afrika ayağında, yani “Büyük Ortadoğu Projesi” alanının Afrika kısmında haritada da gösterdiğimiz gibi AB ve ABD arasında dünya hegemonyasında etkili olacak bir rekabet söz konusudur. Çin'e karşı ortaklaşa hareket etmek için, örneğin AB bu rekabetten ABD lehine vazgeçebilir mi veya tersi söz konusu olabilir mi, bu bilinmez. Veya rekabette mevcut güç dengesi neyse onu koruyarak Çin'e karşı hareket edelim denir mi, bu da bilinmez. Her halükarda Afrika kıtası yeni bir “soğuk savaş” için maddi zemin oluşturmaktadır. Güney Amerika için de benzer bir gelişme söz konusu olabilir.

Bütün bunlar olabilir veya olmayabilir. Ama bütün bu planların nasıl bozguna uğratılabileceği konusunda da Afrika kıtası bir örnek olmuştur; yaşanan ayaklanmalar...

Çivileri sökülen rejimler...
Büyük Ortadoğu Projesi” alanındaki ülkelerinde halk ayaklanmaları bölgedeki „istikrar“ın ve enerji teminatının temellerini sarsmıştır; Arap dünyasında halk kitleleri, emperyalizmin dayatması düzeni değişime zorluyor. Tunus'ta ve Mısır'da diktatörler yıkıldı, ama diktatörlükler henüz ayakta; her iki ülkede devam eden eylemler diktatörlüklerin yıkılmasını hedefliyor. Diğer Arap ülkelerinde de diktatörlerin yıkılması için eylemler süreklilik kazanmıştır. Bütün bunlar emperyalizmin kuklası durumunda olan gerici, faşist veya faşizan rejimlere halkın artık tahammülünün kalmadığını, sınırsız diktatörlükler döneminin artık geride kaldığını, demokrasi ve özgürlük talebinin değişimin içeriğini oluşturduğunu göstermektedir.

Rejimlerin karakteri bakımından bugünkü Ortadoğu, II. Dünya Savaşından sonra başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlerin birbirleriyle rekabeti ve ABD önderliğinde Batının Sovyetler Birliğine karşı rekabeti içinde şekillenerek bugüne gelmiştir. 1951'de İran'da seçim sonucunda kurulan Muhammed Musaddık hükümeti, CIA'nin yönlendirdiği askeri bir darbeyle 1953'te yıkılmış ve emperyalizmin istediği bir düzen Şah tarafından kurulmuştur. Muhammed Musaddık'ın „suçu“, İran'ın „soğuk savaş“ta Sovyetler Birliği'ne karşı emperyalizmin maşası olmasına karşı gelmesi ve İran petrollerini devletleştirmesiydi.
Sürekli demokrasiden ve özgürlükten bahseden batılı emperyalistler için Ortadoğu söz konusu olduğunda enerji ve Sovyetler Birliği'ne karşı tavır önplana çıkıyordu. Başta ABD olmak üzere batılı güçlerin istikrardan anladıkları, bölgenin enerji kaynaklarına sahip olmak ve Sovyetler Birliği'ni de bölgeden uzak tutmaktı. İran ve S. Arabistan emperyalizmin aradığı bu istikrarın ilk iki ana direği oldular ve ona göre de silahlandırıldılar. Bunun yanı sıra İsrail de Amerikan emperyalizme için bölgede en belirleyici, stratejik köprübaşı oldu. Geçen yüzyılın '60'lı yıllarına böyle girildi.

1979'a kadar İran bu görevini yerine getirdi. İran devrimiyle (1979) Şah rejimi yıkıldı. Bu sefer, boşluğu doldurmak için temel direk olma görevi Mısır'a verildi. Böylece petrol ve jeostratejik açıdan önemli olan bölgede S. Arabistan-Mısır-İsrail üçlüsünden oluşan „istikrar“ ekseni kuruldu. O tarihten bu yana Mübarek, Şah'ın, Mısır da İran'ın rolünü üstlenmiş oldu; İran'a akan Amerikan askeri yardımları Mısır'a akmaya başladı ve Mübarek rejimi Amerikan çıkarlarını korunması için güçlendirildi. Amerikan emperyalizminin bu üç ülkeyle ikili ilişkileri, Mısır ile İsrail arasındaki ikili ilişkilerin kapsamlaştırılması ve derinleştirilmesiyle daha da güçlendi. S. Arabistan ve Mısır arasındaki yoğunlaştırılmış ilişkiler de bu istikrarı güçlendirdi. Arap dünyasında Mısır'a diğer Arap ülkelerindeki diktatörlüklerin bölgesel korumacısı görevi de verildi. Böylece Filistin davası satıldı.

Batılı emperyalist güçlerle İsrail ve Arap ülkelerindeki diktatörler arasındaki bu yoğun ilişki bugüne kadar özgürlük ve demokrasi düşmanlığının üstünü örttü. Şimdi durum değişti.

Irak'ta Saddam Hüseyin, Ortadoğu ve petrolün batı dünyası açısından istikrarını sağlamak için ne yaparsa yapsın desteklendi. Ama boyunu aşan işlere girişince de Irak işgal edildi. Yeni Irak'ta durum karışık; emperyalizmin Irak'ta istediği istikrar yenini istikrarsızlığa bıraktı.

Mübarek, Saddam gibi değildi; daha sadık uşaktı. Devrilmemesi için Amerika'dan Almanya'ya, İngiltere'den Fransa'ya bayağı çaba harcandı, Obama, Merkel ağlamaklı oldular. Ama çıkarlarının, Mısır'da rejimin geleceği için Mübarek'i feda ettiler.

Şimdi sıra diğer diktatörlüklerde. Onların da yıkıldıklarını göreceğiz. Ortadoğu'da statüko bir daha geri gelmeyecek biçimde değişiyor. Yeni durum özgürleşmiş, demokratik bir Ortadoğu'yu beraberinde getirebileceği gibi, başka biçim almış eski statükonun devamını da beraberinde getirebilir.

Sonuç:
Latin Amerika'da demokratik hareketlerle, 1978'de Dominik Cumhuriyeti'nde 1983'te Arjantin'de; 1979'da Nikaragua ve Ekvator'da; 1980'de Peru'da; 1982'de Honduras'ta; 1984'te El Salvador'da;1985'te Uruguay, Brezilya ve Bolivya'da; 1986'da Guatamala'da; 1989'da Paraguay ve Panama'da; 1990'da Şili'de ve 1994'te de Haiti'de diktatörlükler yıkıldı.

Arap ülkelerinde yaşanmakta olan hareketler de demokratik hareketlerdir, halk ayaklanmalarıdır, diktatörlere, diktatörlüklere karşı mücadeledir. Bu mücadelede daha düne kadar o gerici rejimleri, o diktatörleri ayakta tutan batılı emperyalistler ve medyası, halk ayaklanmalarının etkisini görünce işbirlikçilerinin artık iktidarı bırakmaları gerektiğinden bahsetmeye başladılar. Burjuvazi devrim kavramını olumlu anlamda en çok kullandığı bir döneme girdi. En karşı devrimci, en gerici basın organlarında Arap ülkelerindeki devrimden bahsedilmeye, devrim analizleri yapılmaya başlandı. Bu koroya tabii ki Troçkistler de katılmakta gecikmediler. Onlar da Arap halklarına nasıl bir devrim yaptıklarını, nasıl hareket etmek zorunda olduklarını, nasıl bir program oluşturmaları gerektiğini, devrimi sürekli kılmak zorunda olduklarını vb. anlatmaya başladılar.
Tunus'ta halk hareketinin yükselmesi, batılı emperyalistler için demokrasi havariliği yapmanın bir aracı oldu; Fransa demokrasi adına Tunus diktatörünü; Fransız emperyalizminin bu uşağını ülkeye kabul etmeyeceğini açıkladı. Mısır'da emperyalistler H. Mübarek'i kurtarmak için bayağı uğraştılar; istifa etmesine çok üzüldüler (!), ama ordu-ABD ve Mısır hakim sınıfları arasında oluşan anlayış birliği sonucunda danışıklı darbe ile Mübarek iktidardan çekilmek zorunda bırakıldı.

Ama Libya söz konusu olunca durum değişmeye başladı; söylemlerde değişen bir şey yok, ama Libya'daki gelişmeler bir Mısır'daki, Tunus'taki gelişmelerden farklı; burjuva medyanın „eğilip bükülme“sine gerek kalmadı: Gaddafi, Saddam-Miloseviç-Ahmedinejat formatında ele alındı. Her koşul altında gitmeliydi; gitmesi için de devirecek güçler desteklenmeliydi. Gaddafi'yi, AB'nin sınır bekçisi olması; Afrika'dan gelen göçmen akını önünde AB adına aşılmaz bir set oluşturması da kurtaramadı. Şimdilerde ABD ve AB Libya'ya askeri müdahaleden bahsediyorlar. Irak ve Afganistan'a saldırının baş nedenlerinden bir de insan hakları, demokrasi vb. idi. Aynı tezgah şimdi Libya için hazırlanıyor. Birileri “yardım” isteyecek ve bunlar da müdahale edecekler!

Emperyalist güçlerin Libya'ya askeri müdahalesi veya doğrudan, açıktan rejim karşıtı güçlerin yanında yer almaları ve bir biçimde onları desteklemeleri Arap dünyasındaki halk hareketleri için bir kırılma noktası oluşturabilir. Birbirinden farklı yönlere giden birçok gelişme olabilir. Askeri müdahale durumunda Gaddafi yeniden „devrim öneri“ olabilir, Arap milliyetçilinin temsilen hareket ettiğin açıklayarak Arap halklarının sempatisini kazanabilir ve bu süreç içinde diğer Arap ülkelerinden halk hareketleri sonlanabilir, en azından etkisizleşebilir. Askeri müdahale, Libya diktatörünü fiilen antiemperyalist mücadele veren konumuna çıkartabilir. Bugün Gaddafi „gitti gidiyor, yaşasın Libya direniş“ vb. diyenler yarın „yaşasın Gaddafi, yaşasın antiemperyalist direniş“ veya „yaşasın Libya antiemperyalist devrimi“ sloganları atarlarsa ve analizler yaparlarsa hiç şaşmamak gerekir. Bir kısım neoliberal yazarların aklıyla, burjuva gazetelerdeki analizler doğrultusunda politika belirleyen kendi kendine Marksistlerden fazla bir şey beklememek gerekir.
Bunlar, bugünün „kahrolsun Gaddafi“ sloganını yarın „yaşasın Gaddafi“ sloganına dönüştürebilirler. Kendi kendine Marksistlerde bu “yetenek” her zaman vardır!