deneme

4 Ağustos 2021 Çarşamba

İŞÇİ SINIFI KENDİ HİKAYESİNİ NASIL YAZACAK?



İŞÇİ SINIFI KENDİ HİKAYESİNİ NASIL YAZACAK?

III

Post-Marksizm, Marksizm’den kopmaksızın gelişemez. Post-Marksizm, ezilenler, kimlikler zemininde bir “halk” inşa ediyor; bunları adeta yeni bir “sınıf” mertebesine çıkartıyor ve böylece Marksist-Leninist partinin, sınıf ve devrim anlayışlarının, teorilerinin içini boşaltıyor. 

Mouffe’un işçi sınıfının tarihsel rolünü reddetmesi, onun toplumsal altüst oluştaki motor rolünü kimliklere, kendi eseri olan “halk”a havale etmesi, Marksizm-Leninizm’e eleştirel yaklaşımın, onu geliştirmenin bir göstergesi olmaktan çok ötedir. Bu, Marksizm-Leninizm’e, ilkelerine, işçi sınıfının ideolojisine doğrudan bir saldırıdır ve bu gizlenmiyor da. “...biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.” diyen Mouffe’dan başkası değildir.(“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, (Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).

Post-Marksizm’in temel amaçlarından biri de iktidara kim yürüyor ve nasıl bir iktidar için yürüyor sorusunu anlamsızlaştırmaktır. İşçi sınıfının iktidara yürüyüşü tarihsel bir akıştır; burjuva toplumun temel çelişkisinden kaynaklanan bir yasadır. Bu akışı, bu yasanın etkili oluşunu (devrimi) hiçbir güç engelleyemez, ama geciktirebilir. Bunun böyle olduğunu Post-Marksizm de biliyor. Bu nedenle Mouffe türü post-marksizm, inşa ettiği sanal “halk” ile “radikal demokrasi”yi öne sürüyor, Mouffe, aklına göre kendi üretimi olan “halk”ı iktidara doğru yürütüyor. Ancak, nasıl bir iktidar sorusunun cevabı Post-marksizm’in gerçek anlamda ne olduğunu ortaya koyuyor. Bir önceki makalede bu sorunun cevabını vermiştir: Mouffe’un esas amacı inşa edilen “halk”ımızla neoliberal kapitalizmi yıkmak değildir. Burada “yıkmak” çok radikal, altüst edici, devrimci bir eylem olarak algılanabilir. Mouffe’un “radikal”liği, sistem değiştirme retoriği, liberal demokrasiyi, yani burjuva demokrasisini güçlendirmekle sınırlıdır. Demek ki, Marksizm-Leninizm’in amacı özel mülkiyeti ortadan kaldırmak, devrim yapmak, sosyalizmi inşa etmek ve komünist dünya yolunda ilerlemek iken, Post-marksizm’in asıl amacı özel mülkiyet düzeninde, yani kapitalist düzende reformlar gerçekleştirmek, burjuva demokrasisini güçlendirmektir.

Bu durumda kendini Marksist-Leninist olarak tanımlayan bir parti, Post-Marksizm yolunda ilerlemekle veya politikalarını Post-Marksizm’e göre tespit etmekle daha baştan işçi sınıfını özne olarak görmüyorum, “halk”ımızı, kimlikleri özne olarak görüyorum demektedir. Böyle bir partinin ne işçi sınıfıyla ne de onun hikayesini yazmakla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.

Kimlikler, ezilenler, “çokluk”, Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımız kavramlarının geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının ikinci yarısından bu yana daha sık kullanılmaya başlandığı, öyle ki, sınıf kavramının yerine geçecek derecede sık sık kullanıldığı, kapitalist üretimin yapısındaki gelişmeler ve buna Post-Marksizm’in verdiği cevap incelenmeksizin anlaşılamaz. Kapitalist ekonomideki birtakım temel gelişmelerin sınıfsal açıdan ne anlama geldiği açıklanmaksızın bu kavramlar Marksizm-Leninizm için “baş ağrısı”na dönüşecek kavramlar olacaklardır. Uluslararası arenada avanak küçük burjuvazi kendini akıllı, başkalarını “aptal” sandığı için teorik çarpıtmanın farkına varılmayacağını sanıyordu. Ve bu kavramlara onlarda olmayan özellikler yükleyerek sınıf analizi konusunda Marksizm-Leninizm’in içini Post-Marksist biçimde boşalatabileceğine inanıyordu. Laclau ve Mouffe’un açtığı yoldan ilerleyen bu unsurların etkisiz oldukları söylenemez. Yapısal kriz, geçmişi aşma, “yeni” olanı görme vb. adı altında açılan yelkenleri Post-marksist rüzgarlar dolduruyordu. Çok çabuk değişen, dönüşen, geçmişini aşan ve nihayetinde “yeni” olanı görüp ona sarılan çevreler giderek çoğaldı. Bu gelişme, Post-Marksizm’in doğrudan ideolojik, teorik, sınıfsal, örgütsel tasfiyeci etkisinin sonuçlarıydı. Bu tasfiyecilik, Marksizm-Leninizm’e Post-marksist sırt çevirme hala devam eden etkili bir süreçtir. Bundan dolayı kendimizi kandırmayalım. Bir laf vardır; ‘bana arkadaşını söyle senin kim olduğunu söyleyeyim’i, ‘bana kullandığın siyasi kavramları söyle senin Marksizm-Leninizm’le bir ilişkinin olup olmadığını söyleyeyim’e dönüştürebiliriz.

Soruna hangi açıdan bakarsanız bakın, çağımızda, özellikle neoliberalizmin hakim olduğu günümüzde, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının şimdiki aşamasında bu kavramlar, Post-Marksizm’in Marksizm-Leninizm’e karşı mücadelesinde çok kolay kullanılan bir demagoji olmuştur.

Post-Marksizm bu olguyu nasıl yorumluyor ve kullanıyor? Post-Marksizm, işçi sınıfından umudun kesildiğini, devrimci dinamiğini kaybettiğini, toplumu ilerletecek güce sahip olmadığını, önemsizleştiğini savunuyor ve burjuva toplumu yıkmayı değil, içsel değişimle iyileştirmeyi, herkesin yaşayabileceği bir toplum haline getirmeyi amaçlıyor. Bu amacına sosyal hareketlerle ulaşabileceğini sanıyor. Açık ki, sosyal hareketler ve onların talepleri toplumda sınıfsal çelişkilerin ve çatışmaların üstünü örtmeye, bu çelişkileri etkisizleştirmeye hizmet etmektedir. Bu hareketler, en fazlasıyla çerçevesi belli -örneğin burjuva/kapitalist- toplum içi değişimi gerçekleştirebilirler. Bu nedenle reformist hareketlerdir. Post-Marksizm bu hareketlerin öznelerini “çokluk”, “halk”, kimlikler olarak tanımlamakta ve bu öznelerin mücadelesiyle toplumsal ilerlemenin sağlanabileceği propagandasını yapmaktadır.

Post-Marksizm, işçi sınıfını yok saymakta, “çokluk”un, “halk”ımızın bir bileşeni olarak görmektedir. Bu durumda Post-marksizm’e göre söz konusu bu kavramlar içinde eritilmiş bir işçi sınıfının sınıfsal bir amacı ve o amacına ulaşmak için de sınıfsal bir örgütlenmesi gereksiz kalmaktadır.

Açık ki, Post-Marksizm, işçi sınıfını burjuvazinin tamamen reddetmediği, ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun araçlara dönüştürebildiği sosyal hareketler ve özneler içinde kalmaya mahkum ediyor. İşçi sınıfını burjuvaziye hizmet edecek, onun çıkarlarıyla uyumluluk içinde olabilecek bir özneye çevirmeye çalışıyor.

Bu yolda yürüyen, sınıfı değil de kimlikleri esas alan bir parti Marksist-Leninist olabilir mi?

Kapitalizmde çok çeşitli mülkiyet ilişkileri yoktur. Kapitalizm, burjuva mülkiyet ilişkileri temeli üzerinde yükselir. Bunun adı burjuva mülkiyettir; üretim araçlarının özel mülkiyette olmasıdır. Kapitalizmde her iki temel sınıfın (burjuvazi ve proletarya) özel mülkiyet karşısındaki duruşu, o sınıfların üretimdeki ve toplumdaki konumlarını belirler. Küçük veya büyük burjuvazi, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahiptir. Onu burjuvazi yapan da budur. Tam tersi proletarya için geçerlidir. Ezilenler kavramı bazında burada söz konusu olan, küçük burjuvazi/üreticiler ile işçi sınıfı arasındaki ilişkidir. Kapitalizmde mülkiyet ilişkileri bu her iki sınıfın; işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin mülkiyet ilişkileri bakımından sınıfsal çıkar faklılığı içinde olduğunu göstermektedir. Sınıfsal çıkar faklılığı, nihayetinde siyasal çıkar farklılığını ve siyasal iktidar faklılığını kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu faklılık, siyasal mücadelede kaçınılmaz olarak gündeme gelir.

“…Emekçi ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliği artmaktadır”. Bu doğru. Ama burada yapıldığı gibi, proletaryanın memnuniyetsizliğini küçük üreticinin memnuniyetsizliğiyle aynılaştırmak ve aynı kaba koymak tamamen yanlıştır. Küçük üreticinin memnuniyetsizliği çoğu kez onun çabalarına… küçük mülk sahibi olarak varlığını savunmak için, yani mevcut sistemi savunmak için ve hatta tarihin tekerleğini geriye çevirmek için çabalarına neden olur” (Lenin; C. 6, s., 35, “Plehanov’un İkinci Program Taslağı Üzerine Notlar”dan).

Proletaryanın ve küçük üreticinin memnuniyetsizliği mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Bu “memnuniyetsizlik”, onun kaynağının sınıfsal karakterini bir kenara koyarak, Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımız kavramıyla, “çokluk” ve kimlikler kavramlarıyla aynılaştırılamaz ve bunların memnuniyetsizliği için mücadele esas alınamaz. Hele bu talep, perspektif olarak öne sürülürse, orada geriye dönüşün pek kolay olmayacağı bir sapma var demektir. Proletarya, “memnuniyetsizliğinin” maddi temelinin devrimle ortadan kaldırılacağına inanıyor ve bu “memnuniyetsizliğe” kaynaklık eden mülkiyet/sömürü ilişkilerini; kapitalist üretim biçimini yıkmak için mücadele ediyor. Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımızın, “çokluk”un, kimliklerin çok önemli bir bölüğünü oluşturan küçük üretici ise, “küçük mülk sahibi olarak varlığını savunmak için, yani mevcut sistemi savunmak için ve hatta tarihin tekerleğini geriye çevirmek için”; kapitalizm koşullarında daha iyi yaşamak için mücadele ediyor. Her iki sınıf ve her iki “memnuniyetsizlik” türü arasındaki fark bu. Bu fark göz ardı edilebilir mi? Edilemez. Ama tasfiyeciler, işçi sınıfını sınıf olarak ortadan kaldıran, kimlikler seviyesine, “halk”ımızın herhangi bir bileşenine indirgeyen Post-marksizm’in, Mouffe’un, Laclau’nun; Marksizm-Leninizm’e sırt çeviren bu unsurların peşinde gidiyorlar. Böyle bir gidiş söz konusu farkı; Marksizm-Leninizm’i reddetmeksizin mümkün olamaz.

Yolunu şaşırmış, kuruluş ilkelerini, var olma nedenini bir kenara atmış böyle bir parti kimin, hangi sınıfın tarih yazımı içinde yer alacak? Böyle bir parti, ancak tasfiyeciliğin tarihini yazabilir.

Komünist partisi, proletaryanın siyasal örgütüdür. Parti, ancak ve ancak bu sınıfı örgütler ve ona önderlik eder. Kimlikleri, “çokluk”u veya “halk”ımızı örgütlemek veya da proletarya dışında kalan “halk”ımızı örgütlemek ve onlara önderlik etmek komünist partisinin işi değildir. O, sınıf örgütü olduğundan dolayı bunu yapamaz. Parti, sınıf iradesini temsil ettiği için bunu yapamaz. Evet, yapamaz. Dolayısıyla komünist partisinde halk sınıf ve sosyal tabakalarının çıkarlarını ifade eden “irade”ler yoktur veya parti, bu iradelerin toplamı, harmanlaması olamaz. Post-Marksizm, kimlikleri, “çokluk”u, “halk”ımızı özne yapıyor. (1)

Chantal Mouffe diyor ki, “biz”, “onlar”a karşıyız. Mouffe “onlar”dan iktidar sahiplerini, “oligarşi”yi anlıyor. “Biz” derken de inşa ettiği “halk”ı anlıyor. (“Für einen linken Populismus”).

Mouffe durumu Post-marksizm açısından açık seçik izah ediyor:

-“Demokrasinin radikalleşmesi..., bir tâbiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar. Fabrikadakileri de kapsar, fakat onlarla sınırlı değildir.”

-”Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür.”

-Bu idealler “halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. -Bu gerçeklikten dolayı “biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık.”

-“Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık.”

-”Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur.”

-”Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.” (“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).

Mouffe daha ne desin ki? Bu anlayışlar bir Marksist-Leninist partinin anlayışları olabilir mi? Ama şeklen de olsa hiçbir Marksist-Leninist parti bu anlayışları Mouffe’un formüle ettiği gibi savunmaz. İçerik aynı kalmak üzere söylem değiştirilir. Örneğin işçi sınıfı der ama kimlikler, “halk”ımız peşine düşer. Sınıf partisi der ama sınıfı değil, kimlikleri, “halk”ımızı örgütlemeye çalışır, sınıfın semtine uğramaz. Devrim der ama devrimi gerçekleştirecek sınıftan (işçi sınıfından) kopuktur. vs.

Marksizm-Leninizm’i (post-marksistlere göre sadece Marksizm) eleştiri adına öne sürülen tasfiyecilikten hareketle devam edelim.

E. Laclau ve Ch. Mouffe’a göre Marksizm-Leninizm, tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak görür ve bu mücadelede belirleyici olan uzlaşmaz çelişkilerin çözümüdür. Marksizm-Leninizm, tarihi böyle gördüğü için soruna yaklaşımı tekçidir. E. Laclau ve Ch. Mouffe’a göre bu yaklaşım yanlıştır. Gelişme sürecinde kapitalizm ortaya karmaşık toplumsal yapılar çıkarmıştır; yükselen yeni toplumsal hareketler toplumsal gelişmede belirleyici olmaya başlamışlardır. Marksizm-Leninizm sorunu sadece sınıflar mücadelesi olarak gördüğü için yeni gelişmeleri anlayamamaktadır. Velhasıl, Marksizm-Leninizm, toplumsal gelişmeleri sınıf mücadelesi çerçevesinde ele alıyor, sınıflar arası antagonist çelişki dışında baskı altına almaktan kaynaklanan mücadele/direniş biçimlerini sınıf mücadelesinin bir yansıması olarak görmekte ve bu oluşumlarla kendi sınıf mücadelesi anlayışına göre ilişkilenmektedir.Böyle diyorlar Laclau ve Mouffe.

Böylece Laclau ve Mouffe, burjuva toplumu, bu topluma özgü ana sınıfların mücadele zemini olarak görmüyorlar ve burjuva toplumun çoğulcu, parçalara bölünmüş bir yapıya sahip olduğunu ve bu gerçeklikten hareketle yeni bir model oluşturmaya çalışıyorlar. Onların bu anlayışını, Marksizm-Leninizm’e bir meydan okuma olarak da değerlendirebileceğimiz “Hegemonya Ve Sosyalist Strateji” çalışmalarında bulabiliriz.

Burada bizi ilgilendiren, tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçekliğinin yerine tarihin bundan öte bir şey olduğunun; bundan öte olanın da tarihin kimlikler, sosyal hareketler, “parçalar” mücadelesi olduğunun anlatılmasıdır. Şimdi, Laclau ve Mouffe’da, bu post-marksistlerin yukarıya aktardığımız tasfiyeci anlayışlarında bir ilericilik, bir devrimcilik çıkartılabilinir mi? Bir Marksist-Leninist parti, sınıf mücadelesinden, hitap ettiği sınıfı (bu durumda işçi sınıfı) örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi anlamıyorsa (sınıfı reddetmeden bunu “anlamıyorsa”), bunun yerine kimliklerin, “parçalar”ın; toplumun başkaca ezilen kesimlerinin sorunlarını birincil sorun olarak görüyorsa ve pratikte de ona göre hareket ediyorsa, böyle bir parti, Marksist-Leninist parti adına layık değildir. “Yeni” olanı arayan böyle bir parti, değişimi dilinden düşürmeyen böyle bir parti, burjuva toplumun ortaya çıkardığı sosyal tabakaları, sosyal hareketleri, “parçalı” yapıları Laclau ve Mouffe’da keşfediyorsa yapılacak fazla bir şey yok demektir.

Böyle bir partinin işçi sınıfının tarih yazımında yeri yoktur. Böyle bir parti tarihi ancak Laclau ve Mouffe gibi yazabilir.

Laclau ve Mouffe gibi post-marksistler ve aynı zamanda başkaca çevreler kapitalizmin yapısal değişimden geçtiğini, artık eski kapitalizmin yerini post-kapitalist ilişkilerin aldığını iddia ederler. Bu süreç en azından geçen yüzyılın son çeyreğinden beri geçerlidir. Bu durumda kapitalizm ötesi bir dönemde, post-kapitalist bir dönemde yaşıyoruz demektir. (İnsanlar nasıl bir dönemde yaşıyor olduklarına da şaşırıyorlar! Bazıları da emperyalizm ötesi bir dönemde yaşandığını iddia ediyor. Aslında kapitalizm bitti, şimdi kaos dönemine geçişteyiz diyenler de var). Post-kapitalist, yani kapitalizm ötesi dönemde artık sermaye-emek çelişkisi belirleyici değildir; kapitalizm sınıflı bir toplum olmaktan çıkmıştır. Artık burjuva düzenin dayandığı belirleyici, kapitalizme özgü olan sömürü ilişkileri yerini tabiiyet ilişkilerine bırakmıştır (Tabiiyet ilişkilerinden kast edilen de bildiğimiz kimlik, aidiyet farklılığı ilişkileridir). Sınıf kavramı, sömürü kavramı ortadan kalkınca geriye Mouffe’un “özenle” inşa ettiği “halk”ımız, kimlikler kalmıştır. Yani artık sorun sınıflar mücadelesi değildir. Sorun yukarıdakiler denen “oligarşi” ile biz veya aşağıdakiler denen kimlikler, “halk”ımız, “baldırı çıplaklar” arasındadır.

Aslında yapısal kriz kavramı ekonomide kullanılan bir kavramdır. Bu kavramın siyasi alana aktarılması ve içeriğinin Marksizm-Leninizm’e bir saldırı olarak değiştirilmesi, Marksizm-Leninizm’in değil, Sovyet revizyonizmi ve Avrupa komünizmi partilerinin günahlarının Marksizm-Leninizm’e ödetilmesi içindir. Althusser, Laclau, Mouffe gibileri “yapısal kriz” adı altında sınıf mücadelesini, devrim olgusunu, işçi sınıfının tarihsel rolünü, Marksist-Leninist parti anlayışını bir çırpıda hedef göstererek tasfiyeci görüşlerini temellendirmişlerdir. Bugün her kim ki, veya kendine Marksist-Leninist diyen bir parti, yapısal krizden bahsediyorsa bilinmeli ki, Marksizm-Leninizm’e sırt çevirmeliyiz, işçi sınıfı artık tarihsel rol oynayacak durumda değildir, parti sınıf partisi olmaktan çıkartılmalı, “çokluk”un da örgütlenebileceği parti olmalıdır; devrim değil, reformlar için mücadele edilmelidir, diyor. Bundan emin olabilirsiniz! Marksizm’i, bize göre Marksizm-Leninizm’i “yapısal kriz”e sokan Althusser, Laclau, Mouffe gibileridir. Bu kavramla Marksizm-Leninizm’e saldırının getirisi, tasfiyeci güruhun sürü halinde içinde bulunduğu yapılara saldırmaları, üstatlarının söylediklerini papağan gibi tekrarlamaları olmuştur.

Post-marksizm bunu savunmakta ve öğretmektedir. Bu durumda sınıf mücadelesini kimlik, aidiyetler mücadelesine indirgeyen bir parti en fazlasıyla kimliklerin tarihini yazar.

Komünist partisi, sınıf partisidir; işçi sınıfının partisidir, onun öncüsüdür. İşçi sınıfını örgütlediği oranda işçi sınıfı kendi tarihini yazacaktır.

Post-marksizm, ideolojik yozlaşma, sınıfsızlaştırma, kimlikçi “yeni tip devrimci”lerin, “MarksistLeninist”lerin oluşmasını beraberinde getirdi:

Yeni tip devrimci”ler artık işçi sınıfından bahsetmeyen, onun semtine uğramayan, varsa da yoksa da kimlik politikalarını ön plana çıkartan; ideolojiden, Marksizm-Leninizm’den, savunduğu düşüncenin dahi teorisinden bihaber, öğretildiği gibi 24 saat koşan, “devrimci” ömrü fazla sürmeyen tiplerdir. Bunları her tarafta, hemen her kimlik, aidiyet mücadelesinde görürsünüz. Ancak bunları, bir grevde, işçi hareketinde göremezsiniz.

Bunlar, Marksizm-Leninizm’in değil, post-marksizm’in ideolojik etkisi altına şekillenen “kadrolar”dır, “Marksist-Leninist”lerdir.

Post-marksizm’in ideolojik hegemonyası altında yetişen “yeni tip devrimci”lerin tarihi birkaç yıl geriye gitmekle sınırlandırılmış olmaz. Ne menem bir tasfiyecilikle karşı karşıya olduğumuzun anlaşılması için daha gerilere gitmek ve “yapısal değişim” çukurunu deşmek lazım.

Birkaç yıl öncesinden alarak bakarsak ‘68 gençlik hareketi “acil devrimci”lerin beklediği devrimlerin gerçekleşmesine zemin teşkil etmemiş, ‘80’lerin başında o görkemli, yer yer militan fırtına dinmişti. İşçi sınıfının yenilgisi ağırdı. Aynı zamanda Sovyet revizyonist, Avrupa komünizmi partilerin ideolojik ve örgütsel yenilgisi de oldukça ağırdı. Sonunda emperyalist ülkeler kontrolü yeniden sağladılar. Fransa başta olmak üzere “keskin devrimci” aydınların ideolojik ve örgütsel kaçışları başladı. Sorun sadece “kaçan kaçana” ile sınırlı kalmadı; kaçanlar burjuva yaşama dönüp kaybolmadılar. Tam tersini yaptılar; öç alırcasına Marksizm-Leninizm’e (onlara göre Marksizm’e) cepheden saldırmak, tasfiye etmek için 1920’lerden bu yana (Batı-Marksizmi) birikimlere dayanarak Post-modernizm’in, Post-marksizm’in temelini attılar. Baş döndüren bir aydın kıvraklığı: Fransa’da işçi ve gençlik hareketi Fransız Komünist partisini bayağı korkutmuştu. Bu parti mücadeleyi yokuşa sürdü, baltaladı. Bunun üzerine aydın takımı partiden koptu, maoizme yanaştı; ne de olsa Çin’de bir kültür devrimi söz konusuydu. Ancak, orada da fazla kalmadı. Bir-iki zikzaktan sonra iktidardaki Sovyet revizyonizminin bütün günahlarını; sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin pratiğini yalın haliyle Marksizm dedikleri Marksizm-Leninizm’in sırtına yıktı. Söküm başlamıştı; önce sınıfa saldırdılar. İşçi sınıfı tarihsel rolünü oynayamazdı, devrimci değildi. Bu Marksist anlayış artık güncel gelişmelere cevap vermiyordu vs. Peki, ne, nasıl yapılmalıydı? Toplumsal muhalefet, sınıf dışı oluşumlarla, yani kendisi için kimlik oluşturanlarla; farklı aidiyetlerle ve nihayetinde Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımızla yürütülmeliydi. Hangi kimlerden oluşuyor bu “halk”ımız? Coğrafyamızda “Kürt halkımız”dan, “Ermeni halkımız”dan, Arap halkımız”dan, “Alevi halkımız”dan, LGBTİ+’lardan, kadınlardan oluşuyor. Yani, Türk burjuvazisinin ötekileştirdiği kesimlerden, kimliklerden.

Yeni tip devrimci”ler bu kesimlerin mücadelesi içinde yetişiyorlar. Fabrikalarda, üretimde diğer işçilerle birlikte çalışarak, mücadele ederek yetişmiyorlar.

Nasıl oldu da bu noktaya gelindi?

Her bir kimlik, aidiyet, “parça”, “halk”ımız kendi kültürüyle, çıkar anlayışıyla, alışkanlıklarıyla, dışlanmışlığın baskısıyla geliştirdiği varoluş koşullarıyla tanımlanır. Sınıfından kopmuş, ideolojik eğitimi, bütünselliği bir kenara atmış bir partide bu kimlikleri herkes için geçerli belli bir disiplin normuna sokmanın olanağı yoktur. “Çokluk”, post-marksist Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımız, kimlikler kendi başına buyrukturlar. Bunun böyle olması ideolojik olarak körüklenmiştir:

Post-marksizm ve Post-modernizm’in tasfiyeciliği, Marksizm-Leninizm'e ideolojik saldırıları, sınıf mücadelesinin ve devrimin geleceğin kazanılmasında yerinin olmadığını vaaz etmeleri, aslında bir hırsızlıktır. Bu saldırılarıyla Post-marksizm ve Post-modernizm, insanların geleceğini karartmışlar ve çalmışlardır. Nasıl ki, revizyonist Sovyet sisteminin ve Varşova Paktı’nın dağılması sürecinde ve sonrasında insanların umudu, geleceği Amerikan düşünce üretme kurumlarında üretilerek piyasaya sürülen teorilerle çalınmışsa, aynı işi Post-modernizm ve Post-marksizm de yapmıştır. Örneğin Michel Foucault, Post-modernizm’in önde gelen bu teorisyeni, otorite, disiplin ilişkilerini insanların birbirleri üzerinde tahakküm kurma ilişkilerine indirgemiştir. Foucault’nun verdiği mesaj şuydu: ‘Ey ahali, sınıf mücadelesinden, devrimden, sosyalizmden, partiden bahsediyorsunuz, ancak bunların hepsi, disiplin üretir, otorite üretir.’ Foucault yalnız değildi. Post-marksist Laclau ve Mouffe da, Marksizm-Leninizm’e, sınıf mücadelesine, parti örgütlenmesine, devrime saldırılarıyla aynı işi yapıyorlardı. Otorite, disiplin üreten bu kavramların gerçekleştirilmesi mücadelesinden vazgeçilmeliydi. Düzen değişmemeliydi, yeni bir düzen için mücadele edilmemeliydi. Bunlara göre “ancien régime”, (eskimiş rejim); mevcut haliyle burjuva iktidarlar, “oligarşiler” yıkılmalıydı ve burjuva demokrasisinin geçerli kılındığı burjuva düzen kurulmalıydı.

Düşünce birliğinin, ideolojik birliğin, sosyalizmin, sınıf örgütlenmesinin altını oyan bu unsurların ürettiği teoriler yeni tip bir “sol”culuğun, “devrimci”liğin zeminini oluşturmuştur. Bu nedenle burjuvazi tarafından da her bakımdan desteklendiler.

Post-modernizm ve Post-marksizm’in en genel anlamda ifade edecek olursak mücadelenin örgütlenmesi, “halk”ımızın seferber edilmesi -Mouffe’a göre bu, “sol”un daha çok seçim kazanmasıdır- bu tasfiyecilere göre her türden otorite üreten anlayışlardan, teoriden ve pratikten kopmak anlamına geliyor.

Peki, bunun sonucu ne oldu?

İlk aşamada; geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında umduğunu bulamayan aydınların kendi anladıkları “Marksizm”den kopmaları ve başka sulara yelken açmalarıdır. Bu unsurlar ‘80’li yıllarda Post-modernizm’in ve Post-marksizm’in temellerini çoktan oluşturmuşlardı.

Marksizm-Leninizm’e karşı doğrudan “sol” kaynaklı bu saldırı, tasfiyecilik dalgasını, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yıkılmasıyla tetiklenen ikinci saldırı ve tasfiyecilik dalgası takip etti.

İkinci saldırı ve tasfiyecilik dalgası döneminde Amerikan emperyalizmi kaynaklı yoğun anti-komünizm dalgası örgütlendi. Bu da saldırı ve tasfiyeciliğin üçüncü dalgasıydı.

Bu üç saldırı ve tasfiyecilik dalgasının amacı aynıydı: Marksizm-Leninizm ve sosyalizme saldırı, işçi sınıfının ideolojik ve örgütsel olarak tasfiye edilmesi. Tabi bu tasfiyecilikte kullanılan kavramlar, Marksist-Leninistlere göre farklı kavramlardı. Hiç kimse Marksizm-Leninizm’den onun dünyayı yorumlamada yetersizliğinden vb. bahsetmiyordu. Bunun yerine yalın haliyle Marksizm kavramı kullanılıyordu. Öyle Marks’a, Engels’e, hatta Lenin’e de pek saldırı yoktu. Varsa da yoksa da bütün dertleri Stalin’di. Ne de olsa sosyalizm O’nun döneminde inşa edilmiş; sosyalizm O’nun döneminde dünya sistemi olmuştu.

Bu üç dalganın etkisini, o zaman varlığını sürdürebilen “sol” örgütlenmelerde de göstermekte gecikmedi. Geçmişle bir hesaplaşma kaçınılmaz olmuştur. Hesaplaşma oldu ve hesaplaşmasını hala tamamlamamış olan yapılar da yok değil. Peki, nasıl hesaplaşıldı?

Post-moderizm ve Post-marksizm yıkıcılığıyla, tasfiyeciliğiyle, Sovyet revizyonizmiyle ve Amerikan emperyalizmi kaynaklı anti-komünizmle hesaplaşması gereken, en azından beklenen ve kendilerine Marksist-Leninist diyen bir kısım çevre Stalin’le, SSCB’de sosyalizmin inşasıyla değil, sosyalizmin kendisiyle ve nihayetinde Marksizm-Leninizm’le hesaplaşmaya başlamışlardı. Bu hesaplaşmayı hala bitiremeyenler de var.

Marksizm-Leninizm’le, Marksist-Leninist parti anlayışıyla, işçi sınıfı ideolojisiyle hesaplaşanlar nerede konakladılar? Reformizmde konakladılar veya kendilerini tasfiye ederek tartışma kulübüne dönüştüler. Bu yolda dolu dizgin ilerlemek isteyenler de var, ama ilerleyemiyorlar.

Hesaplaşanlar sınıftan, devrimden ve devrimi örgütleme derdinden koptular, belki de daha doğrusu kurtuldular. Mouffe’un dediği gibi seçim kazanma derdine düştüler.

Hesaplaşmasını bitiremeyenler de sınıfın, örgütlenmesinin, devrimin; bir bütün olarak Marksizm-Leninizm’in altını oymakla meşguller.

Sınıftan, ideolojisinden, devrimden ve nihayetinde Marksizm-Leninizm’den kopunca, geriye her birinin kendine göre sorunu olan kimlikler, o her bir “halk”ımız, “çokluk”, Mouffe’un inşa ettiği “halk” kalıyor. Peki bu kimliklerin örgütlendiği ortamda nasıl bir disiplin ve kadro anlayışı geçerli olabilir? Kimlikler, aidiyetler, “halk”ımız, örgütlendikleri ortamda kimlik, aidiyet, “halk” olarak kaldıkları müddetçe her birinin kendine göre disiplin ve ilişki anlayışı devam edecektir. Bu durumda ortaya çıkan şudur: Okumayan, okuduğunu anlamayan, Marksizm-Leninizm’le bağı olmayan, parti disiplinini, parti görüşlerini bilmediği gibi, bilmeye de ilgi duymayan bir insan yığını ortaya çıkmış olur. Ancak, böyle bir durumun ortaya çıkmasının sorumlusu bunlar değildir. Siz, yeter ki, 24 saat koşun, biz sizin yerinize de okuruz, öğreniriz, analiz ederiz diyenlerdir.

Her kimlik kendi çıkarları doğrultusunda konuşur. Parti, isteyenin istediği gibi hareket etmesini parti disipliniyle terbiye edemiyorsa, o disiplin emirlere, yasaklara bürünmüş, eğitim, değiştirme özünü, amacını kaybetmiş demektir; komünist bilinçlenmenin, ideolojik kuşanmanın bir aracı olmaktan çıkmış demektir.

Slogan da, ajitasyon ve propaganda da kimliklerden oluşan bir “kitle” vardır karşınızda. Sınıf yok; işçi sınıfı yok, yakın müttefiki yoksul, küçük üretici köylülük yok. Sadece “kitle” var ve önemli olan da bu kitleyi örgütlemektir.

Sınıfı örgütlemek mi? O artık geride kalmıştır. Geleceği olmayan bir sınıfı; işçi sınıfını örgütlemek Marksist-Leninist partinin görevi değildir. İşçi sınıfı artık o “kitle”nin, inşa edilen “halk”ımızın, o “zincir”in diğer bileşenleriyle eşdeğer, sadece bir “parça”sıdır.

Post-marksizm bir Marksist-Leninist partiyi böyle tasfiyeci yapıyor.

Sonuç ne mi oluyor?

Sonuçta ortaya çıkan şu: Aidiyetler, kimlikler, Ermeni “halkımız”, Arap “halkımız”, Kürt “halkımız”, Alevi “halkımız” bir tarafta, heteroseksüeller, eril olan her şey ve nihayetinde Sünni “halkımız” da diğer tarafta yer alıyorlar. Hayır, bunlar bu yer almayı kendi iradeleriyle yapmıyorlar. Onların bu ayrımdan haberleri bile yoktur. Onların adına konuşanlar, bu kimlikleri örgütleyenler bu ayrımı yapıyorlar.

Sanki bu kimliklerin sınıfsal aidiyetleri yok, sanki bunlar burjuva toplumun şu veya bu sınıfına, sosyal katmanına ait değiller de kendi başlarına bir “sınıf”ı, bir sosyal tabakayı oluşturuyorlar.

 

Devam edecek

Kılavuzu Chantal Mouffe olanın burnu “kimlik”ten çıkmaz...

*

1)Bu ifadelendirmemizden “komünist partisi, proletaryanın siyasal örgütüdür. Parti, ancak ve ancak bu sınıfı örgütler ve ona önderlik eder”den, emekçilerin taleplerinin göz ardı edilmelidir, partinin sınıfı siyasallaştırmak ve toplumsal muhalefeti örgütlemek ve harekete geçirmek için emekçi yığınları demokratik kurumlarda, örneğin cephe vb. yapılarda örgütlemez, bununla ilgilenmez sonucu çıkartılmamalıdır. Böylesi kurumlar; cephe ve dolaylı örgütler üzerinden diğer emekçi yığınları örgütlemek, onlarla ittifak kurmak partinin olmazsa olmaz görevlerindendir. Bu konuda Marksist-Leninist duruş ile sınıf uzlaşmacılığı arasındaki farkın ne olduğu doğru kavranmalıdır. Komünist partisinin işçi sınıfı dışında, emekçi sınıf ve tabakaları örgütlemeyeceği, mücadelesine önderlik edemeyeceği; bunları kendilerini siyasal olarak temsil eden parti ve gruplara bırakacağı ve bırakması gerektiği sonucu çıkartılmamalıdır. Bu, oldukça sekter, dogmatik bir anlayış olur. Bu anlayışın tam tersine komünist partisi, işçi sınıfı dışında, diğer emekçi yığınların, dahası ezilenlerin de (örneğin Kürt ulusal mücadelesi, demokratik alevi hareketi, ezilen cins vs.) mücadelesinden uzak durmamalıdır, onların mücadelelerinin en önünde de yer almalıdır, bu mücadelelere önderlik etmelidir. Burada temel sorun veya sorunun ayırtediciliği şudur: Komünist partisi her koşul altında kendi bağımsız çizgisi, asgari ve azami perspektifi doğrultusunda emekçi yığınların mücadelesine katılmalıdır. Komünist partisinin kendine özgü olan sınıf kimliği vardır ve emekçi yığınlarla ilişkilenişinde bu sınıfsal kimlik belirleyicidir ve ilişkilenişi kendi perspektifinden kopmadan gerçekleşmelidir.