deneme

8 Ağustos 2021 Pazar

İŞÇİ SINIFI KENDİ HİKAYESİNİ NASIL YAZACAK?

 

İŞÇİ SINIFI KENDİ HİKAYESİNİ NASIL YAZACAK?

IV

Kılavuzu Chantal Mouffe olanın burnu “kimlik”ten çıkmaz

Laclau ve Mouffe sadece sınıflara elveda demiyorlar, gerici ve ancak burjuvazinin işine yarayan tasfiyeci teorilerinde daha da ileri giderek sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını, nesnel bir gerçeklik olduğunu, sorgulatmak için sorguluyorlar.

Onlara göre toplum analizinde sınıf çelişkileri ve kapitalizmin doğasında var olan krizler artık bir rol oynamamakta. Diyorlar ki, kimlikler nesnel olarak verili değildir, sadece geçici olarak vardırlar ve inşa edilebilirler. Böylece sınıf yerine kimlikleri "Onlar olmayan Bizler" veya “Biz olmayan onlar” olarak inşa ediyorlar. Bu da Mouffe’un “halk” inşasıdır.

Post-Marksizm sınıfların sonunu getiriyor ve kimlikleri “sınıf” mertebesine çıkartıyor. Ve Marksizm-Leninizm defterini dürmüş olan küçük burjuva avanak, “mal bulmuş mağribi” gibi bu anlayışın üzerine atlıyor. Bir kere işçi sınıfından bahsederse on kere “çokluk”tan, kimlikten bahsetmeye başlıyor. Öyle ki, bazen burjuvazi karşısında herkesi aynı kefeye koyabiliyor, herkesi anti-kapitalist ilan edebiliyor. Önemli olan, işçi sınıfının varlığının nesnel olduğunun karartılmasıdır, böyle bir sınıfın olmadığının veya artık tarihsel görevini yerine getirecek durumda olmadığının, zaten öyle tarihsel bir görevin de (sosyalizm) olmadığının, bütün çabanın reformlarla toplumsal ilerlemeyi sağlamak olduğunun bilince çıkartılmasıdır.

Bu öyle bir tasfiyeciliktir ki, Marksizm-Leninizm’in toplumda cinsiyet ve aidiyet farklılıklarını açıklayacak durumda olmadığını iddia eder.

Bu öyle alçak bir saldırı ve tasfiyeciliktir ki, aslında sınıf olgusu sadece kültür kökenli, kültür tarafından belirlenen öznel bir olgudur, yani insan tarafından kurgulanmış bir olgudur argümanına sarılır. Yani söylenen şudur: Toplumu sınıflara bölen nesnel sınıf çıkarları yoktur. Sınıfsal çıkar, zihinsel olarak oluşturulmuştur, özneldir. Bu türden anlayışlar uzatılabilir.

Bunlar, Fransız “Marksizmi”nin, Fransız Komünist Partisi”nin Rahle-i tedrisindan geçmiş -en azından bir kısmı- olan bu aydın güruhu, kendi deyimleriyle Marksizm’i, aslında Marksizm-Leninizm’i tanımıyor olamazlar. Bu nedenle onların eylemleri bilerek yapılan tasfiyeciliktir, karşı devrimciliktir. Marksist-Leninistlerin toplumda ırk, cinsiyet, etnik, dinsel ayrımcılığa kayıtsız kalmadıklarını; bu ayrımcılığa karşı şiddetle karşı geldiklerini ve mücadele ettiklerini bilmiyor olamazlar. Bu ayrımcılığı kapitalizmin; burjuva toplumun ürettiğini Marksist-Leninistlerin vurguladığını bilmiyor değiller. Bu ayrımcılığın da ancak ve ancak sınıf mücadelesinin zaferiyle nihai olarak çözüleceğini bilmiyorlar mı? Bilmesine biliyorlar, ama bu unsurlar açısından “devrimler her zaman kötü sonuçlar verir”!

Şimdi, çok masum bir şekilde, sanki ‘hele bir yoklayalım tepki ne olacak babında’ bu köhnemiş post-marksist düşünceleri, bu tasfiyeciliği “yeni” diye, geçmişle hesaplaşma diye Marksist-Leninist ortama dayatmak, sırtımdaki Marksizm-Leninizm kamburunu atmak istiyorum demekten başka ne anlama gelebilir?

Bu öyle bir davadır ki, ne yarı yolda durabilirsin ne tarafsız kalabilirsin. Tarık bin Ziyad İspanya'ya çıkar çıkmaz gemileri yaktırarak askerlerinin geri dönme umudunu kırıp onlara şu tarihi sözleri söylemişti: “Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız?”

Post-marksist veya Troçkist tasfiyecilerin arkasında düşman gibi bir Marksizm-Leninizm deryası vardır, önlerinde ise o Marksizm-Leninizm deryasının savunucuları Marksist-Leninistler vardır. Kaçış olmayacak! Şu veya bu şekilde Post-marksizm ve Troçkizm bu tasfiyeciliğin hesabını elbette verecektir.

Kılavuzu Mouffe olanın burnu sınıf mücadelesi düşmanlığından kopamaz...

Mouffe ve Laclau açısından toplumda temel çatışmanın veya çelişkinin iki türü var. Bunlardan birisi Marksist-Leninist (onlara göre Marksist), burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeledir; Marksist sınıflar mücadelesi tezi budur. İkincisi ise alt tabaka ile seçkinler, yani halk ile oligarşi arasındaki mücadeledir; bu da halk ile oligarşi arasındaki çatışmanın popülist tezidir.

Yukarıdaki anlayışlarını inşa edebilmek için Laclau ve Mouffe, ‘kapitalizmin gelişmesi proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadeleyi, yani Marksist-Leninist sınıf mücadelesi teorisini geçersiz kılmıştır, eskitmiştir ve yaşam halk ile oligarşi arasındaki çelişkiyi doğrulamaktadır, hem de giderek daha açık bir şekilde doğrulamaktadır’, derler.

Hakim olan “oligarşi”dir, yani neoliberal burjuvazidir. Esas olan, neoliberal burjuva hegemonyasına veya hakimiyetine karşı mücadeledir. Laclau ve Mouffe’un çelişkisi şudur: Burjuva topluma dokunmaksızın, neoliberal hakimiyeti yıkıp burjuva demokratik bir düzen kurmak. Bunu gerçekleştirmek için de zaten kapitalizmin gelişmesinin bir sonucu olarak artık ıskartaya çıkmış, sınıflar mücadelesi yerine halkın oligarşiye karşı mücadelesi esas alınmalıdır.

Peki, günümüzde post-marksist tasfiyecilik ne yapıyor? Şüphesiz, sınıf mücadelesinden, Marksizm-Leninizm’den, devrimden, işçi sınıfından bahsediyor. Ancak, bu düzeni yıkmak için işçi sınıfını örgütleme diye bir derdi yok, ama Mouffe’un inşa ettiği “halk”ımızı, kimlikleri, aidiyetleri, “parça”ları örgütlemek diye bir derdi var.

Peki, demokrasi nasıl veya ne için radikalleştiriliyor? Yukarıda ve başka yerlerde de Mouffe ve Laclau’nun burjuva düzeni yıkmak ve yerine başka bir düzen kurmak diye bir dertlerinin olmadığını, hegemonyaya karşı mücadelenin en radikal sınırının burjuva demokrasisini gerçekleştirmek olduğunu belirtmiştik. Demokrasinin radikalleştirilmesi veya radikal demokrasi de aynı anlama geliyor.

Savunduğumuz 'radikal ve çoğul demokrasi' ... mevcut demokratik kurumların radikalleşmesi olarak tanımlanabilir, bunun sonucunda özgürlük ve eşitlik ilkeleri giderek artan sayıda sosyal ilişkilerde etkili olurlar” (Ch. Mouffe; “Für einen linken Populismus”)

Yani ne kadar radikal olunursa olunsun, yıkım yok, mevcut sistemi tamir etmek, reformlara tabi tutmak var. Buna “mevcut demokratik kurumların radikalleşmesi” deniyor. Bundan da anlıyoruz ki, burjuva demokrasisi uygulanırsa “özgürlük ve eşitlik ilkeleri” toplum tarafından kabullenilir, her sosyal ilişkide etkili olur. Hal böyle olunca devrime de gerek kalmaz.

Kılavuzu Mouffe olanın burnu burjuva demokrasisinden çıkmaz...

Laclau ve Mouffe’un berber yazdıkları “Hegemonya Ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitapta ele alınan konuların kapsamlı bir eleştirisinin yapılması gerekirdi. Bu yapılmadı. Tasfiyeciliğin dayanak noktaları göz önüne alınırsa kapsamlı bir eleştirinin yapılması gerekir. Bu kitabın giriş bölümünde birkaç anlayışı buraya aktaracağım. Kitapta ele alınan konular bağlamında düşünüp taşınarak yaptığım bir seçim değildir. Bu yazı çerçevesine uygun diye düşündüğüm birkaç paragraf bize çok şey anlatıyor. Bu anlayışları burada uzun uzadıya eleştirmeyeceğim. Sadece ne dediklerinden ve çıkartılması gereken sonuçlardan bahsedeceğim.

Şimdi kriz içinde olan, işçi sınıfının ontolojik merkeziliğine, bir toplum tipinden diğerine geçişte kurucu moment olarak büyük “D” ile yazılan Devrimin rolüne, ve politika momentini anlamsız hale getirecek şekilde, tamamen bütünleşmiş ve homojen bir kollektif irade gibi yanıltıcı bir beklentiye dayanan bütün bir sosyalizm anlayışıdır.”(Ernesto Laclau-Chantal Mouffe; “Hegemonya Ve Sosyalist Strateji”. Birikim Yayınları, 1. Baskı, Kasım 1992, s. 7)

Bunun Türkçesi şudur: Sosyalizm krizdedir. Bunun nedeni ise işçi sınıfının belirleyici rol oynaması anlayışından; kapitalizmden sosyalizme geçişin devrimle gerçekleşebilir olduğu anlayışından ve bu mücadelede irade birliğinin olması gerekir anlayışından kaynaklanmaktadır. Burada irade birliğinden kast edilen işçi sınıfı ve emekçi yığınların irade birliğidir; proletarya diktatörlüğüdür.

-Yani, sadece işçi sınıfı değil, başka sınıflar da sosyalizmi gerçekleştirebilir.

-Sosyalizmi gerçekleştirmek; bir toplum düzeninden başka bir toplum düzenine geçmek devrimsiz de olur.

-Sosyalizm irade birliği olmaksızın da gerçekleşir.

-Kapitalizmin gelişmesi sınıflar arasındaki mücadeleyi, sınıf mücadelesi teorisini tarihin çöplüğüne atmıştır. Şimdi onun yerini “ çoğul ve çok çeşitli karakteri” olan “toplumsal mücadeleler” almıştır.

Marks’tan başlayarak Marksizm-Leninizm, sosyalizmin uluslararası karakterini vurgulamış, sistemin bir dünya sistemi olarak gelişeceğini analiz etmiş, bu eserin, neden başka bir sınıfın değil de işçi sınıfının eseri olacağını maddi gerçekliklere dayanarak açıklamış ve sosyalizmin görülebilir, kurulabilir, denetlenebilir bir yapı olacağı varsayımından hareket etmiştir.

Bugün Sol bu Jakoben tasavvurun ortadan kalkmasının son perdesine tanıklık etmektedir.” (Agy.)

Bu sosyalizm, halka rağmen halkın adına inşa edilmiştir. Bu sosyalizm, kendisini Bolşevik Parti diye tanımlayan bir azınlık tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sosyalizm, tepeden inmeci, dayatmacı bir sosyalizmdir.

20. yüzyılın sonunda böyle bir sosyalizm anlayışının sonuna gelinmiştir.

Müneccim midir, nedir bunlar? Sanki uluslararası alanda sosyalizm tartışmalarına yön vermek, tartışanları etkilemek istiyorlar!

Böylece (yukarıdaki anlayışlardan dolayı, İ.O.) teorik krize yol açan şey, bizzat çağdaş toplumsal mücadelelerin çoğulluğu ve bu mücadelelerin içerdiği zenginlikler olmuştur.” (Agy.)

Yukarıda bahsettiğimiz sınıf mücadelesi, işçi sınıfının rolü, sosyalizm anlayışları, “çağdaş toplumsal mücadelelerin çoğulluğu ve bu mücadelelerin içerdiği zenginlikler”i görmediği, kavramadığı için “teorik krize” neden olmuştur.

Yukarıda söylediklerini başka bir anlatımla tekrarlıyorlar. İşçi sınıfının tarihsel rolü artık yoktur. Sınıflar mücadelesi artık yoktur. Sosyalizm artık yoktur.

Artık çağımızdaki toplumsal mücadelelerin merkezinde çoğulluk vardır. Çoğulluğun merkezde olduğu toplumsal mücadeleler zenginlikler içermektedir.

Yaşasın kimliklerin, aidiyetlerin, inşa ettiğimiz “halk”ımızın “radikal demokrasi” mücadelesi, neoliberalizmi yıkma, burjuva demokrasisini kurma mücadelesi!

Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartışmak, ancak bir “evrensel sınıf’ın ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçtiğimiz takdirde olanaklı olacaktır. Bu noktada açıkça ifade etmeliyiz ki, şimdi artık post-Marksist bir zeminde duruyoruz. Artık ne Marksizmin işlediği öznelik ve sınıflar anlayışını, ne onun kapitalist gelişmenin tarihsel yönelimi görüşünü, ve tabii ne de antagonizmaların ortadan kalktığı saydam bir toplum olarak komünizm anlayışını sürdürmek olanaklıdır. Fakat bu kitaptaki entellektüel tasarımız postMarksist olduğu gibi, aynı zamanda açıkça post-Marksisttir de.”(Agk, s. 9)

-İşçi sınıfı imtiyazlı bir sınıf (tarihsel rolü, onsuz kapitalizmin olamayacağı, artı değer üreten, sosyalizmi kuran vb. İ.O) olmaktan çıkartıldığında ancak ve ancak “Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartışmak” mümkün olacaktır. İşçi sınıfını ve onunla bağlam içinde veya onu “imtiyazlı” yapanı yok sayınca Marksizm’i de yok saymış olacaksın. Anlatılan bu.

-Artık Marksist olmadıklarını, o tarihlerini geride bıraktıklarını, şimdi ise “Post-Marksizm” adı altında burjuvaziye hizmet eden teoriler üretmekle, her bakımdan baş düşman olarak gördükleri Marksizm-Leninizm’e savaş açtıklarından bahsediyorlar. Yani oldukları gibi görünüyorlar.

-Marksizm-Leninizm’in anlattığı sınıfsız, sınırsız, devletsiz vb. özellikleri olan o komünizm anlayışı mümkün değildir.

-Post-marksistiz ve Post-marksizmi savunuyoruz.

Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelede yararlı bir araç olabileceğini düşündüğümüz bir hegemonya kavramı inşa etmemiz, Marksizm içinde oluşturulmuş belli söylemsel biçimlerin ve sezgilerin geliştirilmesi, bazılarınınsa engellenmesi ya da ayıklanması yoluyla olmuştur. Burada, kısmen eleştirel de olsa, Gramsci’ye başvurmanın büyük önemi vardır.”(Agk, s. 9/10)

-Laclau ve Mouffe’un hegemonya inşasıyla “belli söylemsel biçimleri ve sezgileri” çerçevesinde de olsa Marksizm’le bir ilişkisi yoktur. Laclau ve Mouffe, “Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelede yararlı bir araç olabileceğini düşündükleri bir hegemonya kavramı inşa etmek” için Marksist sınıflar mücadelesi teorisini, özel mülkiyete dayalı toplumlarda ana sınıflar arasında uzlaşmaz çelişkilerin varlığı ve düzen değişiminin ancak ve ancak bu sınıflar arasındaki mücadeleyle, devrimle mümkün olacağı anlayışını reddederek, burjuva demokrasisinin; “radikal demokrasi”lerinin gerçekleşmesi için yukarıdakiler diye tanımladıkları “oligarşi” ile aşağıdakiler diye tanımladıkları kimlikler, aidiyetler ve inşa ettikleri “halk”ımız arasındaki mücadeleden bahsederler.

Bunun Marksizm’le ilişkisi ne ki, hegemonya kavramını Marksizm’den yararlanarak geliştirdik diyebiliyorlar?

-Hegemonya kavramını “geliştirmek” için Gramsci’yi de alet eden Laclau ve Mouffe, Marksizm’i Marksizm yapan değerleri yok saydıktan sonra onun hangi “belli söylemsel biçimlerini ve sezgilerini” geliştirmiş olacakları soru götürür. Ancak, Post-marksizm’in temel taşlarını oluşturmak için doğru söyledikleri bir şey varsa o da, Marksizm’e özgü “belli söylemsel biçimlerin ve sezgilerin ... engellenmesi ya da ayıklanması”dır.

Marksizm’e, Marksizm-Leninizm’e Post-marksist bir çerçevede, perspektifte bakabilmek için Marksizm'in, Marksizm-Leninizm’in her bakımdan tasfiye edilmesi gerekirdi. Laclau ve Mouffe da bunu yapmışlardır.

Stalin ve Stalin-sonrası dönemlerinde geçerli olan ve günümüzde çağdaş “anti-Marksizm”in belli biçimleri tarafından tam tersi bir etiketle olsa bile neredeyse aynen yeniden üretilen şu yoksullaştırılmış monolitik “Marksizm-Leninizm” imgesi yüzünden yok olmaya yüz tutmuş, ikinci Enternasyonal dönemindeki Marksist söylemselliğin çeşitlilik ve zenginliklerinin bazılarını metinde yeniden canlandırmaya çalıştık.”(Agk, s. 10)

Post-marksizm’in esas derdinin, esas amacının, evet tarihsel misyonunun ne olduğunu burada anlıyoruz: Post-marksizm çağımızda emperyalist burjuvazinin en önemli anti-komünist silahlarından birisidir. Aynen emperyalist burjuva ideologları gibi post-marksist ideologlar da çağımızın Marksizm’i olan Marksizm-Leninizm’e saldırmaktan geri kalmıyorlar; saldırmak zorundalar. Onların istediği, yozlaşmış II. Enternasyonal’in Bernstein, Kautsky vb. önderlerinin geliştirdiği Marks, Engels dönemi Marksizm’ini revizyona tabi tutan, ne ise o olmaktan çıkartan; tasfiye eden “Marksizm”di. Bu “Marksizm”e karşı en çetin mücadele Lenin ve Bolşevik Parti tarafından verilmiştir.

Sınıf uzlaşmacılığını, devrim yerine reformu “hallaç pamuğu” gibi darmadağın eden Ekim Devrimi ve kurulan Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin inşasıdır.

O zaman Batı Marksizmi’nin hazmedemediğini, bugün Post-marksizm ve Troçkizm hazmedememektedir. “İkinci Enternasyonal dönemindeki Marksist söylemselliğin çeşitlilik ve zenginlikleri” reformist, sınıf uzlaşmacı “çeşitlilik ve zenginlikler”dir. İşte bu kavramlar Marksist literatürde yer almamışlarsa bunu II. Enternasyonal oportünizmine karşı verilen mücadeleye, Ekim Devrimine, III. Enternasyonal’e, Bolşevik Partiye Lenin ve Stalin’e borçluyuz.

Bir makale çerçevesinde eleştiriyi uzatmaya gerek yok. İş dönüp dolaşıp her fırsat, her imkan kullanılarak Marksizm-Leninizm’e karşı düşmanlığa, eleştiri, geliştirme adı altında içini boşaltmaya, Marksizm-Leninizm’e “anti-marksizm” demeye getirilmektedir.

Laclau ve Mouffe,“...yeni politika anlayışının formüle edilmesini olanaklı kılan geleneklerden biri de Marksizmdir. Bu kalkış noktasını bizim açımızdan geçerli yapan tek şey, Marksizmin bizim kendi geçmişimizi oluşturmasıdır.”(Agk., s. 10) diyorlar. Ancak, onların geçmişini, anlaşılan o ki, Marksizm-Leninizm, SSCB’de sosyalizmin inşası, Lenin ve Stalin’in öğretisi değil, II. Enternasyonal oportünizminden Batı-Marksizmine oradan da Sovyet modern revizyonizmi ve Fransız Komünist Partisi revizyonizmine uzanan “Marksizm” oluşturmuştur.

Laclau ve Mouffe’un beraber yazdıkları “Hegemonya Ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitap, aslında Post-marksizm’in temel manifestolarından biridir. Bu kitap okunmaksızın Post-marksist tasfiyeciliğe karşı mücadele yüzeysel kalır. Post-marksist tasfiyeceiliğin savunduğu hemen her argüman bu kitapta işlenmiştir. Günümüzde Post-marksist tasfiyeciler, o kitapta kullanılan entelektüel lisana, kavramlara hakim olmadıklarından dolayı kafalarında yeni bir “çeviri”sini yapmışlardır. Örneğin bolca, ulu orta “yeni” keşfetmeye önem vermişlerdir. Keşfettikleri “yeni” karşılığında mutlaka bir şeyleri eskitmişlerdir. Yeniyi kapitalizmin gelişmesinin bir sonucu olarak açıklamışlardır. “Yeni”nin kapsamı sınıflara, kimliklere, parti örgütlenmesine, sosyalizme, geçmişi değerlendirmeye, geleceğin sosyalizmine vb. kadar genişletilmiştir. Yani bir nevi yeniden yapılanma gündeme getirilmiştir. Bir “yapı sökümü”ne başlamak ve “yeniden yapılanmak” kaçınılmaz olmuştur. Tabii bunu böyle söylemezler, açıklamazlar. Ancak, “yeni” peşinde koşmada ısrar, “yeni” ile onun peşinde koşan tasfiyeciler arasında diyalektik bir bağa dönüşmüştür. Bu nedenle “yeni” demeyen bir tasfiyeci, “yeni” zeminine oturmayan bir Post-marksizm yoktur.

Post-marksist tasfiyeciler geçmişe dönük düşünce değişimini, savlarını “yeni” ile karşılaştırmadan, daha doğrusu Post-marksizm’i hatmetmeden açıklayamazlar. Bu noktada Laclau ve Mouffe doldukça dürüstler. Evet, siyasal faaliyetleri; oluşturdukları teoriler burjuvaziye, burjuva düzene, kapitalizme hizmet ediyor ve bu bir karşıdevrimciliktir. Ama Post-marksist tasfiyeciler, keşfettikleri “yeni”lerinin Marksizm-Leninizm’in çağımızda geliştirilmesidir demagojisini dillerinden hiç mi hiç düşürmüyorlar. (Aynı demagoji Troçkist tasfiyeciler için de geçerlidir.) Aralarındaki fark bu: Birisi açıktan yapıyor; biz artık Marksist değiliz, Post-marksistiz, burjuvazinin teorisyenleriyiz, kendimizi Marksizm’e karşı mücadeleye adadık vb. diyor.

Tasfiyeciler ise “yaşasın Marksizm-Leninizm” diyerek Marksizm-Leninizm’i; “yaşasın partimiz” diyerek partiyi yıkmaya, yok etmeye çalışıyorlar. “Yaşasın işçi sınıfı”, “yaşasın sınıf mücadelesi” diyorlar, ama bütün eylemleri hiç de “yaşasın işçi sınıfı”na, “yaşasın sınıf mücadelesi”ne uymuyor, denk düşmüyor; sınıf yerine kimlikleri örgütlüyorlar, sınıf mücadelesi yerine kimliklerin mücadelesini kutsuyorlar.