deneme

21 Mayıs 2019 Salı

ALMAN EMPERYALİZMİ VE AVRUPA BİRLİĞİ


ALMAN EMPERYALİZMİ VE AVRUPA BİRLİĞİ

(ALMAN EMPERYALİZMİ AÇISINDAN AVRUPA BİRLİĞİ‘NİN ÖNEMİ)


28 ülkeden milyonlarca Avrupa Birliği vatandaşı seçmen, 23-26 Mayıs 2019’da 9. kez Avrupa Parlamentosu’nu seçmek için oy kullanacak.
AB ülkelerinde seçim çalışması yapan burjuva partilerin -Alman basınını örnek alıyoruz- propagandasına inanacak olursak her şey güllük gülistanlık içinde; AB’de, yani Avrupa’da özgürlük, barış hakim, sosyal adalet uygulanıyor, insanların iş, konut sorunu yok vb. Burjuva partiler bu propagandayı AB’nin yaşanmakta olan krizlerine rağmen yapabiliyorlar. Yılan hikayesine dönen Brexit burjuva propaganda için önemli değil! AB içinde birbirinin gözünü oyarcasına karşılıklı rekabet eden emperyalist ülkelerin bu hal ve gidişi pek önemli değil! AB ülkelerinde grevler, protestolar, “sarı yelekliler” hareketi önemli değil! AB’nin gerici göçmen politikası, yoğunlaştırılan askerileşme adımları hiç önemli değil! Seçim propagandasının amacı açık: Her bir parti, AB’yi daha iyi, daha sosyal, daha demokratik yapmak istiyor!

Alman tekelci sermayesinin partilerinin seçim propagandasına göre AB, faşist, milliyetçi, gerici partilerin alternatifidir; insanların demokrasi, özgürlük ve adalet taleplerinin gerçekleştirileceği düzendir. Burjuva partiler, özellikle de Avrupa Parlamentosu’nda söz sahibi olan tekelci sermayenin partileri, emperyalist bir ittifak olan AB’de özgürlük ve demokrasinin gerçekleşebileceğini vaaz ediyorlar.

AB, “barış gücü” oyununu oynamaya devam ediyor. Revizyonist blokun var olduğu dönemde ABD’nin gölgesinde bu oyunu oynadı. Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve onun önderliğinde revizyonist blokun dağılmasından sonra da aynı oyunu oynamaya özen gösterdi. Ama revizyonist blokun dağılmasından sonra dünya iki kutuplu olmaktan çıkarak çok rekabet merkezli dünyaya dönüştü. Bu merkezlerden birisi de AB’dir. Şimdi AB, ABD, Çin ve Rusya karşısında, bu ülkelerin emperyalist, saldırgan politikaları karşısında “barışçıl” olduğunu gösterme gayreti içinde; AB’nin dış işleri sorumlusu Federica Mogherini, “Dünyanın, DNA’sında barış ve çatışmaları önleme olan var” diyor. Açık ki, bu güç de AB’dir (“Avrupa Değerleri Genlerimizdedir: AB dünyadaki diğer insanlara ilham veriyor”, https//ec.europa.eu/germany/eu60/europaeische_werte_de)

Bu açıklamasıyla F. Mogherini, AB’nin emperyalist karakterini en fazlasıyla milyonlarca seçmenden gizlemeye, onları kandırmaya çalışmış olabilir. AB’nin temel taşları emperyalisttir; önceli olan “Montan Birliği”nin (“Kömür ve Çelik İçin Avrupa Topluluğu”nun) Avrupa’da emperyalist ülkelerin, özellikle de Alman emperyalizminin yeniden dirilmesinde oynadığı rol bilinmiyor değil...

Aşağıdaki yazıda Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle AB’nin Alman emperyalizmi açısından önemini analiz etmeye çalışacağız.


AB’NİN ALMAN EMPERYALİZMİ AÇISINDAN ÖNEMİ

Her iki Alman devletinin 1990’da birleşmesi; daha doğrusu Batı Almanya’nın Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yutması, Batı Alman tekelci sermayesinin büyük bir zaferi olarak görülebilir. Şüphesiz ki, bu birleşme Alman emperyalizmini güçlendirmiştir, dünya ekonomisindeki ve politikasındaki gücüne güç katmıştır. Ama Alman emperyalizminin tek başına dünya jeopolitikasında belirleyici oyuncu olması için yetmemişti.

Alma emperyalizmi bu birleşmeden önce de Avrupa’nın en güçlü ülkesiydi; Fransa ve Britanya’yı ekonomik olarak geride bırakmış; AB içinde Fransa ile bu ekonomik entegrasyonun seyrini belirleyen güç olarak önplana çıkmıştı.

Alman emperyalizmi, dünya hakimiyeti için rekabette Amerikan emperyalizmi karşısında oldukça etkisizdir; Alman tekelci sermayesinin tek başına bir dünya hegemonyası projesi olamaz, olsa da yenilgiye mahkum bir proje olur. Bu nedenle Alman emperyalizmi, dünya hegemonyasında söz sahibi olabilmek için Avrupa Birliği’ni kendi kontrolünde geliştirmenin mücadelesini vermektedir; Almanya’nın kontrolünde bir AB, Alman tekelci sermayesinin dünya hegemonyasında söz sahibi olmasını sağlayabilir. Tabii bu anlayış, Alman tekelci burjuvazisinin temel bir anlayışıdır; bu anlayışın gerçeklikle ne derece bağı vardır, bu da ayrı bir sorundur.

AB’nin dağılması durumunda Alman emperyalizminin dünya hegemonyası için rekabet edecek bir gücü pek kalmaz. Ama AB ile de Alman emperyalizmi dünya hegemonyası çabalarında pek fazla bir yol alamaz. Nihayetinde AB, siyasi bir bütünleşme değil, ekonomik bir entegrasyondur. Bu entegrasyon içinde Almanya dışında Fransa, İtalya gibi başka emperyalist ülkeler de var ve AB içinde bu ümerhaba hocam..lkelerin ve diğer üyelerin Alman sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Bu ülkeler de kendi sermayelerinin çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerdir. Ortak hareket etmek ancak ve ancak ülke çıkarlarının ortaklaşması durumunda söz konusu olabilir.

Şimdiye kadar Alman emperyalizmi AB’deki hakimiyetini sermayesine dayanarak sağlamıştır. Ama Alman sermayesinin şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da AB içinde hakim güç olarak kalacağının hiçbir garantisi yoktur. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası işlemektedir; bakarsınız belli bir zaman sonra örneğin Fransız sermayesi AB içinde pekala hakim güç konumuna gelebilir.

Şu da bilinmelidir; AB sadece Alman çıkarları için Alman emperyalizmi tarafından oluşturulmamıştır. Bu oluşlum katılımcı emperyalist ülkeler açısından amaca bağlı bir entegrasyondur. Katılımcı emperyalist ülkeler AB olarak belli bir güce sahip olmuşlardır ama bu, onların kendi aralarında çelişkili bir ilişki içinde olmadıkları, karşılıklı rekabet etmedikleri anlamına asla gelmez.

AB, ulusal özelliklerin korunduğu bir ekonomik entegrasyondur. Bunca tarihine rağmen AB, hala bir Avrupa sermayesi, Avrupa tekeli oluşturamamıştır. Royal Dutch-Shell bir istisna olarak kalmıştır.
AB, AB sermayesinin oluşmadığı, ulusal sermayelerin rekabet ettiği bir pazardır.

AB’de kim kimi yönlendiriyor?

Tarihsel ilişkiler de göz önünde tutulduğunda Fransa, çok güçlü ve kendi başına hareket eden bir Almanya istemiyor. Buna karşın Almanya, Fransa’nın rekabette kendisiyle aşık atamayacağını biliyor. Ama AB’nin kendi güdümünde, ABD ve başka rekabet merkezlerine karşı bütünlüklü hareket etmesi ve dolayısıyla Alman çıkarlarını savunan bir araç olması için Fransa’nın şu veya bu isteğiyle uzlaşıyor. Fransa, yeniden baş belası olur diye Almanya’yı yalnız bırakmıyor ve Almanya da Fransa’yı kendi emperyalist yönelimlerine ortak ederek, AB adı altında rekabet potansiyelini yükseltiyor.
Fransa, mevcut iktisadi ve nükleer de olsa silahlı gücüyle dünya hegemonyası için bir jeopolitika ve strateji geliştirecek yetenekten oldukça uzaktır. Fransa, Lome anlaşmalarıyla AB’yle ilişkilendirdiği eski sömürgeleri üzerindeki siyasi ve askeri nüfuzunu, iktisadi çıkar elde etmek için kullanıyor. Bunun ötesinde AB’nin genişlemesini kendi çıkar alanlarına doğru yönlendirmeye çalışıyor (AB’nin güneye doğru genişlemesi).

1990’da birleşmesinden sonra Almanya’nın Avrupa’daki ve dünyadaki konumu güçlendi. Alman emperyalistleri, politikacıları, intikamcıları ve jeopolitikacıları eski “türkü”yü yeniden dillendirmeye başladılar. Daha 1992’de Alman intikamcıları, “Königsberg (şimdiki Kaliningrad, çn), doğu ve batı Prusya, aşağı ve yukarı Silezya üzerine son söz söylenmedi” demeye başladılar.(W. Schäuble, CDU, Eisenach, 1.12.1992) Bu, bir Alman politikacısının münferit bir sözü değildir. Her ne kadar Almanya, Polonya’yla bugünkü sınırını (Oder-Neisse) resmen tanımış olsa da, bu sınır tespiti, gerçekte tanınmıyor. Almanya’nın gözü doğuda; Alman emperyalizminin Doğuya yöneliş sloganının 100 senelik bir tarihi vardır. Alman emperyalizmi, paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşmak için çıkardığı her iki dünya savaşında da aynı türküyü söylemişti. Doğu ve Orta Avrupa’yı işgal ederek, Ukrayna, Rusya üzerinden Hazar Havzası’na yönelmek. Bu alan, Almanya’nın “yaşam alanı”dır ve bu bugün de dile getiriliyor.

Almanya, Güneydoğuya da yönelmiştir. Bu yöneliş Balkanlardan Mezopotamya’ya uzanan alanın Alman hakimiyetine geçmesi içindir. “Güneydoğuya yöneliş” sloganıyla “doğuya yöneliş” sloganı bir madalyonun iki yüzüdür. Yugoslavya’da savaşı kışkırtan Almanya olmuştur. Savaşın başlamasından hemen sonra “atılan her kurşunla Hırvatistan’ın bağımsızlığı daha da yaklaşıyor” değerlendirmesini yapan o zamanın Alman Dışişleri Bakanı Genscher’di (1991). Aralık 1991’de Hırvatistan’ı tanıyarak Yugoslavya katliamını körükleyen Almanya, bu tavrını, Başbakan Kohl vasıtasıyla “Alman politikası için büyük bir zafer” diye tanımlıyordu. Ağustos 1992’de Amerikan gazetesi “The New York” şöyle yazıyordu: “Genscher (o zamanki Alman Dışişleri Bakanı, çn.) Hırvatistan Dışişleri Bakanıyla her gün ilişki içindeydi. Hırvatları, Federasyonu terk etmeleri ve bağımsızlıklarını açıklamaları için cesaretlendiriyordu.” (Bkz. “Blaetter für deutsche und internationale Politik”, No. 4, s. 1195. 1991)

Alman faşist partisinin (NSDAP) Dış Ticaret ve Dış Politika Dairesi yöneticisi W. Daitz, bu faşist jeopolitikacı ve Avrupa stratejisti 31 Mayıs 1940’ta şöyle yazıyordu:
İngiliz poundunun ve donanmasının himayesi altında olan liberal dünya iktisadi sistemi zorunlu olarak çok sayıda otonom ve autark iktisadi bloklara veya büyük alan ekonomilerine çözülecektir; dolar blokuyla, yen blokuna, rupi blokuna ve bir kıta Avrupa’sı mark blokuna. Avrupa kıtasının, beyaz ırkın bu ebedi çekirdek alanının yeni düzeni, burada, zorunlu iktisadi yeniden güçlenmesinin ve bağımsızlığının ifadesini buluyor. Kıta Avrupa’sı halklarının bu iktisadi işbirliği (şu) parolada ifadesini bulmalıdır: Avrupa Avrupalılara... (aynen) diğer, giderek daha çok güçlenen büyük alan ekonomilerinin açıkladıkları gibi; Amerika Amerikalılara, Doğu Asya, Doğu Asyalılara... Hindistan Hindistanlılara vs.
Alman önderliğinde bir kıta Avrupası büyük alan ekonomisi, nihai barış amacı olarak Cebelitarık’tan Ural’a kadar ve Kuzey kutbundan Kıbrıs adasına kadar, Sibirya alanına ve Akdeniz üzerinden Afrika içlerine doğru doğal sömürge uzantılarıyla kara kıtasının bütün halklarını kapsamalıdır...
Dış politik nedenlerden dolayı, Alman önderliğindeki bu kıta Avrupası büyük alan ekonomisini Alman büyük alan ekonomisi olarak... tanımlamamalıyız... Avrupa kıtasına iktisadi olarak önderlik etmek istiyorsak -ki bu, beyaz ırkın çekirdek alanı olarak Avrupa kıtasının iktisadi gücü nedenlerinden dolayı mutlaka gereklidir ve bunu alenen Alman büyük alan ekonomisi olarak açıklamamalıyız.” W. Daitz; “Denkschrift. Errichtung eines Reichskommissariats für Grossraumwirtschaft.” Akt.: R. Opitz; “Europastrategien des deutschen Kapitals 1900-1945”, s. 668-669, Bonn 1994. 2. Baskı)

Alman emperyalizmi bu jeopolitikasını, jeostratejik amacını gerçekleştirmeyi iki defa denedi (I. ve II. Dünya Savaşları). Her ikisinde de hüsrana uğradı. Şimdi üçüncü denemesini yapıyor. Zamanın Alman Dışişleri Bakanı Kinkel’in dediği gibi “İki defa akamete uğradığımızı... gerçekleştirmeliyiz” ve bunu askersiz, Alman askerinin “yaşamını tehlikeye atmadan (zamanın Cumhurbaşkanı Herzog) yapmalıyız anlayışı, Alman tekelci burjuvazisinin hakim politikasıdır.
Bu araç, askersiz istila, AB’dir. Alman emperyalizmi, savaşla iki defa deneyip de başaramadığını şimdi AB vasıtasıyla deniyor. Her şey AB şemsiyesi altında yapılıyor. Çünkü AB’de Almanya 81 milyonluk nüfusu ve iktisadi ağırlığıyla söz sahibi durumda.

Ama bunun böyle gideceğinin hiçbir garantisi yoktur. AB’de emperyalist ülkeler arası çelişkilerin gelişmesinin bugünkü boyutları, AB’nin iktisadi entegrasyon olarak gelişmesini, genişlemesini engellemiyor. Bunda bütün ülkelerin çıkarı var. Ama yarın, emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesi ve boyutlanması, AB’yi hareket edemez duruma getirecektir. İşte o zaman, Avrupa’da yeni bir paylaşım için yeni siyasi ve askeri ittifaklaşma gündeme gelecektir; AB adına tahakküm, yerini ülke adına tahakküme bırakacaktır.

Bugün AB içinde hakim olan, emperyalist devletler arasında çelişkilerin/rekabetin neden olduğu ayrılma değil, tam tersine ortak hareket etme eğilimidir. Bu durum, AB’ye bir bütünlük veriyor, ama sadece iktisadi açıdan. Bunun ötesinde, siyasi ve askeri açıdan AB, bir hiçtir.

AB, ortak dış politika, ortak askeri yapı oluşturmak için kurumlar kurdu. Ama içi boş. Ortak dış politika, siyasi ve ekonomik ve de askeri çıkarların ortak olmasını gerekli kılar. AB’de olmayan da bu. AB, NATO’dan, dolayısıyla ABD’den koparak, askeri olarak bağımsızlaşmak istiyor, ama kimin adına, kimin çıkarı için? Bu sorunun cevabı henüz verilmedi. AB orduları, Almanya için mi, Fransa için mi, yoksa Yunanistan için mi savaşacak, mücadele edecek? Diğer taraftan bugünkü harcama boyutuyla AB’nin ciddi bir askeri ittifak oluşturması da olası değil.

Şüphesiz Almanya eksenli AB ile ABD arasındaki çelişkiler derinleşiyor ve kapsamlaşıyor. Bu anlamda AB’nin ve ABD’nin Doğu ve Orta Avrupa politikaları (özellikle NATO’nun genişlemesi açısından), Balkan politikaları, Ortadoğu ve Yakındoğu politikaları, Rusya, Kafkasya, Hazar Havzası politikaları, Çin politikaları vs. çelişkilidir. Bu alanlarda ABD ve AB, rekabet merkezleri olarak karşı karşıya geliyorlar. Bu çelişkiler aynı zamanda Alman emperyalizmiyle Amerikan emperyalizmi arasındaki çelişkilerdir; buralar her iki ülke arasındaki rekabet alanlarıdır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Görülebilir zaman zarfı içinde Alman emperyalizmi, Fransa ile görüş birliği sağlayarak AB içinde hakimiyetini sürdürecek ve AB üzerinden de açılımlarını yapabilecektir. Ama eşitsiz gelişme yasası bu hakimiyetin geçici olduğunu Alman sermayesine her adımda hatırlatacaktır. Almanya, güçlü olduğu müddetçe ve Fransa ile işbirliği içinde Avrupa’yı kendi etrafında toplayabilir. Tabii Alman sermayesinin söz sahibi olduğu birliktelik, AB görünümlü mevcut entegrasyon sorunsuz değildir; özellikle Amerikan emperyalizmi AB’yi kendi çıkarları için kullanmaya çalışmaktadır. AB içinde ABD etkisi, Alman etkisinin azalması anlamına gelir. Bunu 2003’te Irak savaşı öncesinde eski, yeni Avrupa biçiminde yaşadık.

Dünyanın yeniden paylaşımı ve Alman emperyalizmi
Alman emperyalizminin küresel çıkarlarının gerçekleştirilmesinde AB “olmazsa olmaz” kaldıraçtır. Alman tekelci sermayesi AB iç pazarının büyük bir bölümüne hakimdir. Alman tekelci burjuvazisi, dünya pazarlarında yayılmanın, söz sahibi olmanın Avrupa bölgesinde hakim güç olmaktan geçtiğini bilmektedir. Ama bu hakimiyeti önünde büyük engeller vardır; bu engellerin başında öncelikle Amerikan emperyalizmi gelmektedir. Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası Alman emperyalizmini sınırlandırmaktadır. Bu jeopolitikaya göre Rusya çembere alınmalıdır, Ukrayna Rusya’dan kopartılmalıdır. Bu politikalar Alman emperyalizminin Rusya açılımını sınırlandırmaktadır. Diğer taraftan Amerikan emperyalizmi, AB’nin doğu büyümesine bu yeni AB üyesi ülkeleri NATO üyesi yaparak cevap vermektedir. Yani Almanya, AB üzerinden neredeyse , ABD de NATO üzerinden oradadır. Aynı durum; ABD-Almanya arasındaki rekabet Balkanlarda da geçerlidir.

AB önderliğinde Almanya ve aynı zamanda Fransa da, “barışçıl” denen yöntemlerle (siyasi, ekonomik, askeri, hatta kültürel anlaşmalarla) farklı “ulusal” sermayeleri AB’ye bağımlı kılmanın ve AB üzerinde bu sermayeleri kontrol etmenin, kendine bağımlı kılmanın artık son sınırlarına gelmiştir. Bu yöntemle Alman emperyalizmi, kapitalizmde yapılabilir olanın sınırlarına toslamaya başlamıştır.

Alman emperyalizmi, dünyanın yeniden paylaşılması rekabetinde AB yapılanmasıyla oldukça göze çarpan ve çelişkili bir durum arz etmektedir. Küresel rekabette AB üzerinden Almanya, dünyanın en büyük iç pazarının büyük bir kısmını kontrol etse ve dünya çapında dolardan sonra gelen dünya parası avroya sahip olsa da karşısındaki en büyük rakibi olan ABD ile boy ölçüşecek durumda değildir. Bu rekabette Almanya, ABD karşısında AB üzerinde fazla bir şey yapamaz; AB’de ulusal birliğin olmaması; AB’nin ulus devlet değil, ulus devletlerin ekonomik bir entegrasyonu olması, buna bağlı olarak AB’nin ulus devletleri aşan; hepsini bir devlette (dolayısıyla orduda) ortaklaştıran bir askeri gücünün olmaması bunda belirleyicidir. Bu durum sadece ABD ile rekabetinde değil, Çin, Rusya gibi diğer emperyalist ülkelerle rekabetinde de görülmektedir. AB’nin, dolayısıyla Almanya’nın, Fransa’nın örneğin Ortadoğu’da, Ukrayna’da fazla bir şey yapamamasının nedeni AB’nin siyasal çelişkili yapısında aranmalıdır.

Uluslararası alanda emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin bugünkü keskinleşmesinin ötesine geçmesi; çok rekabet merkezli dünyada yeni müttefikleşmelerin/bloklaşmaların oluşması durumda AB üyesi ülkeler siyasi ve askeri nedenlerden; ulusal çıkar kaygısından dolayı AB’de kalmayabilirler. Bu anlamda AB’nin bu yapısıyla geleceği yoktur. Alman emperyalizmi böyle bir gelişmeyi şüphesiz ki hesaba katıyordur. Örneğin “Çekirdek Avrupa” anlayışı bu tarz düşüncelerin bir sonucudur.

Alman hükümetinin son dönemlerdeki bazı açıklamaları, Alman tekelci sermayesinin büyük güç politikasından vaz geçmediğini ve geçmeye de hiç niyetli olmadığını göstermektedir. Alman emperyalizmi ABD ile ilişkilerin istenildiği gibi gitmemesinin de bir ifadesi olarak ABD’den bağımsız bir dış politika ve askeri politika dillendiriyor. Örneğin Merkel şöyle diyor bu konuda:

Dış politika bakımından Avrupa’nın en aktif kıta olmadığı, aksine sık sık, şimdi kendine odaklanmış ABD’ye güvenmemiz gerçeği şunu söylememize neden olmaktadır: Daha çok sorumluluk üstlenmeliyiz; geleceğimizi daha çok kendi elimize almalıyız”. Ve devamla: “Bunu, tam da ortak bir savunma politikası oluşturmakla yapmış oluyoruz.”(Rede von Bundeskanzlerin Merkel beim Jahrestreffen des World Economic Forum am 24. Januar 2018 in Davos; https://www.bundesregierung.de/Content/DE/Bulletin/2018/01/10-1-bkin-davos.html)
Merkel daha açık nasıl konuşabilirdi, bu konuda düşüncelerini dile getirebilirdi ki? Alman tekelci sermayesinin baş siyasi temsilcisi, dünyanın yeniden paylaşımında söz sahibi olabilmek için Avrupa’nın silahlanmasını talep etmektedir. Avrupa’nın silahlanması, AB’nin ve dolayısıyla da Almanya’nın silahlanmasıdır.

Merkel, cevap vermek için soruyor:

Soru: Ortak dış politika, ortak savunma politikası ve ortak gelişme politikası neden büyük öneme sahiptir?”
Cevap: Şayet Avrupa’nın çevresine bakarsanız, küresel çatışmaların büyük bir kısmının kapımızın önünde gerçekleşiyor olduğunu görürsünüz”.(Agy.).

Devamla Merkel, Avrupa'nın Suriye savaşı ve Irak'da IŞİD ile fazla ilgilenmediğini; yani ilgilenmesi gerektiğini dile getirir.

Merkel için sorun sadece bununla sınırlı değil. Devamla şöyle diyor:
Afrika kıtasının gelişmesinde biz de sorumluyuz. Irak’daki gelişmenin seyri sorununda biz de sorumluyuz. Libya’daki gelişmenin seyri sorununda biz de sorumluyuz”.(Agy.).
Merkel, Alman emperyalizminin çıkarlarının AB üzerinden gerçekleştirilmesi, dünya jeopolitikasında, yeniden paylaşımında söz sahibi olunması için AB’nin silahlanmasını ve Alman tekelci sermayesinin çıkarları için ulus-devlet gibi hareket etmesini talep ediyor; bunu demese de söylediği bu anlama geliyor.

Alman tekelci burjuvazisinin bu duruma gösterdiği tepki daha öncesindeki, 20. yüzyıldaki tepkisinden farklı değildir: Silahlanmak ve dünya hegemonyası planları yapmak.
Alman Dışişleri Bakanı S. Gabiel’e göre Batı Avrupa’dan Orta Asya’ya, Afrika’ya kadar uzanan alanda çıkarlarını geçerli kılmak için AB ülkelerinin stratejiler ve araçlar geliştirmesi gerekmektedir. Bu Bakan bununla da kalmıyor ve ABD, Çin ve Rusya’yı da, sakın ha AB’yi bölmeye çalışmayın diye tehdit ediyor.
Özellikle Alman tekelci burjuvazisinin dillendirdiği birleşik Avrupa retoriğinin kıta insanlarının çıkarlarıyla bir ilişkisi yoktur. Bu retoriğin altında yatan gerçek, Alman sermayesinin Avrupa üzerindeki hegemonya çabasıdır. Alman burjuvazisi de biliyor ki, ancak bu yolla, kendi çıkarları doğrultusunda birleşen Avrupa üzerinde hakimiyetle dünya gücü olarak ortaya çıkabilir.

Sonuç:
Alman emperyalizminin de “günü geçti”; dünyanın yeniden paylaşılması rekabetinde Alman emperyalizminin ABD ve Rusya+Çin veya da kendi başlarına Rusya ve Çin karşısında; jeopolitika geliştirme ve uygulama gücüne sahip bu rakipleri karşısında hemen hiç şansı yoktur. Alman emperyalizmi, aynen Fransız ve İngiliz emperyalizmi gibi, tek başına önder dünya gücü olma durumunda değildir artık; o eskidendi. Bu nedenle Alman emperyalizmi, eskiden olduğu gibi (1. ve 2. paylaşım savaşlarında) artık blok oluşturmanın merkezinde değil. Bu nedenle siyasi olarak ölüm döşeğindeki ve ekonomik olarak da hala krizdeki AB'ye sarıldıkça sarılıyor. Büyük Britanya ayrıldı. Şimdi AB içinde İngiliz rekabeti olmaksızın Almanya, Fransa ile birlikte AB'yi yönlendirmeye çalışıyor. AB'siz Almanya (ve Fransa da) ABD, Rusya, Çin karşısında bir güç olamayacağı gibi, Türkiye gibi ülkelere de söz geçirme durumu pek olamaz. Bu nedenle her ikisi de ayrı ayrı olmanın dünya hegemonyası için rekabette kendi çıkarlarına hizmet etmeyeceğini, ancak beraber olurlarsa bir şey ifade edebileceklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle AB saflarını sıkı tutmaya çalışıyorlar. AB genişlemesine paralel olarak NATO genişlemesi de AB'nin emperyalist ülkelerine, özellikle de Alman emperyalizmine şunu göstermiştir: Amerikan emperyalizminin, AB adı altında da olsa Alman emperyalizmine “boş” alan bırakmaya hiç niyeti yoktur. Nitekim AB'in orta ve doğu Avrupa'daki yeni üyeleri AB'den çok NATO'nun boyunduruğu altındaymış gibi hareket ediyorlar.

AB'nin gidişatı iyi değil, Almanya'nın ABD ile ilişkiler iyi değil. Ortadoğu'da da durum pek iç açıcı değil. “Bağdat demiryolu” dönemi artık kapandı; Alman emperyalizmi tek başına Ortadoğu'da, I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı devleti üzerinden nüfuz alanı olarak gördüğü bu bölgede şimdi söz sahibi olmaktan çok uzaktır. Ortadoğu'da AB ve Almanya oldukça perişan (Fransa, ara sıra da olsa Suriye'de sağa sola bomba atabiliyor). ABD ve Rusya'nın yanında “birinci sınıf” oyuncu değil. En Batı yanlısı olan Türkiye'ye söz geçirecek; Ortadoğu'da onu yönetecek durumda hiç değil. Türkiye'nin de AB'ye veya Almanya'ya Ortadoğu politikasını kabul ettirme diye bir derdi yok (Bu işin “birinci sınıf” oyuncular ABD ve Rusya ile halledilmesi gerektiğini biliyor). Öyle ki, Ortadoğu'da Türkiye, İran, S. Arabistan, hatta Katar, AB ve Almanya'ya nazaran “birinci sınıf” oyuncu durumundalar; Ortadoğu'da Türkiye, İran, S. Arabistan Alman emperyalizminden daha fazla söz sahibidir. Alman emperyalizminin hazmedeceği bir durum değil, ama nesnel gerçeklik böyle. Ortadoğu'da var olmak için AB’nin ve özelikle de Almanya’nın elini bölgesel bir gücün tutması; yönlendirmesi gerekiyor, ama öyle bir güç de yok. Şu hale bakın: I. Dünya Savaşı'nda bölge, Fransa ve İngiltere tarafından nüfuz alanlarına bölündü (Sykes-Pico Antlaşması 16 Mayıs1916); yenik Almanya buna seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi de yine başka güçler (Rusya ve ABD) yanlarına yerel aktörleri de çekerek bölgeyi çıkarlarına göre nüfuz alanlarına bölmenin oyunu içindeler. Almanya yine yok orada; uzaktan bakıyor. Afganistan işgalini meşrulaştırmak için o zamanın Alman savunma bakanı Struck’un dediği gibi, Almanya’nın çıkarlarını “Hindikuşu”nda “savunmak” gerekiyordu. Şimdi bu savunma alanı en fazlasıyla Kapıkule'de son buluyor.

Almanya, en azından AB'ye bitişik denizlerde boy göstermek istiyor; tabii AB'nin sınırlarını güven altına almak için! Aslında ise göçmen akışını önlemek için. Ama bunu da beceremiyor. Burada söz konusu olan esasen Akdeniz'dir. Alman donanması Akdeniz'in bazı alanlarında dolaşabilir, ama emperyalistler arası ve kıyı ülkeler arası rekabette söz konusu olan Doğu Akdeniz'de, Eğe'de istenmez.

Şüphesiz ki, Alman ekonomisi dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisidir. Ama artık bu yetmiyor; jeopolitikayı belirleyen başka güçler var.
AB, görünür ve henüz görünmeyen yönleriyle tarihinin en büyük krizi ile boğuşma sürecindedir. Bu yüzyılın başında hedefi büyüktü; öncelikle dünyanın en dinamik ekonomisine sahip olacaktı. Bu dinamik ekonomiyle, pek dillendirilmese de, jeopolitik açılımlar yapacak; dünya hegemonyası için rekabet edecekti. Bunun gerçekleştirilmesi için Lizbon Anlaşmaları ve Avrupa Anayasası bütün Avrupa kıtasını ekonomik, siyasi, sosyal olarak bütünleştirecekti; yani AB devletleşme sürecinde bayağı ilerlemiş olacaktı.

Bütün Kıtanın bütünleştirilmesi AB'nin doğu, orta Avrupa ve Balkan genişlemesinin tamamlanmasını önkoşul yapmaktaydı. Berlin Duvarının yıkılmasından sonra AB, Fransız, ama özellikle de Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bu amacına da ulaştı. AB, ekonomik olarak bütün kıtayı nüfuzu altına almıştı; para birimi olarak avronun da kullanıma sokulmasıyla AB yapılanması güçlenmiş, dünya çapında rekabet için ABD karşısında yeni bir rakip oluşmuştu. ABD buna AB'nin genişleme alanlarında NATO'yu genişleterek; yeni AB üyelerini NATO üyesi yaparak cevap verdi.

Hayal kuranlar, kapitalizmin nesnel, yok edilemez kahredici bazı özelliklerini hep göz ardı ederler: 2008 ekonomik krizi ve arkasından hala devam etmekte olan inişli çıkışlı durgunluk süreci bütün planları; projelendirilmiş hayalleri alt üst etti; AB'nin bir siyasal birlik olmadığı, tam tersine bir çıkarlar ortaklığı olduğu ve bu ortaklıkta güçlü olanın zayıf olanı ezdiği bir ortaklık olduğu bir kez daha görüldü. Alman emperyalizmi, AB'nin en zayıf ülkelerine; özellikle de Güney Avrupa ülkelerine krizin yükünü sırtlattı. 2008 krizi, daha öncekilerden farklı olarak, AB'nin aynı zamanda üye ülkeler arasında eşitsizliği büyüten ve derinleştiren bir sistem olduğunu gösterdi. AB adına özellikle Alman emperyalizmi, Güney Avrupa ülkelerindeki “borçlanma krizini“ ve Yunanistan'ın bir AB-protektoratına dönüşmesini yönetti, İtalya, Portekiz, İspanya gibi ülkelere AB'nin Alman ve Fransız çıkarlarına hizmet eden politikasını dayattı.

AB krizi dış ilişkilerinde de kendini göstermektedir. AB-Ukrayna, AB-Ortadoğu ilişkilerinde AB adlı bu ekonomik entegrasyonun bütünlüklü ve aktif bir dış politika geliştiremediği; en azından Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda geliştiremediği görülmektedir. Ukrayna'da Amerikan emperyalizmi iç çatışmaları kullanarak Rus emperyalizmiyle yeni bir çatışma sürecini, diyelim ki, yeni bir “soğu savaş“ı başlatacak politikalar geliştirme olanağına sahip olmuştur. Böylece bir bütün olarak AB'nin ve özellikle de Alman emperyalizminin Rusya ile stratejik anlam taşıyabilecek bir ortaklık geliştirmesini engellemiştir. Ortadoğu'da ise durum daha da kötüdür; Cenevre görüşmeleri konusunda ABD, Rusya ile anlaşmış olmasına rağmen, Suriye ve Ortadoğu genelinde ortaklaşmış bir politikaları yoktur, böyle bir politikayı beklemek de saflıktan başka bir anlam taşımaz. Ortadoğu'da ABD yanında yer alan AB, göçmen krizinin de gösterdiği gibi, Alman emperyalizmi öncülüğünde Amerikan politikasına pek sıcak bakmamakta, göçmen sorunundan dolayı Türkiye'nin açık ve gelecekteki dayatmalarına boyun emiş durumdadır.

Gelecek bakımdan, stratejik yapılanma açısında AB ve tabii ki, avronun gidişatı hiç iyi değil. 2008 krizi ve sonrasında AB, Lizbon anlaşması ve Avrupa Anayasası perspektiflerine göre hemen her alanda bütünleşmede ilerleme sağlayamamış, tam tersine çelişkili, çıkarlar dengesine göre bir ekonomik entegrasyon olduğunu göstermiştir. Bu süreçte AB, ABD'yi geçme, dünya çapında ilk sırada yer alan bir güç olma yerine ABD ve Çin'in de gerisine düşmüştür. Bu durum Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi, tekelci sermayesi için önemli bir endişe olmaktadır. Dünya çapında rekabet edebilmek için AB içinde ve dünya çapında yeni bir yönelişe, yeni bir stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. İngiltere böyle yeni bir yapılanmanın pek olamayacağından hareketle AB'den çıkarken, Almanya ve Fransa, tek başına fazla bir şey yapamayacaklarından hareketle, dünya çapında rekabet edebilmek için AB'yi “tazelemek” zorunda olduklarını görüyorlar.