DOĞU
PERİNÇEK VE ŞÜREKASINDAN YENİ BİR HİKAYE
“ÜRETİM
EKONOMİSİ”!
Son
dönemlerde farklı çevreler “üretim ekonomisi” talep eder
oldular. Sanayi odalarından, gazetelerden “Vatan Partisi”ne
varana dek geniş bir yelpazede “üretim ekonomisi” talep
ediliyor. Öyle ki, “üretim ekonomisi kongresi” bile
düzenleniyor. Gördüğüm kadarıyla bu ekonominin en yaman
savunucuları, Aydınlık-Doğu Perinçek çevresidir. Bu geniş
yelpazede yer alan diğerleriyle karşılaştırıldığında D.
Perinçek ve çevresinin “üretim ekonomisi”nden neyi
anladıklarını açıklıyor olmalardır. Yani Aydınlık’ta çıkan
yazılara ve D. Perinçek’in açıklamalarına baktığımızda a)
“üretim ekonomisi”nden neyi anlamamız gerektiğini ve b) bu
çevrenin “üretim ekonomisi” anlayışlarını hangi sınıfsal
tabana oturttuklarını ve bu bağlamada da neyin savunucusu
olduklarını yeteri açıklıkta görüyor ve anlıyoruz. Bu
nedenle, “üretim ekonomisi” konusunda bu çevrenin savunduğu
anlayışı, bu makalede esas alacağız.
Önce,
söylenenleri, “fikir” olarak ileri sürülenleri, “üretim
ekonomisi”nin ideolojik ve sınıfsal karakterine zemin teşkil
eden anlayışları buraya aktaralım. Uzun olacak, ama anlayışla
karşılanacağını umuyorum.
Yavuz
Alogan
7.10.2017
tarihli Aydınlık gazetesinde Yavuz Alogan “üretim ekonomisi”
üzerine şunları yazıyor:
“Ancak
sorulması gereken iki soru var: Birincisi, mevcut siyasi iktidar
bizzat yarattığı ve dayandığı rantiye sınıfını ulusal
ekonominin yeniden inşasına razı edebilecek mi, yoksa çökene
kadar ülkenin varlıklarını satarak ve borçlanarak bu sınıfı
beslemeye devam mı edecek? Başka deyişle, küresel ve yerel
bağlantıları ve angajmanları, siyasi olarak maruz kaldığı çok
yönlü şantaj ve tehditler dikkate alındığında mevcut siyasi
iradenin ekonomide radikal bir dönüşümü (neoliberal iktisat
politikalarının terk edilmesi) gerçekleştirme ve bu sürece
önderlik etme kabiliyeti var mıdır?”.
Bu
soruyu soran birisinin bu içerikli bir makale yazmaması gerekirdi.
“Mevcut siyasi iktidar” sermayenin çıkarlarını savunan
iktidardır. Kapitalizmde başka türlü olmaz. Hükümet, toplamı
“ulusal ekonomi” olan sermayenin çıkarlarını korumak için
vardır; ulusal geliri, bütçeyi büyüklüğü göz önünde
tutularak tekellerin çıkarına uygun bir biçimde paylaştırır;
bu paylaşımı yönetir.
Günümüz
koşullarında; emperyalist küreselleşme koşullarında;
bütünleşmiş dünya ekonomisi koşullarında hem bu sistemin
içinde olacaksın hem de bağımsız olacaksın, işte bu olmaz,
olamaz. Ancak, bu sistemden koparak, kapitalist dünya dışına
çıkarak bağımsız olabilirsin. Bu sistem içinde “gücü gücü
yetene” rekabeti söz konusudur.
Kapitalizm
koşullarında “ulusal ekonomi”, siyasi iktidar ne kadar
demokratik olursa olsun, sömürüyü, “ulusal” zenginliklerin
talanını, rekabeti dışlamaz. Kapitalizm koşullarında “ulusal
ekonomi” “üretici”nin çıkarlarını savunma adına ileri
sürülecek, özlemi duyulan bir ekonomi olamaz. Kapitalizm
koşullarında “ulusal ekonomi” sınıf karakterlidir; hakim
sermayenin hakimiyeti söz konusudur.
Ancak,
işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi iktidarı
koşullarında gerçek bir “ulusal ekonomi”den bahsedilebilir. Bu
iktidar; nam -ı diğer, Lenin’in deyimiyle Sovyet iktidarı veya
proletarya diktatörlüğü, sömürünün, talanın olmadığı
çalışan sınıfın; “üretici”nin iktidarda olduğu düzendir.
Bunun adı sosyalizmdir.
Şimdilik,
Yavuz Alogan bu kadar saf mıdır da bu soruyu soruyor diyerek
geçelim!
Mustafa
Pamukoğlu:
Yine
Aydınlık gazetesinden Mustafa Pamukoğlu “Üretim ve borçlanma
ekonomisi” başlıklı makalelerinde biraz da D. Perinçek’le
atışır gibi yaparak sorunun ideolojik, teorik ve sınıfsal
içeriğini nasıl gördüğünü açıklıyor:
İlk
makalesinden:
“İşte
üretim ekonomisi burada çiftçiyi ve tüketiciyi koruyucu bir
şekilde devletin devreye girmesini öngörür. Yani fiyat ve diğer
etkenlerle göre çiftçinin üretim kararının tarımsal
gelişmemizi engellememesi için devlet alım-teşvik-fiyat
politikasını üretim lehine belirler”(Aydınlık
Gazetesi, 26.4.2019).
Pamukoğlu’nun
hangi hayal dünyasında yaşadığını bilmiyorum, ama Türkiye’de
insanlar acımasız kapitalizm koşullarında yaşıyorlar; ekonomi
kapitalist, toplum burjuva ve birbirine zıt, düşman iki ana sınıfa
bölünmüş durumda. Bir tarafta burjuvazi ve diğer tarafta da işçi
sınıfı ve emekçi yığınlar. Böylesi koşullarda siyasi
iktidar, sermayenin çıkarlarını koruyacaktır. “Çiftçi” ve
“tüketici” diye tanımlanan küçük üreticinin ve çalışan
insanların çıkarını korumayacaktır. Devlet, her türlü fiyat
ayarlamasını, “alım-teşvik-fiyat politikası”nı sermayenin
çıkarlarına göre düzenleyecektir. Kapitalizmde bütçe, ulusal
gelirin bir kısmının sermaye kesimleri arasında pay edilmesidir.
Bu paylaşımda küçük üretici en sonda yer alır. Pamukoğlu, bu
gerçeği bilmiyor gibi yazınca gerçek ortadan kalkmıyor.
İşçilerin ve köylülerin demokratik devleti, daha ilerisinde
sosyalist devlet ile yaşadığımız kapitalist devlet arasındaki
fark bilinmiyorsa söylenecek fazla bir şey kalmıyor!
“Tarımsal
sanayinin geliştirilmesi, tohumun ülkemizde üretilmesi, tarım
ürünü ihraç eden ülke durumuna getirilmesi ile ilgili plan ve
politikalar üretim ekonomisinin içindedir...”. Burada
söylenen, uluslararası tarım tekellerine karşı mücadeledir.
Emperyalist küreselleşme koşullarında bu mücadelede muzaffer
olmak, o tarım tekelleri seviyesine gelmekle mümkün olabilir.
Ancak, bu tekellerden kurtulmak, tarımı ulusal çıkarlara göre
yapılandırmak istiyorsak bu da bir devrim sorunudur. Bu sistem
içinde kalarak bağımsız tarım politikaları geliştirmek, hele
hele bunu mevcut siyasi iktidardan talep etmek gerçekten bir
saflıktır.
“Madenlerimizi
ham cevher olarak değil işleyerek ara mal veya nihai mal haline
getirmek ve bu şekilde sanayinin emrine vermek ve ihraç etmek. Bor,
titanyum gibi geleceğin petrolü olan madenlerimizi ham cevher
olarak elin oğluna satıyoruz...”.
Gücünüz
yetiyorsa sattırtmayınız efendim! Ama sizi kim dinler? Madenler
başka bir “elin oğlu”na satılmış. O “elin oğlu” bu
madenler benim özel mülkiyetimdedir diyor ve çıkardığını
başka bir “elin oğlu”na satıyor. Sermayenin devleti de “elin
oğlu”dur. Ülkenin madenlerine sahip çıkmak istiyorsanız, ki,
bunu istiyorsunuz. Bu durumda öncelikle yapılması gereken,
merkantilistler gibi yalvarmak veya ‘30’lu yıllarda bazı
yazarların yabancı sermaye talanını acımaklı anlatımlarında
olduğu gibi şikayet etmek değil, madenlerin, kapitalizm
koşullarında değil, demokratik -biraz daha ileri gidelim sosyalist
devrim koşullarında devletleştirilmesi; ulusallaştırılması
için mücadele etmektir. Pamukoğlu’nun böyle bir niyeti var mı?
Yok. Bırakalım niyeti, niyetin emaresi bile yok.
Bunun
olmadığını aşağıdaki açıklamalarında görüyoruz.
İkinci
makalesinden:
“...
borçlanma gereği fazla da olsa Türkiye’nin üretim ekonomisine
geçişi için hiçbir engel yoktur. Sadece aşağıdaki sorulara
cevap verecek ciddi bir plan ve program yapmak ve buna göre adımları
atmak gerekmektedir”.
Pamukoğlu,
fark etmez, fazla da olsa borçlanabiliriz, aldığımız borçla
“üretim ekonomisi”ne geçebiliriz. Önümüzde hiçbir engel yok
diyor. Gerçekten yok mu? Borcu kimden alacaksın? Türkiye’nin
“üretim ekonomisi”ne geçmesi için bu parayı Türk
burjuvazisine kim verecek? Verirken koşullar öne sürmeyecekler mi?
Yani mevcut iktidara D. Perinçek bakan olarak, diyelim ki,
ekonomiden sorumlu bakan olarak atandığında damada borç para
vermeyenler Perinçek’e borç para vermek için sıraya mı
girecekler? Demek ki, “elin oğlu” damada vermediği borç
parayı, Perinçek’e verecek ve haydi “üretim ekonomi”nizi
kurun da dünya pazarlarında rekabet edelim mi diyecek?
Üretim
ekonomisine geçiş” başlığı altında sıralanan anlayışlar,
ürkütücü bir saflık değilse, açıktan bir aptallıktır.
“Üretim
ekonomisine geçerken şu soruların yanıtları ciddi bir şekilde
planlamaya dayanılarak verilmelidir.
“1-
Ne, ne kadar üretilecek? ...; 2- Nasıl üretilecek? ...; 3- Nerede
üretilecek? ...; 4- Kimin için üretilecek? Mal ve hizmetler kimler
için üretilecektir? Yani bu mallar ve hizmetler kimler tarafından
tüketilecektir?” (Aydınlık
Gazetesi, 28.4.2019)
Pamukoğlu,
devrimi gerçekleştirmiş; siyasi iktidarı burjuvaziden almış,
emperyalizmi sınır dışına ötelemiş, silahlı halkın gücüne
dayanarak üstyapıyı yeniden kurarken -eskisini parçaladığına,
yıktığına göre- nasıl bir ekonomi sorusunun sorulduğu ve
devrimi yapan örgütlü güçlerin -bu durumda herhalde işçi
sınıfı ve müttefikleri olması gerekir- devletinin örgütlediği
ekonomi üzerine tartışmanın sonuçlarını açıklar türünden
talepler öne sürüyor. Sanırsınız “İşçi, Asker ve Köylü
Vekilleri Sovyetleri” iş başında! Sanki “Beş Yıllık Plan”
tartışmaları yapılıyor!
Üretimde
anarşinin olduğu koşullarda; yani kapitalizm koşullarında “Ne,
ne kadar üretilecek?”, “Nasıl üretilecek?” ve “Kimin için
üretilecek?” soruları asla ve kat’a sorulmaz, ama “Nerede
üretilecek?” sorusu sorulur. Pamukoğlu, okuru saf yerine koyuyor
ve bize kapitalizm koşullarında, ancak sosyalizm koşullarında
geçerli olacak önerilerde bulunuyor. Aslında bize değil de,
tekelci Türk sermayesine ve yabancı sermayeye önerilerde
bulunuyor. Pamukoğlu, sermayeyi üretim miktarı (“Ne, ne kadar
üretilecek?”), teknoloji (“Nasıl üretilecek?”) ve (“Kimin
için üretilecek?”) konusunda “sıkıntıya sokuyor”,
frenlemeye çalışıyor. Kapitalizmde sermaye ne kadar üreteyim
diye sormaz, üretebildiği kadar üretir; ürettiğinin hepsini
satacağına inanır. Rekabet ettiği diğer sermayelere, şirketlere
göre daha hızlı, daha çok üretmek için mümkün olduğunca
teknoloji kullanır. Yani “Nasıl üretilecek?” sorusunun
cevabını sermaye Pamukoğlu’ndan çok çok öncesinde vermiştir.
“Kimin için üretilecek?” sorusun da sermayenin umurunda
değildir; kim alıyorsa alsın, önemli olan ürünün satılmasıdır.
Kapitalizmde
planlama olmaz mı? Olur. Her bir ülkede farklı da olsa,
nihayetinde Türkiye’de olduğu gibi olur; sermayenin çıkarlarını
göz önünde tutan; sermayeye hizmet eden bir planlama olur. Bu
planlamada da amaç, kardır, azami kardır. Karın, azami karın söz
konusu olduğu yerde de “Ne, ne kadar üretilecek?”, “Nasıl
üretilecek?”, “Kimin için üretilecek?” sorularının yeri
yoktur.
Pamukoğlu,
iktidarın sınıfsal karakterini sorgulamadan, mevcut kapitalist
koşullar içinde yukarıya aktardığımız sorularının -kendi
deyimiyle “Üretim ekonomisine geçerken” gündeme gelecek olan
“soruların yanıtlarını” arıyor. İsterseniz bu sorunlarınızı
tekelci sermayeye, yabancı sermayeye bir anlatın. Bakalım ne
diyecekler.
Doğu
Perinçek:
9.4.2019
tarihli Aydınlık Gazetesinde konuya ilişkin ilk makalesinde, “Tek
başına Ak Parti Hükümeti’nin sonu” getirdikten ve
“Ekonominin borç batağında çırpınma döneminin sonuna
gelmiş bulunuyoruz”u ilan ettikten sonra aynı gazetenin
10.4.2019 tarihli sayısında yer alan ikinci makalesinde
“...Türkiye, zorunlu olarak bir sistem değişikliğinin,
Üretim Devriminin eşiğindedir... Çöken Borçlanma Ekonomisinin
yerine Üretim ve İstihdam Odaklı Ekonominin kuruluşuna bir an
önce, devrimci milli ruhla başlamak gerekir” diyor. Burada üç
farklı anlayış dile getiriliyor: Birincisi “üretim devrimi”;
ikincisi “Borçlanma Ekonomisi” diye tanımladığı Batı
ekonomisinden/dünyasından kopuş ve üçüncüsü de “devrimci
milli ruh”. Bu üç benzemezi bir cümlede bir araya getirmek ve
üstelik bir de pozitif mesaj vermek herkesin yapabileceği bir iş
değildir. Bunun nasıl olacağını da aynı makalesinde açıklar.
“Tek
bir çıkış yolu”:
1)
“İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün
üretici sınıfları birleştiren bir hükümet” kurulmalıdır.
2)
Bu “hükümet”, “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde
seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular ve Türkiye’yi
aydınlığa ve güvenliğe kavuşturur”.
3)
“Üretim amaçlı ve paylaşma temelli ortaklıklar kurmanın ve
geniş sermaye kaynaklarının biricik verimli mekânı olan Avrasya
iklimine yerleşmek ve komşularımızla her alanda işbirliği,
şarttır. Yalnız ekonomi için değil, güvenliğimiz için de!”
“İşçi
ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları
birleştiren bir hükümet” şimdiye kadar dünyanın hiçbir
yerinde, hiçbir toplumda ve üretim biçiminde görülmemiştir.
Sayılan sınıflar (tüccar üretici değildir, ama öyle kabul
edelim!) en fazlasıyla kapitalizmde sınıf olarak bir arada var
olabilirler. Bu sınıfları birleştiren bir hükümet de ancak
kapitalist bir ülkede, burjuva toplumda söz konusu olabilir. Bu
durumda Perinçek, sınıfsal çıkarlarından dolayı uzlaşmaz,
uzlaşamaz olan sınıfları; bir taraftan işçi sınıfını ve
emekçileri, diğer taraftan da “sanayici” diye tanımlanan
kapitalist sınıfı bir araya getiriyor, uzlaştırıyor ve bunlara
bir hükümet kurduruyor.
Zaten
bu “hükümet”, “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde
seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular” derken tekelci
sermaye ile “emeği”, yani işçi sınıfını “kamu
önderliğinde” birleştirerek, hükümetleştirerek “seferber
ediyor”.
Yani,
biraz değil, bayağı tuhaf, ama hiçbir ideolojiye, teoriye uymayan
bir anlayış da denemez. Bu türden anlayışlar genellikle
“demokrasi” görünümünü, parlamentarizm oyununu bir kenara
atan, komando ekonomilerde görülür. Bunun bilinen adı, faşist
uygulamadır. Almanya’da Hitler faşizmi uygulaması aynen
yukarıdaki sınıf uzlaşmasının dayatılmasının bir sonucudur:
İşçi sınıfı ve emekçi, köylülük bastırılmış,
örgütsüzleştirilmiş, teslim alınmıştır. Küçük
sermaye/üretici tekelci sermaye tarafından hizaya getirilmiştir.
Bu durumda bu sınıflardan oluşan “milli ruhlu” hükümet
oluşturulmuştur.
Tam
da Almanya'daki gibi olmayabilir. Belki biraz da İtalya'daki gibi,
Mussolini türünden olabilir, ama bu daha uzak bir ihtimal!
“İşçi
ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları
birleştiren hükümet”in “emeği ve sermayeyi kamu
önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygula”ması
şimdiye kadar teori ve pratiğiyle sosyal demokratlar tarafından
gerçekleştirilebilir olduğu düşünülebilir. Ama tarihte böyle
bir oluşum görülmemiştir. Ancak, emperyalizme karşı mücadelede
bu sınıflar birleşebilirler ve geçici de olsa, kısa vadeli de
olsa böyle bir hükümet kurabilirler. Mustafa Kemal İzmir İktisat
Kongresi’nde bu sınıfları bir araya getirerek bu türden kem küm
etmişti. Ama sonuç biliniyor: Kurulma olasılığının olduğu bir
dönemde dahi Kemalist burjuvazi, iktidarını işçi ve çiftçilerle
paylaşmamıştır; tam tersine işçi sınıfı ve emekçi köylülüğü
sömürmüş, tala etmiş, baskı altına almıştır. Bugünün
Türkiye’sinde bu sınıflar, oluşmakta olan ve bundan dolayı da
ulus şemsiyesi altında birleşmelerinin maddi zemini olan sınıflar
olmaktan çoktan çıkmışlardır.
Buna
rağmen Perinçek, ben yaparım diyor. Aynı makalesinde “devlet
adamı” olmaktan, “İşte böyle zamanlarda Devlet Adamı
olmak, kaçınılmaz olan çözüme bir an önce cesaretle önderlik
etmektir”den bahsediyor. Yani Erdoğan’a “devlet adamı”
ol ve “Üreticilerin Millî Hükümeti”ni kur. Bunu yapamıyorsan,
ben yaparım, bu nedenle bizi hükümete ortak etmelisin veya izin
ver, ben devlet adamı nasıl olunuru göstereyim diyor.
Üçüncü
olarak Perinçek, “Üretim amaçlı ve paylaşma temelli
ortaklıklar” kurmak için “Avrasya iklimine yerleşmenin”
kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. “Avrasya iklimi”, “geniş
sermaye kaynaklarının biricik verimli mekânı”dır diyor
Perinçek. Sanırsınız ki, “Avrasya iklimi”nde sermayenin,
ekonominin nesnel yasaları, Batıdakinden farklıdır; sanki Çin
sermayesi, Rus sermayesi sömürmüyor, talan etmiyor, koşullar öne
sürmüyor! Batıya uşaklık etmekle “Avrasya”ya uşaklık etmek
arasında ne fark vardır? Her halükarda nitel bir fark yoktur.
Perinçek, Batıya uşaklık edenleri hainlikle satılmışlıkla,
Atlantik uşaklığıyla suçluyor. Peki, kendisi ne yapıyor?
Yıllardan beri “Avrasya” uşaklığı yapmıyor mu, toplumu
“Avrasya” uşaklığına çağırmıyor mu?
Üçüncü
makalesinde Perinçek, “İhracata tapmaya son!” talimatını
verdikten sonra “Üretici (yi) baş tacı!” ilan ediyor:
“Üretime
Odaklanmak, önümüzdeki dönemin çözümüdür. Geldiğimiz iflas
durumunda Üretim Devriminden başka çözüm bulunmuyor...O nedenle
günümüzün temel slogan şudur: Üretici baş tacı!”
(Aydınlık Gazetesi, 11.4.2019)
Yani
burada baş tacı edilen küçük üretici olmadığı gibi işçi
sınıfı da değildir. “İhracatı artırmanın yolu, üretimi
artırmaktır, üretime odaklanmaktır. Çünkü ancak ürettiğimizi
ihraç edebiliriz” derken Perinçek, Koçları, Sabancıları,
başkaca üreten ve ihraç eden sermayeyi kast ediyor. Bunları;
büyük sermayeyi, ürettiği için“baş tacı” yaparken, o
üretimde, o “üretim devrimi” sürecinde sömürülen işçileri
(kuracağı “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin bileşeni olması
gereken işçi sınıfını) unutuyor.
“Siyasal
çözüm” önerisi:
03.04.2019 tarihli “İnternet Haber”den:
1)"Vatan
Partisi, Erdoğan'ın üretim odaklı bir ekonomi vatan bütünlüğü
programıyla kuracağı bir hükümette görev almaya hazırdır".
2)“Üretim
odaklı ekonominin kurulması için bütün üretici sınıfları
kucaklayan, milleti birleştiren bir milli hükümetin kurulması
zorunlu ve kaçınılmazdır”.
3)
“Türkiye içine girdiği ekonomik iflas koşullarını ancak
Cumhurbaşkanının kuracağı AK Parti'nin yanında, CHP, MHP ve
Vatan Partisi'ni de kucaklayan bir Millî Hükümetle aşabilir”.
4)”Milleti
Üretim Odaklı Ekonomi için birleştirecek ve seferber edecek olan
Üreticilerin Millî Hükümetinin kurulması görevine önderlik,
Anayasamıza göre Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'ın
omuzlarındadır. Bu görev, tarihsel önemdedir”.
5)”Vatan
Partisi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın üretim odaklı bir
ekonomi ve vatan bütünlüğü programıyla kuracağı bir hükümette
görev almaya hazırdır". (Vatan Partisi Genel Başkanı
Doğu Perinçek)
Perinçek,
diktatör Erdoğan’a biat edeceğini, göreve hazır olduğunu
açıklıyor. Bir yandan işçi sınıfı ve emekçi köylülüğün,
diğer yandan da irili ufaklı kapitalistlerin (sermayenin) ortaklaşa
kuracağı bir hükümet, Türkiye’yi kurtaracak hükümet olarak
görülüyor. Anladığımız kadarıyla bu sınıfları temsil
eden AKP, MHP, CHP ve Vatan Partisi de, “Üreticilerin Millî
Hükümetinin” siyasal omurgasını oluşturmaktadır.
Böylece
“üretim ekonomisi”nden, “Üreticilerin Millî Hükümeti”nden
neyi anlamamız gerektiği açıklanmış oluyor. Ancak bu,
madalyonun bir yüzü olabilir. Madalyonun bir de ikinci yüzü var.
O yüzü de biz soru ve cevaplarıyla dolduralım. Bakalım ortaya ne
çıkacak!
Vatan
Partisi başkanının veya sözcülerinin bu çıkışlarıyla sapla
samanı birbirine karıştırdıklarını söyleyemeyiz. Bunu
yapmayacak kadar soruna vakıf olduklarından şüphe edilemez. Neyi
savunduklarını bütün çıplaklığıyla açıklıyorlar. Demagoji
yapmıyorlar, görüşlerini savundukları sınıfların gözünü de
boyamak istemiyorlar. Açıkça sermayenin çıkarlarından yana
olduklarını, kapitalizm koşullarında güçlü bir Türkiye
istediklerini, böyle bir Türkiye’yi mevcut hükümetin tek başına
kuramayacağını, hele kendileri olmazsa böyle bir Türkiye’nin
hiç kurulamayacağını dillendiriyorlar. Açıkça, biz imkansızı
başarabiliriz diyorlar. Nedir bu imkansız olan? Bu çevrenin, ele
aldığımız bu konudaki görüşlerinde birkaç imkansız olan
vardır:
1-
Bu çevre “bütün üretici sınıfları kucaklayan, milleti
birleştiren bir milli hükümetin kurulması zorunlu ve
kaçınılmazdır” derken, kırıntı halinde de olsa bir
burjuva demokrasisinde, burjuva düzende imkansız olanı talep
ediyor.
2-
Bu çevre, mülkiyetin sınıfsal karakterini göz önünde
tutmaksızın “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar
bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet”ten
bahsediyor. Bu da ikinci imkansızı oluşturmaktadır.
3-
Bu çevre, savundukları bu düşüncelerle kapitalist ekonominin
nesnel yasalarını tanımadıklarını, umursamadıklarını
açıklamış oluyorlar. Kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarının
işlerliği, hiçbir siyasi tedbirler, önlemle, planlamayla ortadan
kaldırılamaz. Biz bu yasaları “üretim devrimi”le, “Planlı
Karma Ekonomiyi uygulayan” “Üreticilerin Millî Hükümeti”yle
geçersiz kılarız anlayışı üçüncü imkansızlıktır.
Üretimde anarşinin, sermayeler arasında rekabetin ortadan
kaldırıldığı koşullarda kapitalizm de ortadan kaldırılmış
olur.
4-Bu
çevre, kapitalizmin hiç de küçümsenemeyecek derecede geliştiği
Türkiye’de, toplumun bu sistem temelinde sınıflara
ayrışmışlığını sınıf uzlaşmacılığına dönüştürebiliriz
iddiasıyla dördüncü bir imkansızlığı savunuyor.
Yukarıya
aktardığımız anlayışlarında daha birçok imkansızlık
çıkartabiliriz. Ama buna gerek yok. Çünkü bu imkansızlıkları
imkanlı kılan bir sistem var. İşte “Vatan Partisi” o sistemi
savunuyor. Nedir bu sistem? Bu sistemin ne olduğuna gelmeden önce,
onu açıklamamıza yardımcı olan anlayışları buraya aktaralım.
D. Perinçek, Türkiye’nin geleceği için bulduğu tek çıkış
yolunu şu sözleriyle açıklıyor:
1-
“İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün
üretici sınıfları birleştiren bir hükümet, emeği ve sermayeyi
kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular
ve Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturur”.
Söylenen
oldukça açık. Toplumun bütün sınıflarını birleştiren bir
hükümet olacak. Bu hükümet, ”emeği ve sermayeyi kamu
önderliğinde seferber edecek” ve böylece “Planlı
Karma Ekonomiyi uygulayacak”. Bu hükümet, “emek” ve
“sermayeyi” kendinde topluyor veya “emek” ve
“sermaye”nin siyasi temsilcisi olarak “kamu önderliğinde”
diye tarif edilen “devlet önderliğinde” kendi bünyesinde
birleştirdiği “emek” ve
“sermayeyi”, “planlı karma ekonomiyi” uygulamak için
seferber ediyor. İşte bu anlayış, kapitalist ekonomide geçerli
değildir. Feodal toplumdan yeni çıkan veya Türkiye’de olduğu
gibi ulusal kurtuluş mücadelesi vermiş, kapitalizmin az geliştiği,
toplumun kesin hatlarıyla sınıflara bölünmüşlüğünün henüz
olmadığı, hemen her şeyin ulus şemsiyesi altına
sığdırılabildiği ülkelerde mümkün olabilir. Ama Türkiye
böyle bir ülke değil.
Ancak,
bu imkansızı imkanlı kılmanın tek bir yolu vardır. O da komando
ekonomisidir. D. Perinçek bunu savunuyor. Toplumun kesin hatlarıyla
sınıflara bölünmüşlüğü, sermaye ve “emek” arasındaki
çelişki vs. yukarıdan baskıyla hükümet denen potada zorla
birleştiriliyor ve bu hükümet aynı zamanda devlet olarak bir
“planlı karma ekonomi” uyguluyor. Peki, amaç nedir?
Amaç, “Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe
kavuşturmaktır”!
“İşçi
ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları
birleştiren bir hükümet” sosunu bir kenara atıp doğrudan
“emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber etmek”
ile başlarsanız, bu kavramlaştırmaları okşayan anlayışları
faşist Almanya döneminde bulursunuz.
2-Herkese
iş vermek/bulmak:
“Üretim
Odaklı Ekonomi’den söz ederken, istihdamı, ayrıca vurguluyoruz.
Çünkü yalnızca “yüksek teknoloji”ye taparak, geri
teknolojili sermaye birikiminden vazgeçerek, çıkış yolu
önerenler de vardır. Daha doğrusu bu çıkmazı, Türkiye’ye
dayatanlar da bulunuyor. Oysa bu dayatma bizi, bir kez daha dönüp
dolaşıp Borçlanma Ekonomisinin girdabına iter”.
D.
Perinçek, özlemini duyduğu sistemi yerleştirmek için işe
tasarruf ekonomisiyle, kendine yeterli ekonomiyle başlanması
gerektiğinin bilincinde. Bu nedenle memlekette işsizliği yok etmek
istiyor; yani işsizliğe neden olan teknoloji yerine geri teknoloji
kullanılmasını ve “emek” yoğun bir üretim sürecinin
gerçekleştirilmesini talep ediyor. Böyle bir ekonomi kaçınılmaz
olarak iç piyasaya, iç tüketime odaklanmış bir ekonomi
olacaktır; yani kendine yeterli bir ekonomi. Alman faşistleri bu
konu üzerine de tartışmışlardır. İşsizliği azaltmak için
birçok alanda teknoloji kullanmamışlardır, kendine yerli olmayı
başlangıçta esas almışlardır.
3-
İşçi sınıfı ve emekçi yığınları sisteme bağlamak: “Emek
seferberliği için emekçiyi şevklendirmek, çalışma arzusunu
ateşlemek, geniş emekçi yığınlarını örgütlemek ve bilinçli
siyasetin içine çekmek gerekir”.
Bu
konuda ne söylesek az olur. Alman işçi sınıfı ve emekçilerinin;
diyelim ki Alman halkının Alman şovenizmi temelinde nasıl
efsunlaştırıldığı biliniyor. Bu işi, diktatör Erdoğan’ın
da Türk şovenizmi temelinde nasıl yaptığı da biliniyor.
Anlaşılan o ki, Perinçek, Türk şovenizminin, ırkçılığının
“Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturmaktır”
için yeterli derecede etkili örgütlenmediği düşüncesindedir.
Bir işçiyi veya emekçiyi kapitalist sömürü koşullarında
“şevklendirmek, çalışma arzusunu ateşlemek”, onların
“geniş ... yığınlarını örgütlemek ve bilinçli siyasetin
içine çekmek” ne ile mümkündür? Ücretle değil, onu zaten
talep ettiği miktarda vermiyorsun. Geriye bu geniş yığınları
şovenizmle efsunlamak ve onları sistemin kurduğu örgütlerde
toplamak, yani “bilinçli siyasetin içine çekmek gerekir”.
İşte o zaman, bunu yaptığın zaman “topyekun savaş”ı
başlatma zamanı gelmiş demektir. Bu alanda da Alman faşistlerinin
yaptıkları ile Perinçek’in önerileri örtüşmektedir.
4-
“Kamu müdahalesi ve plan: Ülkenin bütün üretme yeteneğini
ve sermaye birikimini, “serbest piyasa” adı verilen model içinde
kalarak değerlendirme olanağı yoktur. Devlet, sermayemizi ve
üretici emeğimizi dünya piyasalarının yıkıcı etkilerinden
korumak ve desteklemek durumundadır”.
“Üreticilerin
Millî Hükümeti” adı altında, güya, görünüşte bütün
üretici sınıfların, yani “İşçi ve çiftçiden sanayici ve
tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir
hükümeti”, aslında kapitalizmin, burjuva toplumun kaçınılmaz
olarak beraberinde getirdiği sermayenin hakimiyetindeki hükümet,
“kamu müdahalesi” adı altında dünya ekonomik sisteminden
koparak; “serbest piyasa’ adı verilen model içinde”
kalmayarak; içe kapanarak, kendine yeterlilik koşulları içinde
“Ülkenin bütün üretme yeteneğini ve sermaye birikimini”
büyük sermayenin çıkarları için komuta yöntemiyle
kullandıracaktır.
Perinçek’in
dilinde “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün
üretici sınıfları birleştiren bir hükümeti”,
devletleşmiş hükümettir. İşte bu hükümet, yani “Devlet,
sermayemizi ve üretici emeğimizi dünya piyasalarının yıkıcı
etkilerinden korumak ve desteklemek durumunda” olacaktır. Bunu
şöyle düşünmek gerekir: Erdoğan önderliğinde
AKP-MHP-CHP-Vatan Partisi’nden oluşan “İşçi ve çiftçiden
sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren
hükümet”, “serbest piyasa” “modeli”ni terk edecek;
yani dünya ekonomisi işlerliği dışına çıkacak, ülke, içine
kapanacak, kendine yeterli ekonomi sürecine girecek ve aynı zamanda
“sermayemizi ve üretici emeğimizi dünya piyasalarının
yıkıcı etkilerine” karşı koruyacak ve destekleyecek. Bu,
nasıl olur, böyle bir “kamu müdahalesi ve planı”nın nesnel
gerçeklikle bir ilgisi var mıdır, bunu bilemem. Bildiğim bir şey
varsa o da, bugünün koşullarında böyle bir hükümet ve “kamu
müdahalesi” Almanya’da Hitler faşizminin Alman sermayesini ve
“üretici emeğini” koruma adı altında komando ekonomisi
yöntemiyle “Ülkenin bütün üretme yeteneğini ve sermaye
birikimini”, işgücünü köleleştirerek Alman tekellerini
hizmetine sunmasıdır. Perinçek, Türkiye için zaman daralıyor,
hemen harekete geçmemiz gerekir türünden laflar ettiğine,
“Üreticilerin Millî Hükümeti, gittikçe yakıcı bir önem
kazanarak önümüze çıkacaktır” dediğine göre bir bildiği
vardır!
Aslında
burada Perinçek, iktidarda olan faşizmin nasıl olması
gerektiğini; toplumu ve ekonomiyi nasıl örgütlemesi gerektiğini
anlatıyor. Faşist diktatörlüğün eksik kalan yanlarını
açıklıyor.
5-
“Kamu müdahalesi, ciddî planlama, devlet ve toplum disiplini
olmadan, önümüzdeki zorlukların üstesinden gelemeyiz. Ekonomik
atılım ve ülke güvenliği arasındaki eşgüdümü başka türlü
sağlayamayız, özet olarak Üretim Devrimini başaramayız.
Disipline yönelmemenin bedeli, yoksulluk ve kargaşalık olur...”.
Burada,
acilen kurulması talep edilen “Üreticilerin Millî Hükümeti”ne
neden gerek duyulduğu açık açık anlatılıyor. Erdoğan, onun
önderliğinde faşist diktatörlük, “İşçi ve çiftçiden
sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren
bir hükümet” kurmakta, “emeği ve sermayeyi kamu
önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygulamakta”
ve böylece “Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe
kavuşturmakta” yetersiz kalmaktadır. Kürt ulusunun, işçi
sınıfının, emekçilerin kendi talepleri doğrultusunda mücadele
etmelerine alan açılmaktadır. Böyle bir yasallık, böyle bir
“özgürlük” olmamalıdır. “Kamu müdahale” etmelidir, yani
devlet müdahale etmelidir; mevcut müdahale yetersizdir. “Ciddi
(bir) planlama” yoktur; bunu gerçekleştirecek “Üreticilerin
Millî Hükümeti” Vatan Partisi’nin katılımıyla acilen
kurulmalıdır. “Devlet ve toplum disiplini” kalmamıştır;
“Devlet ve toplum disiplini” acilen tesis edilmelidir. Bunun tek
yolu da “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün
üretici sınıfları birleştiren hükümet”in, “Üreticilerin
Millî Hükümeti”nin kurulmasından geçer. Bunlar
yapılmadığında “önümüzdeki zorlukların üstesinden
gelemeyiz”! Yani Türkiye, önünde duran zorlukların
üstesinden gelmek istiyorsa Perinçek’in önerisine uyarak acilen
“Üreticilerin Millî Hükümeti”ni kurmalıdır.
Perinçek,
faşist diktatörlük uygulamalarındaki eksiklikleri veya zaafları
saymaya devam ediyor: “Ekonomik atılım ve ülke güvenliği
arasındaki eşgüdümü başka türlü sağlayamayız, özet olarak
Üretim Devrimini başaramayız. Disipline yönelmemenin bedeli,
yoksulluk ve kargaşalık olur...”
“Eşgüdüm”
veya komut üzerine basının, hukukun, eğitimin; bütün üstyapı
kurumlarının aynı anda, aynı doğrultuda harekete geçmesi
gerekir. Alman faşistleri bu “eşgüdüm” işini çok iyi
bilirlerdi. Erdoğan da çok iyi biliyor. Ancak, Perinçek, ‘iyi
biliyor, uyguluyor, ama eksik biliyor, eksik uyguluyor’ görüşünde.
Perinçek, ekonomik atılımı gerçekleştirmek, ülke güvenliğini
sağlamak, “özet olarak Üretim Devrimini başarmak” için
“Üreticilerin Millî Hükümeti” komutası altında, onun
emirleri doğrultusunda her şey, ama her şey “eşgüdüm”lü
olmalıdır; sermayenin çıkarları için bütün toplum faşist
disipline göre hareket etmelidir; “Düğmeye” bastığında
toplumun bütün hücreleri aynı hareketi yapmalı, aynı şeyi
düşünmelidir diyor.
Alman
faşistlerinin dilinde bunun adı “Gleichschaltung”dur.
Toplum
iki türden disiplinle karşı karşıyadır: Birincisi, üretim
araçlarının özel mülkiyette olduğu toplum formasyonlarında
(kölecilik, feodalizm, kapitalizm) toplum, hakim sınıfların
çıkarlarına göre disipline maruz kalırlar. Bu, zoraki
disiplindir. Bu disiplini sağlamak için hakim sınıfların
mahkemesi, kolluk güçleri, devleti vs. vardır.
İkincisi;
Toplum, doğru bulduğu üretim ilişkileri içinde yaşamaktadır;
üretim araçları toplumsal mülkiyettedir, sömürü yoktur; her
şey toplumsal varlık ve ilerleme için üretilmektedir. Böyle bir
toplumda, diyelim ki, sosyalizmde disiplin iki türlüdür; Birisi,
sosyalist toplumun varlığını koruma ve gelişmesini sağlama
doğrultusunda gönüllü, bilinçli disiplindir. Diğeri ise,
iktidardan uzaklaştırılmış, eski toplum unsurlarının karşı
devrimci çabaları karşısında uygulanan disiplindir
(diktatörlük).
Perinçek,
üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu koşullarda
“disipline yönelmek”ten bahsetmiyor. Aynı zamanda bildik
burjuva “disipline yönelmek”ten de bahsetmiyor. Bunu, “serbest
piyasa” vb. türden çıkışlarla eleştiriyor; bir biçimde, bu
türden disiplinin sonucunda memleket bu hale gelmiştir diyor.
Erdoğan’ı da bu alandaki yetersizliğinden dolayı eleştiriyor.
Onun istediği, doğru bulduğu, yukarıya aktardığımız gibi
kısmen açtığı komando ekonomisi disiplinidir; ekonomi ve toplum
arasındaki ilişkide “eşgüdüm”dür;
toplumun sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket edecek
derecede disiplinli edilmesi için “eşgüdüm”dür!
6-”Siyasal
çözüm”:
Perinçek’in
siyasal çözümden ne anladığına yukarıda değinmiştik. Tekrar
pahasına da olsa belirtmekte yarar vardır. Perinçek, günümüz
koşullarından “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin Erdoğan’sız
ve AKP’siz olamayacağını vurguluyor ve “Türkiye,
önümüzdeki zorluklardan tek başına Tayyip Erdoğan hükümetiyle
çıkamaz, bununla birlikte AK PARTİ’yi dışlayan, Tayyip
Erdoğansız bir hükümet de kurulamaz” diyerek diktatör
Erdoğan’a biat ediyor. Ancak, Perinçek bunu söylemekle
yetinmiyor. Türkiye’de faşist diktatörlüğün olması gerektiği
gibi uygulanmadığını, işin içine “demokrasi”, “özgürlük”,
“hak-hukuk” gibi taleplerin girdiğini; işçilerin, Kürtlerin
kendilerine özgü sınıfsal ve ulusal talepler dillendirdiklerini
ifade ediyor. Bu türden talepler, toplumsal-sınıfsal ayrışımlar,
“Milleti Üretim Odaklı Ekonomi için birleştirecek ve
seferber edecek olan Üreticilerin Millî Hükümetinin kurulması”nı
engellemektedir diyor; “Türkiye içine girdiği ekonomik iflas
koşullarını ancak Cumhurbaşkanının kuracağı AK Parti'nin
yanında, CHP, MHP ve Vatan Partisi'ni de kucaklayan bir Millî
Hükümetle aşabilir” demek herhalde bu anlama geliyordur.
Böyle
bir hükümet kurma ”görevine önderlik, Anayasamıza göre
Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'ın omuzlarındadır”
diyor, Erdoğan’a biat ediyor, ama yukarıda belirttiğimiz gibi
faşist diktatörlüğün uygulamalarındaki eksiklikleri de
sıralıyor. Bunun sorumlusu olarak da Erdoğan’ı gösteriyor:
Erdoğan’a devlet adamının görevlerini hatırlatıyor. Öngörülü
değilsin, “önümüzdeki zamanın dar olduğunun farkın”da
değilsin; dönüp dolaşıp geleceğin yeri sana şimdiden
söylüyorum (“...debelenmelerden ve sancılardan sonra, yine
keşfedilecek olan, Üreticilerin Millî Hükümeti’dir.”),
ama beni anlamıyorsun; devlet adamlığı bugünlerde belli olur; ya
devlet adamı olursun, kaçınılmaz olan çözüme bir an önce
cesaretle önderlik edersin ve “Üreticilerin Millî Hükümeti’ni
kurarsın veya da buna cesaretin yoksa ben bu görevi üstlenmeye
hazırım! Vatan Partisi’nin
“siyasal çözüm” anlayışı bu.
Perinçek,
diktatör Erdoğan’a ‘Soylu’yu, soysuzu bırak, “Üreticilerin
Millî Hükümeti”nin bir Türk Goebbels’ine
ihtiyacı var’ diyor!
Perinçek,
iktidarda olan faşizmin nasıl olması gerektiğini, neyi doğru
yapmadığını, böylece faşist diktatörlüğün eksik kalan
yanlarını ve “devlet adamı” olmanın kıstaslarının,
eksikliklerin üzerine gitmekten, tam faşist uygulamayı
gerçekleştirmekten geçtiğini hatırlatıyor; Erdoğan’ın neden
kendi kafasında canlandırdığı
“devlet adamı” olmadığını dile getiriyor.
*
“Üretim
ekonomisi” bağlamında M. Pamukoğlu ile D. Perinçek arasında
görüş ayrılığı olduğu açık. “Üretim ekonomisi ile
bizim anladığımızı yazalım. Doğu Perinçek’in de bunu kast
ettiğini düşünüyoruz. Ama varsa farklı düşüncelerini
kendisine bırakarak kendi görüşlerimizi sizlere sunalım”
diyor Pamukoğlu. En azından Pamukoğlu bu konuda ne düşündüğünü
açık seçik yazarken, Perinçek belli kavramların ötesine
geçmemektedir. “Üretim devrimi”, “bütün üretici sınıfları
birleştiren milli hükümet” türünden kavramlarla oynamaktadır.
Pamukoğlu’nun
görüşleri doğru değil, yanlış, ama belli bir mantığı var.
Perinçek’in görüşüne doğru değil, yanlış demek, Türk
ırkçılığı ve şovenizmi saçan o anlayışları masumlaştırmak
anlamına gelir. Kavramlarla oynayan Perinçek, düpedüz saçmalıyor.
Pamukoğlu’nun
“Üretim ve borçlanma ekonomisi-2”de ele aldığı, özellikle
de “üretim ekonomisine geçiş” ara başlığı altında açtığı
konularda, mülkiyetin ve dolayısıyla iktidarın sınıfsal
karakterini göz ardı edilmektedir. Veya da kapitalist sistem
çerçevesinde öne sürdüğü anlayışların gerçekleştirilebilir
olduğunu sanıyor. Pamukoğlu, devrimin temel sorununu; mülkiyetin
ve iktidarın sınıfsal karakteri sorununu bir reform sorununa
indirgiyor.
Bu
sorunu ve Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin devrimi
gerçekleştirme durumunda ekonomiyi (üretimi) ve devleti örgütleme
sorunlarının neler olabileceğini ayrı bir yazı konusu olarak
gördüğümüz için bu makalede ele almadık.