deneme

7 Mayıs 2019 Salı

DOĞU PERİNÇEK VE ŞÜREKASINDAN YENİ BİR HİKAYE; “ÜRETİM EKONOMİSİ”!



DOĞU PERİNÇEK VE ŞÜREKASINDAN YENİ BİR HİKAYE

“ÜRETİM EKONOMİSİ”!


Son dönemlerde farklı çevreler “üretim ekonomisi” talep eder oldular. Sanayi odalarından, gazetelerden “Vatan Partisi”ne varana dek geniş bir yelpazede “üretim ekonomisi” talep ediliyor. Öyle ki, “üretim ekonomisi kongresi” bile düzenleniyor. Gördüğüm kadarıyla bu ekonominin en yaman savunucuları, Aydınlık-Doğu Perinçek çevresidir. Bu geniş yelpazede yer alan diğerleriyle karşılaştırıldığında D. Perinçek ve çevresinin “üretim ekonomisi”nden neyi anladıklarını açıklıyor olmalardır. Yani Aydınlık’ta çıkan yazılara ve D. Perinçek’in açıklamalarına baktığımızda a) “üretim ekonomisi”nden neyi anlamamız gerektiğini ve b) bu çevrenin “üretim ekonomisi” anlayışlarını hangi sınıfsal tabana oturttuklarını ve bu bağlamada da neyin savunucusu olduklarını yeteri açıklıkta görüyor ve anlıyoruz. Bu nedenle, “üretim ekonomisi” konusunda bu çevrenin savunduğu anlayışı, bu makalede esas alacağız.
Önce, söylenenleri, “fikir” olarak ileri sürülenleri, “üretim ekonomisi”nin ideolojik ve sınıfsal karakterine zemin teşkil eden anlayışları buraya aktaralım. Uzun olacak, ama anlayışla karşılanacağını umuyorum.

Yavuz Alogan
7.10.2017 tarihli Aydınlık gazetesinde Yavuz Alogan “üretim ekonomisi” üzerine şunları yazıyor:
Ancak sorulması gereken iki soru var: Birincisi, mevcut siyasi iktidar bizzat yarattığı ve dayandığı rantiye sınıfını ulusal ekonominin yeniden inşasına razı edebilecek mi, yoksa çökene kadar ülkenin varlıklarını satarak ve borçlanarak bu sınıfı beslemeye devam mı edecek? Başka deyişle, küresel ve yerel bağlantıları ve angajmanları, siyasi olarak maruz kaldığı çok yönlü şantaj ve tehditler dikkate alındığında mevcut siyasi iradenin ekonomide radikal bir dönüşümü (neoliberal iktisat politikalarının terk edilmesi) gerçekleştirme ve bu sürece önderlik etme kabiliyeti var mıdır?”.

Bu soruyu soran birisinin bu içerikli bir makale yazmaması gerekirdi. “Mevcut siyasi iktidar” sermayenin çıkarlarını savunan iktidardır. Kapitalizmde başka türlü olmaz. Hükümet, toplamı “ulusal ekonomi” olan sermayenin çıkarlarını korumak için vardır; ulusal geliri, bütçeyi büyüklüğü göz önünde tutularak tekellerin çıkarına uygun bir biçimde paylaştırır; bu paylaşımı yönetir.
Günümüz koşullarında; emperyalist küreselleşme koşullarında; bütünleşmiş dünya ekonomisi koşullarında hem bu sistemin içinde olacaksın hem de bağımsız olacaksın, işte bu olmaz, olamaz. Ancak, bu sistemden koparak, kapitalist dünya dışına çıkarak bağımsız olabilirsin. Bu sistem içinde “gücü gücü yetene” rekabeti söz konusudur.

Kapitalizm koşullarında “ulusal ekonomi”, siyasi iktidar ne kadar demokratik olursa olsun, sömürüyü, “ulusal” zenginliklerin talanını, rekabeti dışlamaz. Kapitalizm koşullarında “ulusal ekonomi” “üretici”nin çıkarlarını savunma adına ileri sürülecek, özlemi duyulan bir ekonomi olamaz. Kapitalizm koşullarında “ulusal ekonomi” sınıf karakterlidir; hakim sermayenin hakimiyeti söz konusudur.
Ancak, işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi iktidarı koşullarında gerçek bir “ulusal ekonomi”den bahsedilebilir. Bu iktidar; nam -ı diğer, Lenin’in deyimiyle Sovyet iktidarı veya proletarya diktatörlüğü, sömürünün, talanın olmadığı çalışan sınıfın; “üretici”nin iktidarda olduğu düzendir. Bunun adı sosyalizmdir.
Şimdilik, Yavuz Alogan bu kadar saf mıdır da bu soruyu soruyor diyerek geçelim!
Mustafa Pamukoğlu:
Yine Aydınlık gazetesinden Mustafa Pamukoğlu “Üretim ve borçlanma ekonomisi” başlıklı makalelerinde biraz da D. Perinçek’le atışır gibi yaparak sorunun ideolojik, teorik ve sınıfsal içeriğini nasıl gördüğünü açıklıyor:

İlk makalesinden:
İşte üretim ekonomisi burada çiftçiyi ve tüketiciyi koruyucu bir şekilde devletin devreye girmesini öngörür. Yani fiyat ve diğer etkenlerle göre çiftçinin üretim kararının tarımsal gelişmemizi engellememesi için devlet alım-teşvik-fiyat politikasını üretim lehine belirler”(Aydınlık Gazetesi, 26.4.2019).

Pamukoğlu’nun hangi hayal dünyasında yaşadığını bilmiyorum, ama Türkiye’de insanlar acımasız kapitalizm koşullarında yaşıyorlar; ekonomi kapitalist, toplum burjuva ve birbirine zıt, düşman iki ana sınıfa bölünmüş durumda. Bir tarafta burjuvazi ve diğer tarafta da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar. Böylesi koşullarda siyasi iktidar, sermayenin çıkarlarını koruyacaktır. “Çiftçi” ve “tüketici” diye tanımlanan küçük üreticinin ve çalışan insanların çıkarını korumayacaktır. Devlet, her türlü fiyat ayarlamasını, “alım-teşvik-fiyat politikası”nı sermayenin çıkarlarına göre düzenleyecektir. Kapitalizmde bütçe, ulusal gelirin bir kısmının sermaye kesimleri arasında pay edilmesidir. Bu paylaşımda küçük üretici en sonda yer alır. Pamukoğlu, bu gerçeği bilmiyor gibi yazınca gerçek ortadan kalkmıyor. İşçilerin ve köylülerin demokratik devleti, daha ilerisinde sosyalist devlet ile yaşadığımız kapitalist devlet arasındaki fark bilinmiyorsa söylenecek fazla bir şey kalmıyor!

Tarımsal sanayinin geliştirilmesi, tohumun ülkemizde üretilmesi, tarım ürünü ihraç eden ülke durumuna getirilmesi ile ilgili plan ve politikalar üretim ekonomisinin içindedir...”. Burada söylenen, uluslararası tarım tekellerine karşı mücadeledir. Emperyalist küreselleşme koşullarında bu mücadelede muzaffer olmak, o tarım tekelleri seviyesine gelmekle mümkün olabilir. Ancak, bu tekellerden kurtulmak, tarımı ulusal çıkarlara göre yapılandırmak istiyorsak bu da bir devrim sorunudur. Bu sistem içinde kalarak bağımsız tarım politikaları geliştirmek, hele hele bunu mevcut siyasi iktidardan talep etmek gerçekten bir saflıktır.

Madenlerimizi ham cevher olarak değil işleyerek ara mal veya nihai mal haline getirmek ve bu şekilde sanayinin emrine vermek ve ihraç etmek. Bor, titanyum gibi geleceğin petrolü olan madenlerimizi ham cevher olarak elin oğluna satıyoruz...”.

Gücünüz yetiyorsa sattırtmayınız efendim! Ama sizi kim dinler? Madenler başka bir “elin oğlu”na satılmış. O “elin oğlu” bu madenler benim özel mülkiyetimdedir diyor ve çıkardığını başka bir “elin oğlu”na satıyor. Sermayenin devleti de “elin oğlu”dur. Ülkenin madenlerine sahip çıkmak istiyorsanız, ki, bunu istiyorsunuz. Bu durumda öncelikle yapılması gereken, merkantilistler gibi yalvarmak veya ‘30’lu yıllarda bazı yazarların yabancı sermaye talanını acımaklı anlatımlarında olduğu gibi şikayet etmek değil, madenlerin, kapitalizm koşullarında değil, demokratik -biraz daha ileri gidelim sosyalist devrim koşullarında devletleştirilmesi; ulusallaştırılması için mücadele etmektir. Pamukoğlu’nun böyle bir niyeti var mı? Yok. Bırakalım niyeti, niyetin emaresi bile yok.
Bunun olmadığını aşağıdaki açıklamalarında görüyoruz.
İkinci makalesinden:
... borçlanma gereği fazla da olsa Türkiye’nin üretim ekonomisine geçişi için hiçbir engel yoktur. Sadece aşağıdaki sorulara cevap verecek ciddi bir plan ve program yapmak ve buna göre adımları atmak gerekmektedir”.

Pamukoğlu, fark etmez, fazla da olsa borçlanabiliriz, aldığımız borçla “üretim ekonomisi”ne geçebiliriz. Önümüzde hiçbir engel yok diyor. Gerçekten yok mu? Borcu kimden alacaksın? Türkiye’nin “üretim ekonomisi”ne geçmesi için bu parayı Türk burjuvazisine kim verecek? Verirken koşullar öne sürmeyecekler mi? Yani mevcut iktidara D. Perinçek bakan olarak, diyelim ki, ekonomiden sorumlu bakan olarak atandığında damada borç para vermeyenler Perinçek’e borç para vermek için sıraya mı girecekler? Demek ki, “elin oğlu” damada vermediği borç parayı, Perinçek’e verecek ve haydi “üretim ekonomi”nizi kurun da dünya pazarlarında rekabet edelim mi diyecek?
Üretim ekonomisine geçiş” başlığı altında sıralanan anlayışlar, ürkütücü bir saflık değilse, açıktan bir aptallıktır.

Üretim ekonomisine geçerken şu soruların yanıtları ciddi bir şekilde planlamaya dayanılarak verilmelidir.

1- Ne, ne kadar üretilecek? ...; 2- Nasıl üretilecek? ...; 3- Nerede üretilecek? ...; 4- Kimin için üretilecek? Mal ve hizmetler kimler için üretilecektir? Yani bu mallar ve hizmetler kimler tarafından tüketilecektir?” (Aydınlık Gazetesi, 28.4.2019)

Pamukoğlu, devrimi gerçekleştirmiş; siyasi iktidarı burjuvaziden almış, emperyalizmi sınır dışına ötelemiş, silahlı halkın gücüne dayanarak üstyapıyı yeniden kurarken -eskisini parçaladığına, yıktığına göre- nasıl bir ekonomi sorusunun sorulduğu ve devrimi yapan örgütlü güçlerin -bu durumda herhalde işçi sınıfı ve müttefikleri olması gerekir- devletinin örgütlediği ekonomi üzerine tartışmanın sonuçlarını açıklar türünden talepler öne sürüyor. Sanırsınız “İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri” iş başında! Sanki “Beş Yıllık Plan” tartışmaları yapılıyor!

Üretimde anarşinin olduğu koşullarda; yani kapitalizm koşullarında “Ne, ne kadar üretilecek?”, “Nasıl üretilecek?” ve “Kimin için üretilecek?” soruları asla ve kat’a sorulmaz, ama “Nerede üretilecek?” sorusu sorulur. Pamukoğlu, okuru saf yerine koyuyor ve bize kapitalizm koşullarında, ancak sosyalizm koşullarında geçerli olacak önerilerde bulunuyor. Aslında bize değil de, tekelci Türk sermayesine ve yabancı sermayeye önerilerde bulunuyor. Pamukoğlu, sermayeyi üretim miktarı (“Ne, ne kadar üretilecek?”), teknoloji (“Nasıl üretilecek?”) ve (“Kimin için üretilecek?”) konusunda “sıkıntıya sokuyor”, frenlemeye çalışıyor. Kapitalizmde sermaye ne kadar üreteyim diye sormaz, üretebildiği kadar üretir; ürettiğinin hepsini satacağına inanır. Rekabet ettiği diğer sermayelere, şirketlere göre daha hızlı, daha çok üretmek için mümkün olduğunca teknoloji kullanır. Yani “Nasıl üretilecek?” sorusunun cevabını sermaye Pamukoğlu’ndan çok çok öncesinde vermiştir. “Kimin için üretilecek?” sorusun da sermayenin umurunda değildir; kim alıyorsa alsın, önemli olan ürünün satılmasıdır.

Kapitalizmde planlama olmaz mı? Olur. Her bir ülkede farklı da olsa, nihayetinde Türkiye’de olduğu gibi olur; sermayenin çıkarlarını göz önünde tutan; sermayeye hizmet eden bir planlama olur. Bu planlamada da amaç, kardır, azami kardır. Karın, azami karın söz konusu olduğu yerde de “Ne, ne kadar üretilecek?”, “Nasıl üretilecek?”, “Kimin için üretilecek?” sorularının yeri yoktur.

Pamukoğlu, iktidarın sınıfsal karakterini sorgulamadan, mevcut kapitalist koşullar içinde yukarıya aktardığımız sorularının -kendi deyimiyle “Üretim ekonomisine geçerken” gündeme gelecek olan “soruların yanıtlarını” arıyor. İsterseniz bu sorunlarınızı tekelci sermayeye, yabancı sermayeye bir anlatın. Bakalım ne diyecekler.

Doğu Perinçek:

9.4.2019 tarihli Aydınlık Gazetesinde konuya ilişkin ilk makalesinde, “Tek başına Ak Parti Hükümeti’nin sonu” getirdikten ve “Ekonominin borç batağında çırpınma döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz”u ilan ettikten sonra aynı gazetenin 10.4.2019 tarihli sayısında yer alan ikinci makalesinde “...Türkiye, zorunlu olarak bir sistem değişikliğinin, Üretim Devriminin eşiğindedir... Çöken Borçlanma Ekonomisinin yerine Üretim ve İstihdam Odaklı Ekonominin kuruluşuna bir an önce, devrimci milli ruhla başlamak gerekir” diyor. Burada üç farklı anlayış dile getiriliyor: Birincisi “üretim devrimi”; ikincisi “Borçlanma Ekonomisi” diye tanımladığı Batı ekonomisinden/dünyasından kopuş ve üçüncüsü de “devrimci milli ruh”. Bu üç benzemezi bir cümlede bir araya getirmek ve üstelik bir de pozitif mesaj vermek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bunun nasıl olacağını da aynı makalesinde açıklar.

“Tek bir çıkış yolu”:
1) “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet” kurulmalıdır.
2) Bu “hükümet”, “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular ve Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturur”.
3) “Üretim amaçlı ve paylaşma temelli ortaklıklar kurmanın ve geniş sermaye kaynaklarının biricik verimli mekânı olan Avrasya iklimine yerleşmek ve komşularımızla her alanda işbirliği, şarttır. Yalnız ekonomi için değil, güvenliğimiz için de!”

İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet” şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir toplumda ve üretim biçiminde görülmemiştir. Sayılan sınıflar (tüccar üretici değildir, ama öyle kabul edelim!) en fazlasıyla kapitalizmde sınıf olarak bir arada var olabilirler. Bu sınıfları birleştiren bir hükümet de ancak kapitalist bir ülkede, burjuva toplumda söz konusu olabilir. Bu durumda Perinçek, sınıfsal çıkarlarından dolayı uzlaşmaz, uzlaşamaz olan sınıfları; bir taraftan işçi sınıfını ve emekçileri, diğer taraftan da “sanayici” diye tanımlanan kapitalist sınıfı bir araya getiriyor, uzlaştırıyor ve bunlara bir hükümet kurduruyor.
Zaten bu “hükümet”, “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular” derken tekelci sermaye ile “emeği”, yani işçi sınıfını “kamu önderliğinde” birleştirerek, hükümetleştirerek “seferber ediyor”.

Yani, biraz değil, bayağı tuhaf, ama hiçbir ideolojiye, teoriye uymayan bir anlayış da denemez. Bu türden anlayışlar genellikle “demokrasi” görünümünü, parlamentarizm oyununu bir kenara atan, komando ekonomilerde görülür. Bunun bilinen adı, faşist uygulamadır. Almanya’da Hitler faşizmi uygulaması aynen yukarıdaki sınıf uzlaşmasının dayatılmasının bir sonucudur: İşçi sınıfı ve emekçi, köylülük bastırılmış, örgütsüzleştirilmiş, teslim alınmıştır. Küçük sermaye/üretici tekelci sermaye tarafından hizaya getirilmiştir. Bu durumda bu sınıflardan oluşan “milli ruhlu” hükümet oluşturulmuştur.

Tam da Almanya'daki gibi olmayabilir. Belki biraz da İtalya'daki gibi, Mussolini türünden olabilir, ama bu daha uzak bir ihtimal!

İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren hükümet”in “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygula”ması şimdiye kadar teori ve pratiğiyle sosyal demokratlar tarafından gerçekleştirilebilir olduğu düşünülebilir. Ama tarihte böyle bir oluşum görülmemiştir. Ancak, emperyalizme karşı mücadelede bu sınıflar birleşebilirler ve geçici de olsa, kısa vadeli de olsa böyle bir hükümet kurabilirler. Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi’nde bu sınıfları bir araya getirerek bu türden kem küm etmişti. Ama sonuç biliniyor: Kurulma olasılığının olduğu bir dönemde dahi Kemalist burjuvazi, iktidarını işçi ve çiftçilerle paylaşmamıştır; tam tersine işçi sınıfı ve emekçi köylülüğü sömürmüş, tala etmiş, baskı altına almıştır. Bugünün Türkiye’sinde bu sınıflar, oluşmakta olan ve bundan dolayı da ulus şemsiyesi altında birleşmelerinin maddi zemini olan sınıflar olmaktan çoktan çıkmışlardır.
Buna rağmen Perinçek, ben yaparım diyor. Aynı makalesinde “devlet adamı” olmaktan, “İşte böyle zamanlarda Devlet Adamı olmak, kaçınılmaz olan çözüme bir an önce cesaretle önderlik etmektir”den bahsediyor. Yani Erdoğan’a “devlet adamı” ol ve “Üreticilerin Millî Hükümeti”ni kur. Bunu yapamıyorsan, ben yaparım, bu nedenle bizi hükümete ortak etmelisin veya izin ver, ben devlet adamı nasıl olunuru göstereyim diyor.

Üçüncü olarak Perinçek, “Üretim amaçlı ve paylaşma temelli ortaklıklar” kurmak için “Avrasya iklimine yerleşmenin” kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. “Avrasya iklimi”, “geniş sermaye kaynaklarının biricik verimli mekânı”dır diyor Perinçek. Sanırsınız ki, “Avrasya iklimi”nde sermayenin, ekonominin nesnel yasaları, Batıdakinden farklıdır; sanki Çin sermayesi, Rus sermayesi sömürmüyor, talan etmiyor, koşullar öne sürmüyor! Batıya uşaklık etmekle “Avrasya”ya uşaklık etmek arasında ne fark vardır? Her halükarda nitel bir fark yoktur. Perinçek, Batıya uşaklık edenleri hainlikle satılmışlıkla, Atlantik uşaklığıyla suçluyor. Peki, kendisi ne yapıyor? Yıllardan beri “Avrasya” uşaklığı yapmıyor mu, toplumu “Avrasya” uşaklığına çağırmıyor mu?

Üçüncü makalesinde Perinçek, “İhracata tapmaya son!” talimatını verdikten sonra “Üretici (yi) baş tacı!” ilan ediyor:
Üretime Odaklanmak, önümüzdeki dönemin çözümüdür. Geldiğimiz iflas durumunda Üretim Devriminden başka çözüm bulunmuyor...O nedenle günümüzün temel slogan şudur: Üretici baş tacı!” (Aydınlık Gazetesi, 11.4.2019)
Yani burada baş tacı edilen küçük üretici olmadığı gibi işçi sınıfı da değildir. “İhracatı artırmanın yolu, üretimi artırmaktır, üretime odaklanmaktır. Çünkü ancak ürettiğimizi ihraç edebiliriz” derken Perinçek, Koçları, Sabancıları, başkaca üreten ve ihraç eden sermayeyi kast ediyor. Bunları; büyük sermayeyi, ürettiği için“baş tacı” yaparken, o üretimde, o “üretim devrimi” sürecinde sömürülen işçileri (kuracağı “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin bileşeni olması gereken işçi sınıfını) unutuyor.

“Siyasal çözüm” önerisi:

03.04.2019 tarihli “İnternet Haber”den:
1)"Vatan Partisi, Erdoğan'ın üretim odaklı bir ekonomi vatan bütünlüğü programıyla kuracağı bir hükümette görev almaya hazırdır".

2)“Üretim odaklı ekonominin kurulması için bütün üretici sınıfları kucaklayan, milleti birleştiren bir milli hükümetin kurulması zorunlu ve kaçınılmazdır”.
3) “Türkiye içine girdiği ekonomik iflas koşullarını ancak Cumhurbaşkanının kuracağı AK Parti'nin yanında, CHP, MHP ve Vatan Partisi'ni de kucaklayan bir Millî Hükümetle aşabilir”.

4)”Milleti Üretim Odaklı Ekonomi için birleştirecek ve seferber edecek olan Üreticilerin Millî Hükümetinin kurulması görevine önderlik, Anayasamıza göre Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'ın omuzlarındadır. Bu görev, tarihsel önemdedir”.

5)”Vatan Partisi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın üretim odaklı bir ekonomi ve vatan bütünlüğü programıyla kuracağı bir hükümette görev almaya hazırdır". (Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek)

Perinçek, diktatör Erdoğan’a biat edeceğini, göreve hazır olduğunu açıklıyor. Bir yandan işçi sınıfı ve emekçi köylülüğün, diğer yandan da irili ufaklı kapitalistlerin (sermayenin) ortaklaşa kuracağı bir hükümet, Türkiye’yi kurtaracak hükümet olarak görülüyor. Anladığımız kadarıyla bu sınıfları temsil eden AKP, MHP, CHP ve Vatan Partisi de, “Üreticilerin Millî Hükümetinin” siyasal omurgasını oluşturmaktadır.

Böylece “üretim ekonomisi”nden, “Üreticilerin Millî Hükümeti”nden neyi anlamamız gerektiği açıklanmış oluyor. Ancak bu, madalyonun bir yüzü olabilir. Madalyonun bir de ikinci yüzü var. O yüzü de biz soru ve cevaplarıyla dolduralım. Bakalım ortaya ne çıkacak!

Vatan Partisi başkanının veya sözcülerinin bu çıkışlarıyla sapla samanı birbirine karıştırdıklarını söyleyemeyiz. Bunu yapmayacak kadar soruna vakıf olduklarından şüphe edilemez. Neyi savunduklarını bütün çıplaklığıyla açıklıyorlar. Demagoji yapmıyorlar, görüşlerini savundukları sınıfların gözünü de boyamak istemiyorlar. Açıkça sermayenin çıkarlarından yana olduklarını, kapitalizm koşullarında güçlü bir Türkiye istediklerini, böyle bir Türkiye’yi mevcut hükümetin tek başına kuramayacağını, hele kendileri olmazsa böyle bir Türkiye’nin hiç kurulamayacağını dillendiriyorlar. Açıkça, biz imkansızı başarabiliriz diyorlar. Nedir bu imkansız olan? Bu çevrenin, ele aldığımız bu konudaki görüşlerinde birkaç imkansız olan vardır:

1- Bu çevre “bütün üretici sınıfları kucaklayan, milleti birleştiren bir milli hükümetin kurulması zorunlu ve kaçınılmazdır” derken, kırıntı halinde de olsa bir burjuva demokrasisinde, burjuva düzende imkansız olanı talep ediyor.

2- Bu çevre, mülkiyetin sınıfsal karakterini göz önünde tutmaksızın “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet”ten bahsediyor. Bu da ikinci imkansızı oluşturmaktadır.

3- Bu çevre, savundukları bu düşüncelerle kapitalist ekonominin nesnel yasalarını tanımadıklarını, umursamadıklarını açıklamış oluyorlar. Kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarının işlerliği, hiçbir siyasi tedbirler, önlemle, planlamayla ortadan kaldırılamaz. Biz bu yasaları “üretim devrimi”le, “Planlı Karma Ekonomiyi uygulayan” “Üreticilerin Millî Hükümeti”yle geçersiz kılarız anlayışı üçüncü imkansızlıktır. Üretimde anarşinin, sermayeler arasında rekabetin ortadan kaldırıldığı koşullarda kapitalizm de ortadan kaldırılmış olur.

4-Bu çevre, kapitalizmin hiç de küçümsenemeyecek derecede geliştiği Türkiye’de, toplumun bu sistem temelinde sınıflara ayrışmışlığını sınıf uzlaşmacılığına dönüştürebiliriz iddiasıyla dördüncü bir imkansızlığı savunuyor.

Yukarıya aktardığımız anlayışlarında daha birçok imkansızlık çıkartabiliriz. Ama buna gerek yok. Çünkü bu imkansızlıkları imkanlı kılan bir sistem var. İşte “Vatan Partisi” o sistemi savunuyor. Nedir bu sistem? Bu sistemin ne olduğuna gelmeden önce, onu açıklamamıza yardımcı olan anlayışları buraya aktaralım. D. Perinçek, Türkiye’nin geleceği için bulduğu tek çıkış yolunu şu sözleriyle açıklıyor:

1- “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet, emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygular ve Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturur”.
Söylenen oldukça açık. Toplumun bütün sınıflarını birleştiren bir hükümet olacak. Bu hükümet, ”emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber edecek” ve böylece “Planlı Karma Ekonomiyi uygulayacak”. Bu hükümet, “emek” ve “sermayeyi” kendinde topluyor veya “emek” ve “sermaye”nin siyasi temsilcisi olarak “kamu önderliğinde” diye tarif edilen “devlet önderliğinde” kendi bünyesinde birleştirdiği “emek” ve “sermayeyi”, “planlı karma ekonomiyi” uygulamak için seferber ediyor. İşte bu anlayış, kapitalist ekonomide geçerli değildir. Feodal toplumdan yeni çıkan veya Türkiye’de olduğu gibi ulusal kurtuluş mücadelesi vermiş, kapitalizmin az geliştiği, toplumun kesin hatlarıyla sınıflara bölünmüşlüğünün henüz olmadığı, hemen her şeyin ulus şemsiyesi altına sığdırılabildiği ülkelerde mümkün olabilir. Ama Türkiye böyle bir ülke değil.

Ancak, bu imkansızı imkanlı kılmanın tek bir yolu vardır. O da komando ekonomisidir. D. Perinçek bunu savunuyor. Toplumun kesin hatlarıyla sınıflara bölünmüşlüğü, sermaye ve “emek” arasındaki çelişki vs. yukarıdan baskıyla hükümet denen potada zorla birleştiriliyor ve bu hükümet aynı zamanda devlet olarak bir “planlı karma ekonomi” uyguluyor. Peki, amaç nedir? Amaç, “Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturmaktır”!
İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet” sosunu bir kenara atıp doğrudan “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber etmek” ile başlarsanız, bu kavramlaştırmaları okşayan anlayışları faşist Almanya döneminde bulursunuz.

2-Herkese iş vermek/bulmak:
Üretim Odaklı Ekonomi’den söz ederken, istihdamı, ayrıca vurguluyoruz. Çünkü yalnızca “yüksek teknoloji”ye taparak, geri teknolojili sermaye birikiminden vazgeçerek, çıkış yolu önerenler de vardır. Daha doğrusu bu çıkmazı, Türkiye’ye dayatanlar da bulunuyor. Oysa bu dayatma bizi, bir kez daha dönüp dolaşıp Borçlanma Ekonomisinin girdabına iter”.

D. Perinçek, özlemini duyduğu sistemi yerleştirmek için işe tasarruf ekonomisiyle, kendine yeterli ekonomiyle başlanması gerektiğinin bilincinde. Bu nedenle memlekette işsizliği yok etmek istiyor; yani işsizliğe neden olan teknoloji yerine geri teknoloji kullanılmasını ve “emek” yoğun bir üretim sürecinin gerçekleştirilmesini talep ediyor. Böyle bir ekonomi kaçınılmaz olarak iç piyasaya, iç tüketime odaklanmış bir ekonomi olacaktır; yani kendine yeterli bir ekonomi. Alman faşistleri bu konu üzerine de tartışmışlardır. İşsizliği azaltmak için birçok alanda teknoloji kullanmamışlardır, kendine yerli olmayı başlangıçta esas almışlardır.

3- İşçi sınıfı ve emekçi yığınları sisteme bağlamak: “Emek seferberliği için emekçiyi şevklendirmek, çalışma arzusunu ateşlemek, geniş emekçi yığınlarını örgütlemek ve bilinçli siyasetin içine çekmek gerekir”.

Bu konuda ne söylesek az olur. Alman işçi sınıfı ve emekçilerinin; diyelim ki Alman halkının Alman şovenizmi temelinde nasıl efsunlaştırıldığı biliniyor. Bu işi, diktatör Erdoğan’ın da Türk şovenizmi temelinde nasıl yaptığı da biliniyor. Anlaşılan o ki, Perinçek, Türk şovenizminin, ırkçılığının “Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturmaktır” için yeterli derecede etkili örgütlenmediği düşüncesindedir. Bir işçiyi veya emekçiyi kapitalist sömürü koşullarında “şevklendirmek, çalışma arzusunu ateşlemek”, onların “geniş ... yığınlarını örgütlemek ve bilinçli siyasetin içine çekmek” ne ile mümkündür? Ücretle değil, onu zaten talep ettiği miktarda vermiyorsun. Geriye bu geniş yığınları şovenizmle efsunlamak ve onları sistemin kurduğu örgütlerde toplamak, yani “bilinçli siyasetin içine çekmek gerekir”. İşte o zaman, bunu yaptığın zaman “topyekun savaş”ı başlatma zamanı gelmiş demektir. Bu alanda da Alman faşistlerinin yaptıkları ile Perinçek’in önerileri örtüşmektedir.

4- “Kamu müdahalesi ve plan: Ülkenin bütün üretme yeteneğini ve sermaye birikimini, “serbest piyasa” adı verilen model içinde kalarak değerlendirme olanağı yoktur. Devlet, sermayemizi ve üretici emeğimizi dünya piyasalarının yıkıcı etkilerinden korumak ve desteklemek durumundadır”.

“Üreticilerin Millî Hükümeti” adı altında, güya, görünüşte bütün üretici sınıfların, yani “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümeti”, aslında kapitalizmin, burjuva toplumun kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği sermayenin hakimiyetindeki hükümet, “kamu müdahalesi” adı altında dünya ekonomik sisteminden koparak; “serbest piyasa’ adı verilen model içinde” kalmayarak; içe kapanarak, kendine yeterlilik koşulları içinde “Ülkenin bütün üretme yeteneğini ve sermaye birikimini” büyük sermayenin çıkarları için komuta yöntemiyle kullandıracaktır.

Perinçek’in dilinde “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümeti”, devletleşmiş hükümettir. İşte bu hükümet, yani “Devlet, sermayemizi ve üretici emeğimizi dünya piyasalarının yıkıcı etkilerinden korumak ve desteklemek durumunda” olacaktır. Bunu şöyle düşünmek gerekir: Erdoğan önderliğinde AKP-MHP-CHP-Vatan Partisi’nden oluşan “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren hükümet”, “serbest piyasa” “modeli”ni terk edecek; yani dünya ekonomisi işlerliği dışına çıkacak, ülke, içine kapanacak, kendine yeterli ekonomi sürecine girecek ve aynı zamanda “sermayemizi ve üretici emeğimizi dünya piyasalarının yıkıcı etkilerine” karşı koruyacak ve destekleyecek. Bu, nasıl olur, böyle bir “kamu müdahalesi ve planı”nın nesnel gerçeklikle bir ilgisi var mıdır, bunu bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da, bugünün koşullarında böyle bir hükümet ve “kamu müdahalesi” Almanya’da Hitler faşizminin Alman sermayesini ve “üretici emeğini” koruma adı altında komando ekonomisi yöntemiyle “Ülkenin bütün üretme yeteneğini ve sermaye birikimini”, işgücünü köleleştirerek Alman tekellerini hizmetine sunmasıdır. Perinçek, Türkiye için zaman daralıyor, hemen harekete geçmemiz gerekir türünden laflar ettiğine, “Üreticilerin Millî Hükümeti, gittikçe yakıcı bir önem kazanarak önümüze çıkacaktır” dediğine göre bir bildiği vardır!

Aslında burada Perinçek, iktidarda olan faşizmin nasıl olması gerektiğini; toplumu ve ekonomiyi nasıl örgütlemesi gerektiğini anlatıyor. Faşist diktatörlüğün eksik kalan yanlarını açıklıyor.

5- “Kamu müdahalesi, ciddî planlama, devlet ve toplum disiplini olmadan, önümüzdeki zorlukların üstesinden gelemeyiz. Ekonomik atılım ve ülke güvenliği arasındaki eşgüdümü başka türlü sağlayamayız, özet olarak Üretim Devrimini başaramayız. Disipline yönelmemenin bedeli, yoksulluk ve kargaşalık olur...”.

Burada, acilen kurulması talep edilen “Üreticilerin Millî Hükümeti”ne neden gerek duyulduğu açık açık anlatılıyor. Erdoğan, onun önderliğinde faşist diktatörlük, “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren bir hükümet” kurmakta, “emeği ve sermayeyi kamu önderliğinde seferber ederek Planlı Karma Ekonomiyi uygulamakta” ve böylece “Türkiye’yi aydınlığa ve güvenliğe kavuşturmakta” yetersiz kalmaktadır. Kürt ulusunun, işçi sınıfının, emekçilerin kendi talepleri doğrultusunda mücadele etmelerine alan açılmaktadır. Böyle bir yasallık, böyle bir “özgürlük” olmamalıdır. “Kamu müdahale” etmelidir, yani devlet müdahale etmelidir; mevcut müdahale yetersizdir. “Ciddi (bir) planlama” yoktur; bunu gerçekleştirecek “Üreticilerin Millî Hükümeti” Vatan Partisi’nin katılımıyla acilen kurulmalıdır. “Devlet ve toplum disiplini” kalmamıştır; “Devlet ve toplum disiplini” acilen tesis edilmelidir. Bunun tek yolu da “İşçi ve çiftçiden sanayici ve tüccara kadar bütün üretici sınıfları birleştiren hükümet”in, “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin kurulmasından geçer. Bunlar yapılmadığında “önümüzdeki zorlukların üstesinden gelemeyiz”! Yani Türkiye, önünde duran zorlukların üstesinden gelmek istiyorsa Perinçek’in önerisine uyarak acilen “Üreticilerin Millî Hükümeti”ni kurmalıdır.

Perinçek, faşist diktatörlük uygulamalarındaki eksiklikleri veya zaafları saymaya devam ediyor: “Ekonomik atılım ve ülke güvenliği arasındaki eşgüdümü başka türlü sağlayamayız, özet olarak Üretim Devrimini başaramayız. Disipline yönelmemenin bedeli, yoksulluk ve kargaşalık olur...”

“Eşgüdüm” veya komut üzerine basının, hukukun, eğitimin; bütün üstyapı kurumlarının aynı anda, aynı doğrultuda harekete geçmesi gerekir. Alman faşistleri bu “eşgüdüm” işini çok iyi bilirlerdi. Erdoğan da çok iyi biliyor. Ancak, Perinçek, ‘iyi biliyor, uyguluyor, ama eksik biliyor, eksik uyguluyor’ görüşünde. Perinçek, ekonomik atılımı gerçekleştirmek, ülke güvenliğini sağlamak, “özet olarak Üretim Devrimini başarmak” için “Üreticilerin Millî Hükümeti” komutası altında, onun emirleri doğrultusunda her şey, ama her şey “eşgüdüm”lü olmalıdır; sermayenin çıkarları için bütün toplum faşist disipline göre hareket etmelidir; “Düğmeye” bastığında toplumun bütün hücreleri aynı hareketi yapmalı, aynı şeyi düşünmelidir diyor.
Alman faşistlerinin dilinde bunun adı “Gleichschaltung”dur.

Toplum iki türden disiplinle karşı karşıyadır: Birincisi, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu toplum formasyonlarında (kölecilik, feodalizm, kapitalizm) toplum, hakim sınıfların çıkarlarına göre disipline maruz kalırlar. Bu, zoraki disiplindir. Bu disiplini sağlamak için hakim sınıfların mahkemesi, kolluk güçleri, devleti vs. vardır.

İkincisi; Toplum, doğru bulduğu üretim ilişkileri içinde yaşamaktadır; üretim araçları toplumsal mülkiyettedir, sömürü yoktur; her şey toplumsal varlık ve ilerleme için üretilmektedir. Böyle bir toplumda, diyelim ki, sosyalizmde disiplin iki türlüdür; Birisi, sosyalist toplumun varlığını koruma ve gelişmesini sağlama doğrultusunda gönüllü, bilinçli disiplindir. Diğeri ise, iktidardan uzaklaştırılmış, eski toplum unsurlarının karşı devrimci çabaları karşısında uygulanan disiplindir (diktatörlük).

Perinçek, üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu koşullarda “disipline yönelmek”ten bahsetmiyor. Aynı zamanda bildik burjuva “disipline yönelmek”ten de bahsetmiyor. Bunu, “serbest piyasa” vb. türden çıkışlarla eleştiriyor; bir biçimde, bu türden disiplinin sonucunda memleket bu hale gelmiştir diyor. Erdoğan’ı da bu alandaki yetersizliğinden dolayı eleştiriyor. Onun istediği, doğru bulduğu, yukarıya aktardığımız gibi kısmen açtığı komando ekonomisi disiplinidir; ekonomi ve toplum arasındaki ilişkide “eşgüdüm”dür; toplumun sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket edecek derecede disiplinli edilmesi için “eşgüdüm”dür!
6-”Siyasal çözüm”:
Perinçek’in siyasal çözümden ne anladığına yukarıda değinmiştik. Tekrar pahasına da olsa belirtmekte yarar vardır. Perinçek, günümüz koşullarından “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin Erdoğan’sız ve AKP’siz olamayacağını vurguluyor ve “Türkiye, önümüzdeki zorluklardan tek başına Tayyip Erdoğan hükümetiyle çıkamaz, bununla birlikte AK PARTİ’yi dışlayan, Tayyip Erdoğansız bir hükümet de kurulamaz” diyerek diktatör Erdoğan’a biat ediyor. Ancak, Perinçek bunu söylemekle yetinmiyor. Türkiye’de faşist diktatörlüğün olması gerektiği gibi uygulanmadığını, işin içine “demokrasi”, “özgürlük”, “hak-hukuk” gibi taleplerin girdiğini; işçilerin, Kürtlerin kendilerine özgü sınıfsal ve ulusal talepler dillendirdiklerini ifade ediyor. Bu türden talepler, toplumsal-sınıfsal ayrışımlar, “Milleti Üretim Odaklı Ekonomi için birleştirecek ve seferber edecek olan Üreticilerin Millî Hükümetinin kurulması”nı engellemektedir diyor; “Türkiye içine girdiği ekonomik iflas koşullarını ancak Cumhurbaşkanının kuracağı AK Parti'nin yanında, CHP, MHP ve Vatan Partisi'ni de kucaklayan bir Millî Hükümetle aşabilir” demek herhalde bu anlama geliyordur.

Böyle bir hükümet kurma ”görevine önderlik, Anayasamıza göre Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'ın omuzlarındadır” diyor, Erdoğan’a biat ediyor, ama yukarıda belirttiğimiz gibi faşist diktatörlüğün uygulamalarındaki eksiklikleri de sıralıyor. Bunun sorumlusu olarak da Erdoğan’ı gösteriyor: Erdoğan’a devlet adamının görevlerini hatırlatıyor. Öngörülü değilsin, “önümüzdeki zamanın dar olduğunun farkın”da değilsin; dönüp dolaşıp geleceğin yeri sana şimdiden söylüyorum (“...debelenmelerden ve sancılardan sonra, yine keşfedilecek olan, Üreticilerin Millî Hükümeti’dir.”), ama beni anlamıyorsun; devlet adamlığı bugünlerde belli olur; ya devlet adamı olursun, kaçınılmaz olan çözüme bir an önce cesaretle önderlik edersin ve “Üreticilerin Millî Hükümeti’ni kurarsın veya da buna cesaretin yoksa ben bu görevi üstlenmeye hazırım! Vatan Partisi’nin “siyasal çözüm” anlayışı bu.
Perinçek, diktatör Erdoğan’a ‘Soylu’yu, soysuzu bırak, “Üreticilerin Millî Hükümeti”nin bir Türk Goebbelsine ihtiyacı var’ diyor!

Perinçek, iktidarda olan faşizmin nasıl olması gerektiğini, neyi doğru yapmadığını, böylece faşist diktatörlüğün eksik kalan yanlarını ve “devlet adamı” olmanın kıstaslarının, eksikliklerin üzerine gitmekten, tam faşist uygulamayı gerçekleştirmekten geçtiğini hatırlatıyor; Erdoğan’ın neden kendi kafasında canlandırdığı “devlet adamı” olmadığını dile getiriyor.

*

Üretim ekonomisi” bağlamında M. Pamukoğlu ile D. Perinçek arasında görüş ayrılığı olduğu açık. “Üretim ekonomisi ile bizim anladığımızı yazalım. Doğu Perinçek’in de bunu kast ettiğini düşünüyoruz. Ama varsa farklı düşüncelerini kendisine bırakarak kendi görüşlerimizi sizlere sunalım” diyor Pamukoğlu. En azından Pamukoğlu bu konuda ne düşündüğünü açık seçik yazarken, Perinçek belli kavramların ötesine geçmemektedir. “Üretim devrimi”, “bütün üretici sınıfları birleştiren milli hükümet” türünden kavramlarla oynamaktadır.

Pamukoğlu’nun görüşleri doğru değil, yanlış, ama belli bir mantığı var. Perinçek’in görüşüne doğru değil, yanlış demek, Türk ırkçılığı ve şovenizmi saçan o anlayışları masumlaştırmak anlamına gelir. Kavramlarla oynayan Perinçek, düpedüz saçmalıyor.

Pamukoğlu’nun “Üretim ve borçlanma ekonomisi-2”de ele aldığı, özellikle de “üretim ekonomisine geçiş” ara başlığı altında açtığı konularda, mülkiyetin ve dolayısıyla iktidarın sınıfsal karakterini göz ardı edilmektedir. Veya da kapitalist sistem çerçevesinde öne sürdüğü anlayışların gerçekleştirilebilir olduğunu sanıyor. Pamukoğlu, devrimin temel sorununu; mülkiyetin ve iktidarın sınıfsal karakteri sorununu bir reform sorununa indirgiyor.
Bu sorunu ve Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin devrimi gerçekleştirme durumunda ekonomiyi (üretimi) ve devleti örgütleme sorunlarının neler olabileceğini ayrı bir yazı konusu olarak gördüğümüz için bu makalede ele almadık.