ORTADOĞU, ÇIKAR
ÇATIŞMALARI VE EMPERYALİST “BARIŞ”
VEYA
“PAX AMERİCANA” DANSI
Günlerce
devam eden askeri hareketliliğin sonucunda 3 Eylülde Körfez’deki
Amerikan savaş gemilerinden ve B-52 uçaklarından fırlatılan 27
füzeyle ABD, Güney Irak’taki tespit ettiği hedefleri vurdu.
Saldırılar 4 Eylül’de de devam etti.
ABD,
bu saldırısına neden olarak, Irak ordusunun Kuzey Irak’a
–Güney Kürdistan- sızmasını gösteriyordu. Körfez
savaşından sonra bu bölge, Irak ordusundan temizlenmiş ve BM’nin
himayesinde bölge ilan edilmişti. Körfez Savaşındaki durumun
aksine bu saldırısında ABD emperyalist ülkelerden veya Körfez
Savaşı koalisyonundan beklediği desteği veya onayı tam alamadı.
Amerikan saldırısını sadece Britanya ve Alman hükümetleri
desteklediler. Fransa, Çin, Rusya ve Arap ülkeleri ABD’ye destek
vermediler. Öyle ki, bu saldırıyı, BM Güvenlik Konseyi dahi
onaylamamıştı. Çıkarlarının yeniden tehlikeye düştüğünü
gören ABD emperyalizmi, bütün dünya kamuoyunu oldu-bittiyle karşı
karşıya bırakmıştı. Saldırı, istenilen hiçbir sonucu
vermedi. Tam tersine biriken ve suni olarak, zor yoluyla baskı
altında tutulan çelişkilerin yeniden ve bu sefer daha karmaşık
bir şekilde patlak vermesini beraberinde getirdi.
BM
şemsiyesi altında emperyalist askeri koalisyon, Kuveyt’i işgal
eden Irak’ı yenilgiye uğratmıştı. Kuveyt kurtarılmış(!)
eski baskıcı ilişkiler yeniden sağlanmış ve Saddam Hüseyin’in
Irak içinde de hareket sahası daraltılmıştı. Ama Saddam rejimi,
muhalefeti kanla boğmaya devam ediyor, Irak halkı açlık ve
sefalet içinde yüzüyordu. ABD emperyalizmi, Saddam’ı düşürmek
ve onun yerine sadık bir uşağı getirmek amacına ulaşamamıştı.
Irak
“sorunu”nu halledememek ABD emperyalizminin uykusunu kaçırıyordu.
Filistin-İsrail “barış”ı sağlanmıştı. Bir de Körfez’deki
Saddam sorunu halledilirse bölgede tam anlamıyla pax americana
(“Amerikan barışı”) hakim olacak! Yani Amerikan
emperyalizmi Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarına tam
anlamıyla sahip olacaktı. Amerikan emperyalizmi bu amacına
ulaşamadı. Çünkü onun, bu amacına ulaşmasının önünde ciddi
engeller vardı: Irak, Arap ülkeleri, Kürt ulusal hareketi ve
İran, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da istediği gibi at
oynatmasının önündeki esas engelleri
oluşturuyorlardı/oluşturuyorlar.
Emperyalist
ülkelerin, başta da ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesinde
çeşitli Kürt partilerinin iç dalaşlarını çözmek için
arkalarını çeşitli devletlere dayamalarına vesile
oluyordu/oluyor;
Saddam
ordularının Erbil işgalinde ve bu işgalden sonra hala devam eden
gelişmelerde Barzani ve Talabani arasındaki iktidar dalaşı
belirleyici olmuştu.
Ortadoğu’yu,
bu kavramı Körfez ve Kürdistan olarak daraltırsak, önemli kılan
iki faktör var: Petrol ve Kürt ulusunun geleceği. Bu faktörlerin
her ikisi de aynı derecede önemlidir.
Bu
yazımızda, bu iki faktörü taraflarıyla birlikte ele alacağız.
1-Ortadoğu ve Emperyalistler Arası Çelişkiler
Belirttiğimiz
gibi Ortadoğu’yu Basra Körfezi ve Kürdistan’la
sınırlıyoruz. Bu bölge, stratejik konumunun (Asya ve Afrika’ya
açılan yol) ötesinde, petrolün bulunmasından sonra emperyalist
ülkeler arasındaki rekabetin en önemli odak noktalarından birisi
olmuştur. Dünya petrol kaynağının yaklaşık yüzde 60’ı bu
bölgede bulunmaktadır.
II.
Dünya Savaşından revizyonist blokun yıkılışına kadar olan
dönem içinde bölge emperyalistler arası çelişkilerin
gelişmişlik durumu açısından nispeten “istikrarlı” bir
görünüm arz ediyordu. Savaşın bitimini takip eden yıllardan
itibaren ABD emperyalizmi, emperyalist burjuvazinin deyimiyle “özgür
dünya”nın jandarmalığını üstlenmişti. Öyle ki, sadece geri
ülkeler değil, savaştan yenik çıkan Almanya, Japonya ve galip
çıkan ama zayıflayan İngiltere ve Fransa da ABD’nin
hegemonyasına girmişlerdi. Amerikan emperyalizmi, bir taraftan
ekonomik gücüne dayanarak, diğer taraftan da bu ülkeleri, bunun
ötesinde bütün dünyayı “komünizm "tehlikesi”yle tehdit
ederek kapitalist dünya üzerindeki hegemonyasını kurmuştu.
“Dışarıya
karşı her şey ‘yolunda’
gözüküyor. ABD, Batı Avrupa’yı, Japonya’yı ve diğer
kapitalist ülkeleri vesikaya bağlamış; ABD’nin pençesine düşen
(Batı) Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya itaatli bir
şekilde ABD’nin emirlerini yerine getiriyorlar. Bu ‘düzenlenmiş
durum’un ‘ebediyen’ devam edeceğine, bu ülkelerin, ABD’nin
boyunduruğuna ve hakimiyetine sonsuza dek tahammül edeceklerine,
Amerikan köleliğinden kurtulmaya ve bağımsız gelişme yolunu
tutmaya çalışmayacaklarına inanmak yanlış olur” (Stalin,
C. 15, s. 284-285, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”,
Alm.)
Öyle
de oldu. Uzun bir süreç içinde Stalin’in bu öngörüsü
gerçekleşti. Önceleri, ekonomik olarak nispeten zayıf
konumlarından dolayı ABD’ye daha sıkı bağımlılık, siyasi ve
askeri alanlarda da bağımlılığı beraberinde getiriyordu. Bu
bağımlılıkta, Amerikan emperyalizminin bu ülkeleri, SB’yi kast
ederek, komünizmin yayılmasıyla tehdit etmesi de önemli bir rol
oynuyordu. Her halükarda ABD emperyalizmi, bir taraftan ekonomik ve
askeri gücüne dayanarak, diğer taraftan da komünizm tehlikesi
tehdidiyle bu ülkeler üzerinde hegemonya kurmuştu. Bu dönem
zarfında Amerikan emperyalizminin hakim konumunu güçlendiren
siyasi, ekonomik ve de askeri anlaşmalar, paktlar -örneğin NATO-
yapılmıştı. Ama süreç içinde söz konusu bu emperyalist
ülkeler gelişerek, giderek daha belirgin bir şekilde kendi
çıkarlarını da ifade etmeye başlamışlardı. Bu, ABD’ye karşı
rekabetin dillendirilmesinden başka bir anlam taşımıyordu.
Sosyal
emperyalist SB’nin başında bulunduğu revizyonist blokun
çökmesinden sonra söz konusu bu emperyalist ülkeler arasındaki
ilişkiler-çelişkiler, her ne kadar yeni bir nitelik
kazanmamışlarsa da, oldukça keskinleşmiş olarak açığa
çıktılar. Çünkü bu çelişkileri bastıran faktörler ortadan
kalkmıştı. Revizyonist blok karşısındaki kapitalist blok
dağıtılmıştı.
Bu
süreç içinde emperyalistler arası ilişkilerde iki eğilimin
yaşam bulduğunu görüyoruz: “Bunlardan biri, bütün
emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise,
bir emperyalisti diğerlerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi
sağlam temele dayanmayan iki eğilim” (Lenin; C. 27, s.
363, “Dış Politika Üzerine Rapor”, Alm.)
Bu
eğilimlerden birincisi -bütün emperyalistlerin ittifakı
belirttiğimiz nedenlerden dolayı II. Dünya Savaşından
revizyonist blokun yıkılış dönemine kadar olan süreçte
gerçekleştirilmişti. Bu, gönüllülükten ziyade, koşulların
dayattığı kaçınılmaz zoraki bir ittifaktı. İkinci eğilim
ise, revizyonist blokun dağılmasından sonraki süreçte hakim
olur. “Bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz” kılan
koşulların ortadan kalkması, “bir emperyalisti diğerlerinin
karşısına diken” eğilimi bütün şiddet ve çıplaklığıyla
geçerli kılıyordu.
Bugün
söz konusu olan, bu emperyalist ülkelerin, başta da ABD, Almanya
ve Japonya’nın dünyayı pazar alanı ve topraksal olarak yeniden
paylaşma mücadelesinde karşı karşıya gelmeleridir. Bu
mücadelenin sürdürüldüğü alanlardan birisi de Ortadoğu’dur.
Diğer
taraftan: II. Dünya Savaşından sosyalist Sovyetler Birliği
muzaffer olarak çıkmıştı. Sosyalizm uluslararası alanda
güçlenmiş, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kapitalist sistemden
koparak SB etrafında sosyalist sistemi kurmuşlardı. Ne var ki,
SB’de, XX. Parti Kongresi’nde Kruşçevci revizyonistler siyasi
iktidarı gasp ederek, kapitalizmin yeniden inşasının yolunu
açmışlardı. SB’de kurulan revizyonist iktidarla, süreç
içinde, Lenin ve Stalin’in
sosyalist SB’si sosyal emperyalist bir ülkeye dönüştürülmüştü.
Sosyal emperyalist SB, ABD emperyalizminin yanı sıra ve onun
karşısında dünya hegemonyası peşinde koşan ikinci süper güç
olmuştu. Böylelikle dünya, –etkisi fazla olmayan, en azından bu
ülkeler kadar olmayan revizyonist Çin ve sosyalist Arnavutluk'u
dışta tutarsak– bu iki süper güç tarafından iki kampa
bölünmüş oluyordu. Bu iki emperyalist kamp arasındaki hegemonya
mücadelesi ne denli şiddetli olursa olsun, dünyanın bazı
bölgelerinde bu şiddetli rekabet yerini geçici paylaşılmışlığın
beraberinde getirdiği “istikrara” bırakıyordu. Bu
“istikrarlı” alanlardan birisi de Ortadoğu’ydu. (Yukarıda
belirttiğimiz dar anlamıyla.)
Sovyet
modern revizyonistleri, uyduruk “kapitalist olmayan gelişme yolu”,
“sosyalizme yönelen ülkeler” teorisiyle; bu, sosyal emperyalist
sömürge teorisiyle birçok gerici diktatörlükler ile bağlar
kurmuş, bu ülkeleri sosyal emperyalist hegemonyası altına
almıştı. Irak ve Suriye de bu ülkeler arasındaydı. Sosyal
emperyalist SB, “kapitalist olmayan gelişme yoluyla sosyalizme
yönelen” bu ülkelerde hegemonyasını kurarken, ABD emperyalizmi
de Türkiye, İran (Şah dönemi), Kuveyt, S. Arabistan vb. ülkelerde
hegemonyasını kurmuştu.
Bölgede
kavga, rekabet, her iki güç arasında sürdürülüyor ve her bir
kampta yer alan ülkeler, “de facto”ya SB’nin ya da ABD’nin
çıkarlarını, girilen ittifakın ceremesi olarak destekliyorlardı.
Bu dönem zarfında bölgede ne darbeler –İran, Irak, Türkiye–
ne de antiemperyalist mücadeleler eksik olmuştu. Bu anlamda bölge,
tam anlamıyla istikrarsızdı. Ama bölgenin iki süper güç
tarafından paylaşılmışlık durumu başka bir emperyalist gücün
bölgeye müdahalesini veya gerek Sovyet ve gerekse de Amerikan
çıkarlarını tehdit etme durumunu ortadan kaldırıyordu, işte
tam da bu anlamda geçerli olan bir “istikrarlı” durum
söz-konusuydu.
Revizyonist
blokun çökmesiyle birlikte, kapitalist dünyada ABD sultasında
gerçekleşen “bütün emperyalistlerin ittifakı” da çökme
aşamasına girdi. Bugün o dönemden kalma anlaşmalar fiilen
geçerli olsalar da, bağlayıcı hiçbir etkileri kalmadı.
Emperyalistler arası çelişkiler, adeta zincirlerinden boşaldı; her
bir emperyalist haydut, kendi hesabına “ava” çıktı, kendi
hesabına hegemonya ve nüfuz alanı elde etme mücadelesine girişti
ve bu mücadele emperyalist ülkeleri daha yoğun, daha sert bir
şekilde karşı karşıya getirdi/getiriyor.
II.
Dünya Savaşından revizyonist blokun çöküşüne (1989/’90) kadar
olan dönemde “bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel
ittifakı, … politikanın itici gücü” idi (Lenin; agk. s.
363). Bugün ise tam tersi söz konusu. Çünkü koşullar
değişmiştir.
“…Kapitalizm
koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz alanlarının vs.
paylaşımı için katılanların gücünden, genel ekonomik, mali,
askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Ama
katılanların gücündeki değişiklikler dengesizdir. Çünkü
kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi
dallarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz”(Lenin;
C. 22, s. 300, “Emperyalizm”, Alm.).
Bu,
bugünün koşullarında emperyalist ekonomi ve “politikanın itici
gücü”nü oluşturmaktadır. O halde, kim ne istiyor?
2-ABD Emperyalizmi
Birincisi,
bölge ABD emperyalizmi açısından stratejik olarak daha da önemli
olmuştur. İkincisi, ABD emperyalizmi, bölgedeki hegemonyasını
korumak ve genişletmek için eskiye oranla daha çok zorlanmaktadır.
Birinci
nokta: SB’nin dağılmasından sonra, onun nüfuz alanı içinde
olan bölgeler, emperyalistler arası rekabete açık hale
gelmişlerdi; Irak, Suriye, bölge olarak Kafkasya ve Orta Asya.
Bugün kendini pek hissettirmese de emperyalistler arası rekabetin,
yakın gelecekte şiddetleneceği alanların başında Kafkasya ve
Orta Asya gelmektedir. Bu bölgelerde bütün emperyalist ülkelerin
gözü var. Ama esas rekabet Rusya, ABD, Almanya, Japonya ve Çin
(Orta Asya) arasında sürdürülecektir. Bu büyük haydutların
karşısında Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist
ülkelerin tek başlarına hareketleri, sorunun özünde fazla bir
şey değiştirmeyecektir. Amerikan emperyalizmi bu bölgelere
doğrudan müdahale etmenin kendisine pahalıya mal olacağını çok
iyi bildiği için bu bölgelere, “hinterland”ını sağlama
alarak yaklaşıyor. Afganistan’ı Çin’e, İran’a karşı ve
Orta Asya’ya dalmak için bir üs olarak kullanmak istediği için
Taliban hareketini doğrudan veya Pakistan kanalıyla destekledi.
Amerikan emperyalizmi, geniş anlamıyla Ortadoğu’da da mevcut
olanaklarını kullanarak, diğer emperyalist güçlerden daha önce
hareket etti ve bölgede, kendi emperyalist çıkarlarına hizmet
eden bir “barış” çemberi veya Ortadoğu-Türkiye üzerinden
Orta Asya’ya uzanan bir “barış” şeridi oluşturmaya çalıştı.
Afganistan gibi bütün olarak Ortadoğu ve Türkiye, ABD
emperyalizminin Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanışında birer
“hinterland”dır, birer sıçrama tahtasıdır. Bu, stratejik
özelliğinden dolayı Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi için daha da
önemli olmuştur.
İkinci
nokta: Revizyonist blok veya SB’nin dağılmasından önceki
dönemde ABD, esas itibarıyla sosyal emperyalist SB’ye karşı
mücadele ediyordu. Diğer emperyalist ülkeler bu mücadelede ancak
taraf tutuyorlar ve kendi emperyalist çıkarlarını ABD’nin
“küresel” hegemonya şemsiyesi altında geri oranlarda
gerçekleştiriyorlardı. “Yeni dünya düzeni” ile bu durum
tamamen değişmiştir. Bugün ABD, başta Almanya olmak üzere
Fransa, İngiltere, Japonya ve giderek etkisini göstermeye başlayan
Rusya gibi emperyalist ülkelere karşı çok yönlü mücadele ile
karşı karşıyadır. Bugün, hiçbir emperyalist ülke, doğrudan
çıkarı olmaksızın, II. Dünya Savaşı sonrasının beraberinde
getirdiği anlaşmalar ve yükümlülükler doğrultusunda Amerikan
emperyalizminin politikalarına alet olmuyor. Çıkarların
belirlediği bu durumu ABD de biliyor.
Her
bir emperyalist ülkenin, öncelikle de Almanya ve Fransa’nın
kendi emperyalist çıkarları için mücadelesi, ABD’nin bölgedeki
konumunu hem güçleştiriyor ve hem de politikasının iflasını
kolaylaştırıyor. Her halükarda ABD emperyalizminin bölgede
eskisi gibi at oynatmasının nesnel koşulları kalmamıştır.
İsrail-Filistin “barışı”nın ve Körfez savaşından sonra
Irak politikasının uygulanamaması bunun açık ifadesidir. Başta
Kürt ulusal hareketi olmak üzere, Suriye, Saddam rejimi, İran,
Almanya ve Fransa stratejik olarak ABD’nin Ortadoğu’daki belirli
engellerini oluşturuyorlar. Taktiksel açıdan Türkiye, İngiltere
ve Barzani ve Talabani hareketleri de dönem dönem ABD
emperyalizmiyle çelişkiye düşüyorlar. Bugün gelinen nokta
(Güney Kürdistan’daki son çatışmalar-gelişmeler) bunu
gösteriyor.
3-Alman Emperyalizmi
Alman
emperyalizmi en dinamik, iştahı tam anlamıyla kabarmış haydut
konumunda bulunuyor. Onun bu konumda olmasının nesnel nedenleri
var. Sanki tarih tekerrür ediyor. Alman emperyalizmi, kapitalizmin
serbest rekabetçi döneminden tekelci dönemine geçiş sürecinde
sergilediği gelişme içinde o dönem, sonradan gelişen, dünyanın
paylaşımından pay kapmamış olan Almanya, gelişmede Fransa’yı
tamamen, İngiltere’yi de birçok alanda geride bırakıyor ve
dünyayı yeniden paylaşma talebinde bulunuyordu. Bugün de benzeri
bir durumla karşı karşıyayız. Almanya II. Dünya Savaşında
aldığı yenilginin yükümlülüklerinden kurtuldu ve bu süreç
içinde dünya “pastası”ndan pay talep edecek derecede gelişti.
Onun en başta gelen rakipleri ABD ve Rusya’dır.
Ortadoğu,
Alman emperyalizminin düşüncede geleneksel yayılma alanlarından
birisidir. Düşüncede geleneksel diyoruz, çünkü Alman
emperyalizmi hiçbir dönem Ortadoğu’da hakim olmamıştır, ama
bunu planlamış ve planını gerçekleştirmek için adımlar da
atmıştır. Osmanlı devleti üzerindeki nüfuzu ve Bağdat
Demiryolu’nun yapımı bunun örneklerindendir.
“Drang
nach Südosten” (Güneydoğu’ya yöneliş) Alman
emperyalizminin sömürgeci-hegemonyacı politikasının iki
ayağından birisidir (diğeri Doğu’ya yöneliştir. “Drang nach
Osten”) Bu politika Alman emperyalizminin bölgeye; Anadolu’ya,
Mezpotamya’ya bir bütün olarak yakın Doğu ve Ortadoğu’ya
yönelişini ifade eder. Ortadoğu’da Alman emperyalizminin en
büyük rakibi ABD’dir veya ABD’nin bölgedeki mevcut
hegemonyasını tehdit eden en
önemli potansiyel güç Almanya’dır. İran, Alman emperyalizminin
bir üssü olmaya adaydır. Bu ülke, ABD ile olan çelişkilerinin
de bir sonucu olarak Almanya ile sıkı bağımlılık ilişkilerine
girmiştir. Almanya’nın Türkiye üzerindeki doğrudan ve Avrupa
Birliği vasıtasıyla sürdürdüğü ve ABD’ye yönelik hegemonya
mücadelesi henüz sonuçlanmamıştır. Görüldüğü gibi Alman
emperyalizminin bu konumlanışı (İran) ve politikası (Türkiye)
ABD’nin bölgedeki hareket alanını ve olanaklarını
daraltmaktadır. Bu stratejik yöneliminin ötesinde Alman
emperyalizmi Ortadoğu’nun bütün ülkeleriyle siyasi ve özellikle
de ekonomik ilişkilerini geliştirmekte ve böylece ABD’nin
bölge ülkeleri üzerindeki siyasi ve ekonomik nüfuzunu kırıcı
etkide bulunmaktadır.
Bölgede
bağımsız rol oynamaya en yakın emperyalist ülkeler olarak
İngiltere, Fransa ve Rusya, güncel gelişmelerde, gelişmelerin
yönünü ciddi bir biçimde etkileyen bir güce sahip değiller.
İngiltere ve Fransa, bölgedeki geleneksel güçlerini çoktan
yitirmişlerdir. İngiltere, ancak ABD’ye yamanma, onun çıkarlarına
hizmet etme koşuluyla söz sahibi olurken, Fransa “ben de varım”
dercesine tek başına hareket etmeye çalışıyor. Körfez
savaşının hemen sonrasında emperyalist koalisyonun bozulmasında
Fransa’nın rolü, bölge ülkeleriyle geliştirdiği ikili
ilişkiler, ABD’nin Irak’a son saldırısını desteklememesi ve
nihayet Fransız cumhurbaşkanı J. Chirac’ın Ortadoğu ziyareti,
Fransız emperyalizminin bölgede nasıl bir politika içinde
olduğunu yansıtan verilerdir. Fransa, Arap ülkeleriyle
ilişkilerini “tazeliyor.” ABD’nin “barış” adına
dayatmasından bunalan Arap ülkeleri -örneğin Suriye,
Filistin- Fransa ile sıcak ilişkilerden yana olduklarını
belirtiyorlar. Öyle ki, Chirac, Filistin’de kahraman gibi
karşılanıyor. Nedeni açık; Kudüs sorununa bakışı ve İsrail’e
“tepkili” davranışı. Bütün bu gelişmeler, Fransa ile ABD
arasındaki çelişkileri ve bölge üzerine rekabetlerini
keskinleştiriyor.
İtalya,
Çin ve Japonya gibi emperyalist ülkelerin bölgedeki çatışmalarında
görüldüğü kadarıyla fiili bir etkinlikleri yok. Ancak Rusya
Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu gezisiyle yeni bir girişimi
başlatmış bulunuyor.
4-Sorunun doğrudan tarafları
PDK (Kürdistan
Demokrat Partisi) ve YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği):
Barzani (PDK) ve Talabani (YNK) önderliğindeki bu iki parti, Güney
Kürdistan’ın iki büyük aşiretin desteğini alan bu en güçlü
örgütler, son hareketleriyle birer ihanet şebekesine dönüşmüş
olduklarını bir kez daha kanıtlamış oldular. Güney Kürdistan
PDK’sı 50 yıl önce kuruldu. Kuruluşunda Kürt halkının
değişik sınıfsal katmanlarını temsil ediyordu. Güney
Kürdistan’da –diğer parçalarında olduğu gibi– ekonomi
oldukça geriydi ve toplumsal gelişme de ancak kaplumbağa adımıyla
ilerliyordu. Toplumsal ve siyasal ilişkiler tutucu ve feodal
karakter taşıyorlardı. Toplumda kapitalist (burjuva) ilişkiler
yeni yeni oluşuyorlardı. Bir bütün olarak G. Kürdistan’ın
toplumsal ve siyasal gelişmesinde birinci derecede feodal, ikinci
derecede de burjuva çevreler inisiyatif sahibiydiler. PDK’nın
kuruluş aşamasında toplumun bu geri güçleri, üzerlerine düşen
rolü hakkıyla oynamışlardı. O dönem partinin kurulması ileri
bir adımdı. Sömürgeci güçler, Kürt ulusal uyanışını
engellemek ve partinin, bu uyanışın bir aracı olmasını akamete
uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ve partinin kuruluş
sürecine müdahale ederek bir dizi gerici, aşiretçi, feodal
güçlerin/ilişkilerin partide hakim olmasını sağlamışlardı.
Dolayısıyla Güney Kürdistan PDK’sı, daha kuruluşundan beri bu
gerici, feodal güçlerin politik çıkarlarını savunan parti
olmuştu. Bu güçlerin başını çekenler de -partiye ağırlığını
koyanlar- Barzanlar olmuştu. Gerici, feodal, aşiretçi, dinci
güçlerin bir çıkar ortaklığı söz konusuydu. Kurulan çıkar
dengelerinin bozulması, bu güçlerin birbirlerine karşı
savaşacakları, birbirlerini boğazlamaktan geri kalmayacakları
anlamına geliyordu. Nitekim, sadece son yıllardaki gelişmeler
değil, daha Güneyli güçlerin, Doğu Kürdistan’daki ulusal
kurtuluş mücadelesine katılmaları döneminde ve takip eden
yenilgi yıllarında önde gelen (varlıklı, sözü dinlenir)
Güneyli güçlerin ne tür bireysel nüfuz peşinde koştukları ve
hangi olumsuz gelişmelere neden oldukları sır değildir.
Güney
Kürdistan’ın toplumsal ve siyasal yaşamında Molla Mustafa
Barzani birleştirici özelliği olan bir önderdi. Onun ülkede
bulunmadığı yıllarda parti tamamen feodal ağaların, aşiret
reislerinin ve din adamlarının eline geçmişti. Mustafa Barzani,
SB’den ülkeye döndüğünde bir dizi yeni gelişmeler,
oldu-bittilerle karşı karşıya kalmıştı.
1964
yılında PDK’da bir ayrılık gündeme geldi. Barzaniler bu
ayrılığa bir türlü tahammül edemediler. Çünkü bu ayrılık,
PDK’nın nüfuz alanını daraltıyordu. Talabani ve başka birkaç
PDK kadrosunun PDK’dan kopmaları ve YNK’nın kurulmasıyla
başlayan Güney Kürdistan’ın yeni tarihi, “Birakuji”lerin
(Kardeş kavgalarının), ihanetlerin başlangıcı olmuştu. Bu
ihanet, son gelişmelerle doruk noktasına ulaşmıştır.
Özgür
Atılım gazetesinin 24. sayısında (14 Eylül 1996) bu iki partinin
karakter ve amaçları son gelişmeler ışığında şöyle
değerlendiriliyor:
“Güney
Kürdistan’da bitmez tükenmez çatışmalara giren ve nihayet son
tutuştukları savaşta, birbirlerine üstünlük kurmak için, Kürt
ulusunu sömürgeci boyunduruk
altında tutan İran ve Irak gibi devletlerle dolaylı ve doğrudan
işbirliği yapan, dünya halklarının azılı düşmanı Amerikan
emperyalizmini ‘duruma müdahale’ye çağıran PDK ve YNK, ulusal
reformculuğun, ulusal özgürlük savaşının rezil bir engeli
olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Aşiret örgütlenmesine
dayalı iki partinin arasındaki savaş, uzun vadede siyasal
hakimiyet sağlamaya, güncel planda ise gümrük ve petrol
gelirlerinin paylaşımına ilişkindir. Bu uğurda şeytanla bile
işbirliğine hazırdırlar. Gerici ve faşist sömürgeci bölge
devletlerinin birbiriyle olan çelişkilerinden yararlanmaya
çalışarak, rakibine, gerçeğe daha uygun bir vurguyla, Kürt
ülkesine ve halkına saldırmaktan tutun da, emperyalistlerin
figüranı olmaya değin her yol mübahtır onlar için. Bunlar
ulusal özgürlüğe inanmazlar, halklarına güvenmezler, devrimci
imkanlardan ödleri kopar. Hangi devletlerle, hangi karanlık, kalıcı
ve geçici ittifaklara girdikleri ya da gizli anlaşmalar yaptıkları
bugün tam olarak bilinemez de olsa, kesin olan şey, her iki
partinin de, tüm bunları politik hakimiyet ve iktisadi çıkar
temelinde yürüttükleridir. Gerek umutlarını Amerikan
emperyalizminin bölge planlarına bağlamış bulunan ve sömürgeci
Türk burjuva devletiyle bir federasyon hayali peşinde koşan
Talabani, gerekse de ABD’den ve Türkiye sömürgeciliğinden yana
hayal kırıklığına uğramış görünen, Saddam rejimiyle bir
otonom anlaşması imzalayarak sömürgeci boyunduruk içinde
varlığını güvencelemeye yönelen Barzani, ulusal özgürlüğün
başlıca engelleri olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda
emperyalistlerin ve Kürdistan’ı sömürgeci cendereye hapseden
devletlerin, Ortadoğu ve Önasya hamlelerinin
piyonları olma çizgisine sıkı sıkıya sarılıyorlar. Onlar,
Güney Kürdistan’ın geçmişidirler, fakat asla geleceği
olamayacaktırlar. Kürt halkı onları söküp atacaktır”
(“ABD Emperyalizminin ve Bölge Gericiliğinin Köleleştirme
Saldırıları” makalesinden. Özgür Atılım gazetesi, sayı 24,
14 Eylül 1996).
Bu
iki parti hakkında söylenmesi gereken bunlardır. Yalnız burada
belirtilmesi gereken önemli bir nokta var. Güney Kürdistan’da
Kürtlerin uluslaşma süreci çok geridir, en azından
Kuzey’dekinden oldukça geridir. Bu, Güneyde Kürtlerin
birbirlerine nispeten gevşek bağlarla bağlı olarak yaşadıklarını
gösterir. Aynı dili konuşmak meselenin özünde fazla bir şey
değiştirmiyor. Stalin’in, Gürcülerin gelişimiyle ilgili olarak
söylediği, pekala Güney Kürdistan’daki Kürtler için de
geçerlidir.
“Reform
öncesi dönemde Gürcüler ortak bir toprak üzerinde yaşıyorlar
ve aynı dili konuşuyorlardı, buna rağmen kelimenin tam anlamıyla
bir ulus oluşturmuyorlardı; çünkü birbirinden ayrı bir sürü
prensliklere bölünmüş olduklarından,
ortak bir iktisadi yaşantı sürdüremiyorlar, yüzyıllardan beri
birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini yıkıma uğratıyorlar ve
bir birlerine karşı İranlılar ve Türkleri
kışkırtıyorlardı. Bazen talihli bir hükümdarın
gerçekleştirdiği, prensliklerin kısa süreli ve rastlantılar
sonucunda birleşmeleri, en iyi halde sadece yüzeysel yönetim
alanını kapsıyor; en kısa zamanda prensliklerin huysuzlukları ve
köylülerin ilgisizliği yüzünden yıkılıyordu.
Gürcistan’ın iktisadi parçalanmışlığı içinde başka türlü
de olamazdı” (Stalin; C. 2,
s. 257, “Marksizm ve Ulusal Sorun”).
Bugün
Güney Kürdistan böyle bir süreçten geçmektedir. Güney
Kürdistan, Barzani ve Talabani veya PDK ve YNK “prensliklerine”
bölünmüş durumdadır. Bu “prenslikler” çıkarları için
birbirlerini boğazlıyorlar ve birbirlerine karşı İran’ı,
Türkiye’yi, Irak’ı, ABD’yi kışkırtıyorlar. Ancak ulusal
birliğin sağlanmasıyla Barzani ve Talabani “prenslikleri”
ömürlerini doldurmuş olacaklardır. Bu anlamda bu “prenslikler”,
Güney Kürdistan’ın geçmişini; ulusal birliğin sağlanması da
geleceğini oluşturmaktadır ve bu gelecek içinde “prensliklere”
yer yoktur.
PKK:
Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin fiilen yürütücüsü ve
temsilcisi olan bu yurtsever hareket, bütün yalpalamalarına; dönem
dönem gösterdiği reformizme, emperyalist ülkelerle ilişki kurma
eğilimine rağmen yurtsever devrimci öze sahiptir. PKK, Güney
Kürdistan’daki son gelişmelere/çatışmalara aktif olarak
katılmamış; savaşan taraflardan birinin yanında fiilen yer
almamıştır. Ama Talabani’ye daha yakın durduğu ve ona en
azından manevi bir destek verdiği de açıktır (PKK Genel Başkanı
A. Öcalan, esir alınan Talabani’nin eşi ve diğer yöneticilere
iyi muamele yapılması için Barzani’ye çağrı yapmış, aksi
takdirde PDK’ya tavır alacaklarını açıklamıştı).
Barzani
ve Talabani arasındaki savaş, bir yerde Güneyli Kürtlerin
uyanışına da katkıda bulunmaktadır. Onlar; bu iki aşiret reisi
arasındaki çıkar dalaşının Güney Kürdistan’ı
parçaladığını, halkı daha korkunç sefalete sürüklediğini
görüyorlar ve giderek, bu iki gücün Güneyde ulusal çıkarları
temsil etmekten tamamen uzak olduklarını kavrıyorlar. Onların bu
kavrayışını, onlarda ulusal uyanışı geliştiren, PKK’nin
bölgedeki siyasi ve askeri varlığıdır. Şüphesiz ki, PKK’nin
Güneydeki varlığı, PDK ve YNK’nın etkenliğiyle
karşılaştırılamaz. Ama her geçen gün PKK’nin güçlenmesine
hizmet eden gelişmeler yaşanmaktadır. Bu durumu Barzani ve
Talabani de görüyorlar. Bunların ne menem “prensler”
olduğunu PKK de pekala biliyor. Dolayısıyla PKK’nin gelişmesi,
PDK ve YNK’nın erimesi anlamına gelmektedir ve bu “prensler”
bu erimeyi, kendi yokoluşlarını durdurmak için PKK’ye karşı
birleşerek, onu yok etme mücadelesi vermekten de geri
kalmayacaklardır ve zaten dönem dönem Türk ve İran
sömürgecilerinin, ordularının önüne düşerek Güneyde gerilla
avına çıkan Talabani ve Barzani güçlerinden başkaları
değildir. Onların bu sürece katılımlarının oranı, çıkar
ilişkilerine ve konjonktürel dengelere bağlı olarak değişir...
Irak:
Gerici Saddam rejimi Kuveyt’i işgal ederek, hem bölgesel bir güç
hem de Körfez’deki petrol kaynaklarının yegane sahibi olmak
istediği mesajını veriyordu. Bu mesaj, hem aynı bölgedeki
emperyalizmin işbirlikçisi devletlere hem de emperyalist ülkelere
yönelikti. Çıkarlarının tehdit edildiğini gören emperyalist
ülkeler, çok hızlı ve çok kolay anlaştılar. Ve bütün
emperyalist ülkelerin fiilen katıldıkları veya açıktan
destekledikleri emperyalistler arası savaş koalisyonunu kurmakta ve
Irak’a saldırmakta gecikmediler. Irak, büyük bir yenilgiye
uğratıldı. Saddam rejimi düşürülemedi, ama onun hareket sahası
daraltıldı. Güney Kürdistan, BM yönetimine verildi. Boş
durmayan Saddam rejimi, Irak’ın bütününde yeniden söz sahibi
olmak için eline geçen her fırsatı değerlendirdi. En önemli
fırsat da, Barzani’nin çağrısıydı. “Irak’ın bütününde
kontrolü yeniden ele almak için” yanıp tutuşan Irak rejimi,
ordularını Erbil üzerine göndermekte gecikmedi. Saddam rejimi
neredeyse bölgedeki bütün güçlerle çelişkili durumdadır.
İran’la olan bölgesel rekabeti, Körfez’deki Arap
Emirlikleri’nin, Kuveyt’in, hatta S. Arabistan’ın korkusu,
Suriye ile eskiden beri devam eden rekabeti, keza Türkiye ile olan
anlaşmazlığı ve Kürt ulusuyla olan çelişkisi, faşist Saddam
rejiminin ateşten çemberle çevrili olduğunu gösteren olgulardır.
On binlerce Kürdün katili olan Saddam, Irak’ın bütünlüğünü
sağlamak, yani Güney Kürdistan üzerinde yeniden hakimiyet kurmak
için hiçbir fırsatı kaçırmayacaktır. Keza o, Körfez
ülkelerini, işgalle tehdit etmeye de devam edecektir.
İran: Doğu
Kürdistan’ı sömürgeleştiren İran da bölgede hemen hemen
hiçbir ülke ile barışık değildir. İran gerici molla rejimi,
bölgesel hegemonya peşinde olmanın ötesinde Kafkasya ve özellikle
de Orta Asya üzerinde nüfuz sahibi olma çabası içindedir. İran
molla rejimi Türkiye ile hem bölgesel hakim olma rekabetini
sürdürürken, Kafkasya ve Orta Asya'da da aynı rekabeti
sürdürmektedir. Bölgesel güç olma konusunda İran’ın Irak ile
de çelişkisi vardır. İran sömürgecileri, İran Kürdistanı’ndaki
ulusal kurtuluş mücadelesinin amansız düşmanıdır ve bu
mücadeleyi boğmak için, aynen Türkiye gibi, Güney Kürdistan’a
saldırmaktadır. İran’ın sahte antiemperyalistliğinin –devrim
dönemini değil, bugünü kast ediyoruz–, somutta da
antiamerikancılığının hiçbir ilerici yönü yoktur. İran ve
ABD’nin bölgedeki çıkarları çelişmektedir. Ama İran, ABD’nin
bütün tecrit politikasına ve fiili adımına rağmen tecrit
olmamıştır. Burada, İran’ın, özellikle Alman emperyalizmiyle
geliştirdiği ilişkilerin belirleyici rolü vardır. Alman
emperyalizmi, ABD’nin yaptırımları karşısında İran’ın bir
nevi kalkanıdır. İran, Alman emperyalizminin bölgedeki üssü
olma konumundadır. Dolayısıyla Alman emperyalizmi, bugün çok
açık bir şekilde görülmese de, bölgede emperyalistler arası
çelişkilerin, ittifaklar oluşturacak derecede keskinleştiği bir
süreçte bölgedeki nüfuzunu İran üzerinden sağlama yolunu
mutlaka deneyecektir.
Türkiye: Bölgesel
güç konumunda olan faşist diktatörlük, stratejik konumundan ve
ekonomik potansiyelinden dolayı pervasız hareket etme eğiliminde
ve “emperyalist” amaçlar peşindedir. Türkiye ve Kürdistan,
Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Ortadoğu’ya buradan da Asya ve
Afrika’ya açılan yol üzerinde olmasından, bu stratejik
konumundan dolayı özellikle ABD ve AB’nin (başta da Almanya’nın)
giderek keskinleşen bir rekabet alanı durumundadır. Faşist
diktatörlük, emperyalist efendileriyle ortak hareket ettiğinde,
emperyalist güçler de ona bazı kırıntılar sunduklarında
hedefledikleri amaca ulaşacaklarını biliyorlar.
Türkiye,
İran ile Ortadoğu’daki, Kafkaslar’daki ve Orta Asya’daki
rekabetini açık bir şekilde sürdürmektedir. Her ne kadar,
Irak’ın “toprak bütünlüğünü” savunuyor gözükse de,
Kerkük ve Musul’u; buradaki petrol yataklarını ele geçirme
amacını gütmektedir. Ortamın uygun olduğu koşullarda bu ilhakı
gerçekleştirmek için hareket edeceğinden hiç şüphe
edilmemelidir.
Türkiye’de
sömürgeci faşist rejim, Kürt ulusal hareketini boğmak için
yoğun çaba içindedir. Kuzey Kürdistan’ı işgal altında tutan
faşist diktatörlük, Kürt ulusuna karşı jenosid uygulamaktan
çekinmemektedir. Her ne kadar katliam, Halepçe’dekinin boyutuna
varmasa da, her gün yapılmaktadır.
Türkiye,
Saddam rejimiyle de çelişki içindedir. Bunda, Türkiye’nin Musul
ve Kerkük’e göz dikmiş olması önemli bir rol oynamaktadır.
5-Ortadoğu’da Gelişmelerin/Çelişkilerin Seyri
Bölgedeki
yerel ve emperyalist güçlerin faaliyeti iki noktaya
kilitlenmiştir. Birincisi; Kürt ulusal kurtuluş hareketinin
boğulması. Bu noktada emperyalistler ve yerel güçler aynı
görüşteler, ortak hareket ediyorlar. İkincisi ise, bölge
üzerinde nüfuz sahibi olmak ve petrol kaynaklarını kontrol etmek.
Bu noktada ise ortak hareket söz konusu değil, çeşitli güçlerin
birbirlerine karşı ittifakı, desteği söz konusu. Bu noktada,
anlaşma tali, geçici, rekabet esastır. Sorunu bu iki açıdan
ele alalım.
Kürt
ulusal kurtuluş mücadelesi açısından: Körfez savaşı ve
Saddam rejiminin yenilgisinden sonra Güney Kürdistan’da
özellikle ABD emperyalizminin girişimleri sonucunda bir federatif
Kürt devleti kuruldu. Tabii bu, emperyalist koruma altında
kurulan bir devletti. Esasında bu yeni yapılaşma, devletten başka
her şeye benziyordu. Güneyli Kürt güçler ne böyle devlet kurma
perspektifine sahiptiler ve ne de böyle bir gelişmeye hazırdılar.
Güney Kürdistan, tarihinde önemli bir fırsat
yakalamıştı. Şüphesiz ki bu girişim, emperyalist şemsiye
altında gerçekleştiriliyordu. Ama buna rağmen Güney, belli bir
dönem, Irak ve komşu sömürgeci güçlerin (Türkiye ve İran)
baskısı altında kalmamış, nispi bir özgürlüğe kavuşmuştu.
Bu özgürlük ortamı, Güneyde ulusal uyanış için, Kürt
halkının ulusal örgütlenmesi için pekala kullanılabilirdi. Ama
ele geçen fırsat kullanılamadı. Emperyalist kontrol altında
kurulan bir devletin, bağımsız olamayacağı ve somutta da özgür
Kürdistan’ın bu koşullarda en azından Güneyde kurulamayacağı
açıktır. Ama bu süreç, ulusal uyanışın ve örgütlenmenin
önüne engeller çıkarmayan, tam tersine buna ortam yaratan bir
süreçti.
Güneyde
etkin olan Barzani ve Talabani güçleri, yukarıda belirttiğimiz
özelliklerinden dolayı Kürt ulusal uyanışını örgütleme ve
geliştirme yeteneğinden ve de niyetinden oldukça uzaktılar. Onlar
için esas olan, aile ve aşiret çıkarlarıydı. Onlar, bu
çıkarları teminat altına almak ve birbirlerinin aleyhine
genişletmek için Kürt ulusunun can düşmanı sömürgeci güçlerle
(Türkiye, İran ve Irak) ve ABD emperyalizmiyle işbirliği yapmakta
hiçbir sakınca görmemişlerdi ve devletten başka her şeye
benzeyen bu “devlet”, son gelişmelerle hiçbir devletsel işini
yerine getirmeden yıkıldı.
Kuzey
Kürdistan ise yıllardan beri süren bir devrim sürecini
yaşamaktadır. Türk sömürgeci devletine karşı sürdürülen
bu ulusal kurtuluş mücadelesinde Kuzeyli Kürtler, PKK önderliğinde
ulusal kurtuluş yolunda büyük mesafeler katettiler. Şüphesiz
PKK, başlangıçtaki tutarlı antiemperyalist konumundan çok şey
kaybetmiştir. Şüphesiz, onun ulusal kurtuluş anlayış ve
devriminin olası zaferi, dar anlamda Kürt ulusunun, Kürt
proletaryası ve emekçi yığınlarının sosyal kurtuluşunu
beraberinde getirmeyecektir. Açık ki, iktidara gelecek olan Kürt
ulusal burjuvazisi, kendi sınıfsal çıkarlarını hakim
kılacaktır. Bu ise proletaryanın ve geniş yoksul emekçi
yığınların çıkarlarına ters düşer. Ama şu an esas olan,
sorunun bu yönü değildir. Sorunun esas yönü, Türkiye
Kürdistan’ı kaynaklı Kürt ulusal kurtuluş hareketinin bütün
Ortadoğu’yu etkilemesidir. Artık bölgedeki bütün yerel
iktidarlar ve emperyalist ülkeler, açıkça kabul etmeseler de,
Kürt ulusal devriminin nesnel olduğunu, söylevden maddi bir güce
dönüştüğünü görmekteler. Tam da bundan dolayı hem yerel
iktidarların hem de emperyalist devletlerin önünde iki alternatif
var: Ya bu devrim, yumuşatılarak, reforma tabi tutularak zararsız
hale getirilecek; ya da boğulacak. Ortadoğu, Kürt ulusal devrimi
bu alternatifler açısından bir ayrım noktasına yaklaşıyor.
Kürt
ulusal devriminin boğulmasında bütün yerel güçlerin (Türkiye,
İran, Irak, Suriye) ve bütün emperyalist devletlerin ortak hareket
edeceğinden hiç kimse şüphe edemez. Çünkü Kürt ulusal devrimi
(Kuzey çıkışlı), Kürdistan’ın diğer parçalarında da
ulusal uyanışı şahlandıracak ve bütün Kürdistan’ın
bağımsızlığını sağlayacaktır. Bu, bölgedeki emperyalist
çıkarlara da ters düşer. Bu, bütün Ortadoğu halklarının
emperyalizme karşı mücadelesini kamçılar. Tam da bu nedenlerden
dolayı yerel güçler ve emperyalist ülkeler, Kürt ulusal
devrimini -başarılı olma veya tutarlı bir şekilde bu yolda
ilerleme durumunda- ortaklaşa boğmaya çalışacaklardır.
Onların bunda çıkar ortaklığı vardır. Ama Kürt ulusal
hareketinin, Batı’da açılmış ve gelişmekte olan ikinci
cepheyle, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle; Marksist
Leninist Komünistlerin önderliğindeki antiemperyalist demokratik
devrim mücadelesiyle birleşmesi veya ittifak halinde hareket etmesi
durumunda durum tamamen değişecektir. Bu durumda bir bütün
olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan, sadece Ortadoğu halklarının
değil, bütün dünyada ezilenlerin ve sömürülenlerin; dünya
işçi sınıfı ve emekçilerinin ışığı olacaktır. Anadolu
coğrafyası bu gelişmeye gebedir.
Aksi
taktirde, Kürt ulusal hareketinde reformizmin, pragmatizmin hakim
olması ve mücadelenin uzlaşmaya evrilmesi durumunda -bu tehlike
büyüktür- bölgenin yerel güçlerinin ve emperyalistlerin ortak
hareketi söz konusu olmayacaktır. Her bir yerel güç ve
emperyalist ülke, uysallaştırılmış hareketi kendi çıkarları
için bir diğerlerine karşı kullanacaktır.
Emperyalist
rekabet açısından:
Kürdistan’ı sömürgeleştiren ülkeler, başta ABD olmak üzere
emperyalist ülkeler (İngiltere, Fransa, Almanya) son gelişmelerin
dayattığı durumdan dolayı yeni “çözüm” yolları bulmak
için çok hareketli günler geçiriyorlar. ABD emperyalizmi, Güneyde
kaybettiği nüfuzunu yeniden elde etmek ve nispeten kalıcı
oluşumları gerçekleştirmek için elini çabuk tuttu. Bölge
ülkeleri de rol peşinde koşuyorlar.
PDK
ve YNK arasındaki çatışmaların bir an önce durdurulması ve
sorunun “barışçıl” çözümü için harekete geçen ABD ve
onunla birlikte Türkiye, önce Silopi’de Barzani ile, daha sonra
da Ankara’da Talabani ile görüştüler. Bu görüşmelerde
Barzani ve Talabani’ye akıllı olmalarını(!) söyleyen ABD,
PDK’nın Irak ile ilişkisinden, YNK’nın da İran ve Suriye’ye
yönelişinden rahatsız olduğunu dile getirdi. Tabii ki, Türkiye
de aynı görüşte olmak zorunda kaldı. Türkiye bu görüşmelerde,
Güney Kürdistan’da ulusal azınlık konumunda olan Türkmen
olgusunu bir koz olarak oynadı ve Güney Kürdistan’ın yeniden
yapılaşmasında Türkmenlerin de söz sahibi olmaları gerektiğini
ABD, PDK ve YNK’ya kabul ettirdi. ABD Dışişleri Bakan
Yardımcısı Robert Pelletreau bu durumu, Esenboğa Havalimanı’nda
düzenlediği basın toplantısında şöyle açıklıyordu: “Güney
Kürdistan’da Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde
Türkmenler, Kürtler ve Asuriler dahil tüm tarafların katılacağı
kalıcı bir istikrarın oluşturulmasını arzu ediyoruz…
Türkmenlerin, görüşmelerin dışında tutulmaması gerektiği
görüşündeyim. Türkmenler ayrıca, ateşkesin gözlemlenmesine
yardımcı olmak için rol üstlenebilirler.” Bu, tam da
Türkiye’nin politikasını ifade eden sözlerdi.
Nitekim
R. Pelletreau, Türk ve İngiliz temsilcilerinin de katıldığı
Barzani ve Talabani temsilcileri ile Ankara’da 30 Ekimde yapılan
görüşmelerde her iki taraf da ateşkesi kabul ettiklerini
açıkladı. Bir anlamda sonuç alınamayan Dublin görüşmelerine,
Ankara’da devam edildi.
ABD
gözetiminde imzalanan 20 maddelik bir anlaşmayla ateşkes imzalayan
taraflar, daha sonra yine bir araya gelecekler. Bu anlaşmanın
dikkat çekici yanı, bölgede faşist diktatörlüğün etkinliğini
artırmak amacıyla Türkmen faktörünün Barış İzleme Gücü adı
altında devreye sokulması oldu. Yanı sıra anlaşmada PKK’ye
karşı işbirliği de imzalandı. Uygulanamayacağı PDK’nin iki
gün sonraki çarkıyla daha şimdiden açığa çıkan bu anlaşma,
bölgesel zeminin kaypaklığının da en tipik göstergesi. Çünkü
son süreçte PDK, PKK karşıtı, YNK ise PKK dostu gibi
gösteriliyordu. PDK anlaşmanın PKK’ye ilişkin maddesine karşı
tavır açıklarken, Talabani’nin YNK’si hala sessiz!
6-Güvenlik Kuşağı Yalanı
Güney’deki
çatışma süreçleri boyunca faşist diktatörlük hep “güvenlik
kuşağı” yaratma peşinde oldu. Kuzey ve Güney Kürdistan
arasındaki bağı koparmak, somutta da PKK’nin Güney’den
Kuzey’e geçmesini engellemek için Türkiye’nin oluşturmayı
amaçladığı geçici güvenlik kuşağı planı pek rağbet
görmedi. Sadece ABD ve İngiltere tarafından desteklenen bu plan,
tüm bölge ülkeleri hem de başka emperyalist ülkeler (Fransa,
Rusya) tarafından tepkiyle karşılandı. Türkiye, bir taraftan
böyle bir şeridi oluşturacağım derken, diğer taraftan da bu
anlayışını askıya aldığına işaret eden tavırlara girdi ve
böyle bir ikilem içindeyken patlak veren PDK ve YNK çatışması,
Türkiye’nin, adeta imdadına yetişti. Şimdi Türkiye yeniden ve
bir daha Ortadoğu’daki Amerikan politikasına kilitlendi ve aynı
zamanda Güney Kürdistan’da çarpışan taraflar arasında ortak
arabuluculuk için İran’a çağrıda bulunuyor. İran da buna
hazır olduğunu açıklıyor. Saddam ise, çarpışan tarafları
Bağdat’a çağırıyor.
Ortadoğu’da
rekabet içinde olan emperyalist ülkeler ve onların gölgesinde
yerel sömürgeci-gerici devletler, Kürdistan’ı yeniden ameliyat
masasına yatırıyorlar. Her bir güç, soruna kendi çıkarı
açısından yaklaşıyor ve öyle ki, çoğu kez kimin ne dediği,
niçin öyle dediği, gelişmelerin hızı başdöndürücü olduğu
için pek bilinmiyor. Ama bölgede söz sahibi olmak isteyen her güç,
devre dışı kalmamak için bir şeyler söylüyor. Tıpkı Alman
emperyalizminin, ABD’nin Irak’ı son bombalamasını desteklemesi
gibi. Anlaşılan o ki, ABD emperyalizmi bu sefer oldu-bittiye açık
kapı bırakmayan ve rakiplerini dışlayan bir “çözüm” için
uğraşacak ve anlaşılan o ki, Türkiye’de kendi lehine olan
konjonktürel gelişmeden yararlanarak Kürt ulusal mücadelesini
fiziki olarak etkisiz hale getirmek için her zamankinden daha yoğun
bir çaba harcayacak.
ABD,
Ortadoğu’da son gelişmelerle zayıflayan konumunu yeniden
güçlendirme fırsatını yakaladı. Ama diğer emperyalist ülkeler,
bu gelişmeleri seyretmiyorlar, onlar da şu veya bu biçimde
Ortadoğu’daki rekabetin bir tarafını oluşturuyorlar ve
karşılıklı çıkar çatışması, yerli işbirlikçilerinin de
katılımıyla devam edecektir. Ta ki bölgenin antiemperyalist,
devrimci ve komünist dinamikleri, yerel gerici iktidarları alt
edene ve emperyalistleri bölgeden kovana kadar…
Proleter Doğrultu, Sayı 8, Kasım - Aralık 1996