deneme

18 Ekim 2000 Çarşamba

FİLİSTİN-İSRAİL ÇATIŞMASI

Filistin-İsrail sorunu, eski bir sorundur. 19.yy’ın son çeyreğinden bu yana siyonizm, Filistin’de İsrail devleti kurmanın ideolojisi olarak gelişti. I. Dünya Savaşı sonuna kadar bu bölgenin Osmanlı hegemonyası altında olması, savaş sonrasında Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız emperyalizminin rekabeti, siyonizmin gelişmesinde belirleyici olumsuz etkide bulunmadı. İsrail devletinin kurulmasını amaçlayanlar, bir taraftan Yahudi diasporasıyla dünya kamuoyunu etkilemeye çalışırken, aynı zamanda, özellikle İngiliz emperyalizmiyle çatışmaya girmeden Filistin’i, dışarıdan göçlerle doldurmaya başladılar. Nitekim 19. yy’ın sonundan itibaren İsrail devleti talebine uyarak Filistin’e göç eden Yahudiler, bu topraklarda devlet olarak örgütlenebilecek bir nüfus oluşturdular. İsrail devleti, işgal edilen Filistin topraklarında kuruldu. Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde “Holocaust”tan kurtulanlar, Nazi katliamından kaçanlar ve geriye kalanlar, örgütlenmiş göçle Filistin’i doldurdular. Yahudi nüfusu yarım milyonu geçmiş ve Yahudi terör örgütleri, Filistinlileri ve İngiliz işgalcilerini yıldırma ve varlıklarını kabul ettirme eylemlerini yoğunlaştırmışlardı. Çatışmaların yoğunlaşması üzerine BM, Filistin’in bölünmesini öngören bir plan hazırladı. Bu plana göre Filistin topraklarında iki devlet kurulacaktı; Filistin ve İsrail. Araplar bu plana; Filistin ve İsrail devletlerinin kurulmasına karşı çıktılar.
Ben Gurion’un 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesinden bir gün sonra Filistin ve İsrail arasındaki ilk Ortadoğu savaşı patlak verdi. Komşu Arap ülkelerinin saldırılarını püskürten İsrail ordusu, Filistin devleti için öngörülen toprakları da işgal etti. Bunun ötesinde, 1949’da, savaşın sona erdiğinde yaklaşık 800 bin Filistinli, komşu Arap ülkelere göçmek zorunda kaldı. Böylece Filistinlilerin hala süren göç ve kamp dramı/yaşamı başladı.
1949 yılı sonunda yayımlanan bir BM bildirgesinde Kudüs’ün uluslar arası statüye sahip olması ve göçmenlerin geri dönmeleri ve kendilerine tazminat ödenmesi talep ediliyordu. İsrail’in buna cevabı, Kudüs’ü başkent ilan etmesi oldu.
İsrail’in kurulmasından bu yana İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri, hemen hemen hep savaş ilişkileri oldu. 1956’da (Ekim sonu) İsrail, Süveyş savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı ve bu emperyalist devletlerin desteğiyle Mısır’a saldırdı.
Altı Gün Savaşı’nda (Haziran 1967) Filistin haritası yeniden değişti: İsrail, Gazze Şeridi’ni, Batı Şeria’yı ve Kudüs’ün merkezini işgal etti. Bu işgal sonucunda bir milyondan fazla Arap, siyonist diktatörlüğün hâkimiyeti altında kaldı. İşgal edilen bölgeler aynı yıl içinde yerleşime açıldı. Bu bölgeler, İsrail’den ve dışarıdan gelen Yahudi göçmenlerle dolduruldu.
Ekim 11973’te Suriye ve Mısır, İsrail’e saldırdı. Bu Ortadoğu savaşı altı ay kadar sürdü ve savaş sonrasında sağlanan uzlaşma hala tartışma konusu.
Arafat’ın 1974’te BM’de ki konuşmasından sonra bu kurum, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıdı.
1978’de Amerikan emperyalizminin patronluğunda Mısır ve İsrail, Camp David’de kendi aralarında barış ve Ortadoğu barışının genel ilkeleri üzerine anlaştılar. Bu barış anlaşması, işgal bölgelerinde İsrail askeri hâkimiyetine (idaresine) son verilmesini ve buralarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) Filistin otonom idaresinin kurulmasını öngörüyordu.
1980’de İsrail parlamentosu çıkardığı bir yasayla Kudüs’ü “İsrail’in ebedi başkenti” ilan etti.
1982’de İsrail, Lübnan’a saldırdı. Beyrut’a kadar ilerleyen İsrail ordusu, Lübnanlı Hıristiyan milislerle (Falanjistler) birlikte Filistinlileri katletmeye başladı. Filistin göçmen kamplarında toplu katliamlara girişildi.
İsrail ordusu 1985’te Lübnan’dan çekildi, ama ülkenin, İsrail sınırı bölgesini işgal etti. Bu işgal birkaç ay öncesine kadar devam etti.
Revizyonist bloğun yıkılmasından sonra, başka bölgelerde olduğu gibi Ortadoğu’da da “barış” sorunu iki süper gücün (SB ve ABD) hegemonya çatışması kıskacından çıkmış oldu. Ama bu sefer de Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya düzeni perspektifiyle, dünyanın tek hâkim gücü perspektifiyle Ortadoğu’da hâkimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek için İsrail/Filistin arasındaki sorunun “barışçıl” çözümüne yöneldi. Diğer emperyalist ülkelerden daha erken davranarak inisiyatifi eline aldı.
Ortadoğu barış konferansı 1991’in sonunda Madrid’de başladı. İsrail, bazı komşu Arap ülkeleriyle ilk defa, başlayan bu yeni süreç içinde ilişki kurdu.
Uzun ve gizli görüşmelerden sonra Oslo’da (1993) Filistin-İsrail “barış”ının temeli atıldı (!). Her iki taraf, birbirini tanıma ve işgal bölgelerine otonomi statüsü verme konusunda anlaştı.
Oslo ilke anlaşmaları tam anlamıyla uygulanmadı. Şüphesiz İsrail, Netenyahu döneminde bile bazı bölgeleri (Hebron’un önemli bir bölümünü) Filistinlilere devretti.
Oslo ilke anlaşmasına, o zaman yapılmış olan açıklamalara uyulmadığından dolayı, Oslo’dan sonra, Oslo kararlarını uygulamak için, İsrail tarafından çıkartılan sorunların üstesinden gelmek için yeni toplantılar/zirveler düzenlendi. Wye 1 ve 2 buna bir örnektir.
Oslo anlaşmalarına göre, beş yıl sonrasında Filistin devletinin kuruluşu ilan edilecekti. Ama olmadı.
Barak ve Arafat, Şarm El Şeyh’deki ilk görüşmelerinde (Eylül 1999) barış anlaşması için nihai tarihin 13 Eylül 2000 olması konusunda anlaştılar. Ama sonuç alınamadı. Son Camp David görüşmesi de fiyasko ile sonuçlandı. Ve barut fıçısına dönen Filistin, A Şaron’un provokasyonu sonucunda patladı.
Filistin-İsrail sorununu hangi politikalar bu durumla getirdi?
İki süper devlet döneminde; dünyanın sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve ABD önderliğinde ikiye bölünmüş olduğu dönemde sorunlu taraflardan birisinin arkasında ABD varsa, diğerinin arkasında da SB vardı. Güçler dengesinde olağanüstü bir eşitsizlik söz konusuysa güçlü olan yeniyor, diğeri de bu yenilgiyi geçici olarak kabulleniyordu. ABD ve SB de, bir dahaki dalaşmaya kadar sonucu anlayış(!) karşılıyorlardı. Güçler dengesinde eşitsizliğin önemli olmadığı durumlarda ve bölgenin önemi de göz önünde tutularak, ABD ve SB arasındaki dünya barışı adına it dalaşı, dünyanın çeşitli bölgelerinde haklı ve haksız çatışma içinde olan güçlere perspektif olarak sunuluyordu. Revizyonist bloğun dağılmasından sonra bu durum da ortadan kalktı. En güçlü emperyalist ülke ABD, dünya “barış”ını 21. Yy stratejisinin gereksinimlerine göre düzenlemek için harekete geçti. Ortadoğu “barış”ı da bunun bir sonucudur. Amerikan emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun inisiyatifi elinde tutmaya çalışıyor. Başka emperyalist ülkelerin bu sorunla fazla haşır-neşir olmasını istemiyor veya bunu engelliyor. Amerikan emperyalizmi “barış” görüşmelerini, her iki taraf karşısında bağımsız, tarafsız konumda kalarak sürdürmüyor. Tersine, görüşmeleri ve “barış”ı hep İsrail lehine yontarak ele alıyor. Bunu yapabiliyor, çünkü Suriye ve Irak dışında bölgenin diğer Arap ülkeleri (Mısır, Ürdün, S, Arabistan ) Amerikan emperyalizmine bağımlı konumdalar. Bu ülkeler, aynı zamanda, Arafat için de önemli, hem genel olarak dünyada ve özel olarak da Arap dünyasında kamuoyu oluşturmak ve maddi destek sağlamak bakımından.
Diğer taraftan, mücadele anlayışı değişmiş, reformist olmuş, emperyalizme teslim olmuş bir Arafat da Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Arafat, Oslo görüşmelerinden bu yana sürekli sürüklenmiştir, etkin, inisiyatifli değil, edilgen olmuştur Önce gürlemiş, esmiş, ama yağmamıştır! Asarım, keserim demiş, ama ABD patronluğunda, Mısır’ın –son zamanlarda bazen de Türkiye’nin telkinleriyle- İsrail ile masaya oturduğunda kuzu olmuştur. Son 8/10 yılın Arafat’ı, uzlaşan, taviz veren, Filistin davasını Amerikan emperyalizminin çıkarlarına peşkeş çeken, gerçek/tutarlı barış ve özgürlüğü “pax Americana” uğruna rafa kaldıran Arafat’tır.
İsrail ve ABD, barış adına Arafat’ı oyalıyorlar, oynatıyorlar ve kendi koşullarını dayatıyorlar. Ama Filistin halkı bu oyuna tahammülünün kalmadığını son intifadasıyla gösterdi. Bu son irtifada aslında sadece İsrail’e karşı değil. Bu intifada, Arafat ve Otonomi idaresini de hedef alıyor. Bir taraftan İsrail işgali, baskısı, onur kırıcı yaşama mahkûm edilmek, verilen özlerin tutulmaması, diğer taraftan Arafat’ın teslimiyeti, Otonomi yönetiminin yeteneksizliği, yolsuzluklar, işsizlik vb. Filistin halkını patlayacak duruma getirmişti. Ve o, patladı: 100’den fazla ölü ve binlerce yaralı.
Bundan sonra ne olacak? Ortada bir belirsizlik yok. Görünüş, aldatıcı. Ne olacağı belli; kalınan yerden devam edilecek. Önce, taraflar birbirlerini kınayacaklar. Bir araya gelmek için biraz naz edecekler, ama ABD patronluğunda yeniden bir araya gelecekler. Belli bir süre –bu, birkaç gün olabileceği gibi, birkaç hafta, hatta ay da olabilir. İç politik ortama bağlı olan bir sorun- uzlaşmaz, taviz vermez, sonuna kadar hakkını savunan bir tavır sergileyecekler, ama sonra yeniden uzlaşacaklar. Arafat ve yönetimi Filistin halkını temsil ettiği müddetçe bu oyun böyle oynanacak ve Şarm El Şeyh’de bu oyun başladı bile.