deneme

10 Mart 2015 Salı

ORTADOĞU'YU NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?


ORTADOĞU'YU NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?

Amerika (sonraları İngiltere ve Fransa da) Ağustos 2014'ten bu yana Irak'ta belli hedefleri, somutta da IŞİD'i bombalamaya başladı. 2011 sonunda terk etmek zorunda kaldığı Irak'a yeniden 3000'den fazla asker gönderme kararı alan ABD, bu ülkede yıkıma kaldığı yerden devam edecek. Sorunun sadece Irak ile sınırlı kalmadığını, ABD'nin, müttefiki olan ülkelerle birlikte IŞİD mevzilerini, bazende El Nusra'yı bombalamak için Suriye topraklarında da faal olduğunu görüyoruz. ABD öncülüğünde emperyalist ülkeler hep İslam ülkelerini bombalıyorlar; Afganistan, Somali, Yemen, Pakistan Libya, Irak ve Suriye. Bu yedi ülke, barış ödülü almış B. Obama'nın emriyle bombalanıyor.


İlk seçildiğinde “barışçıl” gözükerek Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunacağı mesajını veren Obama, kendisinden önceki Başkanlardan pek de farklı olmadığını göstermekte gecikmemişti. Bu seferki bombalamada ABD ve müttefiki olan ülkelerin işini kolaylaştıran gelişmeler oldu! Şengal'de Êzîdîler katledilirken, Musul işgal edilirken seyreden ABD, Fransa ve İngiltere ne zaman ki IŞİD sürüleri Hewlêr ve Bağdat kapılarına dayandılar, petrol şirketleri IŞİD silahlarının etki alanına girdi işte o zaman insani değerleri hatırladılar.

Batılı emperyalist ülkeler ve bölgedeki işbirlikçileri devletlerle birlikte IŞİD'e karşı savaşıyorlardı; en azından havadan bu faşist çetelerin mevzilerin bombalıyorlardı. Sanki bu örgüt yeniydi, ne yapacağını, gücünün ne olduğunu bilmiyorlardı. IŞİD, Suriye'de kaldığı, Esad rejimine karşı mücadele ettiği müddetçe bugün ona karşı mücadele eden güçler tarafından her bakımdan desteklendi. Ama ne zaman ki IŞİD, Suriye sınırlarını aşarak Irak'a yöneldi; Kürt Otonom bölgesini, petrol şirketlerini tehdit etmeye başladı, işte o zaman IŞİD canavar olarak tanımlanmaya başlandı. Irak'a saldıran IŞİD, artık “şişeden çıkmış cin”idi.

Çok yönlü araç

IŞİD, önce Esad rejimine karşı kullanıldı, ama Irak'a saldırdığında da ABD'nin çıkarlarına hizmet etmeye devam etti; IŞİD çok yönlü, farklı amaçlar için kullanılabilecek bir yapılanmadır:

*Irak'ta bombardımanla emperyalist ülkeler “şişeden çıkan cin”i hizaya getirmeye; yeniden kendi kontrollerinde olan bir yapılanmaya dönüştürmeye çalışıyorlar.

*Amerikan emperyalizmi IŞİD'e karşı mücadelesiyle Bağdat rejiminin kendisi açısından kabul edilebilir bir istikrara kavuşmasını sağlamaya çalışıyor.

*Böylece Irak'ta özellikle İran lehine kaybettiği nüfuzunu yeniden geçerli kılmayı amaçlıyor.

Tabii bu arada, IŞİD'in Irak'a saldırmasıyla istenmeyen Maliki gitmek zorunda kalmış, yerine El Abadi getirildi. Abadi'nin Başbakan olması ile Irak'ta çok fazla bir değişim olmamış, ama IŞİD'e karşı mücadelenin kullanım değeri de düşmemiştir; IŞİD'e karşı mücadele, Irak rejimine; Amerikan işgali döneminde oluşturulan işgal rejimine karşı halkın mücadelesinin üstünü örtmüş, görünmez, duyulmaz, bilinmez hale getirmiştir. Irak merkezi hükümet güçlerinin, onlarla birlikte hareket eden Şii milislerin, İran askeri güçlerinin (özel kuvvetlerin) IŞİD'inkinden hiç de geri kalmayan vahşeti hep hasır altı edilmiştir. “Baş düşman” IŞİD olduğu için tali düşmanların faaliyeti her halde geri planda kalmış oluyordu!

Diğer taraftan, Irak'ta IŞİD'e karşı mücadele, onu Suriye'ye doğru püskürtürken, bu çeteler Suriye'ye müdahale, Esad rejimine karşı mücadele için kamuoyu oluşturmaya da “yardımcı” oluyorlar, bir vesile oluşturuyorlar.

Suriye'de de, Kobane direnişinde olduğu gibi, “koalisyon güçleri”, IŞİD mevzilerini, ara sıra da El Nusra'yı bombalarken aynı zamanda bir taraftan havadan bombalamayla Suriye altyapısını tahrip ediyorlar, diğer taraftan da Esad rejimine karşı mücadele eden “ılımlı” güçleri destekliyorlar. Şimdilerde ise bu destek Türkiye ve ABD tarafından eğit-donat-sahaya sür aşamasına getirilmiştir.

John Biden’ın ‘itirafları’ ışığında 
 
IŞİD'in Batının bir ürünü olduğu; başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler ve bölgede Türkiye, S. Arabistan vb. ülkeler tarafından desteklendiği; eğitildiği, finanse edildiği ve donatıldığı artık “Mısır'da sağır sultanın da duyduğu” bir olgudur. Hele hele NATO eski Genel Sekreteri Wesley Clark, IŞİD “En yakın müttefiklerimiz” tarafından oluşturulmuştur, “IŞİD daha başından beri dostlarımızın ve müttefiklerimizin parasıyla oluşturulmuştur“ diyorsa, bu dinci faşist örgütün oluşumu konusunda söylenecek fazla bir şey kalmıyor demektir. Yine onun deyimiyle IŞİD, artık bir “Frankenstay Canavarı” olmuştur ve ona karşı mücadelenin nedeni de herhalde bu olsa gerek!

IŞİD “Amerikan yapımı” cihatçılardan oluşmaktadır. NATO'nun Libya'ya karşı savaşı ve Suriye'de de Esad rejimine karşı muhalefetin desteklenmesi, İslami örgütlerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Libya'da Gaddafi rejimine karşı savaşmaları için Amerikan, Fransız ve İngiliz ordusu ve istihbarat örgütleri tarafında eğitilen ve donatılan binlerce İslamcı savaşçının eline, Gaddafi rejimi yıkıldıktan sonra büyük miktarlarda silah geçmiştir. Bu salahların önemli bir kısmı ve binlerce savaşçı Ürdün ve özellikle de Türkiye üzerinden Suriye'ye geçmiştir. Bu savaşçılar, Libya dışında Türkiye'den, Afganistan'dan, Çeçenistan'dan, Irak'tan ve başkaca ülkelerden geliyorlardı. Amaçları da Esad rejimine karşı mücadeleydi. ABD, Türkiye, S. Arabistan, Körfez ülkeleri görünüşte veya resmi olarak “ılımlı” İslamcı örgütleri mali, silah ve mühimmat bakımdan destekleniyorlardı. Ama çok yönlü destek, gönderilen silah ve mühimmat daha ziyade El Nusra ve artık Suriye'de de faal olan IŞİD'in eline geçiyordu. Bu mücadelede önplana çıkan IŞİD, diğer örgütlerden cihatçılar için de çekim kayağı oluyor ve binlercesi ona katılıyordu. Bunun böyle olduğunu Harvard Üniversitesinde öğrencilere konuşma yaparken açıklamalarda bulunan ABD Başkan yardımcısı J. Biden'dan öğreniyoruz: “Türkiye, S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri Esad rejimini mutlaka devirmek istedikleri için Sünniler ve Şiiler arasında bir vesayet savaşını da göze alarak yüz milyonlarca doları, onbinlerce ton tutan silahı El Nusra'ya, El Kaide'ye ve dünyanın her bir köşesinde gelen radikal cihatçılara verdiler”. Bu açıklamalarından dolayı J. Biden Arap Emirlikleri'nden ve Türkiye'den güya özür dilemişti (6.10.2014 tarihli haberler).

Sünniliğin yalnızlaşması ve IŞİD'in zemini

Irak'ta istikrarsızlığın kaynağı Amerikan emperyalizminin ve başkaca Irak dışı güçlerin politikasıdır: Tabii bununla Saddam Hüseyin döneminde Irak'ta her şeyin yolunda olduğunu söylemiyorum. Amerikan emperyalizmi müttefikleriyle birlikte iki defa Irak'a saldırmıştır. İlkinde (I. Körfez Savaşı) Saddam Irak'ının kolu-bacağı kırılmış, bölgede etkisiz bir güç haline getirilmişti. Bu savaş sonucunda Irak'ın devlet yapısı neredeyse tamamen dağılma noktasına gelirken, Amerikan emperyalizminin bölgede etkisi artmış ve Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme politikasının önü açılmıştı.

İkinci Irak Savaşı (20 Mart 2003'te ABD ve İngiltere önderliğinde başlayan, “çok uluslu koalisyon harekatı” olarak sürdürülen ve Irak'ın işgaliyle sonuçlanan savaş) sonucunda Irak fiilen merkezi yapılı bir devlet olmaktan çıkmıştı; Dayatılan Amerikan politikası sonucunda Irak'ta Güney Kürdistan, Şii ve Sünni diye bölünme körüklemiştir. Şii ağırlıklı hükümetler ve ABD'nin Sünnileri cezalandırma politikası, keza aynı zamanda İran'ın Şiiler üzerinden Irak'ta güçlenmesi; Güneyde Kürtlerin eski dönemlere nazaran devletleşme yapılarını geliştirmeleri sonuçta Sünnilerin her iki kesim tarafından kıskaca alınmalarını beraberinde getirmişti. Sünniler bu politikanın aynı zamanda bir Amerikan politikası olduğunun bilincindeydiler. Baskı altında tutulan, merkezi iktidardan dışlanan Sünniler arasında direnişin örgütlenmesi beklenmeyen bir gelişme olamazdı. Bu direnişçi örgütler, Sünni aşiretlere dayanan, onlarla iç içe olan daha ziyade İslami yapılardı. Bu süreçte örgütlenen Irak El Kaide'si, sonraları karşımıza IŞİD olarak çıkacaktı.

Burada belirtmek istediğimiz, Amerikan ataması merkezi Irak hükümetlerinin sürekli sorun üreten modern teknolojiye dayanan birer makine gibi çalışmalarıydı. Bunun en tipik örneğini El Maliki hükümeti oluşturur. Irak'ta sorun, Sünniler IŞİD'i destekliyor mu, yoksa desteklemiyor mu olmaktan çıkmış ve Sünniler silah temin edenlerin, kendilerinden yana olanların tarafında yer almaya başlamışlardı. Genel anlamda Sünnilerin IŞİD'i desteklemelerinin altında yatan budur ve bu anlayışa Irak'taki Amerikan ve Maliki hükümeti uygulamaları sonucunda gelinilmiştir. IŞİD'in Sünnilerin yegane müttefiki olmalarının esas nedeni budur.

Tabii Irak'ta istikrarsızlığın nedeninin Maliki'nin yönetim tarzında aranması, sorunun onun sırtına yıkılmak istenmesinden başka bir şey değildi. Maliki'nin gitmesiyle sorunun çözülmeyeceği bilinmesine rağmen bir imaj yenilenmesi yapıldı. IŞİD'in beklenmeyen yükselişi, bilinen işgalleri ve katliamları, Maliki hükümetinin yeteneksizliği olarak değerlendirildi. Oysa Irak'ı bu duruma getiren esas neden Amerikan işgalinin sonuçlarından başka bir şey değildi; 2003 Savaşından önce Irak'ta cihatçı örgütler yoktu. Amerikan emperyalizmi görünüşte bir Şii-Sünni hükümeti kurdu. Ama bu hükümet, Irak'ı Baasçılıktan arındırma adına Sünni karşıtı, Şii yanlısı hareket etti. Böylelikle bir taraftan genel direniş zayıflatılırken, diğer taraftan da Sünnilere karşı -aynı zamanda “bağımsız” aydınlara karşı da- kirli savaş körüklendi. 2007'den bu yana bu politika Maliki önderliğinde uygulandı.

Maliki önderliğinde kurulan rejim, aslında ABD ve İran arasındaki doğrudan bir uzlaşmanın ürünüdür. ABD ve İran, Irak'ta Arap ulusalcılığı temelinde bir Irak devletinin yeniden kurulmasını engelleme noktasında hemfikirleri ve ona göre hareket ediyorlardı. Bu politikalarında şimdiye kadar başarılı olmadıkları söylenemez. Maliki'nin yerine getirilen Abadi de aynı partidendir. Ve onun hükümet başkanı olması da aynen Maliki'de olduğu gibi ABD-İran uzlaşmasının doğrudan bir sonucudur. Bu nedenle Irak'ın istikrarsızlaştırılması olgusunda fazla bir şey değişmeyecektir. Abadi'nin Maliki'den geri kalır bir yanı yok; halkın çoğunluğunun çıkarlarına karşı bir politika ancak zor kullanılarak geçerli kılınabilir. Abadi de bunu yapıyor; dini kimlikler önplana çıkartılıyor, etnik, dinsel ve mezhepsel düşmanlıklar körükleniyor, Şii eksenli fanatik milis yapılanmaları teşvik ediliyor vs.

ABD-İran arasındaki uzlaşma ve bu uzlaşma üzerinde yükselen bu politika devam ettiği müddetçe merkezi Irak rejiminin Sünnilerin ve bunların dışında seküler ayaklanmacıların taleplerini dikkate alması söz konusu olamaz. Bu da IŞİD ve benzeri örgütlerin varlıklarını sürdüreceklerini; silahlı çatışmaların devam edeceğini göstermektedir.

Sünniliğin yalnızlaşması ve IŞİD'in zemini

Amerikanın, merkezi hükümet tarafında yer alarak yoğun askeri müdahalesi, Şii milislerin faaliyeti ve Peşmergelerin mücadelesi, hepsinin karşısında da IŞİD'in varlığı, Irak'ta istikrarsızlığı adeta sürekli kılmaktadır.

Abadi, “ılımlı” Sünni liderlerle görüş, onların taleplerini daha çok dikkate al baskısı karşısında düşünelim demesine, bazı Sünni şehirlerinin bombalanmasını durdurmasına rağmen; Sünni muhalefetin, temel taleplerimiz dikkate alınırsa merkezi hükümete karşı mücadeleyi durdururuz ve IŞİD'e karşı savaşırız demesine rağmen, Abadi şimdiye kadar bu talepler yönünde fiilen bir adım atmış değildir. Bu nedenle devam eden Tikrit operasyonunun ve olası Musul operasyonunun ne denli başarılı olacağı oldukça düşündürücüdür.

Amerikan emperyalizmi IŞİD'i önplana çıkartarak, esas hedef göstererek, Irak merkezi rejimi üzerinde İran lehine gerileyen nüfuzunu yeniden kazanmayı amaçlıyor. Ama Sünnilerin geri plana itilmesi de IŞİD'in varlığını güçlendiriyor. Amerikan emperyalizmi merkezi hükümeti kontrol etmek, İran'ın etkisini kırmak istiyor. Bunu da ancak ve ancak Sünnilerin taleplerini görmezlikten gelerek yapabilir. Sünnilerin taleplerini görmezlikten gelmekle de IŞİD'in varlığını ve mücadelesini hesaba katmış oluyor.

Batılı emperyalist güçler ne Irak'ta ne de Suriye'de savaşın sonlandırılmasından yana değiller

Burada dile getirmek istediklerimizin komplo teorileriyle karşılaştırılması olasılığının olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan da Irak ve Suriye'de iç savaşın nasıl körüklendiğini, savaşın taraflarının, en azından savaş olsun diye güya muhalefetin -bu durumda İslami örgütlerin- nasıl oluşturulduklarını, her bakımdan desteklendiklerini ve sahaya sürüldüklerini de biliyoruz. Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirmek isteyen Amerikan emperyalizminin, İsrail'e karşı mücadele edebilecek potansiyel devletsel yapıların kalmamasını da göz önünde tutarak, Ortadoğu'yu etnik ve dinsel kimlikler, mezhepler ayrımıyla birbirine düşman ve bir araya gelemeyecek toplumlar oluşturarak tamamen ve oldukça kolay kontrol altında tutma anlayışının, yayımlanan haritaların da gösterdiği gibi ne denli güçlü olduğu açıktır. (Ortadoğu'nun küçük devletçiklere bölünme planı üzerine konuya ilişkin daha önceki makalelerde yeteri kadar durmuştuk).

Her iki ülkede savaşın sonlandırılması veya devam ettirilmesi sorunu tabii ki, sadece Batılı emperyalist ülkelerle sınırlı değildir. Burada bu Batı cephesinin karşısında yer alan (arkadan Çin destekli) bir Rusya-İran ittifakı var. Bu ittifak dikkate alınmaksızın savaşın geleceği konusunda sağlıklı düşünülemez.

Irak'ta İran etkisi, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını tehdit ettiği veya Amerikan emperyalizmi İran'ı, Irak'ta kendi çıkarları açısından bir tehdit olarak gördüğü müddetçe Irakt'a istikrarsızlık ve bir biçimde savaş hali devam edecektir.

Suriye'de ise Esad rejimi İran ve Rusya tarafından desteklendiği müddetçe bu ülkede savaş hali devam edecektir.

İran'ın Irak merkezi rejimi ve Esad rejimi üzerinden Levant bölgesinde (Hatay, Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail ve Sina Yarımadasını kapsayan bölge. Burası aynı zamanda “Şii hilali”nin Doğu Akdeniz'e açılan kısmıdır) hakimiyet kurmaya çalışması; Irak ve Suriye üzerinden Hizbullah güçleriyle Lübnan'a ve dolayısıyla Doğu Akdeniz'e inmesi, diğer taraftan Yemen'de Hursiler üzerinden hakimiyet kurması ne ABD'nin ne İngiltere'nin, Fransa'nın ve ne de Türkiye, S. Arabistan,İsrail gibi yerel güçlerin kabul edebileceği bir durum olacaktır. Bu her şeyden önce Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyet anlayışına ve “yeni Osmanlıcı” Türk burjuvazisinin “arka bahçe” jeopolitikasına tamamen terstir.

Ukrayna sorunundan dolayı Rusya'nın Suriye veya genel anlamda Ortadoğu'da bugünlerde biraz sessiz kalıyormuş görüntüsü, onun bu ülke ve bölge üzerinde rekabet etmediği anlamına gelmez.
Söz konusu bu güçler birbirini dengelemek için savaşı devam ettirmekten başka bir çıkar yol görmemekteler; yani her bir taraf sahada savaşacak güçlerini desteklemeye devam edecekler. Nitekim Türkiye'nin Suriye'de “ılımlı” muhalefeti eğitmek, donatmak ve sahaya sürmek çerçevesindeki planı, ABD tarafından da kabul edilince bu yöndeki hazırlıklar hızlandırıldı.

Neden böyle bir politika izleniyor sorusunun cevabı Ortadoğu'nun veya da “Genişletilmiş Ortadoğu”nun emperyalist güçlerin dünya hakimiyeti stratejilerinde oynadığı rolde aranmalıdır. Burada ise çok sayıda dünya ve bölgesel güç devreye girmektedir. Örneğin Almanya'nın, Fransa ve İngiltere'nin çıkarları, ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarına genel anlamda şimdilik ters düşmüyor. Ortadoğu'yu 100 sene önce Sykes-Picot Anlaşmasıyla (1916) kendi aralarında ve kendi çıkarlarına göre yapay olarak bölen İngiltere ve Fransa, bugün aynı alanda etkili olmaya çalışırken karşılarında Rusya ve İran'ın yanı sıra müttefikleri olan ABD'yi görmekteler. ABD ise Ortadoğu'yu bugün yeniden biçimlendirecek, haritaları yeniden çizecek tek güç olarak kendisini görmektedir.

Batılı emperyalist güçlerin kendi aralarındaki Ortadoğu üzerine rekabetleri pek su yüzüne çıkmazken, bu güçlerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin güdümünde hareket eden; bir bütün olarak Batılı emperyalist güçlerin müttefiki olan yerel güçler arasındaki çıkar çatışmaları en ufak, en önemsiz bir durumda dahi görülmektedir: Suriye'de Esad rejimine karşı muhalefetin örgütlenmesinden muhalefetin desteklenmesine kadar bu yerel güçlerin attıkları her adım karşılıklı olarak izlenmekte ve her bir durma göre karşılıklı pozisyonlar alınmaktadır: Türkiye-İsrail, Türkiye-Mısır, Türkiye-S. Arabistan, Türkiye-İran, İran-S. Arabistan, İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri hep birbirini kollama ilişkileridir.

Ortadoğu'yu sadece bir enerji kaynağı olarak (petrol ve doğal gaz) görmek de yanlış olur. Bölgenin bu özelliği dönem dönem önplana çıkmıştır. Örneğin petrolün bulunmasından ve kapitalist dünya ekonomisi için önemli olmasından Sovyetler Birliği'nin yıkılmasına kadar (diyelim ki I. Dünya Savaşından 1990'lı yılların başına kadar) uzanan dönemde Ortadoğu, daha ziyade enerji kaynağı olduğu için sürekli rekabet edilen alandı. Bunda yanlış olan bir şey de yok. Ama Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Amerikan emperyalizminin “yeni dünya düzeni” çıkışının; Avrasya jeopolitikasının kaçınılmaz bir ayağı olarak Ortadoğu, stratejik bakımdan da vazgeçilemez bir alan olmuştur. Amerikan emperyalizmi, cari olarak Ortadoğu'da petrol kaynaklarını kontrol için mücadelenin yanı sıra veya bundan daha ziyade bölgenin stratejik öneminden dolayı mücadele etmektedir. Yarın bu anlayış değişebilir; Ortadoğu her iki bakımdan da ABD için eşit önemde olabilir. Ama bugün böyle.

Diğer taraftan “belalı” coğrafya Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın emperyalistler arası rekabette sahip olduğu stratejik konumunu; bu alanın Doğu-Batı (Asya-Avrupa); Kuzey-Güney (Rusya-Afrika, Okyanuslar) ekseninin merkezini oluşturmasını; Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları, Doğu Akdeniz ve Süveyş Kanalı üzerinden Okyanuslara açılan kapı olmasını (özellikle Avrupa açısında deniz ulaşımı) ve burada ele almadığımız açıklama gerektiren başka nedenleri göz önünde tutarsak, Ortadoğu'da atılan her adımın, her rekabet girişiminin hangi ülke veya müttefik ülke grupları tarafından nasıl karşılanabileceğinin çerçevesini daha net görebiliriz.

Vekalet savaşları sürecek

Bu çelişkiler ve dolayısıyla çıkarlar, Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi Ortadoğu'nun fiilen bölünmüşlüğünün devam edeceğini göstermektedir: Birbirlerine karşı mücadele eden dinamiklerin gelişme seyrine; birbirine üstünlük sağlama durumuna göre bölünme ve bölünmeme eğilimleri değişkenlik göstermeye devam edecektir. Burada konjonktürel, cari olanla olmayanı ayırt edersek resmin bütününü görebiliriz. Irak ve Suriye'nin maruz kaldığı sosyal ve ekonomik tahribat; her iki ülkede toplumun etnik, dinsel ve mezhepsel olarak birbirlerini boğazlayacak duruma getirilmesi veya gelmesi, bu ülkelerde eski sınırlar çerçevesinde birliğin yeniden sağlanmasını zorlaştırdığı kadar ayrışmanın da kolay olmayacağını göstermektedir. Bu ülkelerde toplumsal bütünlüğü ve ayrışmayı güçlendiren belirleyici iç ve dış dinamiklerin kendi aralarındaki mücadelesi devam etmektedir.

Hal böyle olunca Ortadoğu'da mevcut savaş durumunun sonlanacağını beklemek bir hayal olur. Belki de dünyanın başka bir bölgesinde Ortadoğu'ya baskın bir gelişme Ortadoğu'daki “sürekli savaş” durumunun sonlandırılması için bir neden olabilir. Belki Ukrayna'da çelişkilerin savaş boyutuna varması ve Rusya'nın daha fazla angaje olması, İran'ın Batılı güçler tarafından daha sıkı kıskaca alınmasıyla Ortadoğu'da dengeler tamamen Batılı emperyalistler lehine değişebilir.
Bu olasılıkları bir kenara korsak, mevcut gerçeklik, vekalet savaşlarının devam edeceğini göstermektedir.

İran'ın “Şii Hilali” alanında (Basra Körfezinden başlayarak Irak-Suriye üzerinden Lübnan'a uzanan alan) hakimiyet kurmaktan vazgeçeceğine inanmak bir hayal olur; dolayısıyla bu alanda siyasi nüfuzunu gerçekleştirmek için doğrudan katıldığı vekalet savaşını sürdürmek için Şii güçleri örgütlemeye, eğitmeye, donatmaya ve sahaya sürmeye devam edecektir.

Türkiye de Ortadoğu'da bölgesel güç olma, Suriye'de Esad rejimini devirme politikasını gerçekleştirmek için vekalet savaşını sürüdürecek olan güçleri eğitmekten, donatmaktan ve sahaya sürmekten vazgeçmeyecektir.

Bazen çelişkili durumlar olsa da bölgesel işbirlikçileri ile birlikte başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler ve Rusya da (arkasında Çin'in desteğinden emin olarak) bölgede kendi çıkarlarını hakim kılan güçleri desteklemekten geri kalmayacaklardır.

Bütün bu çıkar çatışmaları Ortadoğu'da savaş durumunun devam edeceğini göstermektedir.

Batılı emperyalist güçlerin IŞİD'e karşı mücadelesi sahtedir

Batılı emperyalist güçlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin IŞİD'e karşı mücadeleleri, IŞİD'in kendi çıkarlarına zarar verdiği noktada başlar ve bir dahaki kullanıma kadar onu etkisiz hale getirmekle sonlanır. İslami hareket olarak ortaya çıkan bütün bu örgütler, daha baştan Batılı güçler tarafından desteklenmiştir. Bu destekte örneğin S. Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin payı gözardı edilemez. Bu örgütlerin oluşumu ve gelişmesi göz önünde tutulduğunda Batılı emperyalist güçlerin oluşmuş fanatik, radikal İslami örgütlerle ittifak ilişkileri içinde olmaktan ziyade onların oluşumuna bizzat katıldıkları görülmektedir; bu anlamda hazırı, var olanı kullanmak yerine, yeri geldiğinde kullanabilecekleri örgütlerin kuruluşuna katılmışlar, doğrudan veya dolaylı destek vermişler; finanse etmişler, eğiterek ve donatarak sahaya sürülecek hale getirmişlerdir.
Bunun böyle olduğu bu örgütlerin oluşumunda ve gelişmelerinde görülmektedir:
Afganistan'da 1980'li yıllarda Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği işgaline karşı savaşsınlar diye Vahhabi kökenli cihatçıları S. Arabistan desteğiyle toplayan, finanse eden, eğiten, silahlandıran ve sahaya süren başta ABD olmak üzere Batılı güçlerden başkası değildi.

Fanatik İslami grupları oluşturan Batılı emperyalist ülkeler ve onların istihbarat örgütleri, bunların çeşitli ülkelere geçişlerini de sağlıyorlardı. Bunun en tipik örneğini El Kaide ve şimdilerde de IŞİD oluşturmaktadır. El Kaide'nin oluşumunu, eğitimini ve silahlanmasını dolaylı dolaysız destekleyen güçler IŞİD'in de desteklediler. El Kaide Afganistan'da Sovyet işgaline karşı Batı “değerleri” uğruna savaşması gerekirken, IŞİD'in de Suriye'de Esad rejimine karşı başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin “özgürlük ve demokrasi” değerleri için savaşması gerekiyordu.

Bu fanatik, radikal örgütler, Batılı emperyalist ülkeler ve istihbarat örgütleri tarafından çok amaca hizmet eden makine olarak kullanılmak için oluşturulmuşlardır. Ama bu amaçlarını her zaman gerçekleştiremiyorlar. Bu örgütler, Batılı emperyalist güçler adına vekalet savaşı yürütmek için; dünya hegemonyası veya bölgesel stratejik alan için rekabet ettiği düşmanına karşı kendi adına savaşsın diye kullanılmaktadır. Bu görevi yerine getirdiklerinde veya gelişmelerinin belli bir aşamasında bu radikal örgütler, yine El Kaide ve IŞİD örneklerinde olduğu gibi kontrol dışına çıkıyorlar. Ama kullanım değerlerinde bir eksilme olmuyor; bu sefer Batılı emperyalist ülkeler yarattıkları bu canavarları, “teröre karşı savaş”larını haklı çıkartmak için kullanıyorlar. Ezidiler katledilirken sesi çıkmayan Batılı emperyalist ülkeler, Musul'un işgalinden sonra Erbil ve Bağdat'a yönelince IŞİD'in ne denli çağdaşı olduğunu, IŞİD terörüne karşı mutlaka ve mutlaka mücadele edilmesi gerektiğini hatırlamadılar mı?

Küresel şamar oğlanı!

El Kaide ve IŞİD örnekleri, bu türden örgütlerin hem kontrol altındayken hem de kontrol dışına çıktıklarında farklı amaçların gerçekleştirmesinde sürekli “şamar oğlanı” olarak kullanıldıklarını göstermektedir.

Bu örgütlerin kulanım değeri sadece bununla sınırlı değildir; teröre karşı mücadeleden dolayı askeri harcamaları arttırmak, demokratik hakları makaslamak, yeni gerici yasalar çıkartmak vb. için de kullanılmaktadır. İslam tarihi hakkında insanları karanlıkta bırakan Batılı emperyalist ülkeler, 7'den 70'e herkesin IŞİD'i “en iyi bir biçimde” tanıması için bu yönlü propagandayı süreklileştirmiştir. Charlie Hebdo saldırısından sonra hemen bütün Avrupa'da İslam'ın ne denli vahşi olduğu, buna karşı mücadele edilmesi gerektiği örgütlenmiştir; bu saldırı bahane edilerek demokratik hakları makaslamak, baskı mekanizmasını güçlendirmek için yasalar çıkartılmaya başlanmıştır.

Batılı emperyalist ülkelerin, yarattıkları bu canavarlara karşı gerçekten savaşacaklarına inanmak saflık olmaz mı? Onların savaşı göstermeliktir; bir yere kadardır. Bu nedenle Ortadoğu'nun geleceğini belirlemede, bu klerikal (dinci) faşist çetelere karşı mücadelede Batılı emperyalist ülkelerin amacının özgürlük ve demokrasi olmadığını bilmek zorundayız.

Emperyalist güçler ve yerel işbirlikçileri her şeye muktedir değiller
Mevcut denklemde Kürtler

Ortadoğu'da bu “it dalaşı”nın yanı sıra veya da bu sürecin içinde ve onun bir parçası olarak Ortadoğu'nun geleceği bakımından umut verici, Ortadoğu'nun geleceğinin nasıl olabileceğini gösteren gelişmeler de olmaktadır. Burada söz konusu olan Kürdistan'ın bütün parçalarında yükselen özgürlükçü ve demokrasi içerikli mücadeledir. Kürtler bölgemizde halkçı, özgürlükçü, demokratik devrimin ana dinamiğini oluşturmaktalar. Rojava Devrimi bunun başlı başına bir yansımasıdır. Bu dinamiğin oynadığı role, Kobane direnişinin ve Rojava Devriminin anlamına kısa da olsa bir bakalım.

Suriye'de iç savaşın başlamasından sonra Rojavalı Kürtler bu savaşa taraf olmamışlar veya her iki taraf karşısında ayrı bir taraf olarak kalmayı doğru bulmuşlar ve 19 Temmuz 2012'de de kendi kendilerini yönetmek için adımlar atmışlardı. Art arda kurulan Kantonlarla (Afrin, Kobane ve Cezire) Batı Kürdistan'da yönetimin ele geçirildiği bu alanlarda, diğer etnik ve dinsel topluluklarla (Araplar, Türkmenler, Süryaniler vb.) birlikte amaçladıkları özyönetimi kurmuşlardır. Bu mücadele emperyalist güçleri ve bölgede işbirlikçisi olan ülkeleri, özellikle de Türkiye'yi rahatsız etmiştir. Öyle ki Rojava Devriminin Kanton örgütlenmesi Türkiye tarafından kabule dilemez bir durum olarak görülmüştür. IŞİD, bu devrimi boğmak için Kobane'ye saldırmıştır.

Rojava Devrimi ve bu devrimi savunma bakımından Kobane direnişi, bölgemizde sadece emperyalistlerin ve bölgesel gerici devletlerin iradesinin hakim olmadığının açık ifadesidir.

Rojava'da Kürt halkı gerçekleştirdiği devrimle kendi demokratik halk yönetimini; özerk, konfederal içerikli yönetimlerini oluşturdu. Bu devrimin en temel demokratik özelliği ve vazgeçilemez ilkesi, her etnik ve dinsel topluluğun özerk, konfederal yönetimde yer almasıdır. Burada söz konusu olan, Rojava'da, somutta da Kantonlarda yaşayan etnik topluluklar arasında kardeşliğin ve eşitliğin uygulanmasının ilkeselleştirilmesidir. Bunun böyle olduğunu, toplumsal yaşamın örgütlenmesinde (kurumsallaşmada), özsavunmada görmekteyiz. Devrimin kurumsallaşması henüz inşa halinde olsa da, salt şimdiye kadar bu doğrultuda atılmış olan adımlar, bu yönetimin Ortadoğu halkları için örnek alınabilecek bir yönetim olduğunu, Ortadoğu'da halkların bu yoldan kendi geleceklerini belirleyebilecek adımlar atabileceklerini göstermektedir. Salt bu temel ögelerinden dolayı Rojava Devrimi, Ortadoğu'da emperyalist ve yerel sömürgeci güçleri oldukça rahatsız etmektedir. Türkiye rahatsız olan güçlerin başında gelmektedir. Bu nedenle de emperyalist güçlerin yanı sıra en gayretli bir biçimde bu devrimin boğulmasından yanadır. Onun bu gayretini Kobane direnişi döneminde gördük; onun bu gayretini IŞİD'i desteklerken görmekteyiz.

Rojava Devrimiyle başlayan süreç ve Kobane direnişi, Kürtlerde ulusal birlik zemin ve bilincini sıçramalı geliştirmiştir.

Rojava Devrimiyle başlayan süreç ve Kobane direnişi, Kürtlerin şimdiye kadar Ortadoğu'ya sıkıştırılmış mücadelesini uluslararasılaştırmıştır; bu anlamda da bu mücadele Ortadoğu söz konusu olduğunda hesaba katılması gereken uluslararası bir güç haline gelmiştir.

Rojava Devrimi yolu gösterdi

Ortadoğu'da toplumsal yaşamın iç içe geçmişliği; bir arada olarak ayrışmışlığı; emperyalist, sömürgeci ilhak ve tahakkümün farklı etnik ve dinsel toplumların sorunlarını ortaklaştırması Ortadoğu'da bölgesel devrimin zeminini güçlendirmiştir. Rojava Devrimi ve sonrasında Kobane ve Şengal direnişi, bu mücadelelere katılan ve bu topraklardaki mücadeleyi kendi mücadelesi olarak gören anlayışların pratiğe dökülmesi, Ortadoğu'da bölgesel devrimin ilk filizleri olarak kabul edilmelidir.
Gelinen nokta, Rojava devrimini içselleştirmeyenlerin veya içselleştiremeyenlerin ne Türkiye'de ne Kürdistan'da ve genel olarak da Ortadoğu'da yapabilecekleri fazla bir şeyin olmadığını göstermektedir. Öyle ki, enternasyonal tugayların oluşturulduğu, aynen İspanya iç savaşında olduğu gibi, cephelerde Almanca, İspanyolca, Fransızca, İngilizce, Türkçe, Kürtçe konuşulduğu bir devrim aşamasından geriye dönüş pek düşünülemez.

Rojava Devrimi eskiden beri bilinen bir gerçeği güncellemiştir: İktidar mücadelesinde karşı devrimci güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmak için birisine karşı diğerine göz yummak, ona yedeklenmek zorunda değilsin veya düşmanımın düşmanı he zaman dost olmayabilir. Bu anlamda Rojava Devrimi “üçünü yol”dan ilerleme olarak gelişmiştir; ne Esad rejiminden yana ve nede onun muhalefetinden yana tavır almıştır.

Şimdi gelinen noktada bu devrimin gelişmesinde bir yol ayrımının olabileceğinin işaretleri çoğalmaktadır. Bu yol ayrımı öznel niyetlerin ötesinde nesnel gerçekliğin yansıması olabilir. Birincisi Türkiye'de devlet ile PKK arasında sürdürülen “çözüm süreci”nin nasıl gelişeceğidir. İkincisi başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Kobane direnişi ve Irak'ta IŞİD'e karşı mücadelede PYD'ye verdikleri destektir.

Çözüm süreci”nin olumsuz gelişmesi veya “olumlu” gelişmesi, Rojava Devriminin geleceğini doğrudan etkileyecektir. Türk burjuvazisinin, yanı başında devrimci bir Kürt toplumsal yapısıyla, özyönetim ve özsavunma ile barışık olması düşünülemez. Aynı zamanda Esad rejiminin de -iktidarda kaldığı koşullarda- Rojava'da Kanton yapılanmalarına olumlu yaklaşımı da düşünülemez.

Diğer taraftan ABD'nin ve diğer Batılı emperyalist ülkelerin, YPG nezdinde mücadele eden Kürt dinamiğine desteğinin karşılığında neyi isteyecekleri de üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur.

Bu sorunlar Rojava Devriminin zorlukları olarak görülmelidir.

Nasıl bir gelecek?

Ortadoğu'yu nasıl bir gelecek bekliyor sorusunun en fazla iki cevabı var:
Ya mevcut veya yeniden biçimlendirilmek istenen sömürgeci, işgalci köleci düzen altında yaşamaya devam etmek veya da emperyalist tahakküm ve işbirlikçi iktidarlara karşı ortaklaştırılmış özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmek.

Seçim yapma durumumuz yok. O halde Ortadoğu'nun geleceğini biz belirlemeliyiz, kendi geleceğimizi kendi elimize almalıyız. Bunun için ortaklaştırılmış devrim bilincini geliştirmeliyiz. Bunun adımı Rojava Devrimiyle, Şengal ve Kobane direnişleriyle atılmıştır. Rojava Devrimini, hepimizin, dünya halklarının devrimine dönüştürme söylemi pratikte örgütlenmelidir.

Ortadoğu'nun, sosyalizm ufuklu özgür ve demokratik geleceği, ilerici, antiemperyalist, devrimci ve komünist güçlerin bölgemizi talan eden, sömüren, kana boğan emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine karşı ortaklaştırılmış mücadelesinin ürünü olacaktır.