NE VERDİK Kİ NE
İSTİYORUZ?
TÜRK
İŞÇİ SINIFI KENDİ KENDİNE BU BİLİNCE VARACAKSA
BİZİ
NEDEN ÖZNE OLARAK GÖRSÜN?
20
Ağustos 2019 tarihli etha’da yayınlanan bir yazı (Arif Çelebi,
“Türkiye işçi sınıfının ikilemi: Kürtlerle birlikte
özgürlük ya da burjuvaziye kölelik” oldukça düşündürücüdür.
Yazıda
Türk işçi sınıfına hitap ediliyor, bir nevi çağrı yapılıyor.
Söylenen şu:
“Kürtlerin
ulusal köleliği sürdükçe Türk devleti ve onun sahibi Türk
burjuvazisi Türk işçi ve emekçilerine daha az ücret ve daha
yoksul bir hayat dayatacaklardır.
Kürtlere
karşı yürütülen sömürgeci savaşın bedeli de yalnızca
Kürtlere ödetilmeyecek Türk işçi ve emekçilerin sırtına da
yıkılacaktır. Türk-İş başkanı ile faşist şefin ortaklaştığı
konu budur. İşçi ve emekçilerden fedakarlık istiyorlar. Ne için?
Kürtleri ezmek, kazandıkları belediyelere el koymak, anadilde
eğitim hakkını tanımamak, Rojava'yı işgal etmek için.”
Türk
işçi sınıfına ‘sen bunu anlamadın’ deniyor. Ufuk darlığını
içeren bir anlayışla Türk işçi sınıfına hitap ediliyor. Çok
düşündürücü!
1-“Kürtlerin
ulusal köleliği sürdükçe Türk devleti ve onun sahibi Türk
burjuvazisi Türk işçi ve emekçilerine daha az ücret ve daha
yoksul bir hayat dayatacaklardır” görüşüne
karşı Türk işçi sınıfının cevabı şudur: Kürtlerin
köleliği son bulsa
da;
Kürt ulusu özgürlüğüne kavuşsa
da
Türk işçi ve emekçileri daha az ücretten; daha çok
yoksulluktan kurtulamayacaklardır.
Bu, kapitalizmin doğasına aykırıdır. Öyleyse
sorun, sadece Kürtlerin ulusal köleliğinin sürmesi değildir.
Kürtlerin ulusal kölelik zincirini parçalama mücadelesine daha
çok ücret, daha az yoksulluk için değil, bunun haklı bir
mücadele olduğu bilincinde olduğum için katılırım.
Türk
işçi sınıfı, sınıf
bilinçli örgütlü
olsaydı
böyle derdi.
2-”Kürtlere
karşı yürütülen sömürgeci savaşın bedeli de yalnızca
Kürtlere ödetilmeyecek Türk işçi ve emekçilerin sırtına da
yıkılacaktır. Türk-İş başkanı ile faşist şefin ortaklaştığı
konu budur. İşçi ve emekçilerden fedakarlık istiyorlar. Ne için?
Kürtleri ezmek, kazandıkları belediyelere el koymak, anadilde
eğitim hakkını tanımamak, Rojava'yı işgal etmek için.”
Türk
işçi sınıfı, sınıf
bilinçli örgütlü
olsaydı
bu anlayışın eksik olduğunun farkında olurdu:
Sadece “Kürtleri
ezmek, kazandıkları belediyelere el koymak, anadilde eğitim
hakkını tanımamak, Rojava'yı işgal etmek için.”
değil, bölgesel ve uluslararası alanda rekabet gücü kazanmak
için, savaş sanayini; askeri-sanayi kompleksini geliştirmek için;
toplamda sermaye birikimine
ivme kazandırmak için, “ulusal”
zenginlikleri Türk tekelci sermayesine peşkeş çekmek için
“fedakarlık istiyorlar”!
Türk
işçi sınıfı, sınıf
bilinçli örgütlü
olsaydı “istenen
fedakarlığın” bu yönünün de farkında olurdu!
“Kürt
ulusu özgür olmadan Türk işçi ve emekçileri burjuvazinin
boyunduruğundan kurtulamaz, aksine bu boyunduruk her geçen gün
daha da ağırlaşacak, işsizlik, yoksulluk ve sefalet
katlanacaktır.”
Kürt
ulusu özgür olunca Türk burjuvazisi Türk işçi ve emekçilerini
boyunduruk altında tutmaktan var mı geçecek? İşsizliği,
yoksulluğu ve sefaleti yok mu edecek?
Türk
işçi sınıfı, sınıf
bilinçli örgütlü
olsaydı
bu
anlayışı reddederdi.
Sınıf
bilinçli örgütlü
Türk
işçi sınıfı, burjuvazinin
boyunduruğunu parçalamanın, işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti
yok etmenin ancak ve ancak mevcut burjuva düzeni yıkmaktan ve sınıf
olarak iktidara gelmekten geçtiğinin bilincinde olarak mücadele
ederdi.
“Türk
işçi ve emekçilerine yalnızca yoksulluk boyunduruğu vurulmuyor,
işçi sınıfı ve ezilenler faşizme mahkum ediliyor. Faşizm
olmadan bu boyunduruk sürdürülemez. Sömürgecilik zinciri
kırılmadan faşizm ortadan kaldırılamaz. Faşizme karşı
mücadele sömürgeciliğe karşı mücadeleden ayrı düşünülemez.
Bu nedenledir ki Kürt ulusal özgürlük mücadelesi ile Türk işçi
ve emekçilerin burjuvaziye ve onun devletine karşı mücadelesi iç
içe geçmiştir, birbirinden ayrı düşünülemez.”
Türk
işi sınıfına, Kürt kardeşlerinle burjuvaziye, onun devletine,
faşizme, sömürgeciliğe karşı mücadelen iç içe geçmiştir,
ama sen bunun farkında değilsin deniyor.
“Kürtlerin
seçimle kazandıkları belediyeleri Türk devleti zorbalıkla gasp
etti. Türk işçi sınıfının buna karşı tutumu ne olacak? Onun
adına konuştuğunu söyleyen sendika, dernek ve partilerin tutumu
ne olacak?”
Türk
işçi sınıfı, bu olup bitenler karşısında; “Kürtlerin
seçimle kazandıkları belediyeleri Türk devleti(nin) zorbalıkla
gasp et(mesi)” karşısından senin tavrın ne olacak diye
soruluyor yazıda.
Dışarıdan
birisi; gelişmelere kıyıdan-köşeden bakan birisi
gibi soruluyor ve o işçi sınıfı “adına konuştuğunu
söyleyen sendika, dernek ve partilerin tutumu ne olacak?” diye
soruluyor. Yani “Onun adına konuştuğunu söyleyen sendika,
dernek ve partilerin tutumu ne olacak?” medet umuluyor.
Sonra
Türk işçi sınıfının ne yapması - yapmaması gerektiği
direktif/talimat biçiminde açıklanıyor:
"Ben
ekmeğime bakarım" diyenler bilecek ki o ekmeğin yarısı
sömürgeci savaş için kullanılmaktadır. Kürdistan sömürgeci
boyunduruk altındayken, iradesi hiçe sayılırken, belediyelerine
el konulurken hiçbir Türk işçisi "ekmeğime bakarım"
diyemez. "Ekmeğine bakmak" istiyorsa Kürt ulusunun
özgürlük mücadelesine omuz verecek, ezen ulus ayrıcalıklarının
arkasına saklanmayacak, kendi ulusundan sömürgeci burjuvaziye
karşı Kürt ulusal özgürlük güçleri ile birleşerek, faşizme
baş kaldıracaktır, başka yolu yok. Sınıf bilincinin de sınıf
mücadelesinin de kilit konusu budur.”
Yine
soruna uzaktan bakan birisi gibi biraz da kızgın bir tonla “işçi
sınıfı ve onun adına konuşan örgütleri” azarlıyor: “Sınıf
mücadelesini kendi başına ekmek mücadelesine, sendikal mücadeleye
indirgeyenler bilmeli ki
sömürgeciliğe ve faşizme karşı politik özgürlük
mücadelesine, demokrasi mücadelesine katılmayan bir işçi sınıfı
ve onun adına konuşan örgütler
burjuvazinin
kölesi ve uşakları olmaktan kurtulamazlar”.
Sınıf
bilinçli Türk işçi sınıfı, kızgın bir tonla kendine
dayatılan, sınıf misyonunu karartan bu anlayışı eksik bulurdu.
Türk işçi sınıfının veya Kürt, Ermeni işçi sınıfının
tarihsel misyonu faşizme, gericiliğe karşı özgürlük ve
demokrasi mücadelesiyle sınırlı değildir. İşçi sınıfı,
demokrasi ve özgürlük mücadelesini sosyalizm için mücadeleden
kopuk olarak ele almaz, ufkunu bu mücadele ile sınırlandırmaz.
Ama yazıda sınırlandırılıyor.
Sınıf
bilinçli Türk işçi sınıfı böyle düşünürdü!
Türk
işçi sınıfının içinde bulunduğu bilinç çıkmazının
nedenlerini doğru tespit ediyor: “Türk ırkçılığı
ve şovenizm böyle bir bilincin oluşmasının önündeki en büyük
ideolojik engellerdir. Türk burjuvazisi bu yolla Türk işçi ve
emekçilerini aldatmaktadır.”
Ama
çözümü yine kendi dışında, başka yerde, kendiliğindencilikte
görüyor: “Öyle anlar olur ki perde yırtılır, gerçek
durum göz çıkartıcı hale gelir. Daha önce kayyım atanan
belediyelerin seçimle geri alınmalarının üzerinden beş ay
geçmeden gasp edilmesini haklı görenler ırkçılık ve şovenizmin
bilinçli militanları olabilir ancak.”
Çözümde
belirleyici özne olduğunu, eh en azından olması gerektiğini
unutuyor: “Türk işçi sınıfı tam da böyle bir
anla ve bu anın sınavı ile karşı karşıyadır: Kürtlerle
birleşerek faşizme ve sömürgeciliğe karşı özgürlük
mücadelesi mi yürütecektir yoksa burjuva devlet ve sınıfın
giderek ağırlaşan boyunduruğuna kendi eliyle halkalar mı
ekleyecektir.”
“Kürt
ulusal onuru ile Türk emekçi onuru birleşmek zorundadır. Amed,
Van, Mardin belediyeleri yalnızca Kürdistan'dan değil
İstanbul'dan, İzmir'den, Ankara'dan, Adana'dan, Mersin'den,
Samsun'dan koparılıp alınabilir. Sınıf mücadelesinin öncelikli
gündemi budur.” Çok doğru bir anlayış. Ama bu işi kim
yapacak sorusun yine açıkta kalıyor.
Söz
konusu yazının en azından yarısını, sorun anlaşılsın diye
buraya aktardım. İşçi sınıf dendiğinde ruh halimizi yansıtan
bir anlayışla karşı karşıyayız. Burada sorulması gereken soru
şudur:
NE
VERDİK Kİ NE İSTİYORUZ?
Türk
işçi sınıfının “Hali pür-melali ile bizim bu sınıfı
anlamada içine düştüğümüz “Hali pür-melal”imiz arasında
örtüşen bir durum var: Onun bizden haber yok, bizim de ondan
haberimiz yok veya ara sıra böyle çağrılar yapmak durumunda
kalınca onu hatırlıyoruz.
Aşağıda
bir örnekleme yapacağım için işin teori yanını anlatmayı
bırakalım. Komünist partinin tarihi misyonu, misyonu devrimi
gerçekleştirmek olan işçi sınıfını örgütlemektir; bunu
yapabilmek için ona sınıf bilincini taşımaktır. Onu demokratik,
ekonomik; düzen çerçevesinde kalan mücadeleden ve
örgütlenmelerden (sendikalar, dernekler vb.) daha ileri sınıf
bilinçli örgütlenmesi olan parti örgütlenmesine çekmektir. İşte
o zaman bu sınıf seni diler; çağrılarına kulak verir; Kürt
kardeşinin yanında, devletin karşısında yer alır. II. Dünya
Savaşında, Sovyetler Birliği açısında Büyük Anavatan
Savaşında “Büyük kardeşinin evine düşman saldırmış, sen
böyle yerinde mi duracaksın” dendiğinde Kırgız, Özbek,
Türkmen kızıl ordu mensupları Alman faşistlerini Berlin’e
kadar kovalayanlar arasında yer almışlardı. Çünkü onları
yönlendiren, onlara bu savaşa katılmanın ne denli doğru olduğunu
anlatan, kavratan bir parti vardı.
Biz
ne yapıyoruz? Sadece söz konusu bu yazıda değil, bir çok
yazımızda soruna, işçi sınıfını örgütleme sorununa
dışarından bakanların, sorunu başkalarına havale edenlerin,
hatta “Onun adına konuştuğunu söyleyen sendika, dernek ve
partilerden” beklentileri olanların havasıyla yaklaşıyoruz.
Yırtılması
gereken perdeden bahsediyoruz, birleşilmesi gerektiğinden
bahsediyoruz, sorunu genel hattıyla doğru koyuyoruz, ama
kendimizi, bu işleri yapması gereken özne yerine koymuyoruz.
Dışarıdan birisi gibi hareket ediyoruz, perdeyi biz yırtacağız
demiyoruz, perdenin yırtılacağı bir an’ın geleceğinden
bahsediyoruz; o an’ı biz örgütleyeceğiz, bunun için varız
demiyoruz. Perdenin kendiliğinden yırtılmasını veya birilerinin
bu perdeyi yırtmasını bekliyoruz.
Sorun
dışarından birisi gibi ele alınırsa o zaman şu sorular sorulur:
-Demek
ki, işçi sınıfını örgütlemek diye bir sorununuz yok!
-Demek
ki, Türk işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşma sorununu
kendi dışınızda; başkalarının yapması gereken bir iş olarak
görüyorsunuz!
-Demek
ki, sınıf partisi olma diye bir iddianız yok!
-Demek
ki, Marksist Leninist Komünistlerin işçi sınıfına dışarıdan
sınıf bilinci taşımak diye bir sorunu yok!
Veya
da; öncelleriyle birlikte neredeyse 50 yıllık bir tarih sürecinde
bu sınıfa, sınıf bilinci taşıdık ama bizi anlamadı veya da
bu görevi sadece lafta önemsedik, fiiliyatta ise o sınıfı
örgütlemek için üzerimize düşeni yapmadık! Hangisi doğru?
-Türk
işçi sınıfına “ezen ulus ayrıcalıklarının arkasına
saklanmaması” gerektiğini öğrettik mi, bu konuda onu
bilinçlendirdik mi?
-”Kürdistan
sömürgeci boyunduruk altındayken, iradesi hiçe sayılırken,
belediyelerine el konulurken hiçbir Türk işçisi "ekmeğime
bakarım" diyemez”in ne anlama geldiğini Türk işçi
sınıfına öğrettik mi, bu konuda onu bilinçlendirdik mi?
-Türk
işçi sınıfına “Öyle anlar olur ki perde yırtılır” yerine
bu perdeyi biz yırtacağız, bizden başkası yırtacak durumda
değildir, bu perde böyle-şöyle örgütlenme ve mücadeleyle
yırtılır dedik de duyarsız mı kaldı?
-O
sınıf, kendisinin katıldığı mitingler, konferanslar yapmamıza
rağmen bizi anlamadı mı?
-O
sınıfı, yerinde; işletmelerde, fabrikalarda, mahallesinde
örgütlememize rağmen çağırdık da gelmedi mi?
-Sınıf
bilinçli Türk işçi sınıfı, eminim ki, Kürt ulusunun
yanındadır, onun sorunlarını sahiplenir, sevincini kendi sevinci
olarak, üzüntüsünü kendi üzüntüsü olarak görür. Türk işçi
sınıfı Kürt ulusuyla duygudaştır, Kürt işçisiyle yoldaştır.
Ama
ona bu bilinci verdik mi?
-Bu
sınıf ile özne olarak “haşır neşir” olduğumuz, hala ders
çıkartılabilecek bir “hikayemiz” var mı?
Bu
nedenle;
NE
VERDİK Kİ NE İSTİYORUZ?
Veya
da:
TÜRK
İŞÇİ SINIFI KENDİ KENDİNE BU BİLİNCE VARACAKSA BİZİ NEDEN
ÖZNE OLARAK GÖRSÜN?
Bu
konuda Lenin’e kulak verelim:
Aşağıdaki
alıntılarda Rusya yerine Türkiye’yi, sosyal-demokratizm yerine
Marksizm-Leninizmi, sosyal-demokratlar yerine de Marksist Leninist
Komünistleri, otokrasi yerine faşizm, faşist diktatörlük
kavramlarını koydum. Bakalım karşımıza ne çıkacak:
“Rus
Sosyal-Demokratlarının Görevleri” (1897) yazısından:
“...Marksist
Leninist Komünistlerin pratik faaliyetlerinin amacı,
bilindiği gibi, proletaryanın sınıf mücadelesine önderlik etmek
ve bu mücadeleyi kendisini gösterdiği her iki biçim içerisinde
örgütlemektir: Sosyalist (sınıf sistemini yıkmayı ve sosyalist
toplumu örgütlemeyi hedefleyen, kapitalist sınıfa karşı
mücadele) ve demokratik (Türkiye’de siyasal özgürlüğü
kazanmayı ve Türkiye’nin siyasal ve toplumsal sistemini
demokratikleştirmeyi hedefleyen, faşist diktatörlüğe karşı
mücadele).
Sosyalist
faaliyetle başlayalım... Marksist
Leninist Komünistleri sosyalist faaliyetleri, bilimsel
sosyalizmin öğretilerini propaganda yoluyla yaymaktan, işçiler
arasında, varolan toplumsal ve ekonomik sistemin, onun temeli ve
gelişmesinin doğru bir kavranışını, Türkiye toplumundaki
çeşitli sınıfların, karşılıklı ilişkilerinin, bu sınıflar
arasındaki mücadelenin, işçi sınıfının bu mücadeledeki
rolünün, onun çöken ve yükselen sınıflara karşı,
kapitalizmin geçmişine ve geleceğine karşı tutumunun
kavranışını, uluslararası Marksizm-Leninizmin ve Türk işçi
sınıfının tarihsel görevinin kavranışını yaymaktan oluşur...
İşçiler
arasında ajitasyon, Marksist
Leninist Komünistlerin,
işçi sınıfının mücadelesinin bütün kendiliğinden
görünümleri, işçiler ve kapitalistler arasında, çalışma
günleri, ücretler, çalışma koşulları vs., vs. üzerine çıkan
bütün çatışmalar içerisinde yer alması demektir. Bizim
görevimiz, faaliyetlerimizi işçi sınıfı yaşamının gündelik
pratik sorunlarıyla kaynaştırmak, işçilerin bu sorunları
anlamalarına yardımcı olmak, işçilerin dikkatlerini en önemli
istismarlara çekmek, onların işverenlere karşı taleplerini daha
kesin ve pratik olarak formüle etmelerine yardımcı olmak, işçiler
arasında dayanışma bilincini, bütün Türk işçilerinin,
uluslararası proletarya ordusunun parçası olan birleşik bir işçi
sınıfı olarak, çıkarlarının ve davalarının ortaklığı
bilincini geliştirmektir. İşçiler arasında eğitim çevreleri
örgütlemek, bunlarla Marksist
Leninist Komünistlerin
merkezi grubu arasında düzenli ve gizli ilişkiler kurmak,
işçi sınıfı yayınlarını yayınlayıp dağıtmak, işçi
sınıfı hareketinin bütün merkezleriyle haberleşmeyi örgütlemek,
ajitasyon bildiri ve bildirgeleri yayınlayarak dağıtmak ve bir
tecrübeli ajitatörler grubu yetiştirmek – kaba hatlarıyla,
Türkiye’de Marksizm-Leninizmin sosyalist faaliyetlerinin
görünümleri böyledir.
Bizim
çalışmamız birincil ve esas olarak fabrika, kent işçilerine
yöneliktir. Marksist Leninist
Komünist Parti
güçlerini dağıtmamalıdır; faaliyetlerini,
Marksist-Leninist fikirleri
kabule en hazır, entelektüel ve politik bakımdan en gelişmiş ve
ülkenin büyük siyasal merkezlerindeki sayılarının ve
yoğunluklarının üstünlüğüyle en önemli durumda olan sanayi
proletaryası üzerinde yoğunlaştırmalıdır...
Şimdi
de Marksist Leninist Komünistlerin
demokratik görevleri ve demokratik çalışmaları üzerinde
duralım. Bir kere daha tekrarlayalım ki, bu çalışma, sosyalist
faaliyetle kopmaz bir biçimde bağlantılıdır. İşçiler arasında
propaganda yürütürken, Marksist
Leninist Komünistler, siyasal sorunlardan kaçınamazlar ve
siyasal sorunlardan kaçınma, hatta onları kenara itme gibi bir
girişimi derin bir hata ve uluslararası Marksizm-Leninizmin temel
ilkelerinden bir ayrılma olarak göreceklerdir. Bilimsel sosyalizmin
yayılması ile eş zamanlı olarak Marksist
Leninist Komünistler, işçi sınıfı kitleleri arasında
demokratik düşüncelerin yayılması görevini önlerine koyarlar;
bütün görünümleri içinde faşizmin, onun sınıf muhtevasının,
onu devirmenin gerekliliğinin, siyasal özgürlük ve Türkiye’nin
siyasal ve toplumsal sisteminin demokratikleştirilmesi elde
edilmeksizin işçilerin davası için başarılı bir mücadele
sürdürmenin imkansızlığının kavranmasını yaygınlaştırmak
için uğraşırlar. İşçiler arasında acil ekonomik talepleri
üzerine ajitasyon yürütmede Marksist
Leninist Komünistler, bunu, işçi sınıfının acil politik
ihtiyaçları, sıkıntı ve talepleri üzerine ajitasyon ile, her
grevde, işçilerle kapitalistler arasındaki her çatışmada
kendini gösteren polis zulmüne karşı ajitasyon ile, işçilerin
genel olarak Türkiye yurttaşları olarak ve özel olarak da en kötü
baskı altında bulunan ve en az hakka sahip olan sınıf olarak
haklarının kısıtlanmasına karşı ajitasyon ile, işçilerle
dolaysız temas içerisine giren ve işçi sınıfına kendi siyasal
kölelik konumunu çok açık bir biçimde gösteren faşizmin her
önde gelen temsilcisi ve uşağına karşı ajitasyon ile kopmaz bir
biçimde bağlarlar. Ekonomik alanda işçilerin yaşamını
etkileyen ve ekonomik ajitasyon amacı için kullanılmadan bırakılan
hiçbir sorun olmaması gerektiği gibi, aynı şekilde, politik
alanda da politik ajitasyon için konu olmaya yaramayacak hiçbir
sorun yoktur. Bu iki türden ajitasyon Marksist
Leninist Komünistlerin
faaliyetleri içinde aynı madalyonun iki yüzü olarak kopmaz bir
biçimde birbirine bağlanmıştır. Hem ekonomik ve hem de siyasal
ajitasyon proletaryanın sınıf bilincini geliştirmek için eşit
ölçüde gereklidir; hem ekonomik, hem de siyasal ajitasyon Türk
işçilerinin sınıf mücadelesine yol göstermek bakımından eşit
ölçüde gereklidir, çünkü her sınıf mücadelesi bir siyasal
mücadeledir. İşçilerin sınıf bilincini uyandırarak, birleşik
eylem ve Marksizm-Leninizmin idealleri uğruna savaş için onları
örgütleyerek, disipline ederek ve eğiterek her iki ajitasyon türü
de, işçilerin acil sorunlar ve acil ihtiyaçlar karşısında kendi
güçlerini ölçmelerini, düşmanlarından kısmi tavizler
koparmalarını ve böylelikle ekonomik durumlarını düzeltmelerini
sağlayacak, kapitalistleri işçilerin örgütlü gücü karşısında
geriletecek, hükümeti işçilerin haklarını genişletmeye,
taleplerine kulak kabartmaya zorlayacak ve hükümeti, güçlü bir
Marksist-Leninist örgüt
tarafından yönlendirilen işçi kitlelerinin düşmanlığından,
sürekli bir korku içinde tutacaktır.
Sosyalist
ve demokratik propaganda ve ajitasyon arasındaki ayrılmazcasına
sıkı bağlantıya ve her iki alandaki devrimci faaliyetin tam
paralelliğine işaret etmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, bu iki
türden faaliyet ve mücadele arasında büyük bir farklılık
vardır. Farklılık şudur ki, ekonomik mücadelede proletarya, hem
toprak sahibi soyluluğa ve hem de burjuvaziye karşı, belki
küçük-burjuvazinin proletaryaya yönelen unsurlarından aldığı
(bu da her zaman değil) yardım hariç, mutlak olarak tek başına
bulunur. Oysa demokratik, siyasal mücadelede Türk işçi sınıfı
tek başına değildir; bütün siyasi muhalefet unsurları,
katmanları ve sınıfları, faşizme düşman olduklarından ve ona
karşı şu ya da bu biçimde mücadele ettiklerinden, onun yanında
bulunmaktadır. Burada proletarya ile yan yana, burjuvazinin ya da
eğitilmiş sınıfların ya da küçük -burjuvazinin, faşist
hükümet tarafından zulmedilen milliyetlerin, dinlerin,
mezheplerin, vb., vb. muhalif unsurları bulunmaktadır. Ortaya çıkan
sorun doğal olarak işçi sınıfının bu unsurlara karşı
tutumunun ne olması gerektiğidir. Dahası, faşizme karşı ortak
mücadelede onlarla birleşmeli değil midir? Ayrıca bütün
Marksist Leninist Komünistler
Türkiye’deki politik devrimin sosyalist devrime ön gelmesi
gerektiğini kabul etmektedirler; dolayısıyla onların faşizme
karşı savaşmak için, şimdilik sosyalizmi bir yana bırakarak,
siyasi muhalefet içerisindeki bütün unsurlarla birleşmeleri
gerekmez mi? Bu faşizme karşı savaşı güçlendirmek için hayati
değil midir?...
Marksist
Leninist Komünistler bir yandan şu ya da bu muhalefet
grubunun işçilerle dayanışmasına işaret ederlerken daima
işçileri ötekilerden ayıracaklar, daima bu dayanışmanın geçici
ve şarta bağlı olduğuna işaret edecekler, daima, yarın
kendilerini bugünkü müttefiklerinin karşısında bulabilecek olan
proletaryanın bağımsız sınıf kimliğini
vurgulayacaklardır...Yalnızca belirli sınıfların bilinçli
olarak kavranan gerçek çıkarlarına dayanan savaşçılar
güçlüdürler, çağdaş toplumda şimdiden ağır basan bir rol
oynamakta bulunan bu sınıf çıkarlarını bulanıklaştırmak için
yapılacak her girişim, yalnızca savaşçıları güçten
düşürecektir. Bu birinci noktadır. İkinci nokta, faşizmin
sonuna kadar tutarlı ve kayıtsız şartsız tek düşmanı
olduğundan ötürü, yalnızca işçi sınıfı ile faşizm arasında
hiçbir uzlaşma mümkün olmadığından ötürü, yalnızca işçi
sınıfında demokrasinin hiçbir kayıt koymayan, kararsız olmayan
ve geriye dönüp bakmayan bir savunucu bulabilmesinden ötürü,
işçi sınıfının faşizme karşı mücadelede kendisini ayrı
tutmasının gerekliliğidir...
Ezilen
milliyetler ve zulmedilen dinler arasındaki demokratik unsurlara
gelince, herkes bilmekte ve görmektedir ki, nüfusun bu kategorileri
içindeki sınıf antagonizmleri, faşizme karşı ve demokratik
kurumlardan yana herhangi bir kategori içindeki sınıfları
birbirine bağlayan dayanışmadan daha derin ve daha güçlüdür.
Yalnızca proletarya, faşist rejimin tutarlı biçimde demokratik,
herhangi bir taviz ya da uzlaşmaya gidemeyen, kararlı bir düşmanı
olabilir – ve sınıf konumundan ötürü de olmalıdır. Yalnızca
proletarya siyasal özgürlük ve demokratik kurumlar uğruna öncü
savaşçı olabilir. Birinci olarak, bu, siyasal zorbalık, içinde
bulunduğu konum kendisine bu zorbalıkta herhangi bir değişiklik
sağlama fırsatı vermeyen proletaryanın üzerine en ağır bir
biçimde çöktüğü içindir – o, üst makamlara hatta memurlara
bile ulaşamaz ve kamuoyunu da etkileyemez. İkinci olarak, siyasal
ve toplumsal sistemin tam demokratikleştirilmesini sağlamaya
yalnızca proletarya yeteneklidir, çünkü bu, sistemi işçilerin
avuçları içerisine yerleştirecektir. İşte, işçi sınıfının
demokratik faaliyetlerinin öteki sınıf ve grupların demokratik
özlemleriyle kaynaşmasının, demokratik hareketi zayıflatmasının,
siyasi mücadeleyi zayıflatmasının, onu daha az kararlı, daha az
tutarlı ve daha uzlaşmaya yatkın hale getirmesinin nedeni budur.
Öte yandan, eğer işçi sınıfı demokratik kurumlar uğruna
mücadelenin öncü savaşçısı olarak öne çıkarsa, bu,
demokratik hareketi güçlendirecektir, siyasal özgürlük
mücadelesini güçlendirecektir, çünkü işçi sınıfı bütün
öteki demokratik ve siyasi muhalefet unsurlarını mahmuzlayacak,
liberalleri siyasal radikallere doğru itecek, radikalleri de bugünkü
toplumun bütün siyasal ve toplumsal yapısından geri dönülmez
bir kopuşa sürükleyecektir...Türkiye’deki bütün gerçek ve
tutarlı demokratlar, Marksist
Leninist Komünist olmalıdırlar...
Marksizm-Leninizmin
sınıf mücadelesinde önderlik ettiği proletaryanın, Türk
demokrasisinin öncü savaşçısı olduğunu gösterdiğimizde,
Türkiye’de Marksizm-Leninizmin
siyasi görevleri ve siyasi mücadeleyi geri plana attığı
şeklindeki çok yaygın ve çok garip bir görüşle karşılaşırız.
Gördüğümüz gibi, bu görüş gerçeğin tam zıddıdır.
Sıklıkla izah edilmiş ve daha ilk Türk Marksist-Leninist
yayınlarda ve Emeğin Kurtuluşu grubu tarafından yurt dışında
yayınlanan broşür ve kitaplarda açıklıkla ortaya konmuş olan
Marksizm-Leninizmin
ilkelerini anlamakta düşülen bu şaşırtıcı yanılgıyı nasıl
açıklamalı? Bizim görüşümüzce bu şaşırtıcı gerçeğin
açıklaması, şu aşağıdaki üç koşulda yatmaktadır.
Birinci
olarak, bu, kendi program ve faaliyet planlarını, ülkede işlevi
olan gerçek sınıfların, tarih tarafından belirli ilişkiler
içerisine yerleştirilmiş bulunan sınıfların kesin bir
değerlendirilmesi yerine soyut fikirler üzerine kurmaya alışkın
eski devrimci teorilerin temsilcilerinin Marksizm-Leninizmin
ilkelerini anlamaktaki genel yetersizliklerinde yatar. Türk
demokrasisini destekleyen çıkarların bu gerçekçi tartışmasından
yoksunluk, yalnızca Türkiye’de Marksizm-Leninizmin
Türk devrimcilerinin demokratik görevlerini geri plana bıraktığı
görüşüne yol açabilir.
İkinci
olarak, bu, ekonomik ve politik konular ile sosyalist ve demokratik
faaliyetler bir tek bütün içerisinde, proletaryanın sınıf
mücadelesinin tekliği içerisinde birleştirildiğinde, bunun,
demokratik hareketi ve siyasal mücadeleyi zayıflatmadığını,
tersine, onu halk kitlelerinin gerçek çıkarlarıyla daha da
yakınlaştırarak, politik sorunları “aydın tabakanın tozlu
çalışmalarından” çıkartıp sokağın, işçilerin ve emekçi
sınıfların bağrına dökerek ve soyut fikirlerin yerine en çok
sıkıntısını proletaryanın çektiği ve Marksist
Leninist Komünistlerin
ajitasyonlarını onun temeli üzerinde sürdürdükleri
siyasal baskının gerçek görünümlerini yerleştirerek
güçlendirdiğini anlamaktaki yetersizlikte yatar. Türk radikaline
çoğunlukla öyle görünür ki, ileri işçilere doğrudan doğruya
ve içtenlikle siyasal mücadeleye katılmak çağrısı yapmak
yerine, Marksist Leninist Komünist,
işçi sınıfı hareketini geliştirme, proletaryanın sınıf
mücadelesini örgütleme görevine dikkati çeker ve böylelikle
onun demokrasisinden geriye çekilir, siyasal mücadeleyi geri plana
atar. Fakat eğer bu geri çekilme ise Fransız özdeyişinde
kastedilen cinsten bir geri çekilmedir: “Il faut reculer pour
mieux sauter!” (Daha iyi sıçramak için geri çekilmek
gerekir.)...
Çok
önceden söylendiği gibi devrimci bir teori olmaksızın hiçbir
devrimci hareket olamaz ve şu içinde bulunduğumuz zamanda bu
gerçeğin kanıtlarını ileri sürmek bile gereksizdir. Sınıf
mücadelesi teorisi, Türk tarihinin materyalist anlayışı ve
Türkiye’deki bugünkü siyasal ve ekonomik durumun materyalist
değerlendirilmesi, devrimci mücadeleyi belirli bir sınıfın
belirli çıkarlarına sıkı sıkıya bağlamanın ve onun öteki
sınıflarla olan ilişkisini çözümlemenin gerekliliğinin
kavranması...
Türkiye’de
Marksizm-Leninizmin önünde hâlâ muazzam ve henüz hemen hemen hiç
el değmemiş bir çalışma alanı bulunmaktadır. Türk işçi
sınıfının uyanışı, bilgi, örgütlenme, sosyalizm için,
sömürücülerine ve ezenlerine karşı mücadele için
kendiliğinden çabalaması, her geçen gün daha yaygın, daha
çarpıcı bir biçimde gözle görülür hale gelmektedir. Türk
kapitalizminin yakın zamanlarda yapmış bulunduğu muazzam
ilerleme, işçi sınıfı hareketinin genişlik ve derinlik
bakımından kesintisiz bir biçimde büyümeye devam edeceğinin bir
garantisidir. Şimdi gözle görülür bir biçimde, kapitalist
devrenin, sanayide “işlerinin rast gittiği”, iş hayatının
canlı olduğu, fabrikaların tam kapasiteyle çalıştıkları ve
sayısız yeni fabrikanın, yeni girişimin, anonim şirketin,
demiryolu şirketinin, vs., vs. mantar gibi yükseldiği döneminden
geçiyoruz. Bu sınai “refah” dönemini izlemek zorunda olan
kaçınılmaz ve çok keskin bir çöküşü önceden haber vermesi
için insanın peygamber olması gerekmez. Bu çöküş, küçük
mülk sahipleri kitlelerini iflasa sürükleyecek, işçi kitlelerini
işsizler saflarına savuracaktır ve böylelikle çoktan beridir her
sınıf bilinçli, düşünen işçinin karşısında bulunan
sosyalizm ve demokrasi sorunlarıyla bütün işçileri yakıcı bir
biçimde karşı karşıya getirecektir. Marksist
Leninist Komünistler, bu çöküntü geldiğinde, Türk
proletaryasını, daha sınıf bilinçli, daha birleşik, Türk işçi
sınıfının görevlerini anlayabilen, -şimdi muazzam kârlar elde
etmekte olan ve zararları da her zaman işçilerin üzerine yıkmaya
uğraşan- kapitalist sınıfa karşı koymaya yetenekli ve Türk
işçilerinin ve tüm Türk halkının elini kolunu bağlayıp
engelleyen polis faşizmine karşı tayin edici bir mücadelede Türk
demokrasisine önderlik etmeye yetenekli duruma getirmiş
olmalıdırlar.
Öyleyse
iş başına yoldaşlar! Değerli zamanımızı yitirmeyelim!
Marksist Leninist Komünistlerin
uyanmakta olan proletaryanın gereksinimlerini karşılamak
için, işçi sınıfı hareketini örgütlemek için, devrimci
grupları ve onların arasındaki karşılıklı bağları
güçlendirmek için, işçilere propaganda ve ajitasyon yayınları
sağlamak için, Türkiye’nin her yerine dağılmış bulunan işçi
çevrelerini... birleştirmek için yapması gereken daha pek çok
şey var!” (Lenin; Eserleri, C. 2, s. 329-350).
“NE
YAPMALI”dan (1902):
“İşçilerin
Marksist-Leninist bilince
asla sahip olamayacaklarını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan
getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi
sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani
sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele
etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın
vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm
teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş
temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen,
felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir.
Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları
Marks ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar. Keza,
Rusya’da sosyal-demokrasinin teorik öğretisi, işçi sınıfı
hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak
doğmuştur; devrimci sosyalist aydın tabaka arasındaki düşünce
gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur”
(s. 385/386)
Bu,
(Raboçeye Dyelo’nun kavrayamadığı bir şeyi) işçi sınıfı
hareketinin kendiliğindenliğinin her türlü putlaştırılmasının,
bilinçli unsurun Marksizm-Leninizmin rolünün her türlü
küçümsenmesinin, bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp
yapmamasından tamamen bağımsız olarak, işçiler üzerinde
burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını
göstermektedir. Bütün bu ideolojinin öneminin abartılması
konusunda, bilinçli unsurun rolünün abartılması vb. konusunda
söz edenler, katıksız ve yalın işçi hareketinin, eğer işçiler
yalnızca kendi yazgılarını liderlerinin ellerinden
kurtarırlarsa, kendisi için bağımsız bir ideolojiyi
geliştirebileceğini ve geliştireceğini düşünmektedirler. Ama
bu derin bir yanılgıdır.
(s.
393-394)
Çalışan
yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına
formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine
göre, tek seçenek şu oluyor ya burjuva ideolojisi ya da
sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü
insanlık üçüncü bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da
sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı
ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz). Öyleyse,
herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona
birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek
anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok söz edilmektedir. Ama
işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva
ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda
gelişmesine yolaçar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı
hareketi, trade-unionculuktur, sadece sendikacılıktır ve
trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği
demektir.
Demek
oluyor ki, görevimiz, Marksizm-Leninizmin görevi, kendililindenliğe
karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları
altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu
çabadan
uzaklaştırmak, ve devrimci Marksizm-Leninizmin kanadı altına
sokmaktır. (S. 395-396)
Karşımıza
şu sorun çıkıyor: siyasal eğitim neyi içermelidir? Bu faşist
diktatörlüğe karşı işçi sınıfı düşmanlığının
propagandasından ibaret olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere
siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara
çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta
olduğunu açıklamak da yetmezse). Ajitasyon, bu baskının her
somut örneği ele alınarak yürütülmelidir (tıpkı iktisadi
baskının somut örnekleri etrafında ajitasyon yürütmeye başlamış
olmamız gibi). Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını
etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli
alanlarında meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. alanlarında
ortaya koyduğuna göre, faşizmin siyasal teşhirini bütün
yönleriyle örgütlemeye girişmeyecek olursak, işçilerin siyasal
bilincini geliştirme görevimizi yerine getiremeyeceğimiz besbelli
değil midir? Baskının somut belirtileri etrafında ajitasyon
görevini yerine getirebilmek için, bu belirtileri teşhir etmek
gerekir (nasıl ki ekonomik ajitasyonu yürütebilmek için
fabrikalarda yapılan haksızlıkları teşhir etmek zorunluysa).
(s.413)
Eğer
işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık,
baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede
eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir
açıdan değil de, Marksist-Leninist açıdan tepki göstermede
eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal
bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her
birini, entelektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün
belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel
siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer
materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının,
tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün
yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan
yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz (s. 426)
Siyasal
sınıf bilinci, işçilere, ancak dışarıdan verilebilir, yani
ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler
arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi
elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve
tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün
sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun
için, işçilere siyasal bilgi vermek için ne yapmalı sorusuna
yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim
gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, işçiler arasında
gidilmelidir yanıtı olamaz. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek
için, Marksist Leninist
Komünistler nüfusun bütün sınıfları arasında gitmek
zorundadırlar; onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevk etmek
zorundadırlar. (s. 436)
Ama
biz, eğer gelişmiş demokratlar olmak istiyorsak, sadece
üniversite ya da zemstvo vb. koşullarından yakınanların
düşüncelerini, tüm siyasal düzenin beş para etmediği
düşüncesine yöneltmeyi üstlenmeliyiz. Bütün muhalefet
katlarının mücadeleye ve partimize ellerinden gelen desteği
verebilmelerini sağlamak için kendi partimizin önderliği altında,
çok yönlü bir siyasal mücadelenin örgütlendirilmesi görevini
üzerimize almalıyız. Pratik içindeki Marksist
Leninist Komünistlerimiz;
bu çok yönlü mücadelenin bütün belirtilerine kılavuzluk
edebilen, kaynaşma halindeki öğrencilere, hoşnutsuz zemstvo
mensuplarına, öfkeli dinsel mezhep mensuplarına, gadre uğrayan
ilkokul öğretmenlerine, vb., vb. gereken anda kesin bir eylem
programı kabul ettirmesini bilen siyasal önderler olarak eğitmek,
bizim işimiz olmalıdır. (s. 442)
Hareketimizin
temel siyasal ve örgütsel eksiklerinden biri, bütün bu güçlerden
yararlanmayı ve onlara uygun işler vermeyi beceremememizdir ... Bu
güçlerin büyük bir çoğunluğu işçiler arasına gitme
olanaklarından tamamıyla yoksundur, öyle ki, güçleri esas
işimizden başka tarafa çekme tehlikesi söz konusu olamaz. Ve
işçilere gerçek, kapsamlı ve canlı siyasal bilgiler
sağlayabilmek için her yerde, toplumun bütün katlarında ve
devlet mekanizmamızın bütün iç çarkları hakkında bilgi
edinebileceğimiz bütün mevkilerde kendi adamlarımız, Marksist
Leninist Komünistler bulunmalıdır. Böyleleri, sadece
propaganda ve ajitasyon için değil, ama daha çok örgütlendirme
için gereklidir. (s. 444)
İşçi
devrimci, görevine tam olarak hazırlanabilmek için, aynı şekilde
profesyonel bir devrimci olmalıdır. Onun için B-v., işçi, günün
11,5 saatini fabrikada geçirdiğine göre, ajitasyon dışındaki
öteki devrimci görevler zorunlu olarak büyük ölçüde o çok az
sayıdaki aydınların omuzlarına yüklenmelidir derken
yanılmaktadır. Ama bu, hiç de zorunlu olduğu için böyle
olmamaktadır. Bu, biz geri olduğumuz için, yetenekli her işçiye
profesyonel ajitatör, örgütçü, propagandacı, yayın dağıtıcısı,
vb. vb. olabilmesi için yardım etmenin görevimiz olduğunu
bilmediğimiz için böyle olmaktadır. Biz, bu bakımdan, gücümüzü
utanç verici bir biçimde çarçur etmekteyiz, neyi en büyük
dikkatle yetiştirmemiz ve geliştirmemiz gerektiğini bilmemekteyiz.
Almanlara bakınız: Onların güçleri bizimkinin yüz katıdır,
ama gerçekten yetenekli ajitatörlerin vb., çoğu kez ortalamalar
arasından çıkmadığını pek iyi anlıyorlar. Onun için, her
yetenekli işçiyi, hemen, yeteneklerini geliştirebileceği ve tam
olarak kullanabileceği koşullar içine yerleştirmeye çalışıyorlar:
Onu profesyonel ajitatör yapıyorlar; eylem alanını genişletmek
için, tek bir fabrikadan bütün sanayi koluna, tek bir yöreden
bütün ülkeye yayabilmesi için, ona yardımcı oluyorlar. O,
mesleğinde deneyim ve ustalık ediniyor; görüş ufuklarını
genişletiyor ve bilgisini artırıyor; başka yörelerdeki ve başka
partilerdeki ileri gelen siyasal liderleri yakından gözleme
olanağını buluyor; işçi, onların düzeyine yükselmeye ve işçi
sınıfı ortamının bilgisi ve sosyalist inançların tazeliği ile
profesyonel ustalığı kendi şahsında birleştirmeye uğraşıyor;
çünkü bunlar olmadan, proletarya, kusursuz biçimde eğitilmiş
olan düşmanlarına karşı çetin bir mücadele veremez. İşte
yığınlar, saflarından, Bebel ve Auer çapında adamları ancak bu
şekilde çıkarmaktadır. Ama siyasal bakımdan özgür olan bir
ülkede büyük çapta kendiliğinden olan şeyi, Türkiye’de biz,
bilinçli olarak ve sistemli bir biçimde örgütlerimizden
yararlanarak yapmalıyız. Azıcık yeteneği olan ve bir şeyler
vaat eden bir işçi ajitatörün günde onbir saat fabrikada
çalışmasına izin verilmemelidir. Geçiminin parti tarafından
sağlanmasını; zamanı gelince yeraltına geçebilmesini; eğer
deneyimini artıracaksa, görüş ufuklarını genişletecekse ve
jandarmaya karşı mücadelede hiç değilse birkaç yıl
dayanabilecekse, eylem yerini değiştirmesini biz sağlamalıyız.
Hareketlerinin kendiliğinden yükselişi genişlik ve derinlik
kazandıkça, işçi sınıfı yığınları, kendi saflarından,
sadece artan sayıda yetenekli ajitatörler değil, ama yetenekli
örgütçüler de, propagandacılar da ve sözcüğün en iyi
anlamıyla pratik militanlar da çıkartırlar... Gerekli hazırlıktan
geçmiş ve eğitilmiş işçi devrimcilerden kuvvetlerimiz olduğu
zaman (ve elbette bütün öteki kollardan da), dünyadaki hiç bir
siyasal polis bunlarla baş edemez, çünkü bütün varlıklarıyla
devrime bağlı olan bu kuvvetler, işçi yığınlarının sonsuz
güvenini kazanmış olacaklardır. Ve biz, hem işçilerin hem de
aydınların ortak yolu olan profesyonel devrimci eğitim yoluna
işçileri yöneltmek için gerekeni yapmadığımız ve çok kez,
işçi yığınları için, ortalama işçiler vb. için erişilebilir
olan şeyler konusunda ahmakça söylevlerimizle onları geriye
çektiğimiz için doğrudan doğruya suçluyuz. (s.
489-40)(Lenin; Eserleri, C. 5, s. 357-551).
1-Bunları
yaptık da o sınıf çağrılarımıza kayıtsız mı kaldı?
-
“Ezen
ulus ayrıcalıklarının arkasına saklanmama”ya
devam mı etti?
-Kürdistan’da
ne olursa olsun ben "ekmeğime bakarım" mı dedi?
-Perdeyi
yırtmam, o an’ın gelmesi beni ilgilendirmez mi dedi?
-Sınıf
bilinciyle donattık da Kürt ulusunun yanında değilim, onunla
duygudaş, Kürt işçisiyle yoldaş değilim mi dedi?
Türk
işçi sınıfı dili lal, düşünce yeteneği dumura uğramış
olarak Türk burjuvazisinin, şovenizminin, ırkçılığının, Kürt
düşmanlığının yanında yer alıyorsa bu, sadece onun suçunu,
kavrayışsızlığını ve Türk burjuvazisinin gücünü göstermez;
bu, aynı zamanda ve esas itibariyle bizim veya işçi sınıfının
partisi olma iddiasında olanların bu sınıfla ilişkisinin
acınacak halini gösterir. Artık bu, işçi sınıfı partisi olma
iddiasında bulunanların bir eksikliği olmaktan çoktan çıkmıştır.
An'daki
durduğu yere bakarak küçümsediğimiz, azarladığımız bu sınıf,
mücadele etmem demiyor, hiçbir zaman da demedi. Bu sınıf, 15-16
Hazirandan geçmiş bir sınıftır. En zor, Türk şovenizminin en
çok etkisi altında olduğu dönemlerde de bu sınıf, gel, beni
örgütle demiştir. Peki, gittik mi, örgütledik mi?